Giriş
Bağımsızlık sonrası yılların başlarında Irak, Suriye ve Mısır gibi başlıca sosyalist Arap devletleri büyük çaplı toprak reformu önlemleri almış, sanayi ve finans kurumlarını kamulaştırmış, evrensel sağlık ve eğitim hizmetleri sağlamış ve kaynak gaspı döngüsünü bastırmıştır.[1] Bu sınıf Arap devletleri üretimde kendi kendine yeterlilik arayışına girmiş, ithal ikameci sanayileşmeyi desteklemiş ve büyüyen sanayinin taleplerini yeterli insan becerileriyle senkronize ederken ağır sanayiye kamu yatırımları yapmıştır. Sosyal ve ekonomik dinamikler açısından Arap sosyalist modeli, 1980’lerin başında uygulanmaya başlayan neo-liberal modelden daha iyi bir performans sergilemiştir (üç büyük Arap sosyalist ülkesi olan Mısır, Irak ve Suriye’nin ekonomik büyüme rakamları ve diğer ekonomik göstergelerine ilişkin tablolar için bu bölümün Ek’ine bakınız). Popüler kültürde bu dönem el-zaman el-cemil (güzel zamanlar) olarak adlandırılır. Yaşam standartları tarihsel olarak belirlense de 1960-1980 dönemi Arap ülkelerinin reel ücret artışı, daha eşit gelir dağılımı, bebek ölümleri ve yaşam beklentisi ile diğer birçok sosyal gösterge açısından dinamik bir performans sergilediği bir dönemi temsil etmektedir. Özellikle Arap sosyalist rejimleri sadece diğer Arap ülkelerini gölgede bırakmakla kalmamış, aynı zamanda dünyanın geri kalanına kıyasla sosyal ve ekonomik göstergelerde yüksek büyüme ortalamaları yakalamıştır. 2011’de Arap Baharı öncesinde, otomatik kalkınma ya da kendi üretken yeteneklerine dayanarak büyüyen ve gelişen bir ekonomiden ziyade petrol gelirlerine bağlı olan Cezayir hariç, neredeyse tüm eski Arap sosyalist devletleri çöküş yaşadı. Arap sosyalist modeli süper olmayabilirdi ama buna kıyasla neo-liberalizm, çalışan nüfusun önceki sosyal kazanımlarını elinden almış ve baskının ölçüsünü artırmıştı.
Kalkınmanın neticeleri, iktidardaki sosyal sınıfın gerçek kaynak seferberliğine olan bağlılığına bağlıdır. Bu bölüm Arap sosyalizmi konusunu ele almakta ve bağımsızlık sonrası yıllarda kalkınmayı şekillendiren sınıf oluşumunun yapısını incelemektedir. Subay sınıfı ve onun müttefiki olan ara tabaka – profesyoneller, küçük sermaye sahipleri ve küçük toprak sahibi köylülerin bir kısmından oluşan ve devlet kaynakları üzerindeki kontrolleri sayesinde devlet burjuva sınıfını oluşturan – Arap sosyalist deneyiminde kalkınmanın temsilcisi rolünü üstlenmiştir.
Toplumsal bir ilişki olarak ara tabaka, diğer sınıflarla ve maddi ve ideolojik yeniden üretim kaynaklarıyla olan ilişkisi üzerinden belirlenir. Bu tabaka Weberci anlamda bir orta sınıf ya da gelire göre bir sınıflandırma değil, aksine çeşitli biçimleriyle üretken sermaye varlıklarının yaratılma ve temellük edilme tarzıyla ilgilidir. Bir toplumsal sınıf, diğer sınıflarla olan ilişkisinde, tarihsel olarak hafızasında semboller, kurumlar ve örgütlenme biçimleri edinir. Açıkçası bu sınıf, üretim araçları üzerindeki kontrol biçimleri ve bu araçlarla olan mülkiyet ilişkisi tarafından tanımlanır. Yapı bakımından, küçük mülk sahipleri ya da küçük üretken sermaye biçimlerine veya miktarlarına erişimi olanlar sermayeyi oluşturmaz. İşçi sınıfının tanımını, üretken sermayelerin mülkiyetine sahip olmamakla ya da kapitalist sınıfın sahip olduğu sermaye için çalışmayla sınırlamak teorik olarak yeterli değildir. Sermayenin küçük mülkiyetine sahip, kendi kendini sömüren işçileri “işçi sınıfı” olmayanlar olarak sınıflandırmak da yeterli değildir. Somut olarak, işçiler sermayenin belirli biçimleriyle olan özel ilişkilerine göre tanımlanabilirler. Bunun analitiğinden uzaklaşmak ve sınıfı tarihsel bir ilişki olarak görmek, ara sınıf ve modern küçük burjuvazi arasındaki esas süreci kavrayabilmemizi sağlayacaktır. Tarihin ağırlığı bir kenara atılamaz ve toplumsal sınıfların ortaya çıkışını ve evrimlerini bu denli uçucu tarihsel anlar haline getiren yalnızca mülkiyet biçimleri değil, aynı zamanda dolayımlı siyasi eylemlilik ve ideoloji aracılığıyla sağlanan kontrol sistemleridir.
Hem Poulantzas hem de Labica, küçük burjuvaziye analitik bir biçim, bir yapı vermenin zorluğunu vurgulamaktadır. Poulantzas (1978), küçük burjuvazinin eski ve yeni biçimleri arasında net bir sınır çizgisi olmadığını; bunlardan doğan yapı açısından aralarındaki ilişkinin iç içe geçmiş ve karmaşık olduğunu gözlemlemiştir. Labica ve Bensussan’a (1985) göre küçük burjuvazi, ele alınması zor ama yine de burjuva tonları taşıyan, sosyal sınıflar arasında özbilinci en az olan, betimsel ve yumuşak bir kavramdır. Bu kavramın değişken kimliği, daha istikrarlı proletarya ya da köylülüğün aksine, kendisini oluşturan iki kelime arasında gidip gelir: küçük ve burjuva. Küçük burjuvazinin birçok farklı toplumsal grup içindeki konumu, işçi sınıfı ile yönetici sınıf arasındaki çelişkinin bir parçası olarak dolayımlanmaktadır. Meillassoux (1998), önemli mülk sahibi olmayan ancak sermayenin hükmetmesi için hizmetlerine ihtiyaç duyulan kişiler için uygun bir şekilde “sosyal birlikler” (social corps) terimini kullanmaktadır. Bunlar, söz konusu sermaye biçimleri için işlevsel olarak üretilen hizmet gruplarıdır.
Arap dünyası bağlamında modern sınıf sistemi, kapitalizme dönüşümün aksak süreci içinde ve sömürgeci boyunduruk altında oluştu ve kapitalizm öncesi sınıf yapısının birçok özelliğini korudu. Ancak, bunu özden (diyalektik kategori) ziyade sadece görünüş açısından yaptı, çünkü öz, sınıfın temelini oluşturan tarihsel olarak spesifik maddi ve ideolojik koşullar tarafından belirlenir.[2] Neo-liberal açılma etkisini göstermeye başladıkça ve ara sınıfın kazançları ulusal üretkenlik artışından kaynaklanan rantlara dayanmaktan jeopolitik ya da finansal rantlara doğru kaydıkça, ara sınıf ya da eski “sosyal birlikler” ortadan kalktı. Sourani’nin (2015) yerinde gözlemlediği gibi, bu ara sınıflar ancak Arap sosyalist rejimleri altında hayatta kalabilirdi ve gerçekten de milliyetçi ekonomik sistem uluslararası piyasanın kaprislerine maruz kalır kalmaz yok oldular. Gazze’de işgal altındaki aktivizmle ilgili çok pratik nedenlerden dolayı Sourani, halef sınıfı, sosyal olarak tasarlanmış bir düzende de olsa, profesyonellerden esnaflara ve devletteki gücü önemsiz olan serbest meslek sahibi gündelik işçilere kadar uzanan ve üç kademeden (üst, orta ve alt) oluşan yeni küçük burjuvazi olarak tanımlıyor. Bu sınıflandırma, geniş niceliksel ortalamalardan yola çıkıyor ve aktivizm zeminini netleştirmeye yardımcı oluyor. Sourani’ye göre yeni küçük burjuva düzeni aslında geri kalmış üretim koşullarından kaynaklanıyor.
Labica’yı bir uç noktaya taşıyan Sourani, küçük burjuva sınıf konumundaki değişimi refleksif bir şekilde bilincin değişimine doğru genişletir. İşçi ve egemen sınıflar arasındaki salınımı nedeniyle, küçük burjuvazinin konumu değişkendir ve hiçbir zaman kendine ait olgun bir sınıf bilincine ulaşamamıştır (Sourani, 2015). Başka bir deyişle, yalnızca toplumsallaşmış ücretli emek faaliyetinde bulunmanın somutluğu dolayısıyla elde edilebilecek bir ideal bilinç söz konusudur. Çok sayıda toplumsal ilişkinin toplamı olarak değer yaratan işçi sınıfı, “fabrikada istihdam edilenlerin” yanı sıra kopuk ve kendi kendini sömüren tabakaları da içerir. İşçi sınıfı, örgütlenmesi ve bilinç gelişiminin aracılık ettiği organik bir varlığa ve oluşa sahiptir. Ancak bu bilinç, açıkçası ulusal ideolojik koşullardaki münferit gelişmelerden daha fazla küresel emeğin tarihsel olarak ortaya çıkan örgütsel gücüne ve sermayenin neo-liberal doktrinine karşı ideolojik bir karşıtlığa dayanmaktadır. Kapitalist sömürüye eşlik eden baskı kapitalizmin nesnel temeli ve değişmez koşuludur; oysa ücret sisteminin çöküşünü gerçekleştirecek ideolojik gelişme, gerekli ve özgürleştirici olmasına rağmen tarihsel olarak öznel bir sınıf mücadelesine bağlıdır. Bu ideolojik gelişmeler sosyo-tarihsel ve belirsizdirler ve önceden öngörülmüş doğrusal ya da doğrusal olmayan bir patikaya ait olamazlar. Örneğin, neo-liberalizmin tartışmasız bir şekilde çığ gibi büyümesi karşısında Arap Baharı olarak bilinen isyanlarla doruğa ulaşan son krizi, ölümleri ve açlığı ele alalım: Arapların sefaleti ücret sisteminin angaryalarını bile biraz olsun azaltacak önlemlerin hiçbirini ortaya çıkarmadı.
Yapı bakımından Petras (1976) ara tabakanın, statüleri mülk ve servet sahipliğine değil, eğitim ve performanslarına bağlı olan öğretmenler, üniversite profesörleri, devlet memurları, muhasebeciler, askerî memurlar, tıp doktorları, mühendisler ve avukatlar gibi vasıflı profesyonellerden oluştuğuna işaret etmektedir. Ara tabaka, işçi sınıfı içinde daha az ayrıcalıklı işçi sınıfından maaş, eğitim, beceri ve daha da belirleyici olarak ordu tarafından kendisine devredilen üretim araçları üzerindeki kontrol derecesi temelinde ayrılan farklılaşmış bir ilişkiyi ifade eder. Devletin potansiyel güvensizliğinden kaynaklanan zayıf kurumlara sahip bir savaş bağlamında, ordunun Arap siyaset sahnesinde kilit oyuncu olarak ortaya çıktığını unutmayın. Arap burjuvazisinin yükselişi Avrupa’ya ve özellikle de on dokuzuncu yüzyılın başlarında Napolyon’un bireysel kapitalistleri güçlendiren toprak sahipliği yasalarında yaptığı değişikliklere dayandırılabilir, ancak ara tabakanın (devlet burjuva sınıfı) embriyonik oluşumu yirminci yüzyılın başlarında Arap sanayisinin Avrupa sanayisi ve savaşının gölgesi altında büyümesiyle gerçekleşmiştir (Abdel-Malek, 1968).
Modern Arap devletlerinin tarihi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki Avrupa tarihi gibi, bir ulusal hareketler tarihidir (Rodinson, 1978). Ulusal kurtuluş mücadelesinin yanı sıra, Batılı sömürgeci çıkarların ve sanayinin bir uzantısı haline gelmiş olan ulusal burjuvaziye karşı da toplumsal bir mücadele vardı (Abdel-Malek, 1968). Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazandıklarında ulusal burjuvazinin finansman ve reel sermaye eksikliği nedeniyle, devlet burjuva sınıfı vekil bir ulusal burjuvazi rolünü üstlenmiştir (Hussein, 1971; Abdel-Malek, 1971). Arap sosyalist rejimlerinin göreli başarısının genel belirleyicileri güvenlik ve kalkınma kaygılarını birlikte ele almalarıdır. Tanımlar açısından kalkınma politikaları, servet akışını yöneten sosyal sınıfa yönlendiren kaynak kanalize edici mekanizmalar olarak kalmaktadır. Güvenlik, toplumsal ve ulusal güvenlikleri, sağlık ve eğitim de dahil olmak üzere bilgi ile ilgili üretken kapasiteyi kapsayan bir bütündür ve işçi sınıfının güvenliği ulusal egemenliğin belkemiğidir. Arap Dünyasında, petrolün ABD liderliğindeki emperyalistler tarafından kontrolü, küresel birikim sürecinin sürdürülmesi için çok önemlidir. Bu bağlamda, Arapların toprak, kaynak ve politika açısından özerkliği kalkınmanın olmazsa olmazı haline gelmektedir. Daha sonra, A. G. Frank’ın (1972, s. 17) kullandığı şekliyle Arap Dünyasının devam eden neo-liberal evrede maruz kaldığı tersine kalkınma ya da lümpen kalkınma, esas olarak emperyalizme teslimiyetin yapısal koşullarına bağlanabilir. Neo-liberal aşama Arap Baharı’nın başlamasıyla sona ermemiştir. Aksine, yağmalanan varlıkların devletteki burjuva iktidarı aracılığıyla yeniden dağıtılmasındaki başarısızlık ve “serbest piyasa” politikalarına devam eden bağlılık, geçmişin mülksüzleştirici eğilimlerinin birçoğunun seçilmiş veya seçilmemiş hükümetler altında ivme kazanacağına işaret etmektedir.
Dünyanın başka yerlerindeki devlet sosyalizmi ya da yönlendirme modellerinde (dirigisme models) olduğu gibi, Arap sosyalizminden neo-liberalizme dönüş, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle zirveye ulaşan sosyalist ideolojinin geri çekilmesinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Arap askerî yenilgilerinin ardı ardına gelmesi ve bozgunculuğun yerleşmesiyle birlikte, iktidardaki devlet burjuva sınıfının “ideolojiden” döndüğünü göstermesi ve işçi sınıfının güvenliğine yönelik saldırıya öncülük etmesi için gerekli ideolojik koşullar oluştu. Arap sosyalist projesinin sonu, sosyalist önlemlere yönelik kitlesel memnuniyetsizlikten ziyade, teslimiyet koşullarını yapısal olarak özümseyen sınıf ittifaklarının yer değiştirmesi ve sosyalizmden küresel ideolojik uzaklaşma ile ilgiliydi. Camp David Anlaşmalarını imzalayan Mısır ilk teslim olan ülke oldu; Suriye 2000 yılında uygulamaya koyduğu ikinci neo-liberal reform aşamasıyla onu takip etti ve Irak örneğinde, rejimin savaşı önlemek için verdiği pek çok tavize rağmen, bu çalışmadaki diğer ülkelerin yaşadığı neo-liberal bataklığa kademeli inişin aksine, sermaye için toplumsal formasyonun ani ve toptan yıkımı gerçekleşti. Mevcut neo-liberal sosyal felakete liderlik eden başkalaşmış yönetici sınıf, ulusal ekonomiyi yağmalayan hiyerarşik olarak yapılandırılmış grupların parçalanması ile vekil bir ulusal burjuvazi olmaktan çıktı ve uluslararası bir vekile dönüştü.
Daha önce de belirtildiği gibi, 1960’lar boyunca güçlü devlet müdahalesi ve devlet öncülüğündeki yatırımlar Arap sosyalist kalkınmasının tarzını karakterize etmiştir. Burjuva devlet sınıfı ulusal girişimci sınıfın yerini almış, ağır sanayiye yatırımı teşvik etmiş ve genel olarak üretken kapasiteyi inşa etmiştir. Bu sınıfın yükselişi, kalkınmanın bir aracı olarak hareket edebilecek milli bir burjuva sınıfının yokluğuna dayanmaktadır (Amin, 1976; Petras, 1976). Bu durum Arap Dünyasına özgü değildir: Afrika ve Orta Doğu’nun çoğunda sömürgecilik sonrası kapasite çöküşü ve girişimci iş sınıfının kalkınmayı teşvik edememesi, ordu, küçük toprak sahibi köylülük ve orta sınıfın ittifakından oluşan bir yönetici sınıfın ya da bir devlet burjuva sınıfının yükselişine zemin hazırlamıştır. Ordunun başını çektiği bu ittifaklar karmaşası, bağımsızlığını yeni kazanan Arap devletlerinin çoğunda sömürge sonrası kalkınma projesinin konusu haline geldi.
Daha fazla açıklık getirmek gerekirse; bağımsızlık sonrası Arap Dünyasının çoğunda girişimci bir sınıf tamamen yok değildi. Irak, Suriye ve Mısır’da, bağımsızlık öncesinde, sömürgecilerle sınırlı bağları olan ulusal burjuvazi kesimleri, şiddetli sömürgecilik karşıtı mücadelelerde yer aldı. Ancak bağımsızlık kazanılır kazanılmaz, ulusal burjuvazinin toplumsal kırılganlığı, özellikle de sömürgecilerle (mal ticareti yoluyla) göbek bağları koptuğu için, belirgin hale geldi. Mısır’daki Wafd ve Suriye’deki ulusal blok gibi eski sınıfların küllerinden, popülist ve anti-emperyalist pozisyonda rekabet eden bir dizi askerî diktatörlük ortaya çıktı. Burjuva sınıflarının sömürgecilikle yetişmiş eski kesimleri, ulusal bağımsızlığın güçlendirilmesi sürecinde siyasi olarak boyunduruk altına alındı. İdeolojik bir eşitlik ve ulusal kurtuluş dalgası içinde, sömürgeciliğin sosyal eşitsizlikleri küçümsenerek reddedildi ve sömürgecilik altındaki berbat gelişme olarak algılanan durumu düzeltmek için eşitlikçi önlemler uygulandı.
İster kendi başına bir burjuva sınıfı isterse bir devlet burjuva sınıfı olsun, burjuva ortak paydası bu iki sınıf için de benzer bir öze işaret etmektedir. Petrol üreten veya jeopolitik rant odaklı bir bağlamda, sınır ötesi bir sınıf ittifakının çekiciliği göz önüne alındığında, devlet burjuva sınıfı doğası gereği emperyalist baskı altında teslim olmaya yatkındır. Bir burjuva sınıfı olarak, çalışan sınıflara tavizler sunabilir ancak toplumsal bir ilişki olarak sermayenin altını oyacak sivil özgürlükleri onlara sağlayamaz. Braverman (1959), kalkınmanın önündeki çatallanmayı öngörmüş ve çalışan nüfusun sosyalizmin inşasına siyasi olarak katılmadığı, yani artı üründen giderek daha fazla pay almasını sağlamak için siyasi süreci hegemonyası altına almadığı sürece, Arap sosyalizmi tarafından üstlenilen tüm eşitlikçi dağıtım sürecinin kolayca tersine çevrilebileceği uyarısında bulunmuştur. Emek sürecine eşlik eden baskı, tarihsel koşullar olgunlaştığında toplumsallaşmanın ve eşitlikçi bölüşümün aşağıdan fazla bir direniş olmaksızın yukarıdan kolayca tersine çevrilebileceği anlamına geliyordu. Sık sık yaşanan askerî yenilgiler (1948, 1967 ve 1973’te İsrail’le yaşanan savaşlar bunlardan birkaçı) toplumun üst katmanlarında bir yenilgi havası yarattığında, işçi sınıfı ve sivil toplum örgütleri tek parti rejimlerinin uzantıları olarak kaldığında, iktidardaki sınıf Arap sosyalizmi altında emekçilerin elde ettiği kazanımları kolayca tersine çevirdi.[3] Nükleer güce sahip emperyalizme askerî olarak karşı koymanın imkansız olduğu düşüncesi, kamulaştırmadan uzaklaşma sürecini motive eden zihniyet durumunu (état d’esprit) özetleyen düşünceydi.
