Giriş
Arap halkları her ne kadar birçok farklı alt kimliklere ayrılmışlarsa da bir üst kimlik olarak Arap olmayı kabullenmektedirler. Uzun bir geçmişe dayanan bu mensubiyet duygusu, özellikle 19. yüzyıldan itibaren daha güçlü bir hâl almıştır. Arap coğrafyasındaki hâkim devlet olan Osmanlı’nın son dönemlerinde siyasi bir anlam taşımaya başlayan Arap milliyetçiliği izleyen yıllarda özellikle Mısır, Irak ve Suriye gibi ülkelerde geniş kitlesel takipçileri olan bir ideoloji hâline gelmiştir. Arap devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarını takip eden süreçte ise Arap milliyetçiliği, siyasi liderlikler tarafından bütünleştirici bir araç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu durum Arap halklarının bazılarında kimlik temelli bir uyanışa sebep olurken bazı ülkelerde ise beklenen etkiyi yapmamıştır.
Transnasyonel bir fikir olarak kabul edilse de Arap milliyetçiliği daha ziyade Mısır ile özdeşleşmiştir. Bu durum tarihsel açıdan ele alındığında daha açık bir biçimde görülecektir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Mısır’da Arap milliyetçisi düşünceler ortaya çıkmış ve buradan bölgenin diğer ülkeleriyle etkileşime geçmiştir. Öte yandan Mısır özelinde değerlendirilecek olursa milliyetçilik daha ziyade vatanseverlik anlayışı üzerinden tanımlanmaktadır. Mısır’daki milliyetçilik düşüncesine vatanseverlik boyutunu ekleyen başlıca figür Rifâa Râfi’ et-Tahtâvî’dir. 1826-1831 yılları arasında bulunduğu Fransa’da edindiği fikirlerini 1934’te yazdığı kitapta Arap kitlelerine ulaştıran Tahtâvî, Mısır vatanseverliğini İslami bir perspektife oturtmaya çalışarak bu anlamda yenilikçi bir çizgide olmuştur (Soy, 2004, ss. 176-177). Öte yandan Mısır milliyetçiliğinin seküler bir çizgide olması gerektiğini savunan düşünürler de olmuştur. Ahmed Lütfi Seyyid dinin ön plana çıkmasının vatan düşüncesine zarar vereceğini ifade ederek dinin Mısır kimliğinde önemli bir unsur olmaması gerektiğini vurgulamıştır (Bozbaş, 2016, s. 111).
Mısır’da milliyetçilik fikrini savunanlar bir taraftan Mısır kimliğini tarihsel miras, kültürel değerler ve gelenekler bağlamında değerlendirirken diğer taraftan da coğrafi konuma vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla Mısır milliyetçiliğinin belirleyici unsurları olarak Firavun, Yunan-Roma, Kıpti ve İslam medeniyetleri ile birlikte Akdeniz, Afrika, Orta Doğu ve Asya kıtaları da sayılmaktadır (Bozbaş, 2016, s. 109). Görüşleriyle öne çıkan bazı Mısırlı düşünürler bu konularda fikir ayrılıklarına da düşmüştür. Örnek vermek gerekirse 1889-1973 yılları arasında yaşayan düşünür Taha Hüseyin, Mısır milliyetçiliğinde Firavun geçmişine yer olmaması gerektiği aksine Mısır’ın Arap kimliği ile var olduğunu savunmuştur. Bununla birlikte Hüseyin, Arapçayı Mısır milliyetçiliği için dinden daha fazla birleştirici bir unsur olarak görmüştür (Fazlıoğlu, 2010, ss. 377-378).
