Giriş
Bosna Hersek eski Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, bir siyasetçi olmasının yanında Çağdaş Müslüman Düşünceye önemli katkılar sağlamış bir düşünürdür. Genel olarak hayatı göz önünde bulundurulduğunda; Avrupalı olması, Batı düşüncesinin üzerinde etkide bulunması, gençlik yıllarından itibaren İslamî mücadelenin içinde olması, düşünceleri dolayısıyla hapis cezaları alması ve Bosna Savaşı sırasındaki devlet başkanlığı tecrübesi yaşaması öncelikle akla gelmektedir. Bu tecrübelerin her birinin onun düşüncesiyle ilgili tarafları da bulunmaktadır. Bütün yaşadıklarıyla ve etkilendikleriyle Aliya İzzetbegoviç’in bir yirminci yüzyıl düşünürü olduğu iddia edilebilir. 1925 yılında Yugoslavya Krallığı’nda doğmuş, II. Dünya Savaşı sırasında kısa bir süre faşist Ustaşa rejiminde ve savaş sonrasında uzun yıllar da komünist rejimde yaşamıştır. Bu süre, ömrünün çok uzun bir dönemine karşılık gelmektedir ve eserlerinin neredeyse tamamını, Soğuk Savaş döneminde yazmıştır. Soğuk Savaş sonrasında bağımsız Bosna Hersek Cumhuriyeti’nin kuruluşuna öncülük etmiş, Bosna Savaşı’nda ve savaş sonrası şartlarında cumhurbaşkanı olarak görev almış, 2000 yılında ise cumhurbaşkanlığından istifa etmiş ve 2003 yılında vefat etmiştir. Soğuk Savaş dönemini komünist bir rejimde yaşayarak tecrübe etmiş olması, onun düşüncelerini değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken bir konudur. Bir başka önemli nokta ise Aliya İzzetbegoviç’in Müslüman düşünce geleneğine dâhil olurken, kendi döneminden önemli bir muhasebe yapmış olmasıdır. O, Müslümanların yirminci yüzyılda yaşadıkları önemli değişimlerin tarihsel sonuçları üzerine kafa yormuş ve ortaya çıkan durumu analiz etmeye çalışmıştır. İslam ile Müslümanlar arasında oluşan mesafe ve bu mesafenin ürettiği kriz, onun düşünce sistematiğinin en önemli hareket noktasıdır. Yine buna bağlı olarak bu krizin aşılması, onun düşünce sistematiğinin hedeflerinden biridir.
Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesinin temelinde insanın varlık alemindeki yerinin tespit edilmesi merkezi bir hareket noktası olarak bulunmaktadır. Öyle ki onun düşüncesinin özgün bir insan felsefesine ulaştığı da iddia edilebilir. Müslümanlar ile İslam arasında oluşan mesafe ve kriz meseleleri, temelde bir insan meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle Aliya İzzetbegoviç için Müslümanların yaşadığı asıl ve öncelikle çözülmesi gereken mesele, insan meselesidir. İslam, insanı değiştirdiği için tarihi de değiştirmiştir. Ona göre bunun yeniden başarılabilmesi, insanın değişmesiyle mümkündür. O, yazdığı eserlerde Müslümanların meselelerini tespit ettiği gibi yeniden tarihsel sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiğiyle ilgili çağrı da yapmıştır. Bu çağrıda, kendisi gibi olmayanlarla ve farklılıklarla birlikte yaşama anlayışının önemli bir yeri bulunmaktadır. Aliya İzzetbegoviç’in ötekiyle birlikte yaşama ısrarında, Balkan coğrafyasında yaşayan bir Müslüman entelektüel olmasının etkisi büyüktür. Onun İslam yorumunda Müslümanın kendisi gibi olmayana ne sunduğu ve kendisi gibi olmayanı nasıl etkilediği soruları öne çıkmaktadır. O, mutlak yorumların ötesinde bir arada nasıl yaşanabileceği meselesine yönelmiş ve İslam’ın bu meselenin insani olarak çözümünde önemli bir imkân olduğunu düşünmüştür.
Aliya İzzetbegoviç’in bir siyasi parti lideri ve cumhurbaşkanı olması, onu çağdaşı pek çok düşünürden ayırmaktadır. O, bir düşünce ve siyaset adamı olarak normal şartlarda değil, olağanüstü şartlarda imtihan vermiştir ve bu süreçte inandıkları ve düşünceleriyle tutarlı bir halde olma gayreti, özellikle dikkat çekicidir. Savaş sırasında ve sonrasında saygın bir konum elde etmesinde bu tutarlı tavrının özellikle önemli bir yeri vardır. Ancak Müslüman bir düşünür olarak İslamî bir düşünüş ve hayat tarzını benimsemiş olmasının özellikle bazı Avrupalıları rahatsız ettiğini dile getirmiştir. Nitekim Bosna Savaşı sırasında ve sonrasında fundamentalist İslamcı olduğuyla ilgili aleyhinde propaganda yapılmıştır. Ne var ki Aliya İzzetbegoviç isminin sağduyu sahibi insanlar arasında olumlu bir karşılığı daima vardır.
Aliya İzzetbegoviç’in Hayatı ve Düşünce Dünyasının Şekillenişi
1925 yılında Bosna Hersek’in Bosanski Samaç kasabasında doğan Aliya İzzetbegoviç, çocukluk yıllarından itibaren Saraybosna’da yaşamıştır. Ailesinin İslam’a önem vermesi, onun yetişmesine de etki etmiştir. Çok küçük yaşlardan itibaren annesinin kendisini sabah namazlarına kaldırmasını ve camiye yollamasını, çocukluğuna dair hoş hatıralar olarak aktarmıştır (İzzetbegoviç, 2003b, s. 12). Sadece lise yıllarında, o dönemde de komünizm ve ateizm literatürünün çoğalmasına bağlı olarak kısa bir sorgulama süreci yaşadığını belirten İzzetbegoviç (2003b, s. 14), bu sorgulama ve arayışın sonucunda Tanrısız bir kâinatın anlamsızlığına hükmetmiştir. Bir Müslüman olarak hayatı boyunca bu hükmünün arkasında durmuştur.
Lise yılları, Aliya İzzetbegoviç’in yoğun bir şekilde okuduğu bir dönemdir. Çeşitli konularda karşılaştırmalar yaparak ve notlar alarak iyi bir okuyucu olduğunu hem eserlerinde hem de onu tanıyanların şahitliğine vurguyla tespit etmek mümkündür. Özellikle Doğu ve Batı Arasında İslam ile 1983-1988 yılları arasında hapishanede tuttuğu notları, okuma kültürünün zenginliğini yansıtmaktadır. Lise yıllarında, Batı düşüncesinin önemli üç düşünürünün üç eserinin kendisi üzerinde etki bıraktığını söylemiştir. Bu eserler, Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Henri Bergson’un Yaratıcı Tekâmül ve Oswald Spengler’in Batının Çöküşü’dür. Aynı yıllarda Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar) Teşkilatına girmiş ve çağdaş meseleleri temel alan İslamî eserler de okumaya başlamıştır. Batılı bir Müslüman düşünür olarak hem Batı düşüncesinin hem de Müslüman düşüncenin farkında hareket etmesi, hayatının çok erken dönemlerinden itibaren takip edilebilen bir özelliğidir. Genç Müslümanlar Teşkilatında İslam’ın sadece şekil ve ibadet meselesi olmanın ötesinde değerlendirme imkânı, Aliya İzzetbegoviç’i çok etkilemiştir. Geleneksel hocaların ritüeller ve form üzerinde çok durduklarını ve meselenin özünü göz ardı ettiklerini böylece iddia etmiştir (İzzetbegoviç, 2003b, ss. 18-19). Aynı zamanda bu yıllar, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı döneme denk gelmektedir. Savaş sonrasında Yugoslavya’da kurulan komünist rejim, Genç Müslümanlar Teşkilatının üyelerinin çoğunu ölüm ve hapis cezalarıyla cezalandırmıştır. Aliya İzzetbegoviç’in ilk mahpusluğu da 1946 ile 1949 yılları arasındadır.