2011’de ayaklanmalar başladığında Arap Dünyasında sosyal yıkım o kadar şiddetliydi ki kitleler devrimci bir plan olmaksızın sokaklara döküldü. Temel amaçları statükoyu değiştirmekti ama neyle? Bunlar ne bir parti öncüsü ne de sosyal programları olan devrimlerdi. Örgütlü tek grup, Körfez ve ABD destekli sivil toplumda faaliyet gösteren serbest piyasacı İslamcılar idi.
Farklı egemen sınıfların emperyalizmle olan siyasi ilişkileri ve devlet aracılığıyla gayri resmî mülkiyet kontrolü biçimleri de dahil olmak üzere üretim araçları üzerindeki kontrolleri, kamulaştırmadan özelleştirmeye geçişin altını çizmektedir. Egemen sınıfların ulusal burjuvaziden küresel mali sermayenin aracısına dönüşmesinin altında yatan koşullar, her halükarda dünyanın sol eğilimli ulusal hareketlerinin çoğunu içine alan ideolojik ve askerî yenilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bozguna uğramışlık, silahlı mücadeleyi milliyetçi gündemden sildi ve onun yerine emperyalizmle çatışmaya – özellikle İsrail ile – “barışçıl çözümler” getiren kurumları geçirdi. Uzlaşma siyaseti bir kez siyasi stratejiyi yönlendirdiğinde, doğal sonuç milliyetçi sınıfın emperyalizmin kucağına düşmesidir (Frank, 1982). Her seferinde, daha iyi silahlanmış bir düşmana karşı silahlı direnişin boşuna olduğu lanse edildi. Daha da kötüsü, el koyma yoluyla daha yüksek bir gelir payını tercih eden uluslararası mali sermayenin darbeleri altında, Arap Dünyasında ulusal bir sınıf ittifakının milliyetçi bir eğilimi sürdürmesi zorlaştı. Arap egemen sınıfları, Bretton Woods kurumları tarafından dikte edilen teslimiyet koşullarını yavaş yavaş ama aynı zamanda isteyerek içselleştirdiler. Dünya sermayesine tabi bir burjuva sınıfı olarak potansiyellerinin farkına vardılar ve imparatorluğun modern efendileri haline geldiler.
Bu bölümde, emperyalist olarak saldırılan oluşumlarda değişen sınıf yapıları ve değişen temellük biçimleri takip edilecektir. Konu tek başına çok geniştir ve tek bir bölüm bu konunun hakkını veremeyebilir. Kalkınma bağlamında sermaye birikimi, neoklasik bir gönüllü istihdam taslağı ya da Keynesyen bir tam istihdam çerçevesi kullanılarak okunamaz. Her türlü kapitalizmde – yırtıcı ya da “uysal” – tam istihdam hipotezi, bırakın gelişmekte olanları, gelişmiş ülkelerde bile geçerli değildir. Gerekli olmasına rağmen, talep yönlü (Keynes ve Kalecki) yaklaşımlar da gelişmekte olan dünyadaki zayıf kapasite nedeniyle yetersizdir. Talebi karşılayacak çok az üretken kapasite varken talep edilecek ne vardır? Kalkınmacı sermaye birikimi yalnızca sermaye stokunun zaman içinde artması değildir; esas olarak toplumsal ürünü ulusal olarak inşa etme ve yeniden dolaşıma sokma kararının altında yatan toplumsal ilişkiye dayanır. Marx’ın ifadesiyle, gelişmişlik derecesi, ücretli kölelikten bağımsızlık derecesi ya da ücretli istihdamda bulunulmadığında bile insanların “ne kadar iyi durumda olduklarıdır”. Dolayısıyla mesele, kalkınmadan sorumlu sosyal sınıfın önceliğini keşfetmektir. Sosyalist Arap Dünyasında, devlet burjuvazisi, ara sınıfın ordu ile ittifakını temsil ederken, belirgin bir kalkınmaya tanık olunmuştur. Ancak, sınıf ittifakı, sanayiden dışa bağlı ticarete geçen kapitalist bir sınıfla ordunun ittifakına dönüştüğünde, sonuç kalkınmanın gerilemesidir. Burada vurgulanan hipotezler şunlardır:
Arap sosyalist ülkeler grubundaki sınıf yapısında meydana gelen değişiklikler, birbirini izleyen Arap yenilgilerinin ve buna eşlik eden neo-liberal ideolojinin küresel yükselişinin ağırlığı altında gerçekleşmiştir.
Devlet burjuva sınıfı yapısal olarak teslimiyet koşullarını yerine getirmiş ve ulusal burjuvaziden vekil uluslararası finans burjuvazisine bir dönüşüm geçirmiştir.
İstila savaşları ve ticari sömürü yoluyla birikim bağlamında yer alan modern milliyetçilik ideolojisinin sahip olduğu toplumsal oluşumlar, ABD liderliğindeki emperyalizmin uluslararası güç ilişkileri alanında hakimiyet kurması halinde çözülmeye mahkumdur.
Devlet burjuva sınıfının milliyetçilikten kompradorluğa değişen doğasının izini süren bu bölümdeki düşünce çizgisi aşağıdaki şekilde yapılandırılacaktır. Öncelikle “Devlet Öncülüğünde Kalkınma” başlıklı bölümde devlet kapitalizmi ve devlet öncülüğünde kalkınma kavramlarının gelişmekte olan Arap bağlamına uygunluğunu inceleyeceğim. “Devlet Burjuva Sınıfı” başlıklı bölümde, devlet burjuvazisini, kırılganlığını ve emperyalizme teslim olmaya yatkınlığını ele alacağım. Arap Dünyasına sömürgeci miras ve zayıf girişimci sınıfı “Sömürgeci Yağma ve Ötesi” ve “Zayıf Bir Arap Burjuva Sınıfı” bölümlerinde analiz edeceğim. Arap kalkınma deneyimini ele alan hiçbir tartışma, ordunun iktidardaki baskın rolünü incelemeden ilerleyemez; bu nedenle, “İktidardaki Ordu” başlıklı bölümde ordunun iktidara yükselişi, egemen sınıfın komprador bir kesimine dönüşümü ve art arda gelen yenilgilerle karşılaştığında sergilediği çok yönlülüğü ayrıntılı olarak ele alacağım. “Arap Sosyalizminin Düşüşü” bölümünde ise Arap sosyalist deneyiminin tarihsel başarıları ve çöküşünün nedenlerini inceleyeceğim.
Devlet Öncülüğünde Kalkınma
Kalecki (1972), Arap sosyalist devletleri gibi sosyo-politik oluşumları karakterize ederken “ara rejimler” kavramını kullanmıştır. Bu rejimleri, üzerlerindeki yabancı etkisi sınırlı olduğu için ne tam anlamıyla kapitalist ne de tam anlamıyla sosyalist olarak tanımlamıştır. Uluslararası düzeyde, ara rejimler hem sosyalist hem de emperyalist kamplardan kredi almıştır. Örneğin, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 1958-1961 yılları arasındaki arşivleri, ABD’nin Nasır’ı Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaktan vazgeçirmek için Mısır’a kredi ve Amerikan Hawk füzeleri verdiğini ortaya koymaktadır.
Gramsci (1978 [1928]) çevredeki Doğu ve Güney Avrupa toplumlarındaki sınıf oluşumlarını ele almış ve devlet ile işçi veya köylü nüfus arasında orta yol işlevlerini üstlenen bir ara tabakanın göze çarpan yükselişine dikkat çekmiştir. Geniş bir ara sınıf yelpazesi proleter ve kapitalist sınıflar arasında uzanmakta ve proletaryanın geniş katmanlarını (ancak özellikle köylüleri ve kırsal toplulukları) etkileyen ideolojilerle kendi politikalarını yürütmeye çalışmaktadır.
Arap Dünyasındaki ara tabakalar Arap-İsrail savaşı bağlamında ordu ile ortaklık kurmuşlardı ancak kişisel kullanım için olanlar dışında önemli mülklere sahip değillerdi. Arap sosyalist çağında bu tabakalara tanınan güç, ordu tarafından kendilerine devredilmişti. Orduya tabi olmalarına rağmen, genişleyen bürokrasinin bir sonucu olarak ve devlet bürokrasisi aracılığıyla ekonomiyi dolaylı olarak kontrol etmeleri sayesinde etkin bir şekilde iktidarın bir parçası haline geldiler. Neo-liberal dönemin başlangıcında, bu ara tabakaların farklı kesimleri neo-liberal geçişi reddetti ve yeni dönüşen egemen sınıf tarafından acımasızca bastırıldı. Ordu daha sonra (neo-liberalizm altında) ara tabakalardan ayrılmış ve yerel tüccar sınıfıyla ittifak kurmuştur. Bu ittifak, önce yapısal uyum ve daha sonra neo-liberalizm reçetelerini uygulayan küresel mali sermayenin itaatkâr bir ortağı haline geldi.
Ara rejimler sınıfı içinde, Arap sosyalist devletlerinin de ait olduğu Sovyet modeline yakından benzeyen daha dar bir rejim grubu devlet-kapitalisti olarak adlandırılır (Petras, 1976). Bu, ücretli emekten hâlâ artı değer elde eden ama aynı zamanda ağır devlet müdahalesi olan belirgin kapitalist rejime kıyasla varlık dağılımının bir sonucu olarak daha yüksek derecede adil dağılım sergileyen herhangi bir sosyalist rejim için aşağı yukarı genel bir etiketti. Ancak aynı kavram, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kuzey Marksizminin çeşitli eğilimlerinde geliştirildiği şekliyle, Sovyetler Birliği’ne yönelik emperyalist ideolojik saldırıya paralel olarak aşağılayıcı bir anlam taşımıştır (Binns, 1986; Binns ve Hallas, 1976; Cliff, 1974 [1955]). Devlet-kapitalizmine sahip olan ülkeler, Batılı sosyalistlerin aklındaki ütopyayla kıyaslandığında o kadar da sosyalist görülmemekteydi. Bu düşünce akımı, Bolşeviklerin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) 1929 itibarıyla işçi demokrasisini ya da Sovyetlerin veya işçi konseylerinin orijinal içeriğini ezdiğini öne sürmektedir. Buradaki demokrasi, işçi sınıfının emperyalizme karşı kazandığı zaferler (işçi sınıfının yoksulluktan kurtulması) yoluyla elde edilen sivil özgürlükler anlamında değil Batı’daki soyut bireysel özgürlükler (burjuva demokrasisi) anlamında anlaşılmaktadır. Savaş koşullarında savunma hatlarının sağlamlaştırılması, soyut bireysel özgürlüğün değil, toplumsal ya da sınıfsal özgürlüğün uygulanmasını içerir. Sosyalist hümanizm en iyi şekilde kişisel özgürlükten ziyade sınıf diktatörlüğü terimleriyle ifade edilir (Althusser, 1964). Bu argüman aynı zamanda, işçilerin kendileri iktidarda kalıp Sovyet sistemini sağlamlaştırmış olsalardı, üretici güçlerdeki düşük gelişme düzeyine rağmen pek çok sorunun üstesinden gelinebileceğini varsaymaktadır. Karşı olgusal durumu tartışmaya gerek yoktur; ancak, biçimsel bölümlendirmenin yerine karşılıklı ilişkisellik getirildiğinde, Sovyetler Birliği’nin daha katı rejim biçimlerine geri dönüşü ile Batı sosyal demokrasisi de Browder’in (1933) dile getirdiği sosyal faşizme dönüşmüştür. Uluslararası alanda Sovyetler Birliği’nin karşısında duran güçler dengesi insanlığın çoğunu sömürgeleştirirken Batılı işçi sınıfının vicdanını da satın alan emperyalist bir zenginlik üretmiştir. Bu karşılıklı ilişkiselliği bir kenara bırakmak, seçici ve zararlı bir bilimdir.
Arap sosyalist rejimleri altında toprak ve sosyal kaynaklarda gerçekleştirilen kapsamlı kamulaştırmalar gerçekten de Sovyet modeline benzemektedir. Ancak Arap sosyalist rejimleri, Sovyet ve Çin modellerinde olduğu gibi eski burjuva sınıfını yok etmedi. Beş yıllık planlarında, endüstriler arası fiyatlar tamamen maliyet üzerinden belirlenmemiş (Sovyet sistemindeki sosyal maliyetlendirmede olduğu gibi) ve özel sektörün üretim zincirine dahil olduğu yerlerde, kâr yaratan bir fiyat artışına sınırlı bir seviyeye kadar izin verilmiştir. Özel sektör tarafından sağlanan malların fiyatlarına getirilen sınır, bu sektörün geniş ölçüde kamulaştırılmış ekonomiye katılımının derinliğini ve gücünü yansıtıyordu. 1980 yılına kadar bu fiyatlar üretim maliyetinin biraz üzerindeydi ve özel sektörün genişlemesini kısıtlıyordu. Neo-liberal dönemde, savaşta olan ve gıda ve diğer malları karneye bağlamak zorunda kalan Irak hariç, fiyat sınırlamaları kademeli olarak kaldırıldı. Esed fiyatları serbestleştirip tavan fiyatları kaldırdığında, özel sektör 2007’den itibaren Suriye ekonomisinin tam kontrolünü ele geçirdi. Mısır’da Sedat liberalleşme sürecini 1980 gibi erken bir tarihte başlattı ve neo-liberal büyümenin sonuçları sosyal açıdan felaket oldu.
Bununla birlikte, devlet kapitalizmi kavramı basitleştirici ya da her şeyi kapsayan tek boyutlu bir kavram olabilir. Kapitalizmden çıkış sürecindeki herhangi bir devletin, toplumsal bir ilişki olarak sermayenin bütünlüğünden kaçabilmesi pek olası değildir. Ulusal kaynakların devlet mülkiyeti altında toplumsal bir ilişki olarak sermayenin ortadan kaldırılması mümkün olsa da (sadece tarihteki yapısal değişimler nedeniyle), özellikle söz konusu ülke emperyalist saldırıya maruz kalıyorsa, gelişmekte olan tek bir ülkede ani bir şekilde gerçekleşmesi pek olası değildir. Sivil özgürlükler ve işçi sınıfının siyasi sürece katılımı devlet kontrolünden kurtulsa bile bu böyledir. Başarılı sosyalist modelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan emperyalist saldırılar ve kapitalizmin doğasında var olan eşitsizlikler, kamulaştırmanın ilk aşamalarında artı değerin üretilmeye devam edeceği ve eşitsiz bir şekilde dağıtılacağı bir yeniden dağıtım hesabını zorunlu kılmaktadır. Sektörler arasında eşitleme ödemeleri veya hızlı sanayileşme, bozulmamış işçi demokrasisi iklimlerinde bile çarpık artı değer dağılımı anlamına gelecektir. Erken sosyalizmde güvenliğin inşası, eşitsiz gelişimin ve kötü dağılımın düzeltilmesi, kapitalist emek sürecine özgü sömürü, alıkoyma ve uzun süreli baskı unsurlarını da beraberinde getirecektir.[4] Erken sosyalizmin bu belirtileri, amaçları güvenliği sağlamak ve aynı zamanda sanayileşmek olan gelişmekte olan küçük oluşumlarda daha da fazla ortaya çıkacaktır. İşçi sınıfı bilincinin, toplumun tam bir sosyal sorumluluk olarak içselleştirdiği kamu mülkiyetine dayandığı ideal bir durum, tarihsel olarak olumsal bir süreçtir.[5] Bu süreç en küçüğü üretici güçlerin ilerleme düzeyi ve kamulaştırma yoluyla el koymayı toplumsallaştırmanın etkinliği olmak üzere çeşitli parametrelere bağlıdır. Ancak en belirleyici olanı da bir uygarlık sıçraması, insan ve doğanın birlikte örgütlenmesi yoluyla yaşamı sürdüren bilginin yeniden üretiminin temelinde bir değişim (Davis, 1993) olacaktır. Dolayısıyla, toplumsal bir ilişki olarak sermayenin, üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçmesinden sonra derhal kendi kendini dağıtması, işçi sınıfı katılımcı demokrasisi altında bile hiç de makul bir varsayım değildir. Sermayenin tasfiyesi, işçilerin ve onların sınıf müttefiklerinin kolektif insani ihtiyaçları ileri sürerek ve mal ve hizmetleri (ve dolayısıyla toplumsal-emek zamanını ve üretken kaynakları) bu zorunluluğa göre tahsis ederek üstlendikleri bir süreçtir. Değişim bir oluş halidir. Tarihsel bir süreçteki toplumsal eylemlilikle ilgisi olmayan bir düşünce biçimi değildir. Bu sebeple tarihsel dönüşümler imkansız değildir.
Bu bölümün amacı doğrultusunda, söz konusu ülkeler grubunda devlet aracılığıyla üretim araçlarına sahip olan ve kalkınmadan sorumlu olan sınıf “devlet burjuvazisi” olarak adlandırılacaktır.
Kamulaştırma eyleminin kendisi sistem karşıtıdır ve sermaye için bir kendini inkâr sürecidir. Sermayeyi sömürücü bir varoluş hali olarak bir arada tutan toplumsal ilişkiler, servetin milliyetçi kamulaştırması enternasyonalist işçi sınıfı kaygılarıyla köprü kurduğunda birbirini parçalamaya başlar; aksi takdirde bu hâlâ bir işçi sınıfının diğerine karşı rövanşı olacaktır. Orta vadede, kamulaştırma sermayeyi disipline edebilir ama ortadan kaldıramaz. Tarihsel deneyim, servetin kamulaştırılmasının, işçi sınıfı için merkezi bir demokrasiyle birleştiğinde, düşmanca bir uluslararası ortamın ortasında büyüyen bir sosyalizm için gerekli bir adım olduğunu öğretmektedir. Ancak, ele aldığımız sosyalist Arap devletlerinde, üretim araçlarının kamulaştırılması tamamlanmamıştı ve işçi sınıfı siyasi süreçte kısmen konumlandı ve demokratikleşme sathi kaldı. Arap sosyalizmi, geriye dönüp bakıldığında, Sovyet desteğini ve anti-emperyalist mücadelede ulusal cepheyi yeterince birbirine bağlamadığı için kapitalizmi askıda tutuyordu. Geriye dönüp bakıldığında da Arap sosyalizmi doğuştan can çekişiyordu. Bir ideoloji olarak sosyalizm yenildiğinde muzaffer neo-liberal ideoloji geçmiş ve şimdiki gerçekleri tersine çevirdiği için Arap sosyalizminin dinamik toplumsal performansı nadiren gündeme geldi. Ama aslında Arap sosyalizmi, sömürge yönetiminden miras kalan kötü dağılım ve azgelişmişlik felaketinin çoğunu telafi edecek gerekli önlemleri uygulamaya koyan bir modeldi.
Arap sosyalist rejimleri de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin sosyalist rejimleri, bağımsızlık sonrası konumlarını sağlamlaştırmak için üç hayati adım attılar. İlk adım, politikanın devletin yetki alanına ve doğal kaynaklar üzerindeki kontrolüne bağlanmasıydı ki bu da iktisadi artığın ulusal kalkınma projelerinde yeniden kullanılmasını sağlayacaktı (Petras, 1976; Amin, 1978). İkincisi, geleneksel toprak ağası sınıfının siyasi gücünü eşzamanlı olarak sınırlayan tarım reformuydu. Üçüncüsü ise büyük ölçekli finans ve sanayi kuruluşlarının ekonomik olarak millileştirilmesiydi. Bu rejimler tipik olarak ithal ikameci stratejileri destekledi; sermayeyi kontrol etti, imalat, ağır sanayi ve altyapıya muazzam yatırımlar yaptı. Bu modellerde tarımın modernizasyonu da dahil olmak üzere, bilgi üretimini endüstriyel kapasiteye bağlayarak ulusal bir modernizasyon projesi yürütülmüştür. Bu son noktayı kanıtlarcasına, Irak’ta elektrik enerjisinin hızlı bir şekilde yeniden tesis edilmesi ve altyapının – 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra ambargo altındayken Irak’ın yerli mühendislik kabiliyetleriyle – kısmen yeniden inşası devlet güdümlü bilgi üretimi ve bunun ulusal teknolojiye uygulanması arasındaki sinerjinin kanıtı olarak gösterilmektedir.