1952’deki Hür Subaylar Darbesi, Mısır’da milliyetçilik düşüncesinde ciddi anlamda etki yaptı. 1952 sonrası dönemde milliyetçilik, antikolonyalizm ve anti-elitizm gibi düşünceler bağlamında gelişirken iktidara gelen rejimler orduyu ve dinî kurumları milliyetçi söylemlerinde işlevselleştirdiler (Dunne, 2015, ss. 4-5). Cemal Abdülnasır’ın orduyu yücelten, popülist, vatansever, anti-kolonyal söylemleri, Mısır’da milliyetçiliğin bir dönem Nasırcılıkla özdeşleşmesi sonucunu doğurdu. Nitekim Nasırcılık, Mısır’da günümüze kadar gelen bir düşünce biçimi hâlini de aldı. 2011 yılında gerçekleşen devrimi izleyen süreçte Nasır döneminde temelleri atılan milliyetçi düşünce yeniden canlandı. Devrimi gerçekleştiren aktörler arasında milliyetçi söylemlere yer verenler bulunduğu gibi bu görüşleri siyaset sahnesine de taşımak isteyen gruplar gözlemlendi. Öte yandan 2013’teki askerî darbenin ardından göreve gelen Abdülfettah el-Sisi ise büyük oranda Nasır’ın milliyetçilik bağlamındaki yöntemlerini ve enstrümanlarını kullanma çabası içerisinde oldu. Sisi’nin milliyetçiliğe başvurmasının başlıca sebebi, iktidarına meşruiyet kazandırma çabası idi. Aradan geçen altı yıla rağmen Sisi’nin bu girişiminde başarılı olmadığı söylenebilir.
Büyük oranda siyasi liderlerle bağdaşmış olan Arap milliyetçiliği düşüncesi, izleyen yıllarda liderlerin hayatlarını kaybetmeleri, savaşlarda alınan mağlubiyetler ya da ekonomik sorunlar gibi nedenlerle gerileme sürecine girmiştir. Bu durum 1990’lardan itibaren daha da derinleşmiş ve Arap milliyetçiliği kavramı, kimliksel açıdan içi boşalmış, siyasi olarak işlevsiz ve toplumsal düzeyde karşılığı kalmamış bir konsept hâline gelmiştir.
Bu çalışmada, Arap milliyetçiliğinin yukarıda kısaca izah edilen dönüşümü ele alınacaktır. Bu noktada özellikle Mısır’ın Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında ve bir dönem bölgedeki en etkin ideolojik hareketlerden birisi hâline gelmesindeki merkezî konumu göz önünde bulundurulacak yine bu ülke üzerinden Arap milliyetçiliğinin nasıl bir gerileme süreci yaşadığı incelenecektir. Tarihsel bir arka plan ışığında başlayacak olan çalışma daha sonra Cemal Abdülnasır dönemine odaklanacak ve Enver Sedat ile Hüsnü Mübarek dönemlerindeki gelişmeler ışığında Arap devrimlerinin Mısır’a uğradığı 2011 yılına kadar gelecektir. Son kısımda ise Arap devrimleri sonrasında Mısır’da ve daha geniş bağlamda Arap milliyetçiliğinin durumu ele alınacaktır.
Osmanlı’nın Son Döneminde Arap Milliyetçiliği
Her ne kadar Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışı 19. yüzyılı bulsa da 18. yüzyılda yaşanan Fransız İhtilali sonrası küresel anlamda ortaya çıkan milliyetçilik fikri de bu ideolojinin Arap coğrafyasına yayılmasına bir dayanak oluşturmuştur. Mısır, Suriye, Irak ve Lübnan gibi ülkelerde kendisine zemin bulan Arap milliyetçiliği fikrinin şekillenmesinde 19. yüzyılda yaşanan dört gelişmenin etkili olduğu belirtilebilir. Bunlardan ilki Mısır’ın 1798’de Fransızlar tarafından işgali ve üç yıl süren Fransız yönetimi, ikincisi Suudi Arabistan’da Vehhabîliğin doğuşu, üçüncüsü İslam coğrafyasındaki elitlerin modernleşmeyi savunan fikirleri ve son olarak da Jön Türkler tarafından ortaya atılan Türk milliyetçisi fikirlerin Arap dünyasında Arap milliyetçiliği adına ters tepki yapmasıdır (Özalkan, 2018, s. 2).