Aliya İzzetbegoviç, hapishaneden çıktıktan sonra ziraat ve hukuk eğitimi almıştır. Bu yıllarda Halida Hanım ile evlenmiştir. Genç Müslümanlar Teşkilatı ile bağı dolayısıyla uzun bir dönem avukatlık yapamamıştır. Üzerindeki baskıyla ve pek çok üyesinin idam edilmesiyle Genç Müslümanlar Teşkilatı, “az sayıda entelektüel kaygıları olan, dikkatli ve sakıngan bir biçimde bir grup dostun çabası olarak” devam etmiştir (İzzetbegoviç, 2003b, s. 25). Onun hayatında 1950’li yılların daha sakin geçtiği görülmektedir. Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun Balkanlar’da yaşadığının farkında olması ve bazı Müslüman ülkelerle karşılıklı fayda ilişkisine girmesi, 1960’lı ve 1970’li yılların Müslümanlar için daha rahat bir dönem olarak yaşanmasına sebep olmuştur. Bu yıllarda yapılan ya da tamir edilen cami ve mescit sayısında ve İslam düşüncesinden tercüme eserlerde artış yaşanmıştır (Bora, 2018). 1960’lı yıllarda Yugoslavya’nın bir açılım politikası yürütmesinin sonucunda farklı ülkelerden yabancı üniversite öğrencileri Yugoslavya’ya gelmişlerdir. Bu öğrencilerden birisi, Belgrad’a tıp eğitimi almak için gelen Sudanlı Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif’tir ve Aliya İzzetbegoviç ile arkadaşlarıyla bir süre sonra temas kurmuştur. Genç Müslümanlar Teşkilatının 1940’lı yıllarda ve sonraki pasif dönemde ülke dışından hiçbir Müslüman grupla temas halinde olmadığını belirten Muhammed Şerif (2018, s. 45), kendisi gibi öğrencilerin temasıyla Mısır ve Hint alt kıtası Müslüman düşünceye ait eserlerin Bosnalı Müslümanlar arasında okunmaya başladığını belirtmiştir. Ayrıca Muhammed Şerif (2018, ss. 65-69), 1965 yılında Saraybosna’da Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, İmam Nevevi, Yusuf el-Karadavi, Nedim el-Cesir ve Mustafa Mahmud’un kitaplarından oluşan bir listenin Bonakçaya tercüme edilmesi kararı aldıklarını ve ilerleyen yıllarda Aliya İzzetbegoviç’in de çocuklarıyla birlikte Seyyid Kutub’un iki kitabının tercüme ve tashih işlerinde aktif görev aldığını belirtmiştir. Bu yıllar, Takvim Dergisinde İslam Rönesansı meselesiyle ilgili denemeler ve makaleler yazdığı oldukça yoğun bir döneme karşılık gelmektedir. 1969’da yazılan ve 1970 yılında yayımlanan İslam Deklarasyonu da bu dönemin bir ürünüdür. Bu eser, daha sonra 1983 Saraybosna Davası’nda yargılanmasına ve ikinci kez hapis cezası almasına sebep olmuştur. Aliya İzzetbegoviç (2003b, s. 30), bu eserin temel meselesinin İslam olmasının bazı Batılılar tarafından kabullenilemediğini ve “Batı’nın kendisini affetmediğini” yazmıştır. Daha sonra cumhurbaşkanı olduğu dönemde kendisinin fundamentalist İslamcı olduğu ve İran’daki gibi bir rejimi Bosna Hersek’te kurmaya çalıştığı ithamına muhatap olmuşsa da barışı ve demokrasiyi önceleyen uzlaşmacı bir üslupla siyaset yaptığı, farklı görüşlerden sağduyu sahibi insanlar tarafından kabul edilmiştir (Bora, 2018; Mestroviç, 2010, s. 140). Bir siyasetçi olarak uzlaşmacı tavrındaki ısrarı ve iyimserliği dolayısıyla savaş sırasında ve sonrasında eleştirilmiştir. Adil olmayan bir savaş ve savaşta yaşananların hakkını teslim etmeyen bir barış sürecinin maliyetinden nasibini aldığı tespit edilebilir.
Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşları, Yugoslavya’yı bölme ithamıyla hapis cezasına çarptırılmışlardır. O, ikinci kez olmak üzere 1983 ile 1988 yılları arasında, 5 yıl 8 ay süren bir hapis hayatı yaşamıştır. 1984 yılında en önemli eseri olan Doğu ve Batı Arasında İslam kendisi hapishanedeyken Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlanmıştır. 1983’teki bu cezalandırma olayında 1980’li yıllarda Yugoslavya’da Müslümanların aleyhine oluşan hava etkili olmuştur. Hapisten çıktıktan iki yıl sonra cumhurbaşkanı seçildiğinde kendisini yargılayan ve haksız yere hapis yatmasına sebep olan mahkeme görevlilerini “bir politikacı olarak onları affettim ama bir insan olarak affetmedim” demiştir (İzzetbegoviç, 2003b, s. 66). Hapishaneden çıktıktan sonra arkadaşlarını organize ederek Demokratik Eylem Partisi’ni kurmuş ve Bosna Hersek’in Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrı bir ülke olması fikrini savunmuştur. 1990 yılında seçimlerden partisi birinci olarak çıkmış, kendisi de Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 3 Mart 1992 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Bosna Hersek’te insanlık dışı bir süreç yaşanmıştır.
Savaş yıllarında ve sonrasında Aliya İzzetbegoviç’in inançlarıyla ve düşünceleriyle imtihan olunduğu, ilkeli bir duruşu ve ötekine saygıyı temel alarak hareket ettiği genelde kabul edilmektedir. “II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa yeniden toplama kamplarına sahne olmuş, 1992’nin Temmuz ayında bütün Bosna-Hersek’te toplam 94 toplama kampı kurulmuştur. 42 aydan fazla süren Saraybosna kuşatmasında 1.300’ü çocuk olmak üzere toplam 10.000’den fazla insanın öldürüldüğü ve 70.000 civarında insanın da yaralandığı tahmin edilmektedir” (İzzetbegoviç, 2003b, ss. 144-150). Savaş sırasında hem uluslararası diplomasi hem de fiilen savaş yoluyla mücadele edilmesinde büyük gayret göstermiştir. Savaş sonrasında Dayton Antlaşması dolayısıyla istenildiği ve hak edildiği gibi bir Bosna Hersek elde edilemese de bağımsız ve Müslümanların yaşadığı bir Bosna Hersek’in var olmasında Aliya İzzetbegoviç’in payı yadsınamaz. Bu mücadeledeki duruşu, eserlerinin ve düşünce dünyasının Müslümanlar arasında daha da dikkat çekmesini sağlamıştır.
Aliya İzzetbegoviç’in Düşüncesinde Zıt Kutuplar ve İnsan
Aliya İzzetbegoviç’in bir düşünür olduğunu iddia etmek, düşüncelerinin yansıdığı eserlerinin kendi içinde bir düşünce sistematiğine dayandığını iddia etmek anlamına da gelmektedir. Ayrıca aktif siyasetin içinde bulunduğu dönemde, Bosna Savaşı yıllarında ve belki de bütün hayatında bu düşünce sistematiğinin pratiğine nasıl yansıdığı da tespit edilebilir. Dolayısıyla Aliya İzzetbegoviç’in 1990’lı yıllardan itibaren sadece ülkesinde değil, Müslüman coğrafyada da dikkat çeken bir isim olmasında, düşünce sistematiğindeki tutarlılığın yanında düşünceleriyle eylemleri arasındaki tutarlılığın da önemli bir yeri vardır. Bu düşünce sistematiğinin temelinde daha önce de değinildiği gibi “insan nedir” sorusu bulunmaktadır. Bu soru, onun düşüncesinde merkezi hareket noktasıdır. Öyle ki tarih boyunca dinlerin, ahlâkî öğretilerin ve felsefelerin esas sorusu bu olmuştur. O, yaşadığı dönemi değerlendirirken insan nedir sorusuna verilen cevapların, Batı Avrupa tarihindeki değişimini çok önemsemiştir. Ona göre Batıda yaşanan değişim, sadece bilim ve teknik üzerinden anlaşılabilecek bir değişim değildir. Bu değişim, insan paradigmasının esastan bir değişimidir. Batı medeniyetinin on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda yaşadığı olumsuzlukların çoğunun temelinde, bu insan paradigması değişiminin izleri takip edilebilir. Yine onun düşüncesinde İslam’ı dünyada insanlık lehine bir alternatif olarak ortaya çıkaracak olan şey de İslam’ım insan paradigmasıdır.