Arap sosyalist devleti, üretim araçlarının başlıca sahibi ve toplumsal ürünün el koyucusu/tahsis edicisi haline gelmiştir. Arap sosyalist devletlerinde, daha önce de belirtildiği gibi, özel sektör tamamen ortadan kaldırılmadı. Özel sektör hizmetlerde ve geleneksel faaliyetlerde işgücünün küçük bir kısmını elinde tutmaya devam etti. Devlet mülkiyeti, bu kısıtlı özel sektörle yan yana var oldu; özel sektörün genişleme alanı, iktidardaki devlet burjuva sınıfı tam anlamıyla komprador bir burjuvaziye dönüştükten sonra yeniden açıldı.
Ekonomik planlama ve göreceli otarşide hükümet müdahalesi, azgelişmişliğin bağlayıcı kısıtlamalarından birinin – ulusal kaynakları harekete geçirmek için gereken finansmanın – üstesinden gelmenin yoluydu. İthalatın GSYH’ye oranının düşük olması ve borç servisi için imtiyazlı koşullar sayesinde ulusal para, uluslararası finans piyasasının baskıları olmaksızın dolaşıma girmiştir. Cari hesap reel ve sermaye dengeleri sanayi politikalarına uyacak şekilde tasarlandı. Döviz kıtlığının ulusal para ihracı üzerindeki etkisini hafifletmek için çeşitli faiz ve döviz kuru politikaları devreye sokuldu. Bu dönem, serbest piyasa fikrinin sosyalizmin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya çapında ilerlemesine bağlı olarak gerilediği bir dönemdi. Alternatif bir toplum modeli olarak Sovyet “sosyalizmi” tehdidi, neredeyse her yerde kamulaştırmaya doğru bu ideolojik kaymanın zeminini hazırlamaya yardımcı oldu. Devlet mülkiyeti ve kitlesel müdahale, piyasa mekanizmalarının yetersizliği ve verimsizliği, yatırım stratejisinde sosyal kontrol ihtiyacı ve gelirin daha eşitlikçi bir şekilde yeniden dağıtılması üzerine kurulmuştu (Kalecki, 1976). Tüm bunlar, ortaya çıkan neo-liberalizmin ve Irak’ın işgaliyle sonuçlanan birkaç Arap yenilgisinin, monetarizmin yükselişinin ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle feci bir derinlik kazanan sosyalist ideolojinin derinleşen krizinin ağırlığı altında değişecekti. Yaklaşık 1980’den itibaren ABD-Suudi neo-liberalizmi Arap tarihinin Sovyet-Nasırcı dönemini gölgede bıraktı.
Devlet Burjuva Sınıfı
Ordu ve ara tabakalardan oluşan devlet burjuva sınıfı, son sözü ordunun söylediği tek partili bir sistem aracılığıyla devlet ve ekonomi üzerinde bürokratik kontrol uyguladı. Yapısal anlamda devlet burjuva sınıfı, parti patronlarından, askerî kuvvetlerin üst kademelerinden, devlet bürokrasisinin en üst kademelerinden ve sendikalar ve kadın hakları dernekleri gibi rejime bağlı çeşitli sivil toplum örgütlerine liderlik eden profesyonellerden oluşmaktadır. Bununla birlikte, Arap dünyasındaki tabakalaşma üzerine yapılan çalışmalar, Arap rejimlerinin otokratik doğasını Arapların “kültürel zihniyeti” ile ilişkilendirip açıklarken daha dar bir yaklaşım izlemektedir. Emperyalizm pratiğiyle harmanlanmış ırksal farklılaşmanın gizlenmiş bir biçimi olan bu kültürel paradigma, Arap kültüründe içkin özellikler olduğunu varsaymaktadır. 2011’deki “Modern ve Modern Öncesi Dönemlerde Ortadoğu Ekonomik Hayatının Örgütlenmesinde Ekonomik Kurumların Rolü” başlıklı bir konferansta, iki konuşmacı ayrı ayrı 1500 yıllık iki regresyon yaparak, 15 yüzyıl boyunca, ya bir hükümdarın iktidarda kalma süresi ya da seçilmiş meclislerin sayısına göre Arap dünyasının daha istikrarlı ve daha demokratik göründüğünü gösteriyordu (CMES, 2011). Değişmez kültürel değerlere atfedilen ve çok eskilere dayanan Arap tipi bir geri kalmışlık damgası söz konusudur.[6]
Bununla birlikte, toplumsal sınıfların tarihsel olarak somut tanımlamalarında, yalnızca mülkiyetle ilişkileri açısından değil, aynı zamanda örgütlenme biçimleri ve ideolojik eğilimleri açısından da özellikle günümüz mali emperyalizmiyle ilişkili olarak, Arap dünyası olağanüstü bir özellik sergiler. Arap dünyasında devletler bağımsızlığını ilan eder etmez emperyalist saldırıya uğramıştır. Ulusal burjuvazinin karakterinin karşıtına – millilik karşıtı bir toplumsal sınıfa – dönüştüğü milliyetçi güçlerin yenilgisiyle sonuçlanan bu son çelişki, Arap modern tarihinin üstünkörü bir okumasında bile fark edilebilecek bir olgudur. Burada Amerika Birleşik Devletleri artık büyük şeytan olmaktan çıkıp ilham verici bir modele dönüşür. Ulusal çevre sınıfların emperyalizmle karşı karşıya geldiği ve büyük ölçüde bu ilişki tarafından kurtarıldığı kesişme, teslimiyeti daha serbest pazarlar altında barış ve refah olarak şekerle kaplamanın diplomatik çalışmasını içerir. Matar’ın (2016) aktardığı saha çalışmasında, 2007’de sanayi teşvik politikası başkanına, ABD böyle bir adımı (Suriye’nin DTÖ’ye katılımını) reddettiğinde, Suriye’nin DTÖ’ye girmek için neden ithalat koruma önlemlerinden vazgeçtiği sorulduğunda, üst düzey bürokrat Suriye’nin ekonomik olarak sağa kaydığını, böylece daha sonra İsrail ile potansiyel bir barış anlaşması yapmayı ima ederek siyasi olarak da sağa kayabileceğini söyledi. WikiLeaks’in ifşa ettiği, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Arap dünyasından muhalifler hakkında aldığı bilgilerin ayrıntı düzeyi, kapitalist toplumsal sınıfların farklı alanları arasındaki organik bağlar hakkında bilgi vermektedir. Her halükarda bir ulusal grubun diğeri karşısındaki sınıfsal konumu ve sömürge sonrası Arap bağlamında ulusal çıkar, emperyalizme olan yönelim tarafından belirlenecektir. Sosyal sınıfların emperyalizmden yana ya da emperyalizme karşı siyasi duruşları, dar sendikacılıktan ya da ulusal sanayileşmeye bağlılıktan daha çok, siyasi konumlarını belirleyen dönüm noktasıdır. Sürekli saldırıya uğrayan ulusal egemen sınıf, yalnızca kendi işçi sınıfına göre değil aynı zamanda emperyalizmle olan bağlarının gücüne orantılı olarak ülkeleri yönetiyor.
Bu ara tabaka, işçi sınıfının yönetici sınıfa eleman sağlayan farklılaşmış bir kesimidir. Toplumun yönetiminde yardımcı bir güç olarak kabul edilir. Bağımsızlık sonrası belirli bir Arap siyasi varlığının istikrarı kısmen bu tabakanın etkinliğine bağlıydı. Petras (1976) ara tabakayı – maaşlı orta gelirli tabakalara yatay ve dikey olarak demirlenmiş, kendi siyasi ve ekonomik gündemi olan ve piyasa ilişkilerini ve kapitalist gelişimi devlet teşebbüsünün genişlemesi ve gölgesi altında destekleyen bir tabaka – hem sıradan ücretli işçilerden hem de geleneksel toprak sahiplerinden farklı, sınıf bilincine sahip ve bağımsız bir toplumsal katman olarak görmektedir. Petras’ın modeli, pan-Arabizm ve sosyalizme yönelik popülist çağrılarla iktidarını pekiştiren ortak bir askerî ve ara sınıf olan Arap sosyalist yönetici sınıfının hatlarını yakından takip etmektedir. Ancak bu sınıf, küçük servet stoku ve Veblenci burjuvaziye öykünmesi nedeniyle daha geniş emekçi sınıflara bağlılığı zayıf olan bir sınıftı.
Ara tabaka ve ordunun ittifakı, bazı geleneksel sınıfların (toprak sahipleri ve sömürgecilikten gelen burjuvazi) kısmen aşınmasına ve ücretsiz evrensel eğitim, sübvanse edilen temel ihtiyaçlar, konut ve sağlık hizmetlerinin bir sonucu olarak büyüyen yeni ve genişlemiş ara tabaka gibi diğerlerinin desteklenmesine katkıda bulundu.[7] Bu genişlemiş ara tabakalar, teknokratik işlerde ve devletin geniş sosyal programlarının yürütülmesinde çalışan profesyonellerden oluşuyordu. Bağımsızlıktan hemen sonra, ulusal sanayi burjuvazisi, ya önceki sömürgeciyle yakın bağları koptuğu için ya da bağımsızlık sonrası kriz çok derin olduğu için siyasi olarak sakatlandı ve devlet burjuvazisinin sınıfsal iktidar boşluğunu doldurması ve bürokrasiyi devlet etrafında konsolide etmesi mümkün hale geldi (Abdel-Malek, 1967; Hussein, 1971). Bu yeni toplumsal üretim ilişkileri içinde, devlet burjuvazisi sadece devlet aracılığıyla üretim araçlarıyla olan ilişkisini değil, aynı zamanda sermaye birikiminin hızını pekiştiren bölüşüm düzenlemelerini de sürdürdü. Bu rejimler altında sermayenin örgütlü boyutu buydu. Toplumsal bir ilişki olarak sermayeyi ve devlet burjuva sınıfının kaçınılmaz kapitalist büyümesini koruyan siyasi bir süreç söz konusuydu. Devlet iktidarı üzerindeki kontrolü sağlamlaştırmak, yeni gelişen bu sosyal sınıfın zenginliğini sağlamlaştırma amacına sahipti. Daha eşitlikçi bölüşüm talebi, büyümeyi ve sermaye stokunu artırdı. Buna karşılık devlet de yeni sınıfın kendi genişleme hızına uygun olarak yasaları yürürlüğe koyacaktı. Daha istikrarlı koşullar altında, egemen askerî sınıfla ilişki içinde olan işçi sınıfları örgütlenmelerini, milliyetçi mücadelelerini ve deneyimlerini koruyacak, bu da köylülük de dahil olmak üzere bir bütün olarak işçi nüfusun uyumunu etkilemeye devam edecekti. Savaş koşulları altında, daha sıkı bir ulusal savunmayı sürdürmek için işçilerin hakları kısıtlandı. Toplumsal ürünün eşitlikçi yeniden dağıtımının derecesi, rejimin istikrarını korumayı amaçlayan iç (işçi sınıfının talepleri) ve dış güç mülahazalarıyla (emperyalist baskı) orantılıydı. Arap sosyalist döneminde ulusal güvenlik ve kalkınma hedefleri iç içe geçmiştir. Kalkınma ve güvenlik arasındaki ilk büyük ayrışma Mısır’ın 1978’de Camp David Anlaşması’nı imzalayıp ABD yörüngesine girmesiyle yaşanacaktı. Bir sonraki başlıkta görüleceği gibi, bu adım zaten zayıf olan Arap güvenlik düzenlemesini iyice zayıflattı, işçi sınıfının güvenliğini riske attı ve Afrika’nın büyük bir bölümünde ve Arap dünyasında emperyalist müdahale için yeni bir pencere açtı.
Özel kapitalist piyasalarda sermaye birikimi süreci, hisse ya da mülk sahibi bireysel kapitalistler tarafından organize edilen çeşitli yasal ve siyasi kurumlar aracılığıyla yürütülürken, Arap sosyalizminde bu süreç devlet görevlileri ya da onların istihdam ettiği yöneticiler tarafından organize ediliyordu (Abdel-Malek, 1971). Gerici yeniden dağıtım ve emperyalizme karşı ardı ardına kaybedilen savaşlar sonucunda sınıflı toplumun doğasında var olan çelişkiler arttıkça, devlet kaynaklarına sahip olan kapitalist devlet sınıfı ile giderek kamulaşan işçi sınıfı arasında bir iç çatışma ortaya çıktı. Proleterleşme oranı (emeğin kamusallaşması gibi) artıyordu ve yetmişli yıllarda ara sınıfın milli gelirden aldığı pay, çalışan nüfusun genelinden daha yüksek oranlarda artmaya başladı (Charafeddine, 1981). Bu olguya başka yerlerde de tanık olunmuştur. Kalecki (1976), ara rejimlerin genel durumu ile ilgili olarak, büyüyen kentsel işgücünün taleplerinin devlet burjuvazisi üzerinde baskı yarattığını ve sonuç olarak kırsal ve kentsel yoksulları temsil eden örgütlere karşı da baskının arttığını gözlemlemiştir.
Arap sosyalizmi altında sınıfsal fay hatları giderek daha belirgin hale geldi. Arap sosyalist projesinin son yıllarında, petro-havale biçimindeki dövize erişim, önce Mısır’da sonra da Suriye’de toplumun bazı kesimlerinin gözle görülür zenginlik işaretleri sergilemesine izin verdi. Ancak Irak kendine özgü bir durumdur: Yabancı kazançların sınıfsal bölünmelere çatışmaların kendisinden daha fazla ağırlık vermesi için fazla çatışmaya gömülmüştü. Saddam rejimi altında, yasaların gücü gölge piyasa döviz tüccarlarının işini çabucak bitirdi.
Devlet-burjuva önderliğindeki kalkınmaya eşlik eden ilk popülist coşkuyu, özellikle ulusal sanayiyi koruyan duvarlar, petrol devletlerinden gizlice sızan petro-dolarlar tarafından zayıflatılıp çökmeye başladıkça, işçi sınıfına karşı daha baskıcı önlemler izledi. Karaborsada alınıp satılan dolar ve petro-dinarlar, Körfez’de benzer işleri yapan mühendislerde olduğu gibi benzer beton işlerinin yapılmasına ve yurtdışında petro-döviz cinsinden ifade edilen ülke ekonomisinde (Arap sosyalist ülkesi), geri dönüş ve döviz işlemlerinin bir sonucu olarak içeride çok daha fazla servet elde edilmesine olanak sağladı. Arap sosyalist para birimi dolar karşısında yüksek oranlarda sabitlendi (bir koruma önlemi) ve hevesli ara sınıf dolar için resmî döviz kurunun birkaç katından ödeme yaptı (gölge ekonomi operasyonları) ve ekonomiyi ulusal para birimiyle doldurarak devalüasyon ve ulusal fiyatların düşürülmesi için baskı uyguladı. Resmî döviz kurunun sağladığı koruma, döviz kurunun reel düzeyde belirlenmesi ya da yerel para biriminin ABD’de doların satın aldığı fiyata benzer malların ne kadarını satın alabileceği konusunda değildi. Gerçek bir seviye olduğundan değil, ancak resmî döviz kuru, sömürgecilikle önceki güç dengesizliğini gideren bir pazarlık pozisyonunu temsil ediyordu. Ulusal ekonominin uluslararası ticarette yansıtmaya çalıştığı kısmen bu güçtü. Camp-David Anlaşması’nın dönüm noktasından bu yana, siyasi belirsizlik ve işçi sınıfı temsilinden yoksun kurumların bir araya gelmesiyle oluşan belirsizlik koşulları, özel yatırımcıların başlıca girişimi olan sanayiden yoksun ticaretten kısa vadeli profil elde etmeyi mümkün kıldı.
Kapitalist ve tüccar sınıfları eşanlamlı değildir. Tüccar sınıfı, parayı refah üretmek için fiziksel unsurlara dönüştürmek yerine dolaştırır (Marx, 1867). Bu süreçte, mal üretimi ve yeni değer yaratımından ziyade malların dağıtımı söz konusudur. Merkantilist uygulamalarla elde edilen kârlar, fiyat artışları yoluyla toplumun üyelerinden tüccarlara yapılan bir değer transferidir. Bununla birlikte, Arap sosyalist rejiminin yasadışı piyasa işlemlerine karşı gevşek tutumu, ordu ve devlet burjuvazisinin bazı kesimlerinin bu tür yasadışı döviz bozdurma faaliyetlerinden faydalandığını gösteriyordu. Bu gizli işbirliği nedeniyle, ulusal varlıkları emperyalistler tarafından belirlenen fiyatlardan satın alınmaktan koruyan ikili döviz kuru rejiminin (fiilen çoklu kurdur, ancak anlaşılır olması için ikili diyelim) duvarları yıkıldı.
Bu ikili döviz kuru yapıları, ulusal tüketim paketini dövizdeki değişimlerden korumak ve farklı kalitelerdeki ürünlere ya da yurt içinde üretilen ve ithal edilen mallara verilen fiyatları dengelemek için yürürlüğe girmiştir. İkili döviz kurları, ithalatı düzenlemenin yanı sıra, dolar sadece devlet aracılığıyla elde edilebildiğinden, ulusal pazarları korumak amacıyla ithal malların fiyatını orantısız bir şekilde yükselten bir tarife yapısıyla ilişkilendirilmiştir. İkili döviz kurları, sömürgeci devletin işgal altındaki ekonomilerden kendi para birimiyle en iyi şekilde yararlanmak için ulusal para birimlerini düşük seviyelerde fiyatlandırdığı sömürgecilik günlerinden kalan orantısız bir güç yapısına hitap ediyordu. Ara tabakanın petro-dolar peşinde siyaseten sağa kayması ve sınıf ittifaklarının değişmeye başlamasıyla birlikte para birimine yönelik saldırıların en büyük yükünü sendikalar ve işçi sınıfının daha az desteklenen kesimleri çekti. Ancak burada bir hatırlatma yapmakta fayda var; ara tabakanın ve iktidardaki ordunun sağa kaymasından önce, ABD öncülüğündeki bölgesel askerî üstünlük ve Camp David Anlaşmaları Mısır’ı ortak Arap güvenlik düzenlemesinden uzaklaştırırken, dünya çapında benzer bir sağa kayma yaşanmıştı.
Bu kategorideki Arap sosyalist yapılarının ortaya çıkmasının, birikime eşlik eden değer çıkarma sürecinde radikal bir değişim olmaksızın bir sömürü türünden diğerine geçiş olduğu ileri sürülebilir (Petras, 1976). Üretimde artan makineleşme (sosyalist sanayileşme), sömürge dönemine kıyasla işçi başına daha fazla üretim anlamına geliyordu; açıkçası, üretilen ek değer Arap sosyalist önlemleri altında daha eşit dağıtılıyordu. Kaynakların ulusal ekonomi içinde tutulması da sosyalist performansın başarısı için kilit öneme sahipti. Ulusal kaynakların yeniden dolaşıma sokulması eylemi, değeri oluşturan parasal (ücretli çalışma) ve parasal olmayan unsurların (insanların belirli bir yaşam standardına sahip olmak için ihtiyaç duydukları şeyler) eski sömürgecilere aktarılmasını engelledi. Gelişmekte olan dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi, bağımsızlık ve Arap sosyalizminin yükselişinden önce, ulusal kaynaklara en az maliyetle ya da hiç maliyet olmadan el konulduğu sömürgeci değer aktarımı döngüsü hüküm sürüyordu. Sömürgecilik sonrası burjuva oluşumundan devlet mülkiyeti önderliğindeki oluşuma geçiş, kapitalist ilişkilerin temel yapısında sadece kozmetik değişikliklerle gerçekleşmiştir ki bunların en temeli emek-ücret ilişkisi ya da emeğin kendi ürünü üzerindeki mülkiyetidir. Özellikle de emek sürecini dönüştüren, kontrolün işçilerde olması gibi kilit bir unsur kök salmadı. Artı değere el konulması, özel mülkiyet yoluyla kontrolden farklı olarak devlet aracılığıyla kapitalist sınıf kontrolü yoluyla ilerledi. Arap sosyalist sanayileşmesinin üretkenliği artırarak göreli artı değeri yükselttiği, dolayısıyla gelirleri ve zenginliği de artırdığı söylenebilir. Devlet burjuva sınıfı rotayı değiştirene kadar, artan ücretler ve sosyal altyapıya, özellikle de sağlık ve eğitime yapılan yeniden yatırımlar, değeri çalışan sınıflara hizmet olarak geri dönüştürdü.