Arap milliyetçiliği fikrinin ortaya çıkmasında ilk önemli gelişmeler Mısır’da yaşanmıştır. Fransa’nın 1798’de işgal ettiği Mısır’da üç yıl süren bir yönetim kurması ve bu dönemde ülkede gerçekleştirdiği eğitim ve kültür faaliyetleriyle Batılı düşüncelerin Mısır’daki eğitimli kesimlerde yayılmasını sağlamıştır. Bu altyapı, Fransa’nın işgalinin son bulmasının ardından Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yönetimi sırasında Arap milliyetçisi fikirlerin daha fazla gündeme gelmesine ön ayak olmuştur (Ay, 2018, s. 36).
Bu anlamda bir başka tetikleyici unsur ise Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eğitim için Avrupa’ya gönderdiği öğrenci ve düşünce adamlarının geri dönüşlerinde Batılı ideolojik akımlardan etkilenmeleri ve bunları Osmanlı coğrafyasına yaymak istemeleridir. Bu anlamda öne çıkan isimlerden birisi Rifâa Râfi’ et-Tahtâvî’dir. Vataniye yani milliyet kavramını Arap coğrafyasıyla tanıştıran Tahtâvî, bir anlamda Arap milliyetçiliğinin kökenlerini Mısır’da atmıştır (Özalkan, 2018, s. 2). Yine o dönemde Arap milliyetçiliğinin Osmanlı idaresindeki farklı bölgelerde ortaya çıkmasında misyoner okulları, Hristiyan Araplar, Batılı ülkelerin teşvikleri, reformist cemiyet ve dernekler ile liberal-seküler ideolojideki reformist entelektüeller etkili olmuştur.
Misyoner okulları bu anlamda özel bir önem arz etmektedir. Nitekim bu okullarda Arap milliyetine mensup olan ve aynı zamanda Batılı değer ve ideolojileri benimsemiş kişilerin yetiştirilmesi, Arap milliyetçiliği fikrinin daha hızlı biçimde toplumsal kesimlere yayılmasını sağlamıştır. Mısır’da Muhammed Ali Paşa döneminde kurulan birçok misyoner okulu ve Batı menşeli eğitim kurumunun yanında (Ergün, 2015) 1866 yılında Lübnan’da Beyrut Amerikan Koleji ve 1875 yılında Fransız Saint Joseph Üniversitesi gibi kuruluşlar, bölgede Batılı ideolojilerin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.
Osmanlı’nın son döneminde gerçekleştirilen bu gibi faaliyetler, o yıllarda henüz bir ideoloji hâlini almamış olan Arap milliyetçiliği düşüncesinin temellendirilmesinde ve entelektüel düzeyde tartışılmasına öncülük etmiştir. Daha ziyade kültürel ve sosyal bir düzlemde tanımlanan Arap milliyetçiliği özellikle I. Dünya Savaşı öncesi dönemde gerek Avrupa’dan bölgeye dönen entelektüeller gerek yayın faaliyetleri gerekse de okullar aracılığıyla Arap coğrafyasında yaygınlaşmış ve Osmanlı karşıtı düşüncelerin daha geniş kitlelerce tartışılıp benimsenmesine neden olmuştur. Bu durumu kendi çıkarları adına kullanmak isteyen hem yerel hem de küresel aktörler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin milliyetçi eğilimini de gerekçe göstererek Osmanlı aleyhine söylemlerini, Arap milliyetçiliği ideolojisini oluşturmak için işlevselleştirmişlerdir. Öyle ki o yıllarda Arap milliyetçisi düşüncelere kapılan kişiler tarafından İstanbul’da kurulan Genç Arap Topluluğu adlı örgütlenme, Osmanlı karşıtı görüşlerin tartışıldığı ve yayıldığı bir platform görevi görmüştür (Kurun, 2017, s. 15).