İnsan nedir sorusunun peşinde, Doğu ve Batı Arasında İslam kitabında Aliya İzzetbegoviç (2003a, ss. 24-26), bir zıddiyet cetveli hazırlamıştır. Bu zıddiyet cetvelinde birbirine karşı maddi ve manevi unsurlar iki uçta yer almaktadır. İnsanın ruh sahibi olması, onun manevi yönüne karşılık gelmektedir. Aynı zamanda insanın maddi yönü de bulunmaktadır, beden sahibidir. Her iki yönü dolayısıyla insanın farklı ihtiyaçları bulunmaktadır. Ayrıca insan, bu unsurlardan sadece biri dolayısıyla anlaşılamayan bir canlıdır. Bir yönüyle o bu dünyaya aittir; bir yönüyle bu dünyaya yabancıdır. Bir yönüyle daha çok bilimlerin konusudur; bir yönüyle dinin ve sanatın konusudur. Ancak hiçbir şekilde insan sadece bir yöne referansla açıklanamamaktadır. Çünkü insan varlığının bütünselliğini görmeyip onun tek bir yönüne vurguyla yapılan açıklamalar, daima eksik kalmaktadır.
Aliya İzzetbegoviç (2003a, s. 29), bilimin insanı doğal ve maddi bir gerçeklik olarak incelediğini bu yönüyle açıklamaya çalıştığını iddia etmiştir. İnsan, en başta canlı olması dolayısıyla biyolojik bir varlıktır. Ancak biyolojinin insanı incelemesi ve insan hakkında teorik bilgiler üretmesi, bir canlı türünün incelenmesi sınırlarındadır. Sadece biyoloji değil, diğer doğa bilimleri ve modern dönemde ortaya çıkan insan bilimlerinin de insan gerçekliğini kendilerine konu edinirken kendi sınırları dâhilinde ve modern dönemin insan paradigmasına göre hareket ettikleri görülebilir. Nitekim bu meseleleri tartışırken Aliya İzzetbegoviç’in pozitivist anlayışla bilim yapma amacında olan antropoloji ve sosyoloji gibi insan bilimlerinin görüşlerini de değerlendirmiştir. Bilimsel bilginin bu dünyaya yönelmesi ve pozitivist bir anlayışla metafiziği reddetmesi, insan bütünselliğinin kaybedilmesine sebep olmuştur. Aliya İzzetbegoviç, din ve sanatın insanın manevi yönüyle ilgili olduklarına ve insanın bu yönünün tam da dünyaya yabancı bir şeyler içerdiğini savunmaktadır. Din ve sanat, insanın bu dünyaya ait olmayan bir yabancılık halinin yansımaları olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın anlam arayışını sadece bu dünyaya aidiyetinden ve bu dünyanın sınırlarından çıkarabilmek mümkün değildir. Bilimlerin ulaştığı bilgiler, insanın anlam arayışına hitap etmekte yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle bilimde yaşanan bütün gelişmelere rağmen din, sanat, felsefe ve edebiyat yok olmamıştır. İnsan, dünyadaki varlığının gelip geçici olması ve hayatı için anlam arayışı dolayısıyla yine bu alanlara ihtiyaç duymaya devam etmiştir. Ancak Batının tarihsel sürecinde birbirine zıt iki insani yönün karşı karşıya gelmesi, din ile bilimin birbirlerinden ayrı ve birbirleriyle çatışan iki alan olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Batı’da Hristiyanlık dünyevi ve maddi olanı reddetmesi dolayısıyla bilimi, dünyevi ve olumsuz bir çaba olarak değerlendirmiştir. Bilimin gelişmesinde kilise ile çatışmanın önemli bir birikiminin olduğu da yadsınamayacak bir gerçektir. Pozitivist bir anlayışla bu dünya kaynaklı ve doğrulanabilir bilimsel bilgi ile bu dünyadan kaynağını almayan ve doğrulanamayan dinsel bilgi arasındaki gerilim, yirminci yüzyılda da devam etmiştir. Ancak yirminci yüzyıl, bilimsel bilginin insanın yükselişi için kullanıldığı bir dönem olmaktan çok, insanlığın bütünü açısından daha da büyük trajedilerin gerçekleştiği bir dönem olarak yaşanmıştır.
Aliya İzzetbegoviç, insanın maddi ve manevi yönlerinden herhangi birinin insan nedir sorusuna bütünlüklü bir cevap veremeyeceğini iddia etmiştir. Batının bu konuda yaşadığı gerilim, kendisinin oluşturduğu zıddiyet cetvelindeki bir uçtan öbür uca savrulmasıyla ilgilidir. Bu dünyaya ait olmayan bir insan anlayışını merkeze alan Hristiyanlık öğretisinden sadece ve bütünüyle bu dünyaya ait bir pozitivist öğretiye geçiş yaşanmıştır. Bu zıddiyet, Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde “Michelangelo’nun insanı” ve “Darwin’in insanı” olarak tarif edilmiştir. Bu iki insan tipi, birbiriyle çelişmektedir. Çünkü Michelangelo’nun sanatında yansıttığı insan, ilk günah dolayısıyla lanetlenip yeryüzüne kovulan, bu dünyada trajedi yaşayan ve asıl vatanı başka bir dünya olan Hristiyan müminidir. Bu insanın varoluşuna anlam veren ve yükselişini sağlayabilecek olan şey, kötülüğün mekânı olan bu dünyanın reddidir. Darwin’in evrim teorisinde tespit ettiği insan ise tamamen bu dünyaya ait, diğer canlılardan belli özellikleriyle farklılaşmış ve gelişmiş bir hayvan türüdür. Bu insan için gerçeklik, bu dünyadan ibarettir ve iyilik ile kötülük gibi ahlâkî kategoriler boşlukta kalmaktadır. Aliya İzzetbegoviç, insanın hakikatte bu ikisinin de dışında ve üçüncü ayrı bir yolda keşfedilebileceğini savunmuştur. Birbirine zıt olarak tasvir edilen bu iki insan tipinin ötesinde bir insan anlayışına ulaşmak gerekmektedir. Bu görüşleriyle o, zıddiyet cetvelinin iki karşı sütunu arasına “üçüncü yolu” temsil eden bir ara sütun oluşturmuştur. Bu ara sütun, zıt kutuplar arasındaki denge haline karşılık gelmektedir. Başka bir deyişle, zıddiyet cetvelinin birbirine zıt sütunları “ya-ya da” mantığıyla, üçüncü yolu temsil eden orta sütun ise “hem-hem de” mantığıyla anlaşılabilir (Akın ve Karaarslan, 2016, s. 46). Ona göre insan, ruh-madde birliği prensibinin en üst şeklini temsil etmektedir (İzzetbegoviç, 2003a, s. 11). Bu yüzden insan hem manevi hem de maddi yönlere sahiptir. Hem bu dünyaya ait olmayan bir yönü vardır, hem de belli özellikleriyle bu dünyaya aittir.