Toplumsal değişim (özellikle de sömürgecilikten Arap sosyalizmine geçiş) yaşam koşullarındaki genel iyileşme ile ölçülebilir. Refah açısından sömürgeci geçmişten köklü bir sapma yaşanmış olması garip olmasa da sömürü ilişkisi olarak sermayenin yerini koruması da anormal değildir. Önemli olan, daha fazla üretkenlik ve eşitlikçi bölüşümün bunu takip etme derecesidir. Buna paralel olarak, Arap sosyalizmi altında gelir eşitsizliğinin azalmasına rağmen, işçiler ve köylüler siyasi süreçte pasif katılımcılar olarak kaldılar; aktif siyasi mücadeleler yoluyla devlete hâkim olmak bir yana, ulusal güvenlik kaygılarının bir sonucu olarak devlete hakimiyetleri pasifleştirildi. Savaş ve devletin güvensizliği bir rejim paranoyası ve zamana karşı bir yarış durumu yarattı. Sosyalist rejimlerin askerî güvenliğe öncelik vermesi, işçi sınıfının direniş kültürünü emdi ve içselleştirdi, bu kültürün itici gücünün altını oydu. Bu durum, neo-liberal aşamaya geçildiğinde özerk olarak örgütlenmesi ya da kazanımlarını savunması yasaklanan işçi kitleleri yaratmıştır.
Dolayısıyla, bu sınıf Arap ülkelerinin bağımsızlık sonrası deneyimi, kapitalist ilişkilerin radikal yapısal dönüşümünden ziyade, üretimi yöneten bir toplumsal ilişki olarak sermayeye meydan okumayan, işçilerin lehine bir geçiş olmuştur. Sermayenin egemenliğini sürdürme sürecindeki en önemli nokta, rejimlerin özerk işçi sınıfı örgütlerini, devlet burjuvazisinin ve ara sınıfların yenilgiyi fırsat bilerek değer aktarım musluklarını kendi lehlerine gevşetme hırslarını yansıtan bir baskı düzeyiyle fiilen ortadan kaldırmasıdır. Bir anlamda yaşananlar, Cabral’ın 1969’da sosyalist geçiş dönemlerinde önerdiği küçük burjuva intiharının tam tersidir. Cabral, gelişmekte olan bir devletteki sınıf manzarasını, cılız bir sanayi işçi sınıfı, önemli bir küçük burjuvazi ve küçük bir elit ile esas olarak köylü olarak sunuyordu. Cabral (1969) ayrıca sömürgeciliğin gazabından çok az kişinin kurtulduğunu ve sömürgeci baskının kişisel deneyimine sahip küçük burjuva sınıfının büyük olasılıkla devrimci sürece önderlik edeceğini fark etmiştir; ancak devrimci başarıyı küçük burjuva sınıfının intiharına ya da devrimci çağda ayrıcalıklarını sınırlayan güvencelerin bir sonucu olarak sermayeye olan köleliğini bir kenara bırakmasına bağlamıştır. Küçük burjuvazi liderliğini iktidarın baskısından koruyan ve ayrıcalıklı konumlarından vazgeçmesini sağlayan yeni toplumsal kurumlar doğrudan demokrasinin anahtarıdır (Cabral, 1969; Meisenhelder, 1993). Arap sosyalizmi zamanlarında küçük burjuvazinin sınırlandırılması için ideoloji, bilinç ve irade gücü vardı, ancak küçük burjuvazinin açgözlülüğünü engelleyecek radikal sosyalist demokrasinin kurumsal yapıları eksikti.
Savaşla bağlantılı kayıplar ve anavatana yönelik tehdit hiçbir zaman azalmamıştır. Savaş koşulları altında daha yüksek düzeyde sivil özgürlüklere izin vermenin mümkün olup olmayacağını değerlendirmek zordur. Her halükarda, devlet öncülüğündeki kalkınma bu ekonomileri sömürge sonrası köhne durumlarından çıkarırken, Arap sosyalist bileşik yönetici sınıfı, sermaye ilişkisinin “pozitif kutbunda” basitçe iktidarı üstlendi. Daha sonra, artan baskı düzeylerinin, teslimiyeti ve neo-liberalizme geçişi kolaylaştıran prefabrike bir sosyoekonomik ortam işlevi gördüğü ortaya çıkacaktır.
Ulusal kültürün taleplerini karşılayan bir “Arap” sosyalizmine yapılan vurgu, devlet burjuvazisinin bazı kesimlerinin büyüyen özel çıkarlarını gizledikleri bir perdeydi (Charafeddine, 1981). Arap tipi sosyalizmin en önde gelen savunucusu Mısırlı hukukçu İsmet Seyfüddevle idi. Arap sosyalizminin temeli olarak diyalektik materyalizmin sözde çorak manevi zeminine karşı çıkmayı amaçlayan “İnsanın Diyalektiği” başlıklı ayrıntılı bir felsefe geliştirdi. Yaklaşımı Hegel’in zaman içinde ruhun gelişimi olarak tarih kavramını tekrarlasa da materyalizmi maddenin ruh üzerindeki ontolojik önceliğine değil, tüketim yoluyla insan niteliklerinin aşağılanması gibi kaba kullanımına indirgedi. Büyük eseri Arap Sosyalizminin Temelleri’nde (1965), üretim araçlarının Yugoslav tipi sahip-işçileri güçlendiren bir ahlaki kodun geliştirilmesini vurguladı. Siyasi karar alma sürecine özgürce katılan özerk işçilerin Arap sosyalizmine yaratıcı bir şekilde katılacağı inancını savundu. Onunki eklektik bir sosyalizmdi, ama aynı zamanda Sedat tarafından hapse atılan ilk açıklık (açık iktisadi düzen) karşıtı muhaliflerden biriydi (Charafeddine, 1981). Arap sosyalizmi, Sovyet tarzı tarihsel materyalizmin olmadığı bir sosyalizmdi. İddiaya göre daha yüksek bir bireysel özgürlüğü ve küçük işletme sahipliği haklarını (Sovyet benzeri kolektifleştirmenin aksine köylülere küçük parseller dağıtan Mısır toprak reformlarında olduğu gibi) sürdürüyordu ve ideal olarak kapitalizmin sömürüsünden de ayrılıyordu. Charafeddine’e (1981) göre, milliyetçi entelijansiyanın yabancı sosyal reçetelere, hatta Sovyet reçetelerine bile şüpheyle bakmasına yol açan sömürgecilik altında ulusal kültürün uğradığı tahribat ve yabancılaşma göz önüne alındığında, Seyfüddevle tarafından öngörülen Arap sosyalizminin özgünlüğü haklı görülebilir.
Kolonyal Yağma ve Ötesi
Gelişmekte olan dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, Arap sanayileşmesi sömürgecilik altında kısıtlandı. Duri’nin (1969) on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Mısır tekstil üretiminin İngilizler tarafından boğulmasına dair anlatısı klasik bir örnektir. Sömürgeci yağmanın kanıtlanması için fazla bir şey gerekmiyor: Yirminci yüzyılın başlarında embriyonik bir sanayi merkezi oluşturan Trablus, Halep ve Musul’un (1917) yeni çizilen ulusal sınırlarla bölünmesi, sömürgeciliğin sanayi karşıtı önyargılarını doğruluyor. Avrupa sanayileşmek için diğer ulusların sanayileşmesini sınırlamak zorundaydı (Emmanuel, 1972). Sömürgecilik altında her zaman olduğu gibi ticaret, kapitalist sınıf için baskın faaliyet olmuştur. Ve yaygın bir uygulama olduğu üzere, sömürgeciler özerk bir burjuvazi yaratmadılar. Sömürgecilik sonrası yıllarda sütten kestikleri burjuva sınıfı mali açıdan zayıftı ve gerçek kaynaklar ya da üretken kapasite açısından modern ölçek ekonomilerinde kalkınmayı teşvik etmekten acizdi. Kalkınmanın sanayileşmeye benzediği varsayılırsa, ulusal burjuvazi dışında bir ulusal sınıfın, devletin olanaklarına el koyarak, endüstriyel kalkınma sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği sonucu çıkar. Sömürgeciliğin ve sömürgecilik sonrası harabiyetin zararlarını telafi etme zorluğunun üstesinden yalnızca devlet kaynakları gelebilirdi.
Azgelişmişliğe neden olan sömürgeci yağmanın acımasız gerçekleri ile bir ülkenin hayali bir azgelişmişlik noktasından başladığı “geç-gelişmişlik sendromu” teorisi arasında oldukça fark vardır. Geç gelişmişlik sendromunun yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere muazzam yükler getirdiği, öyle ki bireysel girişimcilik faaliyeti yoluyla sorunları çözme olasılığının ortadan kalktığı söylenmektedir (Buick ve Crump, 1986). Ancak “geç gelişmişlik” kulağa değerden bağımsız ve politikadan yoksun geliyor; sanki bugünlerde pek çok kişi, kendisi de sömürgeci yağmanın ürünü olan bir sanayi devriminin ortaya çıkardığı cep telefonunu kullanıyor diye Avrupa barbarlığını unutmak zorundaymış gibi. Sömürge tipi yağma Arap dünyasında hiçbir zaman ortadan kalkmadı ve emperyalist saldırı 1990’lardan sonra yeniden hız kazandı. Sözde Arap “geç geliştiriciler” tarafından sürekli bir savaş durumuna katlanıldı. Bu savaş sadece ulusal bir burjuva sanayi sınıfının ortaya çıkmasını engellemekle kalmadı, aynı zamanda özel yatırım risklerini de o kadar arttırdı ki uzun vadede yatırım yapmak neredeyse kaderci bir eylem haline geldi. Bağımsızlıktan bu yana, siyasi risk ve işçi sınıfı temsilinden yoksun kurumların bir araya gelmesiyle oluşan belirsizlik koşulları, sanayiden yoksun kısa vadeli ticaretten kâr elde etmeyi özel yatırımcıların başlıca girişimi haline getirdi.
Burjuva sınıfının oynadığı normal endüstriyel rol, sermaye birikimine sıradan bir milliyetçi burjuvaziden daha az bağlı olmayan diğer sosyal sınıflara (ordu ve ara sınıf) devredilmek zorundaydı. Askerî ve ara tabakalardan oluşan yeni sınıf ittifakı, bireysel girişimcilikten farklı olarak toplumsal yollarla kalkınmayı sağlamaya çalıştı (Abdel-Malek, 1971). Böyle bir süreç, büyük ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerin ya devlet aracılığıyla ya da Sovyet bloğuyla ittifak yoluyla yukarıdan gerçekleştirilmesinin önünü açtı (Turner, 1984; Petras, 1976). Ancak öncelik sırasını hatırlamak yerinde olacaktır. Kalkınmanın failinin devletin içine ve çevresine nakledilmesine izin veren sadece kasıtlı olarak zayıflatılmış bir burjuvazinin bıraktığı eylem boşluğu değildi; Arap dünyası üzerinde emperyalist olarak düzenlenmiş felaketler (etnik olarak temizlenmiş Filistin’e yeni yerleşen Avrupalılarla sürekli savaş hali, 1956 Süveyş Savaşı, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndaki Fransız nüfus azaltma politikaları ve benzerleri) ulusal liderliği ulusal olarak kararlı sosyal sınıflarda arayan bir ortamın gelişmesine katkıda bulundu. Geriye dönüp bakıldığında, devlet burjuva sınıfına işçi sınıfını siyasi süreçten ayırmak için bir mazeret sağlayan ulusal güvenliğe yönelik tehlikeler o tarihsel dönemde tartışmasız bir şekilde baskındı, ancak neo-liberal toprak kayması başladığında, işçi sınıfını siyasi süreçte temsilden uzaklaştırma politikası, devlet burjuva sınıfının kendisini tartışmasız bir şekilde emperyalist bir ortağa dönüştürmesine de izin verdi.
Devlet öncülüğünde kalkınmadan özel sektör öncülüğünde kalkınmaya geçişte, yükselen bir Gini katsayısı (gelir eşitsizliği artışı), DTÖ liberalizasyon standartlarına uygun bir ticaret politikası, çoklu döviz kurlarının kaldırılması, temel emtia fiyatlarının serbestleştirilmesi (fiyat tavanlarının kaldırılması) ve sermaye transferini kolaylaştırırken döviz kurunun dolara sabitlenmesi gerçekleşti. Birlikte ele alındığında bu önlemler tek bir iğrenç duruma işaret etmektedir: Değerin ya da paraya çevrilmemiş varlıkların ve değer yaratan kaynakların eski sömürgeci güçlere yeniden transferini kolaylaştırmak. Böylece neo-liberal ideolojinin saltanatı giderek daha sorgulanamaz hale geldi. Sosyalizm kisvesi altında sermayenin temel toplumsal ilişkilerini koruyan devlet burjuva sınıfı, kimi Suriye gibi yavaş kimi Mısır gibi aceleyle de olsa, tam anlamıyla kapitalizme kaydı.
Emperyalizmin neoliberal geçişe eşlik eden finansallaşma evresinde, ciddi dengesiz güç yapıları ve kaynak gaspının bir sonucu olarak Arap toplumlarının maruz kaldığı sosyal ve ekonomik parçalanma, milliyetçi sınıf ittifaklarını ve yapılarını tahrip etti. İşçi sınıfı bilinci düzeyinde, sosyalist ideoloji serbest düşüşteyken, varoluş hali, artan yoksulluk seviyeleri ve bu varoluş halinin tarihsel kavranışı (insanların yoksulluklarının nedenlerini anlamak için kullandıkları bilgi tarzı) arasındaki uçurum geniş bir alana yayıldı. İnsanların düşük ücretler ve insanca bir yaşam sağlamayan hizmetler açısından yaşamlarının gerçekte nasıl olduğu, insanların sermaye ilişkisini hedef alan sistem karşıtı bir direniş olmaksızın bu yoksulluğu meşrulaştırmak için benimsedikleri sanrılarla örtüşüyordu. Kısmen kamulaştırılmış Arap oluşumundaki içkin kapitalist eğilimler yeniden yükselişe geçerek özel olanı toplumsal olanla karşı karşıya getirdi ve küresel sermaye ile entegrasyonu daha da zorladı. Bu sonuçlar Arap dünyasına özgü değildi, ancak 1980’lerde kamu ekonomilerinin üzerine yağan ve gelişmekte olan küçük ülkelerin dayanamayacağı kadar ağır askerî ve ideolojik yenilgiler nedeniyle Arap dünyasında daha yakıcıydı.
Zayıf Bir Arap Burjuva Sınıfı
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yirmi yılda, Arap dünyası nüfusunun yarısından fazlası kırsal kesimde kaldı ve sanayi proletaryası işçi sınıfının nispeten önemsiz bir oranını oluşturdu (Turner, 1984). Ticaretle uğraşan eski burjuva sınıfı sermayeyi merkantilist bir şekilde dolaştırdı. Para, mamul malların ithalatına büyük ölçüde bağımlı bir biçimde ve yerel olarak üretilen az sayıda mala önemsenecek bir katma değer eklemeksizin yeniden paraya dönüştü. Girişimcilik becerisi, sanayinin aksine ticari ticarete yönelmişti. Hem Berger (1958) hem de Turner (1984) girişimciliğin zayıflığının, tüccarların ve küçük perakendecilerin burjuva sınıfının büyük bir bölümünü temsil etmesinden kaynaklandığı konusunda hemfikirdir. Dahası, gerçekte var olan az sayıdaki imalatçı, tüccar sınıfının kendi saflarından çıkmıştır. Sanayi işletmelerinin büyük çoğunluğu, genellikle dış ticaretle uğraşan tüccarlar veya maliyeciler tarafından kurulmuştur. Hiçbir özel sınıf tek başına sömürge sonrası kalkınmayı üstlenmek için gerekli sermayeye sahip değildi (Issawi, 1955). Ancak yatırımları engelleyen girişimci psikolojisi değil, ulusal siyasi sürece hükmetmeyi sağlayan savaş ya da gasp üzerine kurulu emperyalist saldırı potansiyeliydi. Sosyalist Arap devletleri Sovyet kampıyla ittifak kurarak öz savunmalarını inşa ettikleri, kaynakları ulusal düzeyde yeniden dağıttıkları ve işçi ve köylülerin sınıf içi ittifakını sağlamlaştırdıkları ölçüde, emperyalizmle aralarındaki güç dengesini düzeltme ve gelişme yeteneğine sahiptiler.
Neo-liberal dönemde yaşanan toplumsal felaket, emperyalizmin Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) politikaları aracılığıyla dikte ettirdiği yapısal teslimiyet koşullarının bir sonucudur. Neo-liberal çağdaki baskı ve siyasi zulüm, Arap sosyalist çağında tanık olunan her şeyi aşmıştır. Risk alan bir girişimcinin Arap bağlamında var olup olamayacağını psiko-davranışsal varsayımlara dayanarak değerlendirmeden önce tarihsel bağlamı hatırlamak gerekir. Biçimsel risk hesaplanabilir ancak savaşı varoluş nedenlerinin bir parçası haline getiren nesnel ve kişisel olmayan sosyal kurumlarla ilgili belirsizlik tamamen öngörülemezdir. Her halükarda, en iyi koşullarda bile öngörü aptalcadır; parlak Amerikalı filozof Barrows Dunham’ın (1955) sosyal belirsizlik altında karar vermeye ilişkin sözleriyle ifade edecek olursak, “öngörü ve sonuç ya da açıklama ve gerçek arasındaki herhangi bir uyum, özellikle de zamansal düzende, grotesk adaletsizlik, muazzam kötülükler, kötü niyet, cinayet ve McCarthy ile dolu uzay ve zaman dünyasında tamamen tEsedüfidir”.[8] Arap dünyasının çok az sükunet dönemi yaşadığını; öngörülemezlik potansiyeliyle dolu olduğunu ve bu nedenle öngörünün zorluğuna işaret etmek için felsefeye bel bağlayacak kadar ileri gitmeye gerek olmadığını da ekleyebiliriz. Yenilgi ve emperyalist saldırı savaşlarının yol açtığı sosyal ve makroekonomik yapısal değişimler, geleceğin aktüeryal tipte bir değerlendirmesi için bağlamı nispeten istikrarlı hale getiremezdi.
İktidardaki Ordu
Başlıca Arap sosyalist devletlerinde, sömürgeciler tarafından eğitilmiş ordu, sömürgeciliğin ortadan kalkmasının ardından toplumsal bir güç olarak ortaya çıkmıştır (Abdel-Malek, 1968; Owen, 2004). Bu ordular bağımsızlıktan sonra büyümüştü ve subayların çoğu ara tabakalardan ya da küçük çiftçi köylülerden seçiliyordu. Emperyalist tehditlerin yarattığı gerilim ve İsrail devletinin kurulması nedeniyle silahlı kuvvetler, Arap devletlerinin siyasetinde merkezi bir rol oynadı. Darbeler ve askerî rejimlerin yeniden dönüşümü, sömürgecilik sonrası Suriye’nin ve aynı ölçüde Irak’ın ortak bir özelliğiydi. Nasır’ın popülaritesi nedeniyle Mısır’da bu tür darbeler yaşanmamış olsa da Sedat tarafından gerçekleştirilen “Mayıs Islak Hareketi” (1971) birçok açıdan darbeye benziyordu. Suriye ve Irak’ta darbelerin daha sık görülmesi, her iki devlette de uluslararası mücadelenin daha yoğun olmasına ve kendilerinden kaynaklanan istikrarsızlık faktörlerine bağlanabilir (Picard, 1988). Khuri (1982), gelişmekte olan bazı bölgelerde ordunun sınıf ilişkilerinin dışında bir aracı olarak hareket ettiğini, sivil işlere sadece işleri yoluna koymak ve kışlaya dönmek için müdahale ettiğini, ancak Arap dünyasında böyle olmadığını ileri sürmektedir. Ordu da dahil olmak üzere herhangi bir grubun sınıf ilişkilerinin dışında kalabileceği fikri, sınıfların statik yapılar olduğunu ve insanların içine doğdukları, örgütlü siyasi eylemlilik yoluyla tepki verdikleri ve sosyal olarak konumlandıkları tarihsel olarak belirlenmiş sosyal ilişkiler olmadığını varsayar. Arap dünyasındaki silahlı kuvvetler, sınıf ilişkilerine rağmen değil, değişen sınıf güçlerinin, özellikle de ulusal burjuvazinin sömürgecilikle olan itaatkâr ortaklığının emriyle otoriter bir güç elde etmiştir. Sınıf ilişkileri tarihin yapıcılarıdır ve silahlı kuvvetlerin yükselişi tarihsel bir sonuçtur. Askerler, sivil işlere doğrudan müdahale ettiler ve daha sonraki aşamalarda devlet aracılığıyla ekonomiye fiilen el koydular. Mısır, Suriye ve Irak’ta ordu başlıca siyasi aktör ve hükümet aracı olarak yükseldi, ancak kamusal görünürlüğü rejimin istikrarına göre değişti.