O dönemde dillendirilen bazı söylemler arasında “Arap halklarının geri kalmasının nedeni, Osmanlı’dır.” gibi aşırı Arap milliyetçisi yaklaşımlar da bulunmaktaydı. Bu anlamda öne çıkan isimlerden birisi, Suriyeli Hristiyan olan İbrahim el-Yazıcı idi. Osmanlı’nın Arap coğrafyasındaki varlığını, teknik konularda ilerlemiş Arapları bilim yerine dine yönlendirdiği gerekçesiyle eleştiren Yazıcı, Arapların Osmanlı boyunduruğundan kurtulması gerektiğini öne sürmüştür (Fraser, Mango ve McNamara, 2011, s. 22). 1912’de ise yine Suriye’de Arap özerkliğini savunan Adem-i Merkeziyet, el-Kahtaniye ve Genç Arap Cemiyeti gibi siyasi partiler ortaya çıkmıştır (Fraser, Mango & Mc Namara, 2011, s. 24).
Nitekim I. Dünya Savaşı devam ederken ve Osmanlı Devleti zor bir süreçten geçerken 1916 yılında başlayan Büyük Arap İsyanı, Arap milliyetçiliği fikrinin tetiklemesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu isyanın Arap milliyetçiliği açısından daha net sonuçları ise savaşın sona ermesi ile görülmüştür. Artık Arap milliyetçiliği bir ideoloji hâlini almış ve Mısır’dan Suriye’ye, Irak’tan Lübnan’a birçok ülkede bağımsızlık taleplerinin dile getirilmesine öncülük etmiştir.
Arap milliyetçiliği I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki yıllarda Osmanlı Devleti üzerinde planları olan yabancı güçler tarafından da kullanılmıştır. Yaptıkları girişimlerle Osmanlı ile zayıf bağa sahip bölgelerdeki yöneticileri, Arap milliyetçiliği düşüncesi üzerinden bağımsızlığa teşvik eden Batılı güçler, bu anlamda bölge siyasetinin kalıcı biçimde dönüşmesine neden olmuşlardır. Örnek vermek gerekirse 1916 yılında Arap dünyasının nüfuzlu figürlerini ve halkı Osmanlı’ya karşı örgütlemek amacıyla Kahire’de örgütlenen Arap Bürosu isimli kuruluşta meşhur İngiliz diplomat Thomas Edward Lawrance da görev yapmıştır (Ay, 2018, s. 40).
Ancak Batılı aktörlerin Arap milliyetçiliğini kullanma girişimi bir süre sonra kontrolden çıkmıştır. Milliyetçilik dalgası, Arap ülkeleri üzerinde etki sahibi olan Osmanlı dışındaki yabancı güçlerin bölgedeki varlığını olumsuz anlamda etkileyen bir hâl almıştır. O dönemde Arap milliyetçisi hareketler özellikle Mısır’da ön plana çıkmıştır. Muhammed Ferid Vecdi, Kasım Emin, Ahmet Lütfi Seyyid, Mustafa Kamil ve Ahmed Arabi Paşa gibi isimler, Mısır’da milliyetçi düşünmenin farklı formlarını temsil etmişlerdir (Okutan, 2001, s. 164). Saad Zağlul gibi milliyetçi figürler, Mısır başta olmak üzere tüm Arap coğrafyasında Batı karşıtı hareketlenmelerin seslerini yükseltmelerine ön ayak olmuştur. Zağlul’un İngilizlere karşı tutumu, Mısır’da özellikle bu anlamda bir eğilimi beraberinde getirmiştir. Bu eğilimler, izleyen süreçte farklı alanlarda kendisini göstermeye başlamıştır.
Bu noktada toplumsal düzeyde ortaya çıkan hareketlerden en önemlisi, 1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler’dir. Ülkedeki İngiliz varlığının sonlanması ve bir İslam devleti kurulması talebiyle ortaya çıkan hareket her ne kadar doğrudan Arap milliyetçisi bir çizgide olmasa da yabancıların bölgede ve Mısır’daki etkisi karşısında Arap topraklarının korunması söylemini de savunmuştur. Bu durum İsrail’in kuruluşu sürecinde Müslüman Kardeşler üyelerinin bizzat Filistin’e giderek buradaki mücadeleye destek vermelerinden de anlaşılabilecektir (Obaid, 2017, s. 7). Dolayısıyla Müslüman Kardeşler hareketinin İslam ümmeti bilinci ve milliyetçilikle harmanlanmış bir söyleme sahip olduğu ifade edilebilir.