İnsan nedir sorusu, insanı ruh ve madde birliği üzerinden açıklayan bütünselliğe ulaştıktan sonra Aliya İzzetbegoviç düşüncesi, insanı diğer yaratılmışlardan ayıran asıl farkın ne olduğu meselesine gelir. İnsan açısından bu ayırt edici farkın, insanı söz konusu ruh ve madde bütünselliğinde kuşatması ve başka hiçbir varlıkla paylaşılmaması gerekmektedir. İnsanı tek bir yön üzerinden tanımlayan anlayışlar üzerinden takip edildiğinde bu soruya verilen cevapların eksik kalacağı tahmin edilebilir. Özellikle bir yönü öne çıkarmanın ve vurgulamanın insanın ontolojik bütünselliğini ıskalama gibi ciddi bir riski barındırması doğaldır. Aliya İzzetbegoviç, söz konusu bütünselliği yakalayan ve insanı ayırt eden temel özelliklerin “özgürlük ve ahlâk” olduğunu iddia etmiştir. Bu iki kavram, onun düşüncesinde birbirine zorunlu olarak bağlıdır. İnsanda iyiyi ya da kötüyü isteme iradesinin varlığı, insan özgürlüğüyle ilgilidir: “İyi ve kötü adam arasındaki tüm fark, sadece iyi adamın yapamasa da iyiliği sevmesi ve istemesi; iyiliği ne fiili ne de sözüyle tasdik etmese de ruhunun ta derinliklerinde, uzak bir yerlerde ‘tüm sonların sonunda’, tabanında bir arzu veya istekle tasdik etmesidir” (İzzetbegoviç, 2005, s. 61). İnsan, irade sahibi olması dolayısıyla önündeki imkânlara göre tercihte bulunmakta ve tercihi dolayısıyla da sorumluluk üstlenmektedir. Niyet ve irade, sorumluluk ve özgürlük için temel oluşturmaktadır. Bir eylemi iyi yapan şey, niyet ve iradenin onu gerçekten iyilik olarak istemesidir. Niyet, hiçbir zaman diğer insanlara tam olarak açık değildir. Bu nedenle niyet daima ve tam olarak Allah’ın ve onu gerçekleştirenin bilgisi dâhilindedir. İrade ve niyetin Allah’a tam açık olması, sorumluluk ve özgürlüğün asıl muhatabının da Allah olduğunu göstermektedir. Bu yüzden iradenin başka insanlar, toplum ya da siyasi rejimler tarafından baskı altına alınması, zorunlu olarak insanın özgürlüğüne ve sorumluluk alanına müdahale edilmesi anlamına gelmektedir. İradesi baskı altında olan bir insan, özgür olamayacağı için sorumluluk sahibi de olamayacaktır. Bu durumdaki birinin ne kadar insan olabileceği de tartışmalı bir konudur.
Ahlâkın, vazife ve menfaat ikileminde vazifeye karşılık geldiğini söyleyen Aliya İzzetbegoviç, (2003a, s. 138), insanın kendi içine yönelmesi sonucunda iradesiyle vazifesini keşfedebileceğini iddia etmiştir. Burada başka insanlar tarafından oluşturulmuş iktidarların buyrukları dolayısıyla tanımlanmış bir vazifeden bahsedilmemektedir. İnsan iradesinin baskı altına alınarak belirlenen vazifeler, insanlar arasında sahte ilişkilerin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Vazife ile menfaatin birbiriyle çelişmesi de burada anlam bulmaktadır. Çünkü vazifenin kaynağının bireyin içinden gelmesi ve böylece sorumluluğu yerine getirmesi gerekmektedir. Menfaat ise güç ilişkileriyle ilgilidir ve fayda beklentisiyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Burada vazifenin kaynağının bu dünya olmadığı, ancak iyilik lehine gerçekleştiği mekânın dünya olduğu tespit edilebilir. Menfaat ise kaynağı ve hedefleri açısından bu dünyayla sınırlıdır. Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesinde insanın özgür olması ve ahlâkî bir alanda varlığını sürdürmesi, diğer hiçbir varlıkla paylaşmadığı yegâne özelliğidir. Ahlâkî olan, sadece akıl ve duyularla açıklanabilen bir dünyanın ötesine uzanmaktadır. Özgürlük ve ahlâk, akıldışıdır (Karaarslan, 2016, s. 88). Ona göre insan da ahlâk da akıldışı ve tabiatüstüdür (İzzetbegoviç, 2003a, s. 154). İnsanın dünyevi sınırların ötesine uzanması, dünyevi olanı aşması ancak ve ancak ahlâkî bir yükseliş sayesinde gerçekleşebilir. Aliya İzzetbegoviç’in insan meselesini maddi ve manevi unsurlar arasında ve bir denge halinde tanımlaması, ahlâkın kaynağı ve sınırlarına işaret etmektedir. Manevi ve maddi sapmalar, ahlâkın iyilik lehine oluşturduğu dengeyi bozmaktadır. Bu yüzden de insan, manevi ve maddi yönlerini ve bu yönlerinden kaynaklanan ihtiyaçlarını reddetmeden ahlâkî sınırlar dâhilinde tatmin etmelidir.
Üç Dünya Görüşü: Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam
Aliya İzzetbegoviç, İslam’ı, bir dünya görüşü olarak benimsemiş bir düşünür ve siyaset adamıdır. Bir önceki bölümde insan nedir sorusu etrafındaki görüşleri üzerinden yapılan değerlendirmelerden de böyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Onun düşünce sistematiğinde insanın dünyevi yönünü reddetmeyen ve dolayısıyla dünyayı reddetmeyen bir anlayış söz konusudur. Nitekim İslam ile ilgili görüşlerinde de bu anlayışın izleri takip edilebilir. Aliya İzzetbegoviç, eserlerinde daha ziyade, İslam’ın ne olduğu ve varlıklar içinde insana ve genel olarak insanlığa ne sunduğu konularına yoğunlaşmıştır. İlk önce onun zıddiyet cetvelinde İslam’ın maddi ve manevi uçlar arasındaki üçüncü yolu temsil ettiğini belirtmek gerekmektedir. Buna göre İslam, insan için maddi-manevi bir denge hâlini ve insan fıtratına, ahlâkına uygun olan makuliyeti temsil etmektedir. İzzetbegoviç’e göre (2003a, s. 215) İslam, insana en uygun olan inanç ve hayat pratiğine karşılık gelmektedir. İslam, insan hakikatinin maddi ve manevi bütünselliğini kabul eden bir inanç ve pratik bütünüdür. Bu yüzden o “İslam sadece bir din değildir” şeklinde bir tespitte bulunmuştur (İzzetbegoviç, 2007, s. 177). Bu ifade, ilk kez okunduğunda şaşırtıcı gelse bile onun kendi düşünce sistematiğinde karşılığı olan bir tespittir. Burada “din”, maneviyatçı öğretiler için kullanılmaktadır ve İslam’ın bütünselliği dolayısıyla da dünyeviliğine vurgu yapılmaktadır. İslam’ın dünyayı ve dünyevi olanı reddetmemesi, esas özelliklerinden biridir. Dikkat edilirse bu tespitin, ilk bölümde değinilen insan nedir sorusuna verilen cevapla yakın bir ilişkisi bulunmaktadır.
Aliya İzzetbegoviç, tarihte sadece üç dünya görüşünün var olduğunu iddia etmiştir. Bunlar, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’dır (Maddeci görüş, dinî/maneviyatçı görüş ve İslamî görüş):
"En eski zamanlardan bugüne kadar ortaya atılmış bütün ideoloji, felsefe düşünce sistemleri bu üç temel dünya görüşünden birine dayanmaktadır. Bunların birincisine göre yegâne veya esas varlık ruhtur. İkincisine göre maddedir. Üçüncüsüne gelince, o ruh ve maddenin bir arada varoluşundan yola çıkmaktadır” (İzzetbegoviç, 2003a, s. 11).