Askerî olmayan postkolonyal rejimlerin ulusal burjuvazisinin hayal kırıklığı yaratan kalkınma performansı belirginleştiğinde, ordu yukarıdan bir devrim yoluyla “radikal” sosyoekonomik reformda öncü rolü üstlenmiştir. Vatikiotis (1972, ss. 12-13), Ortadoğu bölgesinde tanık olunan ve genellikle “yukarıdan devrim” olarak adlandırılan siyasi ayaklanmaların, isyanların ve başkaldırıların devrim olarak değerlendirilemeyeceğini ve yalnızca “orta sınıf muhalefetini” temsil ettiğini savunmaktadır. Ancak, eğer “devrim” sosyal ve siyasi değişim anlamına geliyorsa, o zaman bu darbeler önemli devrimlerdi. Subaylar, kitlelerin geniş kesimlerinin isteklerini benimseyerek devlet aracılığıyla toplumsal taban üzerindeki hegemonyalarını genişletmiş ve sağlamlaştırmışlardır. Mısır’da Nasırcılık, Suriye ve Irak’ta Baasçılık, alt tabakaların koşullarının iyileştirilmesini destekleyen kapsamlı varlık dağılımı reformları, altyapı projeleri ve ağır sanayinin geliştirilmesini üstlendi (Khuri, 1982). Devrim kavramının, gerçek dünya süreçlerinin bir anda ölçmek zorunda olduğu bir tür platonik ideal olarak sofistike bir şekilde cımbızlanması, sosyal bilimden çok teolojidir.
Literatürdeki geniş mutabakat orduyu ilerici bir toplumsal güç ve toplumsal değişim ve modernitenin bir aracı olarak sunmaktadır (Abdel Malek, 1971; Charafeddine, 1981). Ordunun işçi sınıfının taleplerini kısmen karşıladığı ve eski rejimin geleneksel sınıfları olan toprak sahibi aristokrasi ve sömürgeci burjuvazinin etkisini azalttığı da kabul edilmektedir. Kökenleri feodal mutlakiyetçiliğe dayanan eski yönetici sınıfın aksine ordu, Arap dünyasında toplumsal devrimci bir güç olarak hareket etti ve kadın hakları da dahil olmak üzere medeni hakların temelini yenileyen yasalar çıkardı. Mısır ve Irak anayasalarını taklit eden 1973 tarihli Suriye Anayasası’nın 45. Maddesi şöyle demektedir: “Devlet, kadınların siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hayata tam ve etkin bir şekilde katılmalarını sağlayacak tüm fırsatları garanti eder. Devlet, kadınların gelişimini ve sosyalist Arap toplumunun inşasına katılımını engelleyen kısıtlamaları kaldırır”.
Ordunun üst rütbeleri ve tabanı büyük ölçüde işçi sınıfının ve küçük toprak sahibi köylülüğün iyi durumdaki kesimlerinden seçilmiştir. Küçük mülk sahipliğinin toplumsal ilerlemeyi engellediği düşünülebilir; ancak bağımsızlık sonrası kurtuluşun ideolojik coşkusu ve Sovyet etkisindeki toplumsal idealler/programlar, körelmiş etkilerin ya da toplumsal açıdan gerici geleneklerin ilerlemeyi engellemesini önlemiştir. Daha sonraki bir aşamada, ordu emperyalist diktaya teslim olduğunda, onu komprador bir sınıf olmaya iten küçük mülk sahipliğinden kaynaklanan atıl bir kültürel değerin dirilişi değil askerî ve ideolojik yenilginin yol açtığı uysallıktı. Arapların arasındaki gerici özelliklerinden ötürü atıl olduğu iddiası (Bernard Lewis tarzıyla) sömürgeci-emperyalist hayal gücünde büyük bir yer kaplasa da bu yaklaşım, halkların “tarih-ötesi ethos”unu onlar hakkında bilinmesi gereken neredeyse her şeyi açıkladığını düşündüğü için gerçek sosyal bilime kabul edilmemelidir. Arapların doğası gereği gerici bir tip olarak soyutlanması tarih dışıdır ve tartışılamayacak kadar saçmadır ve her durumda Arap sosyalizmi altında meydana gelen sosyal normlar ve davranışlardaki gerçek değişimlerle çelişmektedir.
Ordunun değişen sınıfsal bağlılığını değerlendirmek için, silahlı kuvvetlerin farklı tarihsel dönemlerde üstlendiği kilit ittifakları incelemek gerekir. 1960’ların sosyalist radikalleşme aşamasında ordu ile yeni genişleyen ara tabakalar arasındaki sıkı eklemlenme, silahlı kuvvetlerin toplumsal taban üzerindeki hegemonyasını güçlendirmiştir (Leca, 1988). 1980’lerin başından itibaren zayıflayan ulusal güvenlik, işçi sınıfı güvenliği de dahil olmak üzere tüm güvenlik seviyelerinde zayıflık anlamına geliyordu, yani her şeyden önce isteklere karşı güvenlik. 1980’lerin başlarında petro-dolarlar Arap sosyalizminin yarı-otarşik ekonomilerine sızmaya başladı ve göze çarpan tüketim belirtileri ortaya çıktı. Devlet burjuva sınıfı gözle görülür bir şekilde kapitalistleşti ve popülist işçi sınıfı söylemini terk etti. İlk bakışta, bu burjuva eğilimi, herhangi bir kapitalist gelişme tarzı altındaki eşitsizlik dinamiği tarafından yönlendiriliyormuş gibi görünüyor. Ancak daha yakından bakıldığında, bu değişikliklerin militarize emperyalizmin bu önemli petrol bölgesine yönelik saldırısı tarafından kararlı bir şekilde belirlendiği görülmektedir.
1980’lere gelindiğinde Mısır çoktan kamp değiştirmiş, Suriye İsrail karşısında yalnız kalmış, Irak ise yeni bir savaşa girmişti. Neo-liberalizmin ortaya çıkışıyla birlikte bu bataklıkların sosyalist kurumlara baskı yaptığı ve özel birikim potansiyelini genişlettiği, profesyonelleşmeye giden daha hızlı bir yol izlediği açıktır. Camp David Anlaşması’ndan itibaren bir dizi bozguncu literatür, otarşi ve sosyalizmin hatalarını ve pragmatizmin makullüğünü vurguladı (Hassan, 2005). Ulusal egemen sınıfların ve emperyalizmin ideolojik kenetlenmesiyle birlikte, geçişteki belirleyici anın ulusal sermayenin eşitsiz koşullarını vurgulamanın büyüme eğilimiyle pek ilgisi yoktu ama emperyalizme teslimiyetin örtük şartlarıyla çok ilgisi vardı. Emperyalizmin bölgeye savaş ve petrol kanalları üzerinden angaje olduğunu ve büyümenin artan eşitsizlik koşulları altında gerçekleştiğini hatırlayalım. Ticari olarak sömürmek ya da stratejik güç elde etmek için yeniden sömürgeleştirme dürtüsü, ABD liderliğindeki emperyalizmin Arap işçi sınıflarını yoksullaştırması ve güçsüzleştirmesi anlamına da geliyordu. Arap dünyasının petrol ve savaşın birleşik kanalları aracılığıyla entegrasyon biçimi, Arap dünyasının bir yıkıcılık modeli ya da işçi sınıfı örgütlenmesinin popüler biçimlerinin yapı sökümü yoluyla küresel ekonomiye eklemlenmesini gerektirmektedir. Savaştan emperyal rant elde etmek, savaşa daha yatkın toplumsal koşulların yaratılmasını gerektiriyordu ve süregelen küresel aşırı üretim krizi altında Arap ulusal varlıklarının tasfiyesi devam ediyordu.
Irak’ta ambargo ve bitmek bilmeyen savaş hali, devletin ekonomiye yoğun müdahalesini gerektirmiştir. Rejim kıt malları karneye bağladı ve savaş zamanlarında ekonomiyi yapısal olarak zayıflatacak neo-liberal politikalara girişmesi mümkün değildi. Irak’ın Arap sosyalizmi biçimi, liderliğinin bağımsız konumu ve geniş petrol rezervleri, teslim olmasının ancak işgal ve yeniden sömürgeleştirme yoluyla gerçekleşebileceğini ima ediyordu. 2003’teki ikinci Körfez savaşından önce bir noktada Irak liderliği, savaşta kendi tarafına çekmek için petrol üretimini neredeyse Fransız ve Rus kartellerine rehin veriyordu, ancak bu ABD’yi saldırganlıktan caydırmaya yetmedi. Irak’ın boyunduruk altına alınması Soğuk Savaş sırasında da ABD tarafından düşünülmüş, ancak Sovyetlerin nükleer kapasitesi o dönemde caydırıcı bir rol oynamıştır. Emperyalizm için Irak, ayakta bırakılamayacak kadar stratejiktir. Birkaç düşman bölgeye bölmek ve sürekli iç çekişmeler, gelecekte halkın egemenliğini sarsan emperyalist bir modeldir. Irak’ın bir devlet olarak çöküşü, güç dengesini militarist emperyalizm lehine güvenli bir şekilde bozmak için gerekli görünmektedir. Terörün yükselişi ve bununla bağlantılı askerî-finansal rant primleri bunun bir örneğidir. ABD’nin Irak’ta istikrarlı bir toplumsal yapı kurma arzusunda olduğunu düşünmek hatalıdır. Şiddet olaylarının devam etmesi, küresel öneme sahip Körfez bölgesini militarize etmekte ve Irak’ın toplumsal yapısının içini boşaltarak artık kendi kendini idame ettiremez hale getirmektedir. Dar anlamda ve işçi sınıfının devletteki temsil derecesine göre, Irak’ın kaynaklarını kesmek ve insanları yerlerinden etmek onları ucuzlatır, bu da sermaye için avantajlıdır çünkü daha ucuz girdileri kullanabilir ve fazla mallarını üretken olmayan bölgelere satabilir. Bununla birlikte, Irak devletinin yıkılması, uygulanabilir bir siyasi varlık olarak toplumsal formasyona eşlik etmekte ve İsrail’in bölgesel bir süper güç olarak yükselişi, ABD liderliğindeki emperyalist kampın nüfuzunu arttırmaktadır. Emekçiler kapitalistler arası bölünmelerden, çıkarcı ve militarize sermayenin geri çekilmesinden fayda sağlarken, böyle bir durum uluslararası işçi sınıfı hareketinin potansiyel ilerlemesini engellemektedir.
Belirtildiği gibi, Arap sosyalizmi döneminde siyasi baskı varken, neo-liberal dönemde bu üç ülkede istihbarat teşkilatları (ya da gizli polis), yani muhaberat, en güçlü kurum ve sosyal kontrolün ana aracı haline gelmiştir. Sosyal hakların gerilemesi ve ücretlerin düşmesiyle birlikte, örgütlü emeğin ve diğer sivil toplum örgütlerinin bastırılması yeni bir yoğunluk kazandı (Belqaziz, 2003). Varlıklı kesimin tüketimini sınırlayan ve kaynakları kamu yatırımlarına aktaran devlet burjuva sınıfları, 1980’lerde Batılı tüketim kalıplarını taklit etmeye ve buna bağlı olarak baskıya daha fazla dayanmaya başlayacaktı. Adaletsiz bölüşüm kriziyle desteklenen ve Arap sosyalizmi tarafından kısmen giderilen sömürge sonrası azgelişmişlik krizi, yeni kurulan askerî sınıf, küresel finans eliti ve tüccar sınıf ittifakının yönetimi altında yeniden ortaya çıktı. Gelir eşitsizliği artan bir oranda yükseldi (Teksas Üniversitesi Eşitsizlik Projesi UTIP, çeşitli yıllar).[9] Bu yeni düzende ordu daha fazla gücü elinde topladı ve kalkınmanın (daha doğrusu kalkınmasızlığın) öznesi haline geldi. Ayaklanmadan bu yana ordunun Mısır’daki hakimiyeti kesintisiz devam ediyor. Ordunun üst kademeleri, kendi ekonomik düzenlerinde ticari çıkar çevreleriyle yakın ilişki içinde oldular. Bunu da ulusal sanayiyi yavaş yavaş yerinden eden, ithalata dayalı bir kalkınma tarzıyla bağlantılı olarak yaptılar. Emekli olduktan sonra bir tuğgeneral, belirli bir ithal ürün ya da ekonomik girişim üzerinde devlet tekeline sahip olmaktadır. Mısırda kamu sektörünün kaderi özel mülkiyete aktarılmak oldu.
Arap Sosyalizminin Düşüşü
Arap sosyalizmi, şimdiye kadar tartışıldığı gibi, ordu ile bir ara tabaka arasındaki sınıf ittifakı tarafından yönetilmiştir. Bununla birlikte, ana akımdan ödünç alınan resmî bir niteleme, bunun bir orta sınıfın ya da terimin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki varsayılan kullanımına göre işçi sınıfından farklı olarak kabul edilen bir sınıfın yönetimi olduğunu ima etmektedir:[10]
Mülk sahibi orta sınıf, sermaye, beceri ve örgütlenme açısından, Ortadoğu’daki ekonomik geri kalmışlığın hızla üstesinden gelmek ve toplumsal değişime ayak uydurmak için hükümetlerin topladığı kaynaklar ve güçle kıyaslanamaz [...] yalnızca sivil ve askerî politikacılar ve yöneticilerden oluşan bir çekirdek etrafında kümelenen yeni, maaşlı orta sınıf, devlet aygıtının kontrolünü ele geçirerek statü, güç ve refah arayışına öncülük edebilir görünmektedir. (Halpern, 1962, s. 279)
İşçi sınıfı içindeki tabakalar arasında farklı beceri düzeyleri ve ücret ödeme miktarları ve biçimleri (örneğin aylık veya haftalık maaşa karşı saatlik ücret) temelinde yapılan bu ayrım, siyasi olarak inşa edilmiş bir yanlış anlamadır. Bölümlere ayırma, bir sosyal sınıfı diğer sınıflarla ya da daha spesifik olarak (Arap bağlamında) emperyalizmle ilişkili olarak gerçek anlamda tanımlamaz. Sermaye birikimi süreci yoluyla gelirleri yeniden üreten tarihsel olarak verili toplumsal ilişkiden farklı olarak, sınıfın cisimleşmesini belirli bir anda bir grubun gelir konumunda tek taraflı olarak ölçer. İkincisi, sınıfsal olarak tanımlanmış bir süreçtir. Bir işçi sınıfının bütünlük derecesi, sermayenin ideolojik gücü karşısındaki konumuna bağlıdır. İşçi sınıfının para biçiminde ifade edilen toplumsal üründen aldığı pay olan ücretler, toplumsal olarak yayılan üretkenliği kişisel çabaya indirgeyen ve beceri, marjinal üretkenlik gibi farklılıkları öne çıkaran sahte bir bilim temelinde ve her zaman sermayenin gücüyle ilişkili olarak işçi sınıfının kesimleri arasında eşitsiz bir şekilde dağıtılır. Daha geniş bir ifadeyle, sermaye bireysel üretkenlik gibi absürt tikel koşulları bir fetiş konumuna yükseltirken, tikel olan genel koşul, yani toplumsal üretkenlik olmaksızın var olamaz.
Arap dünyasını fetheden sermayenin mantıklı söylemi değildi. ABD öncülüğündeki saldırganlığın amacı hiçbir zaman bölgenin herhangi bir yerinde kalpleri ve zihinleri kazanmak olmadı. Bu vahşi emperyalizm, işçilerin hayatlarının ezen, değerlerini yok eden ve boyun eğdiren korkunç bir güçtür. Dünyanın dört bir yanındaki stratejik kaynakların etrafına dağılmış olan ABD askerî üsleri, uluslararası mali sınıfların gerçek fiziksel formda vücut bulmuş halidir. Arap sınıf yapılarının hiçbirinin artık emperyalizmle olan bu militarist ilişkinin dışında var olduğu söylenemez. 1960’larda sömürgeciliğin geri çekilmesiyle birlikte emperyalizmin ulusal toplumsal sınıflar üzerindeki etkisi azalırken, anti-emperyalist cepheler işçi sınıfı stratejisini dar kesimsel kimliklerin üzerinde tutarak canlılık kazandı. Ancak, modern Arap devletlerinin emperyalizm tarafından yeniden şekillendirildiği ölçüde, burjuva sınıfları da yeniden şekillendiriliyordu. Arap sosyalist projesi emperyalist saldırı ve iç parçalanma kombinasyonuna yenik düşer düşmez, “ulusal” burjuva sınıfların önceki sömürgecilerle ve emperyalizmle bağları yeniden kuruldu. Emperyalist galiplerin ideolojisi Arap sosyalizminin başarısızlığından borçları, ithal ikameci politikaları ve savaş yorgunluğunu sorumlu tuttu. Ancak gerçekte sosyalist uygulamalar, ekonomik dinamikler ve sosyal önlemler konusunda neo-liberal modelden daha iyi bir performans sergilemişti. Bütçe açığı, enflasyon ve işsizlik düşük ve tolere edilebilir seviyelerdeydi (bkz. bu bölümün eki). Tahammül edilemez olan, burjuva, asker ve ara tabakaların bağlılıklarını ulusal tabandan yabancı arayışlara kaydıran askerî ve ideolojik yenilgi durumuydu.
Sömürgecilik döneminden sonra ortaya çıkan yeni eğitimli “orta sınıfın” sözde hayal kırıklığı Batı karşıtlığı duygularını tırmandırmış olabilir, ancak Batı karşıtı duruşun gerçek nedenleri çok daha karmaşık ve çok katmanlıdır. Bunlar toplumsal bir alt tabakanın dalgalı duygularına indirgenemez. Anti-emperyalist pozisyonlar, emperyalizm uygulamalarına ve sömürgeci güçler tarafından yaratılan kötü koşullara tepki olarak ivme kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sosyalist ideolojinin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselen dalgası, anti-emperyalist mücadeleye damgasını vurdu. Öte yandan, tüccarlar ve büyük perakendecilerden oluşan Arap burjuva sınıfı, sömürge öncesi ve sonrası dönemde kapitalist sisteme derinlemesine entegre olmuştu. Bu sınıf emperyalizmin bir uzantısı olarak hareket etti (Amin, 1978). Batı’yla işbirliği yaparak ve kaynakları çalarak yabancı çıkarlara hizmet ettiler (al-Hamsh, 2004, s. 40). Daha genel olarak Petras (1976), emperyal sermayenin gelişmekte olan formasyonlara doğru küresel yayılımının, ulusal burjuvaziyi ticaret, ortak girişimler, patentler, krediler ve borçlar yoluyla kendi uluslararası ağına dahil ettiğini savunmaktadır. Bu bağlantılar, bağımsızlık kazanıldıktan sonra yerli ekonomilerin mali ve teknik destek açısından yabancı sermayeye olan bağımlılığını güçlendirmiştir.