Mısır, Suriye ve Lübnan’da özellikle karşılık bulan Arap milliyetçiliği düşüncesinin ideolojik bir harekete dönüşmesinde rol oynayan önemli figürlerden bir diğeri de bir Osmanlı bürokratı olan Satı El-Hüsri’dir. Arapça konuşan toplulukların birliği düşüncesine vurgu yapan Hüsri, Panislamizm fikrine mesafeli olduğundan daha laik bir Arap milliyetçiliğini savunmuştur (Ay, 2018, s. 38). Arap milliyetçileri genel olarak laik ve seküler düşünceyi muhafazakârlığa tercih etmişlerdir. Bu durum II. Dünya Savaşı yıllarında ve izleyen dönemde de devam etmiştir.
Arap coğrafyasında milliyetçi düşüncenin bölgesel düzeyde verdiği en somut ürün şüphesiz Arap Birliği’nin kurulması olmuştur. 1945 yılında Mısır’ın başkenti Kahire’de kurulan birliğe Mısır’ın yanında Suudi Arabistan, Lübnan, Irak, Suriye ve Ürdün katılmıştır. Arap Birliği’nin kurulması ile bir taraftan Arap milliyetçiliği kurumsal bir yapıya bürünmüş diğer taraftan da Mısır’ın bölgedeki lider konumu daha fazla ortaya çıkmıştır. Bu durum, Mısır’ın sonraki yıllarda Arap milliyetçiliğinin siyasi anlamda merkezi hâline gelmesinin önünü açacak ve Cemal Abdülnasır’ın siyasi kariyerini bu ideoloji üzerinden inşa etmesine olanak sağlayacaktır.
Cemal Abdülnasır Dönemi ve Mısır’ın Arap Milliyetçiliğinin Taşıyıcısı Rolü
Mısır’da monarşik yönetime karşı tepkinin giderek arttığı bir dönemde 300 kadar üst düzey askerin bir araya gelerek oluşturduğu Hür Subaylar hareketi, 1952 yılının Temmuz ayında yönetime el koymuş ve ülkedeki tüm resmî binaların kontrolünü ele geçirmiştir. Hareketin lideri olan Muhammed Necip, izleyen süreçte Cemal Abdülnasır karşısında tutunamamıştır. Necip’in 1954’ün Şubat ayında istifa etmesi sonrasında Nasır, yönetimi eline almıştır. Kendisine yönelik İskenderiye’de düzenlenen suikast girişiminin üzerine Nasır, Müslüman Kardeşler hareketine yönelik ciddi bir baskı süreci başlatmıştır. Bu dönemde siyasi nüfuzunu konsolide eden Nasır, 1956 yılında yapılan seçimler sonrasında Mısır’ın ikinci devlet başkanı olmuştur.
Bu süreç boyunca Nasır’ın siyasi söylemlerinin en dikkat çeken özelliği, Arap kimliği ve milliyetçiliğine yönelik yoğun vurgu olmuştur (Gerges, 2018, s. 174). Arap ana vatanı, Arap ulusu, Arap birlikteliği, Batı’nın Arap topraklarına müdahalesinin kabul edilemezliği, emperyalizmle mücadele edilmesi gerektiği gibi söylemler, Nasır’ın konuşmalarında sıklıkla tekrarlanmıştır (Aburish, 2004; Dawisha, 2016). Nasır’ın Arap milliyetçiliğini bir hedeften ziyade bir yöntem olarak kullandığı da belirtilebilir. Nitekim ülke içindeki baskısını meşrulaştırmak, bölgesel politikalarda etkili olmak ve küresel düzeyde de güçlü bir aktör olabilmek adına Nasır, Arap milliyetçiliğini bir araç olarak işlevselleştirmek istemiştir. Bunda da büyük oranda başarılı olmuştur.