Tevhit öğretisine bağlı dinler olmalarına rağmen Yahudilik zamanla dünyevi ve maddi bir sapma yaşamış, Hristiyanlık ise dünyayı reddeden manevi bir sapma yaşamıştır. Elbette bu dinlere bağlı dünya görüşleri çeşitlilik göstermiştir. Ancak İzzetbegoviç, düşünce tarihinin temel kabuller bağlamında bu üç dünya görüşü altında gruplandırılabileceğini iddia etmiştir. Bu gruplandırma, aynı zamanda onun insan ile ilgili paradigmasına dayanmaktadır. Yahudilik ile Hristiyanlık, insan hakikatinin bütünselliğinden uzaklaşarak bu hakikatin bir yönüne daha çok ağırlık vermişlerdir. Batı medeniyetinin tarihsel değişimine bakıldığında nasıl Michelangelo’nun insanından Darwin’in insanına bir geçiş yaşandıysa, aynı şekilde Hristiyan maneviyatçılığından Yahudi dünyevileşmesine bir geçiş yaşanmıştır. Aliya İzzetbegoviç (2005), 1980’li yıllarda hapishanede bulunduğu sırada Yahudilik ile pozitivizm arasındaki yakın ilişkinin araştırılmasının ilginç olacağına dair not almıştır. Ona göre on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda yaşanan ve maliyeti bütün insanlığa çıkan pek çok büyük meselenin temelinde insan hakikatinin tek taraflı görülmesi bulunmaktadır.
Yahudilik ve Hristiyanlığın insan hakikatini bütün olarak kabul etmekten uzak olması, İslam’ı tarih boyunca insanlığın iyiliği için bir alternatif olmasını sağlamıştır. Burada Aliya İzzetbegoviç’in İslam yorumunun sadece kendisinin Müslüman olmasıyla ilgili olmadığı, aynı zamanda İslam’ı, bir dünya görüşü olarak insan ve ahlâk felsefesi üzerine inşa etmiş olduğu tespit edilebilir. Çünkü İslam ile diğer dinler arasındaki fark, temelde insan ve ahlâk anlayışında ortaya çıkmaktadır. Elbette burada Aliya İzzetbegoviç’in İslam’ı bir inanç ve dünya görüşü olarak temel inanç ilkeleri üzerinden yorumladığını ve Müslümanlar ile İslam arasında bir mesafe oluştuğuna inandığını belirtmek gerekmektedir. Başka bir deyişle onun burada ifade ettiği görüşleri, idealde olması gereken İslam üzerine düşünceleridir. İslam’ın üçüncü yol olması, Yahudilik ve Hristiyanlığın sentezi olması anlamına gelmemektedir. Burada İslam, paradigma farkına bağlı olarak diğer ikisinden ayrı, üçüncü bir yolu temsil etmektedir. İslam, dünyevi olanı reddetmemekle Hristiyanlık ile kendisi arasına bir fark koymuştur; ancak o, dünyevi olana bir mesafe koyması dolayısıyla Yahudilikten de farklıdır. İzzetbegoviç’e göre (2005, s. 191) İslam, bu dünyaya önem verirken yoldan çıkıp kaybolmamış ve unutkanlığa düşmemiştir. İslam dünyevidir, ancak bu dünyevilik dinî temelde anlaşılması gereken ve bir yönüyle yine kaynağını manevî olandan alan sınırlı bir dünyeviliktir (Akın, 2017, s. 72). Başka bir deyişle, bu dünyayı anlamlı kılan, onun karşı kutbunda yer alan ahirettir. Onun düşünce sistematiğinin hem-hem de mantığına dayanması bağlamında ya dünya ya da ahiret şeklinde bir ayrım değil; hem dünya hem ahiret şeklinde bir kabul ortaya çıkmaktadır. Bu anlayışa bağlı olarak dünya ile ahiret birbirine bağlanmakta ve insani sorumluluk ile ahlâk, bu dünyada anlam bulmaktadır.
Aliya İzzetbegoviç’in İslam’ı üçüncü yol olarak tanımlaması, yine kendisine ait özgün bir tespitte daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Zıddiyet cetvelinde yer verdiği dram ve ütopya ayrımı, onun çok özgün bir yorumudur. Dram ve ütopyadan ilki dünya ile mesafeye ve dünyanın reddine dayanırken ikincisi ise dünyayla sınırlı bir yeryüzünde cennet arayışına karşılık gelmektedir. Onun dram ve ütopya ayrımında hareket noktası, kötülük problemidir. Aslında en başından itibaren Aliya İzzetbegoviç’in düşünce sistematiğinde, insanı diğer varlıklardan asıl ayırt eden unsurun ahlâk olması ve ahlâkî niyet ve eylemin muhatabının doğrudan Tanrı olması, kötülük problemine ilgisini açıklamaktadır. Nitekim kötülük problemi, Tanrı inancı ve semavi dinlerle ilgili bir tartışmadır. Kötülüğün kaynağı nedir? Kötülük ortadan kaldırılabilir mi? Benzeri soruları arttırmak mümkündür. İnsanın bu dünyadaki varoluşuna anlam yükleyen dinî inançlar ve ahlâkî öğretiler, onun düşüncesinde bir şekilde bu sorulara muhatap olmuştur. Dram ve ütopya ayrımı, kötülük problemi dolayısıyla Yahudilik, Hristiyanlık ve bunlar arasında üçüncü yolu temsil eden İslam’ın birbirlerinden nasıl farklılaştıklarını anlamayı sağlamaktadır. İzzetbegoviç’e göre (2003a, s. 188), “Dram, insan ruhunda cereyan eder ve varoluşun en yüksek şeklidir. Ütopya ise toplumla ilgilidir ve dünyada cennet rüyasıdır”. Hristiyanlık açısından meseleye bakıldığında, doğrudan insanın bu dünyadaki varlığı ve anlamı kötülük problemiyle ilgilidir. Çünkü insan, cennetten ilk günah dolayısıyla kovulmuş ve lanetlenmiş bir dünyaya yaşamak için gönderilmiştir. Dolayısıyla insanın bu dünyadaki varoluşu, ilk günah ve cezalandırmayla ilgilidir. Bu anlayışa göre lanetlenmiş olan ve kötülük dolayısıyla anlamını bulan dünya ne kadar ötelenirse, insan da bir o kadar yükselecek ve Tanrı katında değer bulacaktır. Bu yöneliş ruha doğrudur. Böylece dram, sanata kaynaklık etmektedir. “Michelangelo’nun insanı” sanat eseri olması anlamında bir klasiktir. Çünkü o, ruhu en üst şekilde resmedebilmeyi başarmıştır. Klasik sanat eserlerinin eskimemesi ve hangi devirde olursa olsun insanları etkilemeye devam etmesi dramla ilgilidir. Burada dramın, zaman ve mekânı aşması ve aşkın olanla ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Dram, ruhi bir yükselişle fark edilebilmekte ve insanın içinden kaynağını almaktadır. İnsan, dramın içinde bir varlıktır.
Dramın karşısında yer alan ve onu ortadan kaldırma iddiasındaki ütopya ise bu dünyayla sınırlıdır. Başka bir deyişle ütopya, yeryüzünde kötülüğün ortadan kaldırıldığı bir cennet arayışıdır. Batı’da yaşanan zihniyet dönüşümünün dramdan ütopyaya doğru bir dönüşüm olduğu görülebilir. Özellikle Aydınlanma döneminde insan aklının yüceltilmesi ve özgürleşme amacı, geleceğe dair iyimserlikle birlikte var olmuştur. Ütopyada toplumun mükemmel şekilde düzenlenmesi, insanın da mükemmel şekilde bu düzene uymasını gerektirir. “Ütopyada insan, toplumsal hayatta sadece kendisine verilen görevleri yerine getirmekle bir fonksiyon icracısı haline gelmektedir Böylece ütopya insanı, insandan çok sürü halinde yaşayan ve üzerine düşen görevi mükemmelen yerine getiren bir canlıya; mesela karıncalara ve arılara daha çok benzemektedir” (Akın, 2017, s. 53). Ütopyada kötülüğün ortadan kalkması, dolaylı olarak iyiliğin de ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Kötülük ve iyilik ikileminin olmadığı bir yerde insandan bahsetmek de mümkün değildir. Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde insandan bahsedilemeyen bir yerde, Tanrı’dan da bahsedilemez. Ona göre “Tanrı ve insandan arındırılmış gayri insani bir dünya ancak ütopyayla ortaya çıkar” (İzzetbegoviç, 2005, s. 187). Ütopyaların siyaset felsefesi metinleri olduğu dikkate alındığında burada kusursuz bir iktidar-tebaa ilişkisi söz konusudur (İzzetbegoviç, 2003a, s. 196). Ne var ki ütopyaları gerçek hayatta var etmek isteyen totaliter rejimlerde kötülüğün ortadan kalkması bir yana daha da artması ve insana ait her şeyin sahteleşmesi söz konusudur. Bu durum, en başta insan hakikatine aykırı olduğu için insanlık tarihinin olumsuz tecrübeleri olarak tarihe geçmiştir.