Arap burjuvazisi, sömürgecilik sonrası dönemde üretken kapasite inşa etmek için yetersiz mali ve maddi kaynaklara ek olarak, meşruiyet kazanmakta da başarısız oldu. Sömürgecilik sonrası süregelen eşitsizlik ve az gelişmişlik, sosyalist ideolojinin kök salmasıyla birlikte eski toprak sahibi ve komprador sınıfların tasfiyesine zemin hazırladı. Sovyetler Birliği’nin devlet öncülüğünde kalkınmanın sosyal modeline örnek teşkil etmesiyle birlikte, ordu ve ara tabakalardan oluşan yeni iktidar ittifakı Sovyet tarzı sosyalizme öykündü. Devletin siyasi, ekonomik ve sosyal faaliyetlere müdahalesinin ölçeği ve biçimi ülkeden ülkeye farklılık gösterse de bağımsızlık sonrası yılların eğilimi ekonomide devlet mülkiyetinin artması yönündeydi. Bu bölümün ekinde yer alan istatistiksel kayıtların da gösterdiği gibi, Anderson (1987) gibi ana akım akademisyenler bile Arap sosyalist modellerinin büyümenin motoru olarak hareket ettiğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Artan borçlar ve ticari açıkların sosyalizmin devam etmesini engellediği yönündeki uydurmalar, bu bölümün ekinde gösterilen veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Sosyalist önlemlere yönelik akademik saldırının tek geçerli nedeni, emperyalist strateji lehine Arap sosyalist devletlerinin zayıflatılmasıydı. Devlet burjuva sınıfı, sanayileşme ve altyapıya odaklanarak kalkınma sürecine öncülük etti. Suriye Baas’ı 1960’ların ortalarında büyük toprak reformları gerçekleştirdi. Irak’ta Baas 1970’lerde petrolü millileştirdi ve toprak ile petrol gelirlerini daha adil bir şekilde yeniden dağıttı. Mısır’da kamu iktisadi teşebbüsleri imalat sektöründeki katma değerin yaklaşık yüzde 60’ını, Suriye’de ise yaklaşık yüzde 55’ini oluşturuyordu. Yeni kurulan bu kamu işletmelerinin üretimi Mısır’da GSYİH’nın yüzde 13’ünü, Suriye’de ise yüzde 11’ini oluşturuyordu (Richards ve Waterbury, 1990). Toprak reformu bu başarılara eşlik etti ve artan tarımsal verimlilik kırdan kente göçü kısmen durdurdu.[11] Suriye 2006 yılına kadar tahıl ihraç etmekteydi (AMF, 2007). Kapsamlı sosyal yatırımlarla yaşam standartları önemli ölçüde yükseldi (Ayubi, 1995; Anderson, 1987).
Neo-liberal öncesi dönemin bölgesel büyüme oranları, sonraki neo-liberal döneme kıyasla daha yüksekti.[12] Bağımsızlığın hemen sonrasındaki belirsiz ortamda devlet, tesis ve ekipmanlara yapılan uzun vadeli yatırımların garantörü olarak hareket etmiştir. Devlete ait sanayi ve tarım bankaları ulusal projelere özel uzun vadeli faiz oranlarıyla kredi verdi. Kara liste olarak adlandırılan bir uygulama ulusal sanayiyi yabancı rekabetten korudu. Sermaye hesabının sıkılaştırılması ve çoklu faiz ve döviz kuru politikası ulusal kaynakları harekete geçirdi ve döviz kuru istikrarı sağladı. Sübvansiyonlar ve fiyat kontrolleri kırsal nüfusun yaşam standardını yükseltti. O zamandan beri geri alınan toprak reformları gıda üretimini önemli ölçüde artırmıştır (FAOSTAT, çeşitli yıllar).
Daha önce de belirtildiği gibi, Sovyet kamulaştırmalarının aksine, Arap sosyalizminde özel sektör kısmen aktif kalmıştır. Örneğin Cooper (1983), araştırmacıların Arap bölgesindeki “devlet kapitalisti” rejimler olarak adlandırılan rejimleri karakterize eden kamu-özel salınımlarını göz ardı etme eğiliminde olduğunu ileri sürmektedir. Cooper, devlet kapitalisti rejimlerin toplumlarının temel yapısını dinamik bir kapitalist biçime ya da kapitalist olmayan bir biçime dönüştürmekte başarısız oldukları, dolayısıyla kamu ve özel sektörün çeşitli karışımları, yani kamu sektörünün verimsiz olduğu karma ya da ortak sektörlü yapılar arasında gidip geldikleri sonucuna varmaktadır. Dahası, Cooper (1983, s. 458) Mısır’ı “devlet kontrolünün özel mülkiyetin rolünü ortadan kaldırmadığı” bir örnek model olarak sunmaktadır.
Cooper, birikim yapma güdüsünün, hem devlet kontrolünden kaçma güdüsünün olduğu tarım sektöründe hem de devletin ekonomik kalkınmasından kazanç elde etme kabiliyetini azami düzeye çıkarmak için çaba sarf edilen tarım dışı sektörlerde her zaman mevcut ve güçlü olduğunu belirtmektedir. Kamu sektörünü verimsiz olarak nitelendiren bu doktrinel çizgideki sorun, her türlü devlet müdahalesini “devlet kapitalizmi” olarak damgalama ve ardından da özel çıkar peşinde koşmanın insan doğasına özgü bir şey olduğunu ve sosyalizmin özüne aykırı olduğunu varsayma özensizliğidir. Kamu refahına karşı özel çıkar arayışı, esas olarak devlet aracılığıyla sermayenin hegemonyası olan toplumsal örgütlenme biçimi tarafından koşullandırılmıştır. Dolayısıyla, kamu yararına karşı devlet etrafında rant arayışı, sermaye ilişkisinin ideolojik gücünün bir sonucudur. Verimsiz olduğu varsayılan kamu sektörü neo-liberalizm altında frenlendiğinde, bu ülkelerdeki tüm sosyal yapı kuyruk rüzgarına kapılmıştır. Verimlilik, sınıf çıkarlarıyla ilişkili bir değer ölçütüdür. İşsizlik sigortasının yokluğunda kamu sektörü, istihdam yaratımı azaldığında ve işgücünün büyüme oranının çok altına düştüğünde bir refah yastığı işlevi görmüştür. Kapitalizm altında, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, özel teşvikler ve alışkanlıklar hemen ortadan kalkmayacaktır. Bağımsızlıktan hemen sonraki dönemde, özel sektörü motive eden hiçbir bireysel teşvik çerçevesinin, kaynaklar ve finansman açısından yapısal yetersizliği göz önüne alındığında kalkınma görevini yerine getiremeyeceği inatçı bir gerçektir. Teşvik olsun ya da olmasın, özel sektör gerçek üretim kapasitesi ve finansman açısından cılızdı. Dahası, komprador sınıfın ulusal meselelere emperyal müdahaleyi hoş görmesi, onu kalkınma görevini yerine getirmeye layık bir özne olarak gözden düşürdü.
Eski sosyalist Arap ülkeleri neo-liberal serbest piyasa ve özel sektör öncülüğünde yatırım mantığını takip ettiklerinde, genel olarak yatırım oranı 1980’deki yaklaşık yüzde 30’luk yüksek platodan 2010’da yaklaşık yüzde 20’ye düşmüştür (World Bank, çeşitli yıllar). Daha da önemlisi, yatırım kalitesi kişi başına çıktı açısından kötüleşmiştir (bkz. bu bölümün eki). Arap dünyasındaki özel yatırımcıların kapasite inşasında öncülük edememeleri sadece finansman eksikliği veya jeopolitik belirsizlikten değil, aynı zamanda petrolün bol olduğu bir bölgedeki nüfusu güçsüzleştirerek ve yoksullaştırarak petrolü kontrol etme yönündeki daha geniş emperyalist hedeften de kaynaklanmaktadır. Sosyalist dönemde özel sektör, devletin müdahaleci modelinin başarısından bedava yararlanıyordu. Mısır ve Suriye’de, 1960’ların ortalarındaki büyük kamulaştırmadan sonra özel sektörden geriye kalanlar, kamu yatırımlarındaki büyümeye paralel olarak büyüdü. Özel sektör, sosyalist projenin tüm aşamalarında asalak bir şekilde hayatta kaldı. Aynı özel sektör, neo-liberal dönemin yeni mülk sahibi sınıfına dönüşen devlet kapitalisti sınıfına neo-liberalizm kültürünü bulaştırdı. Devlet kapitalisti sınıfın yeni komprador sınıfa dönüşmesine katkıda bulunacak mayalayıcı madde haline geldi. Arap sosyalist dönüşümünün daha radikal olmaması, özellikle de işçi sınıfı siyasi hayata doğrudan katılımdan uzaklaştırıldığında, sosyalist devlet öncülüğündeki kalkınma deneyiminin yapısal ve tarihsel olarak olumlu bir toplumsal dönüşüm getirmediği anlamına gelmez. Kamulaştırmanın refah üretimi tamamen geri döndürülemez değildir, ancak bugüne kadar tamamen ortadan kaldırılmasının zor olduğu kanıtlanmıştır.
Ancak Irak örneği farklıdır çünkü yüksek petrol gelirleri kamulaştırıcı devlete refahı dövizle finanse etmek için kaldıraç sağlamıştır. Irak, Suriye örneğinde olduğu gibi yoksulluğa ya da savaşa yol açan neo-liberalizmden ziyade askerî yıkımla dayatılan teslimiyet koşulları açısından da farklıdır. Rejime sol bir perspektiften yöneltilen eleştiriler, geriye dönüp bakıldığında yerinden edilmiş ve emperyalist güdüye yardım eden gizli bir amacı gizlemiş gibi görünmektedir.[13]
Örneğin Al-Khafaji (1986), Irak’taki “sosyalist” devletin özel sektörü ve ekonominin kapitalist bir devlete doğru geçişini güçlendirdiğini savunmaktadır. Al-Khafaji, 1970’ler ve 1980’ler boyunca Arap sosyalizminin Irak modelini, devletin Irak kapitalizmini kuluçkaya yatırması ve kontrollü bir şekilde gelişimini desteklemesi ve izlemesi olarak tanımlamaktadır. Suriye’de de durum böyle olabilirdi. Ancak Irak devleti bağlamında, işgalin toplumsal formasyonda yarattığı tahribat göz önünde bulundurulduğunda bu gözlemin bir anlamı kalmıyor. Irak muhalefeti emperyalizme o kadar bağlanmıştı ki, oldukça gülünç bir çalışmada, ABD’nin uyguladığı ambargo altındaki yoksulluk ve sefalet Saddam rejiminin para politikasına mâl edildi. Eski Irak devlet burjuva sınıfının başkanlık ettiği devlet, bugünkü Irak devleti değildir. Esprili bir şekilde ifade etmek gerekirse, sosyalist Irak’ta özel sektörün kuluçkalanması söz konusuysa, bu özel burjuva sınıfının yükselişini sağlamadı; bunun yerine yeniden sömürgeleştirme ve toplumun yıkımına yol açtı.
Irak’ta teslimiyet koşulları yapısal uyum programları aracılığıyla aşamalı olarak belirlenmedi; silah aracılığıyla Paul Bremer’in politikaları dayatıldı. Juhasz (2004), Bremer’in ayrılmadan önce Irak ekonomisini serbest piyasa ideallerine uygun bir şekilde yeniden yapılandırmak için 100 emir yayınladığını ve gelecekteki seçilmiş yetkililer de dahil olmak üzere hiçbir Iraklının bunları geri alamayacağını belirtmiştir. Bremer, bombardımanların yok etmediği ulusal sanayi ve tarımdan geriye ne kaldıysa yıktı. Irak’taki solun çoğunluğu emperyalist niyeti kasıtlı olarak hafife aldı ve emperyalist yayılmayı meşrulaştırmak için emperyalizm eleştirilerini yumuşattı.[14] Eski bir sömürgedeki milliyetçi bir toplumsal sınıf, sahip olduğu işçi sınıfı ittifakları ve emperyalist merkezden uzak tuttuğu mesafe nedeniyle milliyetçidir. Althusserci bir ifade kullanmak gerekirse; anti-emperyalizm aşırı belirlenmiş bütün içinde önceliğe sahiptir çünkü temel çelişki ABD liderliğindeki emperyalizme karşı ulusal devletin bütünlüğü arasındadır. Irak’ın yok edilmesinin emperyalizm açısından önemini küçümsemek ya da daha kötüsü, ABD’nin Irak’a yönelik tüm saldırısını yanlış bilgilendirmeye dayalı bir hataya indirgemek absürttür. Tarihsel olarak geçerli olan durum, daha fazla emperyalist yayılma, petrol kontrolü ve kaynak gaspına yönelik güçlü eğilimleri yönlendiren sermayenin derinleşen krizinde yatmaktadır. Irak’ta özel sektörün korunmasını kınamak yanlış bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım daha radikal kamusallaştırma biçimleriyle Irak’ın savaştan ve emperyalizmin petrol kontrolü gündeminden kaçabileceğini varsayar. Küresel sermayenin yapısöküme uğratılması analitik bir süreç değil, sınıf mücadelelerinin, özellikle de çevre ülkelerde emperyalizme karşı mücadeleden kaynaklanan sınıf mücadelelerinin, sermayeyi yoksul ülkelerdeki emekçiler lehine daha fazla reform ve taviz vermeye zorladığı gerçek bir sistem karşıtı süreçtir.
Tüm sosyalist Arap ülkelerinde devlet merkezli ekonomi, özel sektörün işgal ettiği belirli nişleri korumuştur. Özel sektör faaliyetleri büyük ölçekli imalattan ziyade perakende ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmıştır. Bu işletmelerin girdileri devlet tarafından sübvanse edilmiş ve tüketicilere yansıttıkları fiyatlar, kârlarını dengelemek için sınırlandırılmıştır. Kamu işletmelerini korumak için tasarlanan tarife duvarları, özel işletmeleri de yabancı rekabetten korudu. Devlet, tedarik ve inşaat sözleşmelerini özel sektöre verdi ve özel sektör kârları taşeronluk yoluyla toplandı. Bu durum, devlet yetkilileri ile işadamları arasında patron-müşteri ilişkilerinin doğmasına yol açmıştır. Ancak Batatu (1986), özel sektörün Saddam Hüseyin hükümeti altında sahip olduğu kaldıraç gücünün asgari düzeyde olduğunu belirtmektedir. Bu nokta, tüm Arap sosyalist rejimleri için, yeniden dağıtım yoluyla ulusal toplumsal bütünlüğün güçlendirilmesini gerektiren anti-emperyalist bir pozisyonu destekleme derecelerine göre değerlendirilebilir. Bu oluşumlara yönelik bağımsızlık sonrası emperyalist saldırı, iç ekonomik ve sosyal politikaları da koşullandırmıştır. Teslimiyetlerine kadar, bu kamulaştırıcı devletler savaş riski altındaydı ya da savaş halindeydi. Dolayısıyla çatışma sırasındaki kıtlıkların bir sonucu olarak temel malların maliyeti zirve yaptığında, özel sektör doğal olarak kamu sektörünün ekonomide daha geniş bir rol aramasının yetersizliğini eleştirerek endişelerini dile getirecekti. Arap Baharından itibaren özel sektörün başarısızlığına, sadece sosyal açıdan ölçülen verimsizliğine değil, daha çok ulusal çözülme için nesnel zemin yaratmasına bakılırsa, bu devletler özel kaygıları ortadan kaldırmış olsalardı teorik olarak daha iyi durumda olabilirlerdi.
Emperyalist saldırganlıkla parçalanan Irak haricinde, Arap sosyalist devletlerindeki özel sektör kalıntıları gerçekten de neo-liberalizmin daha sonraki aşamasında özel sektör öncülüğünde daha geniş bir kalkınma için embriyo görevi gördü. Sosyalizm döneminde iktidarda olan sınıf, neo-liberal dönemde özel sektöre geçmiş ve devlet mülkiyeti üzerindeki kontrolünü resmîleştirmiştir. Sefaletin aksine Mısır ve Suriye’deki egemen sınıfların özel servetlerindeki muazzam artışlar, bu kamudan özele servet transferinin reddedilemez kanıtlarıdır. Emperyalizmin bu bölgedeki egemen devletlere karşı yıkım savaşlarına girişme biçimi göz önüne alındığında, Mısır ve daha sonra Suriye örneğinde, emperyalizmin diktasına boyun eğmenin, topraklarına yönelik Irak tarzı emperyal saldırganlığı önleyebilecek ya da geciktirebilecek bir şekilde ilerlemiş olması çok muhtemeldir. Burjuvazinin kamusal düzenleyici kısıtlamalar olmaksızın büyüme ve sanayileşmeden uzaklaşarak tüccar moduna geçme eğilimi, devletin çöküşüne yol açan nesnel bölünmeleri pekiştirmenin yolunu açan sömürgeciler tarafından zaten tımar edilmişti.
ABD öncülüğündeki saldırganlık potansiyeli çerçevesinde emperyalizm bombalar yerine (Irak’ta olduğu gibi) çarpık ve emek karşıtı bir kurumsal bağlamda neo-liberal açıklığı gündeme aldı. Elbette Irak’ın yıkımı, liderliğinin inatçı tutumuna ya da neo-liberal politikanın ortaya koyduğu sermaye koşullarına kısmen teslim olmayı reddetmesine bağlanamaz; Iraklı yetkililere takip etmeleri için ciddi bir liberalleşme programı sunulmadı. Irak’ın modern tarihi bir savaşlar tarihidir ya da tarih Irak’a tek bir alternatif sunmuştur, o da savaştır. Bölgedeki güçler dengesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi emperyalizme kaybedemeyeceği bir fırsat penceresi sundu. Yeniden sömürgeleştirme dışında, ABD liderliğindeki emperyalizm Irak’ın “evet” cevabını kabul etmeyecekti. Son zamanlarda (2003 Irak işgalinden bu yana) küresel ve bölgesel güç dengesinin, Rusya ve Çin’in Suriye’deki pozisyonları da dahil olmak üzere, İran’ı Irak’ın o zaman temsil ettiği yumuşak nokta haline getirmediğine dikkat edin. Irak’ın yok edilmesi ABD’nin gücünü daha da arttırmaktadır.
1950’lerde devlet ile ulusal burjuvazi arasındaki adil bölüşüm tartışması, sömürgeciliğin miras bıraktığı eşitsizlik krizini ele almıştır. Devlet, postkolonyalizmin son derece eşitsiz dağılımı göz önüne alındığında, toprak reformu gibi eşitleme tedbirlerini uygulamaya zorlamak zorunda kalmıştır. Ancak, sosyalist günlerde ortaya atılan özel sektörün emperyalizme karşı mücadelede ulusal cephenin vazgeçilmez bir unsuru olduğu fikri gerçekler tarafından doğrulanmadı. Neo-liberal dönemde kalkınma ve güvenlik arasındaki bağın zayıflaması, özel sektör öncülüğündeki politikanın başarısız olduğunun kanıtıdır. Devlet burjuvazisi daha sonra özel sektörü emperyalizme teslimiyet koşullarını yerine getirmek için kullandı ve kendisini tam teşekküllü bir özel kapitalist sınıf ve eski burjuvazinin bir ortağı olarak yeniden piyasaya sürdü. Arap sosyalist devletlerinin iki büyük yıldırım saldırısında İsrail’e yenilmeleri çok yönlüdür, ancak Sovyetlerin çöküşünü takiben sosyalist ideolojideki daha fazla geri çekilme, devlet burjuvazisine yüz çevirme için ideolojik bahane sağlamıştır. Bir mücbir sebebi andıran Sovyet çöküşü durumu olmasaydı, bu toplumsal dönüşümlerin ve sınıfsal yeniden yapılandırmaların otokratik rejimler tarafından gerçekleştirilme kolaylığı, geriye dönüp bakıldığında açıkça görüldüğü gibi, bu kadar sorunsuz olmayabilir ya da işçi sınıflarının etkili muhalefeti olmaksızın uygulanmayabilirdi.
Bağımsızlık sırasında özel sektör krize batmış, itibarı kaypak bir ulusal bağlılık damgasıyla zedelenmiştir. Özel sektörün yapısal eksikliği, yani kalkınma için gerekli olan önemli kaynaklardan yararlanma kapasitesinden yoksun olduğu aşikârdı. Arap sosyalist evresinde, kalkınmanın gidişatını belirleyen an, sadece parti patronları ve tüccarlar arasındaki üst düzey çekişmeler değil, aynı zamanda uyumsuz devletlerin kapasitelerini tüketmek için askerî güçle sürdürülen İsrail-Amerikan ortak baskılarıydı. Devlet ekonomiye müdahale etmemiş olsaydı, sermaye stokunu modernize etmek ve gerçek kalkınmayı sağlamak için anlamlı net ilaveler yapılacağı şüphelidir.