Dram ile ütopya arasındaki karşıtlık, Hristiyanlık ile Yahudilik arasındaki ayrıma dayanmaktadır. İslam ise dram ile ütopya arasındadır. İslam, dramı reddetmemekle birlikte dramı mutlak bir anlayışla da kabullenmemektedir. Çünkü dramın mutlak bir şekilde kabul edilmesi, dünyanın reddiyle sonuçlanmaktadır. Buna karşılık, İslam’da bir ütopya anlayışı da yoktur. Yeryüzünde kötülüğün ortadan kalkması ve bir cennetin üretilmesi mümkün değildir. Çünkü kötülük ve iyilik meselesinde insan hakikatinin ötesinde bir durum söz konusudur. Ancak insan, kötülüğün tamamen ortadan kalkmayacağını bilse bile kendi sorumluluk alanında kötülükle mücadele etmekle ve yaşadığı dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekle sorumludur. İslam, dramın farkında olmak demektir. Dramın tamamen yok olup ütopyanın hâkimiyetini kurması imkansızdır. Aliya İzzetbegoviç’in İslam ile ilgili görüşlerinde kötülükle mücadele ve iyiliği onun yerine ikame etme merkezi bir yerdedir. Ancak insanı iyilik ve kötülük ikileminin dışında konumlandırmak, yaratılış gayesinin ve dünyadaki imtihanın ötesinde tanımlanmak anlamına gelecektir.
İslam Rönesansı Düşüncesi ve Etkileri
Buraya kadar Aliya İzzetbegoviç’in düşünce sistematiğinde insan ve İslam arasındaki uyumun nasıl temellendirildiği üzerinde durulmuştur. Şüphesiz onun düşüncesinde İslam, insan bütünselliğini yakalama ve bu bütünselliğe uygun olma noktasında Yahudilik ve Hristiyanlık karşısında daha güçlü bir konumdadır. Ancak bir yandan da Aliya İzzetbegoviç’in hayatı boyunca Müslüman toplumların meseleleri üzerine düşünen ve Müslümanların içinde bulundukları duruma eleştirel bir şekilde yaklaşan bir düşünür ve siyaset adamı olduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. O, insan için en uygun olan İslam’ı temsil etme iddiasındaki Müslümanların insanlığa ne sundukları, şu an içinde bulundukları durumun ne olduğu ve ne olması gerektiği meseleleriyle ciddi bir şekilde ilgilenmiştir. Hatta düşüncesinin ve pratiğinin, bir şekilde bu meseleler bağlamında karşılığı olduğu da söylenebilir.
Müslümanların geri kalmalarıyla ilgili olarak Aliya İzzetbegoviç, iki önemli meseleye işaret etmiştir. On ikinci ve on üçüncü yüzyılda Moğol istilasının Müslümanlar için ağır bedelleri olmuştur. Aynı dönemde Batı’dan Haçlı Seferlerinin de gerçekleştiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu dönem, Müslümanların yüzyıllardır devam eden yayılmalarını tam olarak engellememişse de pek çok atılımı duraklatan sonuçlara sebep olmuştur. Tarihte ilk defa büyük çapta etkisi olan bir dış sebep olarak bu istilalara dikkat çeken Aliya İzzetbegoviç (2007, s. 15), İslam’ın teolojiye dönüşmesini de Müslümanların geri kalmalarıyla ilgili iç sebeplerin en önemlisi olarak zikretmiştir. İslam’ın teolojiye dönüşmesi, yukarıda değinilen ve “dinin ötesi” olarak tanımlanan İslam’ın daha önce tahrif olan dinler gibi anlaşılması ve kabul edilmesiyle ilgilidir. İslam’ın dünyayı düzenleyen ve onu imar eden anlayışının bir kenara bırakılarak teolojik tartışmalardan ibaret bir kabulle anlaşılması, özünün kaybedilmesine sebep olmuştur. Moğol ve Haçlı istilalarında kültürel birikimleri büyük zarar gören Müslümanlar, bir yandan da kendi içlerinde, şekli merkeze alan teolojik bir değişim sürecini tecrübe etmişlerdir. Dış ve iç sebeplere bağlı olarak Müslümanların kendi içlerinde parçalanmaları ve İslam’a aykırı pek çok şeyin kolaylıkla Müslümanlar tarafından benimsenmesi, etkileri bugün de takip edilebilecek büyük bir krizi yansıtmaktadır. Burada yaşanan şey, İslam’ın hakikatte ne olması gerektiği meselesinin bir kenara bırakılıp ne Müslümanlara ne de insanlığa olumlu anlamda hiçbir alternatif sunmayan teferruatın asıl olanın yerini almış olmasıdır.
İslam Deklarasyonu adlı önemli eserinde yirminci yüzyılın ikinci yarısında Müslüman dünyanın genel bir değerlendirmesini yapmış ve yüzyıllar önce başlayan Müslümanlar ile İslam arasındaki mesafenin ürettiği krizi aşma konusunda düşünceler geliştirmiştir. Yirminci yüzyılın başında Türkiye ve İran dışında neredeyse hiç bağımsız Müslüman ülke yoktur. Hem bu ülkelerde hem de sömürge olan ülkelerde Batılılaşma hareketleri başlamış ve zamanla Batı medeniyetine entegre olma düşüncesi aydınlar ve siyasetçiler arasında genel kabul görmüştür. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de ve İran’da Batıcı anlayışa sahip siyasi otoriteler, radikal inkılaplar gerçekleştirmişlerdir. Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu’nda bu tecrübenin genel maliyetini değerlendirmiş ve Müslüman toplumlarda gayrı İslamî bir kalkınmanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Öncelikle batılılaşma siyaseti ve bu siyasete bağlı radikal uygulamalar, Müslüman toplumları daha eğitimli, daha kalkınmış ve toplumsal meselelerini çözmüş bir hale getirmemiştir. En azından 1960’lı yıllardaki durum bunu açıkça göstermiştir. Tersine, Müslüman toplumlarda bir yanda geleneği temsil eden muhafazakârlar ile diğer yanda modernistler şeklinde kültürel olarak birbirine yabancılaşmış iki grup oluşmuştur. İki grup da İslamî bir yenilenme ve ıslah düşüncesinden rahatsızdır. Aslında birbirlerine aykırı ve yabancılaşmış gözükmelerine rağmen bu gruplar, İslam’ın bir din (religion) olduğu konusunda uzlaşmış durumdadır (Akın, 2017, s. 91). Dolayısıyla Müslümanların iç ve dış sebeplere bağlı olarak yaşadıkları krizlerin devam ettiği bir durum söz konusudur. Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde bu iki grubu temsil eden tiplerin, Müslüman toplumların yenilenmesini sağlayabilecek potansiyelden uzak oldukları açıktır.
Aliya İzzetbegoviç (2007, s. 158), Müslüman toplumlarda kendilerini diğer Müslümanlardan ayrı bir grup olarak gören ve İslam’ı yorumlamayı kendi tekellerine alan bazı şeyhlerin ve hocaların muhafazakârlığı ya da tutuculuğu temsil ettiğini iddia etmiştir. Muhafazakârlar, İslam’a aykırı olmasına rağmen ruhban sınıfı gibi davranmaktadır. Aliya İzzetbegoviç, geleneği sorgulamadan kabul eden ve yeni olan şeylere sırf yeni olduğu için karşı çıkan bu grup temsilcilerinin, İslam’ı araçsal bir şekilde kabul ettiklerini ve İslam’ı hayata geçiremediklerini savunmuştur.
Muhafazakârların karşısında yer alan modernistler ise, muhafazakârların eski reçetelerine karşılık başkalarına ait yabancı reçeteleri önermekte ve İslam’ı, geleneğe ve geçmişe çekenler karşısında ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar (İzzetbegoviç, 2007, s. 157). Kendilerini çağdaş, batıcı ve modernist olarak tanımlayan bu grubun temsilcileri, muhafazakârlarla kıyaslandıklarında çok daha fazla kendi toplumlarına yabancılaşmışlardır. Müslüman toplumlarda modernist bir tip Aliya İzzetbegoviç tarafından şu şekilde tasvir edilmiştir:
Bu kendi kendini reformist ilan eden kimseleri, genelde utanmaları gereken şeylerle gurur duymalarından tanırsınız. Genelde onlar; “babasının oğlu”, Avrupa’da eğitim görmüş ve oradan, zengin Batı’ya karşı büyük eziklik, ait oldukları geri kalmış ve fakir ortama ise çarpıcı üstünlük (kibirli) duygularıyla dönmüşlerdir. (İzzetbegoviç, 2007, s. 159).
Birbirine karşıt ve yabancılaşmış bu iki tip, aslında düşünceleri ve pratikleriyle birbirlerini üretmeye devam etmektedir. Modernistler, taklitçilik yoluyla kendi gerçekliklerine yabancılaşmakta ve İslam’ın temsilcileri olarak da geleneği sorgusuzca devam ettirme eğilimindeki muhafazakârları görmektedirler. Muhafazakârlar da modernistlerin yabancılaşmalarından korkmakta ve yeni olan şeylere reaksiyon göstermektedirler. Bu kısır döngü, Müslümanları, hakikatte İslam’ın bir insan meselesi olduğu ve tarihsel bir sorumluluğu üstlenmeleri gerektiği kabulünden uzak tutmaktadır. Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde İslam, her iki tipin anladığı ve kabul ettiği şeyden daha ötededir.
Bu kültürel mesafenin oluştuğu ve Batının sömürgesi görünümündeki Müslüman toplumlarda İslamî bir rönesans düşüncesinin karşılığı var mıdır? Bu, Aliya İzzetbegoviç’in üzerinde durduğu ve imkanlarını tartıştığı bir sorudur. Bilindiği gibi rönesans, yeniden doğuş demektir ve asıl kaynaklara dönüşe vurgu yapan bir kavramdır. O, rönesans için İslamlaşmayı, Müslümanların yeniden İslamlaşmasını önermiştir. Bu sürecin başlangıç noktasını ise “İslam yeniden ne ise o olmak zorundadır: Allah adına haksızlığa, cehalete, hastalığa ve pisliğe karşı mücadele” etmek şeklinde belirlemiştir (İzzetbegoviç, 2007, s. 114). Müslüman toplumlarda birbirine yabancılaşmış iki grup içinde yetişenlerin uzlaştıkları belki de tek nokta, İslam’ı sadece bir din olarak görmeleri ve aslında onun ne olduğu sorusuyla yüzleşmemeleridir. Burada Aliya İzzetbegoviç’in İslam rönesansını, İslam’ı kendi kaynakları ve ilkeleri temelinde yeniden bu dünyaya döndürmek gibi bir iddiayla tanımladığı görülebilir. İlk Müslümanlar, dünyaya İslam’ı tanıttıklarında kendileri gibi olmayanlara daha insani ve daha ahlâkî bir alternatif sunmayı başarmışlardır. İlk Müslümanların hem zaman hem de mekân bağlamında gerçekleştirdikleri bu ahlâkî hamlelerinin temelinde adalet bulunmaktadır. Nitekim Aliya İzzetbegoviç için en üst insani ve İslamî ilke, adalettir. O, ahlâk konusunda İslam’ın Hristiyanlıktan ayrıldığı esas noktanın, İslam ahlâkının sevgi ve merhamet yerine daha çok hak ve adaleti öncelemesi olduğunu iddia etmiştir (İzzetbegoviç, 2007, s. 62). Bu iddia, elbette adaletin sevgi ve merhameti dışladığı anlamına gelmemektedir. Adalet, sevgi ve merhametin sınırlarını da belirlemektedir.
Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde İslam rönesansı, her şeyden önce bir dönüşüm talebidir. Bu dönüşümün temelinde kendi içinde bulunduğu gerçek durumla yüzleşmek ve eleştirel bir bakış açısıyla yine kendine yönelmek gerekmektedir. Bu anlayışla İslam rönesansının üç temel hedefini tespit etmiştir (İzzetbegoviç, 2017, s. 68): “İslam’a dönüş, kültürel canlanma ve Müslümanlar arasında birliğin kurulması.” Müslümanların zamanla İslam’ın esasından uzaklaşmaları, eleştirel düşünceden de uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Aliya İzzetbegoviç’in en çok önem verdiği ve Müslümanların sahip olmasını arzu ettiği özelliklerin başında eleştirel düşünce gelmektedir: “Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur” (İzzetbegoviç, 2005, s. 130). Bu ifadesi, İslam temelli düşüncelerin ve pratiklerin sürekliliğinin ancak eleştirel bir dinamizm sayesinde sağlanacağı kabulünü yansıtmaktadır. Yorumların mutlaklaşması ve sorgulanmayan insani iktidarların oluşması, Müslüman toplumların aleyhine bir durum ortaya çıkarmaktadır. Diğer taraftan modernleşme sürecinde Müslüman toplumlarda ortaya çıkan muhafazakâr ve modernist grupların ortak bir özelliği de eleştirel düşünceden uzak olmaları ve hakikati bulmuşçasına hareket etmeleridir. Her iki grup da kendini yenileyememektedir.
Bu görüşleri doğrultusunda Aliya İzzetbegoviç’in düşüncelerini hayatına ne kadar aktarabildiği, yani kendi örnekliği de sorgulanabilir. Kendi hayatını inandığı ilkelerle tutarlı bir şekilde yaşama gayreti, sağduyu sahibi herkes tarafından teslim edilen bir özelliğidir. Bosna Savaşı sırasında Müslümanlara sürekli olarak kin ve intikam peşinde koşmama, yasalara saygılı ve düşmana karşı adaletli olma konusunda ısrarla çağrıda bulunması önemlidir (İzzetbegoviç, 2008, ss. 26-27). Bu duruşunun temelinde yukarıda vurgulanan İslam anlayışının izleri takip edilebilir. Zulüm karşısında savaşmayı tercih etmesi fakat kendisi gibi olmayana saygı göstermesi de İslam yorumunun bir sonucu olarak anlaşılabilir. Bir düşünür olarak Aliya İzzetbegoviç’in şu ilkeleri takip ettiği hem yazdığı eserlerden hem de pratikteki yaşayışından tespit edilebilir (Akın, Karaarslan, 2016, s. 54): “Çok yönlülük, özgürlük, adaletçilik, sorgulayıcılık, eleştirellik ve tutarlılık”. Onun görüşlerinin Soğuk Savaş dönemi etkileri inkâr edilemese de yirminci yüzyılda farklı bir Müslüman düşünür ve siyasetçi profiline sahip olduğu iddia edilebilir.
Gelenekle iç içe geçmiş, özünden uzaklaşmış ve sadece şekle odaklanan yorumlar ile birbirinin farklılıklarını asla uzlaşılması mümkün olmayan ayrılıkların sebebi olarak gören gruplara mesafeli olan Aliya İzzetbegoviç, yaşanan dönem ve şartlar içinde İslam’ın bir imkân olması gerektiğini iddia etmiştir. Aile içinde, bulunduğu çevrelerde ve bir devlet başkanı olarak iddialarını temsil noktasında genelde tutarlı birisi olmayı başardığı söylenebilir. Bu nedenle 21. yüzyılda Müslümanlar arasında, onun düşüncelerinin ve siyaset tarzının farklı bir ahlâk ve siyaset felsefesi imkânı olarak öne çıkması da anlaşılabilir bir durumdur. Çağdaş Müslüman düşünceye katkı veren düşünürlerden, özellikle İslam’ın sadece maneviyatçı bir öğreti ya da kendi deyimiyle bir din olmanın ötesinde dünyayı düzenleyici yönüne vurgu yapmaları dolayısıyla etkilendiğini belirtmiştir. Birlik için Kur’an-ı Kerim’den çözüm yolu aranması ve peygamberin yolunun izlenmesi gerektiğine vurgu yapmıştır (İzzetbegoviç, 2017, s. 66). Onun düşüncesi, İslam’ın insanı, toplumu ve tarihi değiştirici yönüne odaklanmıştır.