Politikaları ve kalkınma sonuçlarını ya sadece iç ulusal sınıf oluşumlarına ya da emperyalist kampın ulusal meselelere dışarıdan müdahalesine bağlayarak birbirinden ayırmak zor bir iştir. Ana akım genellikle neoliberal ideolojik önyargılarla yüklü analitik bir referans çerçevesi kullanır. Emperyalizmi yanlışlarından aklamak için kalkınma politikalarındaki eksiklikler için ulusal güçleri suçlayan bir dil benimser. Yolsuzluk, ana akımın sık sık tekrarladığı bir nakarattır. Ancak ulusal meselelere dışarıdan müdahale, devleti ve politikalarını oluşturan sınıf yapısının bir parçasını oluşturur. Yolsuzluk, kamu varlıklarının yasadışı bir şekilde özel amaçlar için kullanılmasına elverişli bir ortam (neo-liberal politikaların, özellikle de açık sermaye ve ticaret hesaplarında para biriminin dolara sabitlenmesi ve kurumsal bağlamda zaten devlet burjuva sınıfı tarafından ele geçirilmiş olan bir ortam) gerektirir. Arap kalkınmasındaki felaketin ulusal unsurların mı yoksa emperyalizmin mi suçu olduğunu sorgulamak, sosyal bilimi, sınıf-iktidar ilişkilerindeki belirleyiciliğin dışa vurumu olarak olumsallığı göz ardı eden kaba ampirizmin bayağılığına ya da imparatorluğun kaprisine maruz bırakır. Bu sınır ötesi sınıf ilişkisi kendi başına analitik bir nesne değil; bir tarih sürecidir. Sosyalist Arap devletinde var olan sınıf ittifakı ne olursa olsun, ABD liderliğindeki emperyalist merkeze olan mesafesine göre gelişimsel ya da gelişim karşıtı olmuştur. İşçi sınıfının merkezcil gücüne bağlı olarak ulusal sınıf oluşumları, emperyalizme karşı mücadele ile kalkınma sonuçlarını gerçek ve ideolojik biçimlerde birleştiren koşulu şekillendirir. Bu güç, nihayetinde ulusal ekonomi içindeki kaynak akışını güvence altına alır ve kaynak çıkışlarının mekanlarını sıkıştırır ya da ulusal fiziksel ve beşeri varlıkların ucuzlatılması ve dolarize edilmesinin iç içe geçmiş eylemi olan yolsuzluğun en üst düzeyine elverişli bağlamı düzenler.
Saad-Filho’nun Jomo’da (2005) Latin Amerika Yapısalcılığı ve Bağımlılık Teorisi üzerine yazdığı bölüm, kalkınmanın kötü sonuçlarından ulusal burjuvazinin sorumlu olduğunu öne sürmektedir; verdiği mesaj, dünya pazarına tabi olmanın ulusların kaderini belirlediği ve bunun da doğrudan kalkınmadan sorumlu ulusal sınıfın işi olduğudur. Zayıf egemen ülkelerde, özellikle de Arap ülkelerinde ulusal olan pek bir şey yoktur, ancak giderek birbirine bağlanan bir dünyada ulusların kaderi, anti-emperyalist bir uluslararası sınıf ittifakının varlığına ve göreli gücüne bağlı olmaya devam etmektedir. Bir ulusal burjuvazinin doğası ve davranışı, küresel sermaye ile bütünleşme biçimi ve ulusal ekonomiye el koyma biçimi tarafından belirlenir. Sınıf, kişisel olmayan ve nesnel olarak belirlenmiş tarihsel ilişkileri içinde, ulusal bağlamı aşar. Maddi temellükünün ve yeniden üretiminin kökleri, ulusal sınıf tarafından işgal edilen nesnel zemini sağlar. İktisadi açıklık, fiziksel kemer sıkma, dolara sabitlenmiş para birimi, azalan kapasite ve artan ithalat bağımlılığı makro bağlamında dolar cinsinden sınırsız genişleme, kaçınılmaz olarak ulusal burjuva sınıfını komprador bir sınıfa dönüştürecektir. Bir sosyal sınıf, sahip olduğu pasaport açısından tanımlanamaz. Tarihsel olarak bir toplumsal sınıf, ulus devletin modern biçiminin yerine geçer. Burjuvazi, devlet aracılığıyla refah arayışını örgütler. Onun için devlet yalnızca amaca giden bir araçtır. Esas olarak etnik köken ya da ten rengiyle değil, toplumsal üretimden elde edilen artığa el koyma ilişkisiyle tanımlanan bu toplumsal sınıf kalkınmanın öznesi, tarihin ve sosyal bilimin konusudur. Buna göre, yenilgiye uğramış toplumsal formasyonlardaki bir ulusal burjuva sınıfının emperyalizme milliyetçi gerekçelerle ya da uzun vadede kendi ulusal işçi sınıfına milliyetçi yakınlık temelinde bağlı olduğu için karşı çıkmasını beklemek, toplumsal sınıfın yeniden üretiminin materyalist mantığına ters düşen bir varsayımdır, özellikle de doların egemen olduğu finansallaşmış çağda ya da sınıf emperyalizme haraç olarak kendi ulusal tabanını yok eden tarihsel olarak verili çatışan ilişki haline geldiğinde.
Devletlerine yabancılaşmış ve ABD öncülüğünde ya da teşvikiyle bombardıman tehdidine maruz kalan Arap işçi sınıfları açısından mevcut küresel yapı değişmez görünmektedir. Değişim sınıfsal olarak belirlenmektedir ve Ortadoğu’da askerî üsleri bulunan muzaffer emperyalist kapitalist sınıf Arap devletlerinin belirleyici unsurunu oluşturmaktadır. Tarihsel olarak, Batılı savaş karşıtı protesto hareketleri savaşı durdurmakta başarısız olmuştur. Kuzeyli işçi aristokrasisi mücadeleyi uluslararasılaştırmak yerine ulusallaştırmış ve sanki tarihsel bir zorunluluk değil de zengin Kuzey’in yoksul Güney’e yaptığı bir hayırseverlikmiş gibi savaşlara son verilmesini istemiştir. Kuzey’de daha üretken araçlarla toplumsal zenginliğin yaratılması, Güney’in üretken araçlarının gasp edilmesi ve yok edilmesiyle mümkün oldu. Hâkim sosyal demokrat duruş, zenginlik yaratımına Batılı bir ulusallık kazandırmış; uluslararası emeğin organik bağlarını koparmıştır. Bugüne kadar bu başarısızlığın farkına varılmadı ve teori ile pratik arasındaki bağlar ışığında, Batı sosyal demokrasisi yanlış nesneyi teorileştirdi ve yanlış teoriyi uyguladı. Sömürgelerdeki soykırım tarihinin sorumluluğunu kabul etmenin bir emaresi bile yoktur, ki eğer gerçekten var olsaydı dünya tamamen farklı olurdu. Batı Marksizmi tarafından sıklıkla savunulan bu tür bir Avrupamerkezci yaklaşım, değer ilişkilerinin çarpıtılmasını temsil eder. Buna göre Batılı yaşamlar, her zaman ırkçılıkla iç içe geçmiş bir milliyetçiliğin ölçütlerine göre diğerlerininkinden daha değerlidir. Meselenin anlaşılması ne milliyetçi yapının kapsamı ne de atomize-bireyci bakış açısıyla olur. Ancak işçi sınıflarının toplumsal bağlarının gerçek olduğunu ve ulusal sınırların ötesine geçtiğini anlamakla olur.
Yukarıdaki tartışma, postkolonyal dönemde Arap sosyalizmi altında antiemperyalist konumu üstlenen devlet burjuva sınıfının daha sonra infitah (kelime anlamıyla “açıklık’, neo-liberalizmin Arapça karşılığı) altında kendi toplumsal tabanına daha da yabancılaşmasının ve emperyalizmin yakın bir müttefiki haline gelmesinin nedenlerini özetledi. İnfitah sıradan bir neo-liberal model değildi. Bretton Woods kurumları tarafından dayatılan her koşula teslimiyetti. Jeopolitik rantlarla birlikte ulusal pazarların açılması, ulusal üretim kapasitesini düzleştirdi, koruyucu ikili döviz kuru düzenlemesini yıktı ve zahmetsiz Suudi kazanç modelini yürürlüğe koydu. ABD-Suudi yönetimindeki jeopolitik rantlara, kaynak tahsisinin özünde kapitalist bir çerçeve olarak zaten belirtilmiş olan ideoloji eşlik etti.[15] Suçlama oyunu ile bu geri çekilmenin Arap dünyasının hatası mı yoksa kalkınma felaketlerine neden olan merkezin hatası mı olduğuna karar vermeye çalışmak samimiyetsiz bir tartışmadır. Bu tartışma küresel birikimin, uluslararası sınıf ilişkilerindeki güç ilişkilerine tabi olarak değerlenen ve parasallaşan, birbirine bağlı bir sosyal süreç olduğu noktasını gözden kaçırmaktadır.
Kapanış Yorumu
Kültüralist bir perspektiften bakıldığında, Üçüncü Dünya’daki sınırlı sanayileşme ve kalkınma, girişimcilik ruhunun eksikliğine ya da “kayıp orta sınıf sorunsalına” bağlanmaktadır (Turner, 1984, s. 44). Ancak, bu görüşe karşın Poulantzas (1973) kapitalist sınıfın sermaye birikiminde baskın bir rol oynamasına rağmen, yine de bir boşlukta bulunmadığını savunur. Ona göre, devletin merkezi konumda olduğu üretim tarzının bütünlüğü, toplumsal ve ekonomik dönüşümün belirleyici ilişkisini oluşturmaktadır. Poulantzas (1973), başlangıç seviyesindeki Marx’tan hareketle, üretim tarzı önceden tanımlanmadan sosyal sınıfların doğru bir şekilde belirlenemez veya tanımlanamaz olduğunu belirtir. Kapitalist sistem Arap bölgesini üretim, mübadele ve kültürel ilişkiler açısından sömürgeleştirme ve hammadde çıkarma yoluyla bünyesine kattığından (Amin, 1978), Arap dünyasının durumu özellikle vahimdir. Kapitalist toplumsal formasyonun içinde ve onun tarafından yetiştirildiği söylenen girişimcilik ruhu, burada sömürgeci yabancı kapitalistler tarafından yönetilen ulusal bir yapı tarafından kısıtlanmıştır. Baran’ın (1973, s. 385) haklı olarak işaret ettiği gibi: “Sanayi kapitalizminin olmadığı yerde sanayi kapitalistleri de yoktur”. “Girişimci rolü” toplumsal olarak belirlenir, soyut bireylerin dehası tarafından yaratılmaz. Arap dünyasındaki çağdaş sınıf oluşumu, ilk olarak militarizasyonla somutlaşan, petrol ve savaşın birlikte belirlediği bir eklemlenmenin ürünüdür. Bu militarize eklemlenme yalnızca canlı bir girişimci sınıfın evrimini engellemekle kalmamış, aynı zamanda Arap dünyasında kalkınmanın planlı bir şekilde durdurulmasını da hızlandırmıştır. Bu durum Arap dünyasına özgü değildir, ancak gelişmekte olan bölgelerdeki (örneğin Afrika) savaş bölgelerinde kesinlikle bariz bir şekilde ortadadır. Sermayenin yeniden üretiminin metabolik hızının, birikim krizinin derinliğini karşılayacak ölçüde toplumsal yerinden edilmeyi dayattığı noktada görünür hale gelir.
Gerçek kalkınma başarısı, izlerini gerçek zamanda bırakır; bu izler, çoğu zaman olduğu gibi resmîleştirilmiş kısa vadeli/uzun vadeli neoklasik bir saçmalık değil, sosyal olarak güçlendirilmiş sürekli bir bütündür. Sosyalist Arap devletinin olumlu kalkınma etkisi gerçek ve kalıcı olmuştur. Arap sosyalist devletlerini ve onların daha sonraki mutasyonları olan neo-liberal rejimleri, her ikisinin de kapitalist olduğu gerekçesiyle bir araya getirmek kendi kendini kandırmaktır ya da Hegel’in benzetmesini yeniden ifade etmek gerekirse: Karanlık gecede tüm inekler siyahtır. Gerçek anlamda hiçbir sosyalizm bir gecede yaratılamaz ve sosyalist liderlik, yalnızca ücret sisteminin kaldırılmasıyla ilgili olarak değil, aynı derecede önemli olarak, belirleyici özelliği, özel sorumluluğu toplumsal sorumluluğa dönüştürmek olan bir uygarlık dönüşümü olarak sermayenin son izlerinin nasıl ortadan kaldırılacağı stratejik hedefiyle uğraşmalıdır. İdeal bir sosyalist devletle kıyaslandığında, bu Arap sosyalistleri sadece sosyalizm logosu altında geçit töreni yapan kapitalistler olabilirdi. Ancak bu henüz ulaşılmamış bir idealizm karşısında içi boş bir kıyaslama olurdu. Kuşkusuz, bağımsızlığın ilk aşamalarında gerçekleştirilen Arap sosyalist yatırımları ve eşitlikçi yeniden dağıtım kalıcı bir etki bıraktı. Yaşam standartlarını, sağlığı ve eğitimi büyük ölçüde yükseltmiş olmak bile başlı başına önemli bir başarıdır.
Kalkınmaya farklı başlangıç noktaları, sonrasında farklı kalkınma biçimlerine yol açar. Dolayısıyla, savaşçı emperyalizmin tehdidi altındaki az gelişmiş bir Arap oluşumunda ortaya çıkan bir sosyalizm, popülizmi açısından işçi sınıfının taleplerine yanıt veren bir demokrasiydi. Bu aynı zamanda emeğin sermaye karşısında küresel zafer kazandığı, sosyalist teori ve pratiğin daha yakın bir şekilde iç içe geçtiği bir dönemdi. “Serveti ve toprakları eşitleyin, sanayileşin ve kadınlara haklar tanıyın” şeklindeki fikirler, zaten birleşik bir bağımsızlık ve sınıf savaşı vermiş olan bir işçi sınıfının taleplerinin özetlenmesinden başka bir şey olamazdı. Yine de sosyalist Arap düzeyinde teori ve pratiğin uyumu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen küresel işçi sınıfına da atfedilebilir. Sömürgecilik tasfiye edilirken Batı emperyalizmi savunmadaydı ve küresel ideolojik tartışmanın tavanında tam istihdam ve devlet müdahalesi yoluyla yoksulluğun ortadan kaldırılması vardı. Sosyalist örgütlenmenin cılız boyutunu, burjuva demokrasisi kanallarıyla insani sosyalizme ulaşabileceklerini düşünen akademisyenlerin megalomanyak boyuna indirgemedikçe, bu tarihin günümüzde yeniden canlandırılması söz konusu olamaz. Hiçbir küçük ülke kendi başına kamulaştırmada başarılı olamaz. Neo-liberal çağda, Arap dünyasındaki sosyalist teori ve pratik, daha önce olduğundan daha fazla, herhangi bir ulusal sınıf mücadelesinden ziyade uluslararası sınıf mücadelesinin sonuçlarıyla buluşacak ya da birbirlerinden ayrılacaktır.
Etik değerlendirme, teorinin teoriyle değil, teorinin pratikle kesiştiği noktada başlar (Dunham, 1955). Kapitalist toplumsal ilişkiler yerleşiktir ve radikal sosyalist değişim, Arap dünyası gibi Üçüncü Dünya’nın bazı köşelerinde sosyalizme basit bir bağlılıktan daha fazlasını gerektirir. Arap ülkelerindeki düşük kalkınma düzeyi ve yarı feodal despotizmin izleri göz önüne alındığında, Arap sosyalizmi kendi başına emek sürecine eşlik eden baskıyı hızla azaltamazdı. Arap sosyalist modelinin başarısızlığı, Arap sosyalizminin özel bir markasından ziyade genel olarak sosyalizmin kaybıyla ilgilidir.
Kaynakça
Abdel-Malek, A. (1967). The crisis in Nasser’s Egypt. New Left Review, 1(45), 67-82.
Abdel-Malek, A. (1968). Egypt: Military society; the army regime, the left, and social change under Nasser. New York: Vintage Books.
Abdel-Malek, A. (1971). Al-jaysh wa-al-harakah al-wataniyah [The army and national movement] (Translated from Arabic). Beirut: Dar-Ibn Khaldoun.
Al-Hamsh, M. (2004). Al-Fiqr al-Iqtissadi fi al-Khitab al-Siyassi al-Souri fil al-Karn al-Ishreen [Economic thinking of the Syrian political speech in the 20th century]. Beirut: Bisan.
Al-Khafaji, I. (1986). State incubation of Iraqi Capitalism. Middle East Report, 142, 4-9, 12.
Althusser, L. (1964). Part seven: Marxism and humanism. Marxists.org. Retrieved from https://www.marxists.org/reference/archive/althusser/1964/marxism-humanism.htm
Amerika Birleşik Devletleri Dış İlişkileri, 1958-1960, cilt XII, Yakın Doğu Bölgesi; Irak; İran; Arap Yarımadası, Belge 210, 1959. Çevrimiçi: https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1958-60v12/d210 (11 Şubat 2015’te görüntülendi)
AMF (Arab Monetary Fund, various years). Joint Arab economic report. Cairo: Arab Monetary Fund and League of Arab States).
Amin, S. (1976). Unequal development: An essay on the social formations of peripheral capitalism. Hassocks: The Harvester Press.
Amin, S. (1978). The Arab nation: Some conclusions and problems. MERIP Reports, 68, 3-14.
Amin, S. (2007). Political Islam in the service of imperialism. Monthly Review, 59(7), 1. doi: 10.14452/mr-059-07-2007-11_1.
Anderson, L. (1987). The state in the Middle East and North Africa. Comparative Politics, 20(1), 1-18. doi: 10.2307/422025
Ayubi, N. N. (1995). Over-stating the Arab state: Politics and society in the Middle East. London: I. B. Tauris.
Baran, P. A. (1973). The political economy of growth. Middlesex: Penguin Books.
Batatu, H. (1986). State and capitalism in Iraq: A comment. Middle East Report, 142, 10-12.
Belqaziz, A. (2003). The American occupation of Iraq. [Markaz Dirāsāt al-Waḥdah al-ʻArabīyah]. Beirut: CAUS.
Berger, M. (1958). The middle class in the Arab World. İçinde W. Z. Laqueur (Ed.), The Middle East in transition: Studies in contemporary history (ss. 61-71). London: Routledge & Kegan Paul.
Binns, P. (1986). State capitalism, Marxism and the modern world. Education for Socialists, (1), 1-8.
Binns, P. ve Hallas, D. (1976). The Soviet Union: State capitalist or socialist? Marxist Internet Archive. Retrieved from http://www.marxists.org/archive/hallas/works/1976/09/su2.htm
Braverman, H. (1959). The Nasser revolution. American Socialist Internet Archive. http://www.marxists.org/archive/braverman/1959/soc_5901.htm
Browder, E. (1933). The meaning of social-fascism. New York: Workers Library Publishers.
Buick, A. ve Crump, J. (1986). State capitalism: The wage systems under new management. London: Macmillan.
Cabral, A. (1969). Amilcar Cabral: Brief analysis of the social structure of Guinea. Marxist.Org. https://www.marxists.org/subject/africa/cabral/1964/bassg.htm
Charafeddine, F. (1981). Approche du socialisme Arabe en moyen orient 1945-1970 [Approach to Arab socialism in the Middle East 1945-1970]. Thèse de 3e cycle: Philosophie: Paris 10.
Chomsky, N. (2002, September 1). Will the US invade Iraq? Zmagazine. Retrieved from http://www.chomsky.info/interviews/20020901.htm
Cliff, T. ([1955] 1974). State capitalism in Russia. London: Pluto Press.
CMES (Center for Middle Eastern Studies, Harvard University). (2011, March). The role of economic institutions in the organization of Middle Eastern economic life in the modern and pre-modern periods. Paper presented at the CMES Conference, Harvard.
Cooper, M. N. (1983). State capitalism, class structure, and social transformation in the third world: The case of Egypt. International Journal of Middle East Studies, 15(4), 451-469.
Davis, A. K. (1993). Farewell to earth: The selected writings of Arthur K. Davis. Vermont: Adamant Press.
Dunham, B. (1955a). Thinkers and Treasurers, Part 1. Monthly Review Press, 7(6).
Dunham, B. (1955b). Thinkers and Treasurers, Part 4. Monthly Review Press, 7(8).
Duri, A. A. (1969). Muqaddimah fi al-Tarikh al-Iqtisadi al-Arabi. Dar al-Ṭaliiah.
Emmanuel, A. (1972). Unequal exchange: A study of the imperialism of trade. New York and London: Monthly Review Press.
FAOSTAT. (Various years). Rome. Retrieved from http://www.fao.org/economic/ess/countrystat/en
Frank, A. G. (1972). Lumpenbourgeoisie: Lumpendevelopment. Monthly Review Press.
Frank, A. G. (1982). Crisis of ideology and ideology of crisis. İçinde I. Wallerstein (Ed.), Dynamics of global crisis (ss. 109-165). Monthly Review Press.
Gramsci, A. (1978). Selections from political writings (1921-1926) (Q. Hoare, Ed.). London: Lawrence and Wishart.
Halpern, M. (1962). Middle eastern armies and the new middle class. İçinde J. J. Johnson (Ed.), The role of the military in underdeveloped countries (ss. 173-201). Princeton, NJ: Princeton University Press.
Hassan, B. (2005). The politics of surrender. Beirut, Lebanon: Dar Al-Rayess.
Hussein, M. (1971). La lutte de classes en Egypt, 1945-1970. Paris, France: Maspero.
Issawi, C. (1955). The entrepreneur class. İçinde S. N. Fisher (Ed.), Social forces in the Middle East (ss. 116-136). Ithaca, NY: Cornell University Press.
Juhasz, A. (2004). The handover that wasn’t. Alternet. Retrieved from http://www.alternet.org/story/19293/the_handover_that_wasn%27t
Kalecki, M. (1972). The structure of investment. İçinde M. Kalecki, Selected chapters on the economic growth of the socialist and the mixed economy (ss. 102-112). Cambridge University Press.
Kalecki, M. (1976). Essays on developing economies. Hassocks, Sussex: Harvester Press.
Khuri, F. (1982). The study of civil-military relations in modernising societies in the Middle East: A critical assessment. İçinde R. Kolkowicz & A. Korbonski (Eds.), Soldiers, peasants and bureaucrats: Civil-military relations in communist and modernising societies (ss. 9-28). London: George Allen and Unwin.
Labica, G. ve Bensussan, G. (1985). Dictionnaire critique du marxisme [Critical dictionary of Marxism]. Paris: Presses Universitaires de France.
Leca, J. (1988). Social structure and political stability: Comparative evidence from the Algerian, Syrian, and Iraqi cases. İçinde A. Dawishi & I. W. Zartman (Eds.), Beyond coercion: The durability of the Arab State (ss. 164-196). New York: Croom Helm.
Marx, K. (1867). Capital: A critique of political economy, Vol. 1, The process of production of capital. Moscow: Progress Publishers.
Matar, L. (2016). The political economy of investment in Syria. London: Palgrave Macmillan.
Meillasoux, C. (1998). Homme et société: Anthropologie. İçinde B. Schlemmer (Ed.), Terrains et engagements de Claude Meillassoux Broché. Paris: Karthala Paris.
Meisenhelder, T. (1993). Amilcar Cabral’s theory of class suicide and revolutionary socialism. Monthly Review, 45(6), 40. doi: 10.14452/mr-045-06-1993-10_4.
Osman, T. (2013). Egypt on the brink: From Nasser to the Muslim Brotherhood (Revised and Updated Edition), 2nd ed. New Haven: Yale University Press.
Owen, R. (2004). State, power and politics in the making of the modern Middle East, 3rd ed. New York, London: Routledge.
Petras, J. (1976). State capitalism and the third world. Journal of Contemporary Asia, 6(4), 432-443.
Picard, E. (1988). Arab military in politics: From revolutionary plot to authoritarian state. İçinde A. Dawishi & I. W. Zartman (Eds.), Beyond coercion: The durability of the Arab state (ss. 116-147). New York: Croom Helm.
Poulantzas, N. A. (1973). Political power and social classes [Translated from French]. London: Sheed and Ward.
Poulantzas, N. A. (1978). State, power, socialism. London: NLB.
Richards, A. ve Waterbury, J. (1990). A political economy of the Middle East: State, class, and economic development. Boulder: Westview Press.
Rodinson, M. (1978). Islam and capitalism. Austin: University of Texas Press.
Saad-Filho, A. (2005). The rise and decline of Latin American structuralism and dependency theory., İçinde K.S. Jomo ve E.S. Reinert (ed.) The origins of development economics: How schools of economic thought have addressed development (ss. 128-145). London: Zed Books ve New Delhi: Tulika Books.
Sourani, A. (2015). A reading in the position of the petty bourgeoisie. Lecture, Beit Lahm University.
Suriye Anayasası (13 Mart 1973 Tarihinde Kabul Edilen Anayasa) http://www.servat.unibe.ch/icl/ sy00000_.html (7 Haziran 2014 tarihinde görüntülendi)
Turner, B. (1984). Capitalism and class in the Middle East: Theories of social change and economic development. London: Heinemann Educational Books Ltd.
Vatikiotis, P. (1972). Revolutions in the Middle East and other case studies. London: Allen and Unwin.
World Bank (çeşitli yıllar). World development indicators, Washington, DC: The World Bank.
Ek: Sosyalist Dönemde İktisadi Göstergeler
Tablo 1. 1960-1979 ve 1980-2011 dönemleri için sabit yerel para birimi cinsinden yıllık ortalama kişi başına reel GSYİH büyümesi, reel GSYİH büyümesi ve çalışan başına çıktı büyüme oranları (%)
|
|
1960-1979 |
1980-2011 |
Kişi başına GSYİH büyüme oranları |
Suriye |
3.8 |
1.2 |
Irak |
6.8 |
2.1 |
|
Mısır |
3.5 |
2.3 |
|
GSYİH büyüme oranı |
Suriye |
7.1 |
4.0 |
Irak |
10 |
4.9 |
|
Mısır |
5.5 |
4.3 |
|
İşçi başına çıktı |
Suriye |
4.5 |
0.5 |
Irak |
8.6 |
1.2 |
|
Mısır |
3.3 |
2.2 |
1980’den önceki veri mevcudiyeti nedeniyle, oranlar Irak için en az 10, Mısır için 15 ve Suriye için 20 ardışık gözlem kullanılarak hesaplanmıştır. 1980 sonrası dönemde Suriye ve Mısır’ın ekonomik performansı daha çok petrol gelirlerine bağlı olmuştur. Veriler, büyüme ve işçi başına çıktı açısından sosyalist Arap döneminin açık ara daha iyi performans gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Kaynak: Penn Tabloları (Feenstra vd., 2015).
Tablo 2. 1960-1979 ve 1980-2011 dönemleri için enflasyonun en yüksek ve en düşük noktaları ve ardından enflasyon oranları için modal aralık ve ortalama
|
1960-79 |
1980-2011 |
Mısır |
-1,6 ve %10 (modal aralık %4-5), ortalama %5,6 |
5 ve %25 (modal aralık %12-13), ortalama %14,5 |
Irak |
-1 ve %4 (modal aralık %3-4), |
5 ve %450 (modal aralık %23-26). ortalama %65 |
Suriye |
-4 ve %10 (modal aralık %4-5), ortalama %5,5 |
7 ve %60 (modal aralık %13-15), ortalama %12,2 |
Bu tablodaki veriler, Arap sosyalist döneminde enflasyon oranlarının ortalama olarak daha düşük ve istikrarlı olduğunu göstermektedir. Enflasyon oranlarındaki yüksek varyasyonlar nedeniyle, mod veya modal aralıklar merkeziyetçiliğin daha iyi ölçütleridir.
Kaynak: Dünya Bankası, WDI, çeşitli yıllar.
Tablo 3. 1960-1979 ve 1980-2011 Dönemleri İçin Ortalama İşsizlik Oranları (%)
|
1960-79 |
1980-2011 |
Mısır |
5.2 |
13.2 |
Suriye |
4.2 |
4.2 |
Irak bu tabloya dahil edilmemiştir çünkü Irak’a ait verilerin çoğu WDI veri tabanından çıkarılmıştır. Arap sosyalizmi altında işsizlik oranının çok daha düşük olduğu açıktır. Arap sosyalizmi döneminde işsizlik oranının ölçümü daha doğruydu çünkü işgücü kaynağı planlama prosedürlerinde ve girdi-çıktı modellerinde düzenli olarak araştırılıyordu.
Kaynak: Dünya Bankası, WDI, çeşitli yıllar.
Tablo 4. 1960-1979 ve 1980-2011 dönemleri için Gayri Safi Milli Gelirin yüzdesi olarak ortalama toplam borç servisi (%)
|
1960-79 |
1980-2011 |
Mısır |
3 |
4 |
Suriye |
2 |
4* |
* Suriye için zaman serisi 2007’de sona ermektedir.
Kaynak: Dünya Bankası, WDI çeşitli yıllar.
Tablo 5. 1960-1979 ve 1980-2011 dönemleri için Gayri Safi Milli Gelirin yüzdesi olarak yatırım oranı ile tasarruf oranı arasındaki farkın ortalaması (%)
|
1960-79 |
1980-2011 |
Mısır |
4 |
7 |
Suriye |
5 |
5* |
Suriye’deki fark önce ve sonra aynı kalsa da neo-liberalizm döneminde dış yardım ve kredilere bağımlılık artmıştır çünkü açık sermaye hesapları altındaki devlet artık ulusal araçlarla kanıtlanmış yeni krediler verme konusunda güvenilir veya etkili değildir.
*Suriye için seri 2007’de sona ermektedir.
Kaynak: Dünya Bankası, WDI çeşitli yıllar.
[1] Yukarıda bahsedilen üç ülkeye ek olarak Cezayir, Sudan, Güney Yemen ve Libya da Arap sosyalist modelini takip eden devletlerdir. Açıklayıcı olması amacıyla sadece bu yazıda bu üç ülkeden örnekler vereceğim.
[2] Diyalektik öz kategorisi, tarih boyunca kültürün doğasında var olan bir özellik anlamına gelmez (şu anda moda olan bir tanımlama), ancak bütünlüğü içinde hareket yasasıdır. Örneğin, sivil özgürlükleri bastırmak İslam’ın temel bir özelliği değildir ve daha sonra tarihsel sosyal süreçlerde ortaya çıkmıştır. Düşüncenin pratikle buluştuğu alanın genişliği kadar çok sayıda fikir ve düşünce biçimi vardır. Fikirler hâlâ aynı ismi taşıyor olabilir, ancak tarihsel süreçte içerikleri ve anlamları tamamen farklı bir şey haline gelebilir. Özcülüğün tanımı “şimdiki zamanda yaşayan geçmiş”tir. Özcülük kavramların gelişiminin altında yatan toplumsal ilişkileri göz ardı eder. Böylece aslında ırkçı bir mahiyet kazanır.
[3] İsrail’in 1967 ve 1973 savaşlarında Arap ordularını hızlı bir şekilde yenilgiye uğratması, ABD’nin konvansiyonel silahlarının üstünlüğünün bir kanıtı olmuştur. Böylesine stratejik bir bölgede, kamuoyunda büyük yankı uyandıran bu savaşlar ABD’nin Sovyetler Birliği karşısındaki güç konumuna katkıda bulundu. Bu tür askerî rotaların ideolojik etkisi, ABD’nin ideolojik konumunu destekledi, başka yerlerdeki geri çekilmesini dengeledi, endüstriyel üstünlüğünü ve pazar ekonomisinin etkinliğini gösterdi.
[4] İşçi demokrasisinin kendisi, değer yasasının işleyişinin ve onun daha şiddetli aracı olan emperyalist saldırının gazabını sınırlayan mücadele koşullarında gelişen işçi sınıfının devletteki gerçekleşmesidir. Özbilinçli bir işçi sınıfı üretimin kontrolünü ele geçirdikçe, artı-değerin yeniden dağıtımı, bilgi ve becerilerin daha az gelişmiş bölgelere yayılması da dahil olmak üzere ihtiyaç duyulan malların tedarik hatları, aynı zamanda bir ideolojik öz-savunma süreci olan devrimci sürecin bir parçası haline gelir.
[5] Bunu gerçekleştirebilecek dayanışma ve kolektif eylem zaten işçi sınıfı bilincinin temelidir – eylem içinde şekillenir ve kolektif insan ihtiyacının doğrudan ileri sürülmesiyle değer döngüsünü bozar (Luxemburg, 1913).
[6] Okuyucuya –her ne kadar şimdiye kadar bunun üzerinde fazla durulmuş olsa da– Raphael Patai’nin The Arab Mind (Arap Aklı) adlı kitabının ABD Dışişleri Bakanlığı personelini Arap dünyası hakkında bilgilendirmek için tercih edilen el kitabı olduğunu ve elbette kültürel-ırkçı duruşun özeti olduğunu hatırlatmadan edemeyiz.
[7] Mısır’da eğitim alanında önemli bir genişleme yaşanmıştır. İlkokul kayıtları 1952’de 1,4 milyondan 1965’te 3,5 milyona, üniversite kayıtları ise 1952’de 35.000’den 1969’da 123.000’e yükselmiştir. Sanayiye eleman sağlayan yüksek teknik okullara kayıt oranı 1952’de 1.320 iken 1969’da 34.000’e yükselmiştir (Mısır Merkezi İstatistik Bürosu, Genel Göstergeler, Kahire, 1952-1970 200- 204).
[8] Dunham aslında orijinalinde McCarthy diyor çünkü 1953 yılında Temple Üniversitesi’ndeki işini Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi önünde “isim vermeyi” reddettiği için kaybetti.
[9] Gelir dağılımı konusunda resmî kaynaklardan elde edilen veriler son derece yetersizdir. UTIP skorunun tek başına gelir eşitsizliğinin yeterli bir temsili olmayabileceğini bilerek, bu tahminde sadece gelir eşitsizliğinde keskin bir artış gösteren bir trend boyunca varyasyonları dikkate alıyorum.
[10] Aslında bu terim, kabaca, ev ve ev aletleri satın alabilen, istikrarlı bir şekilde çalışan işçi anlamında kullanılmaktadır. Ancak bir sınıf, insanların etkileşimde bulunduğu tarihsel biçimler ve güç yapıları tarafından hayata geçirilen ve örgütlü emeğin yokluğunda, sınıf mücadelesi siyaseti aracılığıyla geçim ve iş istikrarsızlığı ya da istikrarı için daha kötü koşulları tekrar tekrar yayan diğer sınıflarla ilişkilerin sonuç vektörüdür.
[11] Arap sosyalizmi altındaki devlet burjuva sınıfı, gıda güvenliğinin ulusal güvenliğin bir parçası olduğunu düşünüyordu. Çiftçiliği yüceltti ve tarıma büyük yatırımlar yaptı. Elbette kır-kent farklılıkları devam etti ama sömürgecilik dönemindeki kadar değil. Neo-liberal çağ başladığında, tarıma yapılan yatırımlar azaldı ve tarımsal üretim de düştü. Neo-liberalizm döneminde, 1980 ve 2010 yılları arasında yaklaşık 100 milyon insan kırdan kente göç etmiş ve kendilerini bir kez daha yoksullukla karşı karşıya bulmuşlardır. 2011’deki Arap Baharı sırasında ayaklanan grup, esas olarak yoksullaşmış kırsal göçmenlerin torunlarından oluşuyordu.
[12] Ayrıca, tüm bölge neo-liberalizm öncesinde daha yüksek oranlarda performans göstermiştir. Orta Doğu bölgesinin GSYH ve kişi başına GSYH büyüme oranları 1964-1974 döneminde sırasıyla yüzde 7.5 ve yüzde 4.8 olarak kaydedilmiştir. Bu oranlar 1985-1995 döneminde yüzde 2,9 ve yüzde 0.3’e düşmüştür (Dünya Bankası, 2009).
[13] György Lukács’tan ödünç alırsak, etik dışılık ve çirkinin estetik kategorisi, piyasa ekonomisi ve kapitalizm altında her yerde mevcuttur. Ekonomisi ve siyaseti “yaratıcılıktan ve değerden tamamen yoksun” (Badiou, 2001) olan ABD liderliğindeki emperyalizm tarafından başlatılan suçun siyasi dizileri olarak anlaşılan sermayenin egemenliğine karşı sistem karşıtı mücadele dışında neredeyse her şey etik dışıdır. Etik, uluslararası finans sınıfının ve onun emperyalizminin ideolojisi, örgütsel biçimleri ve pratiği olan somuttan hakikat olarak çıkarılır. Somut olan Irak rejiminin işlediği suçlar ya da Irak’ın bombardımanının yarattığı “şok ve dehşet” değildir; Badiou’nun terimlerini kullanmaya devam edecek olursak, bu hakikati çağrıştırmayan sahte bir olaydır. Ahlaki duruş, “tekilliği” Üçüncü Dünya’da uygulandığı şekliyle Nazizm’den çok az farklılık gösteren sermayenin büyümesini durdurmaktır (Badiou, 2001). Ancak mevcut emperyalizm savaş için ırksal bir gerekçe öne sürmemektedir: Bir anlığına her türlü mazerete başvurarak ayrım gözetmeksizin öldürmek suretiyle gücünü yeniden tesis etmektedir ve bunların başında da kendi ürettiği sınıf ahlakı ve insan hakları gelmektedir. Etik, evrensel olanın alanında var olur ve hakikati, Marx’ın tanımıyla “tepeden tırnağa kan damlayan” sermayeden kaynaklanır. Etik, Badiou’nun dilini kullanırsak, eğer gerçekleşecekse, bir insan hakları ve ahlak sorunu değil, kâr yasasına karşı tüm insanların eşitliği için verilen temel bir savaş sorunudur. Geriye dönüp baktığımızda, Irak rejimini işgalin gerekçesi olarak şeytanlaştırmak naiflik değil, en büyük kötülüktü. Bulunduğumuz noktadan bakıldığında, Irak rejiminin ihlallerini Nazizme benzer bir tekillik olarak izole etmenin ve cezalandırmanın, küresel düzeyde birikimin temel yolu olarak militarizmi güçlendiren ABD işgalini meşrulaştırmak ve pekiştirmek için Nazizm benzeri bir propaganda olduğu kolayca görülebilir.
[14] Irak’ın yeniden yapılandırılması konseyinin eski üyelerinden Issam al-Khafaji istifa kararını açıklarken “işbirlikçi olmak istemedim” dedi (al-Khafaji, 2003).
[15] Kapitalizm öncesi İslami pratikle sadece yüzeysel bir benzerlik taşıyan modern İslam ekonomisi, laissez faire ekonomisine olan tutkusuyla neo-liberalizmi aşmıştır. Örneğin İslami adaletin anlamının modern İslam ekonomistleri tarafından çarpıtılmasını ve adaletin neoliberal piyasaların hilesiyle eşdeğer hale gelmesiyle yeni bir boyut kazanmasını düşünün. Önemli İslam iktisatçısı Umar Chapra’nın şu görüşlerine bir bakalım: (a) sınırsız ticaretin, serbest sermaye akışının ve piyasa açıklığının önündeki engeller İslami adaletin ihlali haline gelir (Chapra, 2014); (b) malların, insanların ve sermayenin serbest dolaşımı kalkınmayı hızlandırır ve İslam’ın önemli hedefleri arasında yer alan dayanışma ve entegrasyonu daha da güçlendirir (Chapra, 2001, s. 7); (c) neoliberal reçete kalkınmanın merkezinde yer alır ve bu tür bir kalkınmanın önünde durmak (İslami açıdan) adaletsizliktir (Chapra, 2001). Eski İslami düşüncenin modern dünyaya yansıtılması önemli niteliksel değişiklikler olmaksızın anlamsız olabilir. Çünkü kapitalizmde meta üretimi hakimdir ve en azından geçmiş üretim biçimleriyle temel bir farklılık alanında, İslami dönemlerde var olmayan varlıkların ayrıştırılması gerekliliği vardır. Modern İslam iktisadı, neoklasik iktisat gibi, tarihi yanlış bir şekilde zaman boyunca devam eden homojen ticari ilişkiler kümesi olarak kurgulamaktadır. Modern kapitalist piyasa geçmişteki İslami piyasaya çok az benzemektedir. Halifeler zamanında piyasa lüks mallar ve takasla sınırlı kalıyordu. Öyle ki kesintiye uğradığında gündelik yaşamda büyük bir bozulmaya yol açmıyordu. Buna karşın, kapitalizmde piyasa faaliyetleri toplumsal yaşamın büyük bölümünü belirlemektedir.