Sonuç
Aliya İzzetbegoviç, Müslüman bir düşünür olarak Müslüman toplumların içinde bulundukları durumu, eleştirel bir bakış açısıyla analiz etmiştir. Onun düşünce sistematiğinin temelinde insan meselesi bulunmaktadır. İnsan, zıtlıkların ya da ikilemlerin içinde anlaşılabilen bir varlıktır. Ne var ki birbirine zıt kabul edilen unsurların birlikteliği insanı anlamlı kılmaktadır. Bu zıtlıklar, maddi ve manevi unsurlardan oluşmaktadır. Aliya İzzetbegoviç, bu unsurlara bağlı olarak insanı “ya-ya da” mantığıyla kabul eden anlayışların ve inançların karşısında “hem-hem de” mantığıyla kabul eden bir görüşü savunmaktadır. Ona göre, dünyada bugüne kadar üç görüş var olmuştur. Bu görüşlerden Yahudilik maddeciliğe karşılık gelirken Hristiyanlık ise maneviyatçılığa karşılık gelmektedir. İslam ise ruh-madde birlikteliğidir. Dolayısıyla onun düşüncesinde İslam, “hem-hem de” mantığıyla insanı kabul eden manevi inanç ve dünyevi pratik birlikteliğidir. İslam, maddi ve manevi sapmalar karşısında insanın kendi türüne en uygun olan alternatif dünya görüşüdür. Aliya İzzetbegoviç, insanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliğin ahlâkîlik olduğunu ve ahlâkîliğin de özgürlük, irade ve sorumlulukla ilgili olduğunu iddia etmiştir. İyi ve kötünün ikilemiyle sürekli birlikte yaşayan insan dışında hiçbir varlık, iyi ya da kötü olamamaktadır. Onun düşüncesinde insan, temelde ahlâkî bir öznedir ve iyiliği bu dünyada hayata geçirmekle sorumludur. İslam ise iman etmek ve iyi işler yapmak emriyle manevi ve maddi olanı birbirine bağlamaktadır. Bu yüzden İslam, Hristiyanlık ile Yahudilik; dram ile ütopya arasında konumlanmaktadır.
İslam, Aliya İzzetbegoviç için sadece bir din değildir. Ona göre İslam, insanî olanın bütünselliğini kapsamakta ve manevi bir inanç sisteminin ötesine geçmektedir. Dünyayı reddetmeyen İslam, müminlerine bu dünyayla ilgili sorumluluk yüklemektedir. İyiliğin dünyada hayat bulması ve kötülükle mücadele edilmesi gibi sorumluluklar, İslam’ı sadece inanç ya da din olmanın ötesinde tanımlamayı gerektirmektedir. Dünyanın olduğundan daha iyi bir yer haline getirilmesiyle ilgili yüklenilen sorumluluk, ilk Müslümanlar tarafından hayata geçirilmiş ve kendileri gibi olmayanlara daha insani ve ahlâkî alternatif sunmuşlardır. İnsanî ve ahlâkî yükseliş, onun düşüncesinde İslamî olan ile özdeştir. Ne var ki zamanla Müslümanlar iç ve dış sebeplere bağlı olarak İslam’ı asıl anlamından uzak bir şekilde yorumlamışlardır. İslam ile Müslümanlar arasında oluşan mesafe, olması gerekenle olan arasındaki mesafeye de işaret etmektedir. Bu durum, Müslümanlar için bir kriz ortaya çıkarmıştır ve yüzyıllardır devam etmektedir. Bir yandan da tarihsel süreçte Batıda yaşanan değişimler, Hristiyan etkisinden Yahudi etkisine doğru bir seyir izlemiştir. Aliya İzzetbegoviç’in deyimiyle bu değişim, Michelangelo’nun insanından Darwin’in insanına doğru bir değişimdir ve bu iki insanın birbirleriyle bir araya gelmeleri mümkün değildir. İlk insan tipi dramı, ruhu, dinî, maneviyatı, ahireti temsil ederken; ikincisi ütopyayı, bilimi, bedeni, maddiyatı ve bu dünyayı temsil etmektedir. Yirminci yüzyılda insanlığın başına gelen felaketlerin ve yabancılaşmanın temelinde bu insan paradigması değişimini bulmak mümkündür. Aliya İzzetbegoviç, İslam’ın insan paradigmasının İslam rönesansıyla yeniden hayata geçmesi ve insanlığa bir alternatif üretmesi gerektiğini düşünmüştür. Ancak Müslüman dünyadaki bölünmüş gruplar arasındaki kültürel mesafe ve eleştirel düşünce eksikliği, bu tarihsel sorumluluğun gerçekleştirilmesi önüne engeller çıkarmaktadır. Özgürlük, iyilik, hak ve adalet gibi ilkeler onun düşünce sistematiğinde öne çıkan başlıca ilkelerdir. Aliya İzzetbegoviç, yeniden İslamlaşma çağrısıyla İslam’ın hakikatte ne ise o olması gerektiğini savunmuştur. Onun bu çağrısı, teolojik bir talebin ötesinde insanlık ve tarihin iyilik lehine değişimi adına bir çağrıdır. Kendi hayatında, ötekine adalet borcu olduğunun farkında olarak ve buna saygı duyarak inandığı bu ilkeleri yaşamaya gayret etmiş olması, onu farklı bir düşünür ve siyaset adamı olarak değerlendirmeyi gerektirmektedir. Ayrıca önemli olan ve dikkat çeken yönlerinden biri de bu ilkelerle tutarlı bir şekilde yaşama gayretinin savaş gibi bir olağanüstü halde bile devam ettirmesidir.
Kaynakça
Akın, M. H. (2017). Aliya İzzetbegoviç. İstanbul: İlke Yayınları.
Akın, M. H. ve Karaarslan F. (2016). Çağdaş İslam Düşüncesinde Aliya İzzetbegoviç. Muhafazakâr Düşünce. 48, Ankara, ss. 41-57.
Bora, T. (2018). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası: Bosna-Hersek. İstanbul: İletişim Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2003a). Doğu ve Batı Arasında İslam. (S. Şaban, Çev.), İstanbul: Nehir Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2003b). Tarihe Tanıklığım. (A. Erkilet vd., Çev.), İstanbul: Klasik Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2005). Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar. (H. T. Başoğlu, Çev.), İstanbul: Klasik Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2007). İslam Deklarasyonu ve İslamî Yeniden Doğuşun Sorunları. (R. Ademi, Çev.), İstanbul: Fide Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2008). Konuşmalar. (F. Altun ve R. Ahmetoğlu, Çev.), İstanbul: Klasik Yayınları.
İzzetbegoviç, A. (2017). Geleceği Yenilemek. (A. Öz, Yay. Haz.), İstanbul: Pınar Yayınları.
Karaarslan, F. (2016). Aliya İzzetbegoviç’in Ahlâk ve Siyaset Anlayışı. Aliya İzzetbegoviç: Özgürlük Mücadelecisi ve İslam Düşünürü (3. Baskı) içinde (ss. 81-97), (M. H. Akın, F. Karaarslan, Der.), İstanbul: Pınar Yayınları.
Mestroviç, S. (2010). Doğu ile Duyguötesi Bir Batı Arasında Şekillenen Aliya İzzetbegoviç’in Mirası. Uluslararası Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu içinde (ss. 138-150), İstanbul: Bağcılar Belediyesi Kültür Yayınları.
Şerif, F. A. H. M. (2018). Bilinmeyen Aliya. (A. Cançelik, Çev.), İstanbul: Şule Yayınları.