Bu yıllarda Cemal Abdülnasır’ın Arap milliyetçiliği adına bazı enstrümanları kullandığı görülmektedir. Bunlar arasında en önemlilerinden birisi, Mısır’ın yetiştirdiği en önemli şarkıcı olan Ümmü Gülsüm’dür. Nasır ile dostluğunu açık biçimde belirten Ümmü Gülsüm, konser ve röportajlarında Nasır’ı ve Arap milliyetçiliğini yücelterek bir anlamda o dönemde Mısır’ın bir yumuşak güç unsuru olmuştur. Ümmü Gülsüm ayrıca Nasır’ın Pan Arap ideolojisi için her türlü imkânı seferber ederek o dönemde Nasır’ın etkisinin çok daha fazla olmasını sağlamıştır (Hammond, 2005, s. 144; Dawisha, 2016, s. 148).
O dönemde Nasır’ın kullandığı bir diğer enstrüman ise Mısır merkezli Savt Al-Arab radyo kanalıydı. Rejim bu kanalı bir taraftan kendi iktidarının meşruiyet kazanması adına bir propaganda aracı olarak kullanırken diğer taraftan da Arap milliyetçiliğinin ideolojik olarak toplumsal kesimlere yayılması adına yayınlar yapmak üzere kullanıyordu. Bu yayınlarda yabancıların Arap topraklarındaki varlığı eleştirilirken İsrail’e karşı Arapların birleşmesi çağrısı yapılıyordu. Nasır bu kanalda yayınlanan konuşmalarında genellikle Arapların onuru ve haysiyeti kelimelerine vurgu yapıyor ve kitlelerin saygısını daha fazla kazanıyordu (Fandy, 2007, s. 41).
Nasır, Arap milliyetçiliği fikrini yaymak için her fırsatı değerlendiriyordu. Bu çerçevede El-Ezher Üniversitesi’ni yeniden dizayn etmiş ve ilahiyatın dışındaki alanların da üniversite müfredatına girmesini sağlamıştır. Öte yandan Ezher üzerinde kontrol sahibi olarak Nasır ideolojisinin ulema ve din adamları aracılığıyla kamuoyuna geçişinin sağlanmasını da hedeflemiştir (Hibbard, 2011, s. 89). Konuşmalarını yapmak üzere birçok kez Ezher Üniversitesi’nin konferans salonunu seçen Nasır, kalabalık bir salonda ateşli konuşmalar gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla Nasır’ın Ezher’i İslami yönünden ziyade Arap milletinin bir ortak kurumu olarak görülmesi için çaba gösterdiği söylenebilir (Osman, 2013, ss. 47-75).
Bu söylem, enstrüman ve politikalarında, Nasır’a Arap dünyasındaki siyasi ve toplumsal oluşumlardan da destek gelmesini sağlamıştır. Nasır’ın Arap milliyetçiliği çizgisinde benzer bir pozisyona sahip olan liderliğini Mişel Eflak ve Selahattin Bitar’ın yaptığı Baas hareketi, Filistin’deki George Habbaş tarafından kurulan Arap Milliyetçi Hareketi, Suriye Ulusal Partisi ve Irak Sosyalist Partisi gibi kuruluşlar, Nasır’ı destekleyen bölgesel gruplar arasındaydı.
Arap milliyetçiliğinin o dönemde Mısır merkezli yükselmesinde birçok sebepten bahsedilebilir. Bunlardan ilki, Arap coğrafyasında Mısır’ın siyasi olarak diğer bölge ülkelerinden öne çıkmasıdır. Henüz petrol gelirlerinin getirdiği refahla tanışmamış olan Körfez ülkelerinin aksine Mısır, kalabalık nüfusu, ekonomik kapasitesi ve askerî gücü ile bölge ülkelerinden ayrışmaktaydı. Buna ilaveten Cemal Abdülnasır’ın söylemlerinde Arap milliyetçiliğine vurgu yapması, Mısır’ı bu anlamda doğal bir lider konumuna getirmekteydi (Awan, 2017, s. 116). Bu noktada bir başka neden ise Mısır’ın gerek Batı bloğu gerekse de Sovyetler Birliği tarafından önemli bölgesel bir aktör olarak görülmesidir. İki blok da Mısır’ı kendi yörüngesine çekerek bölge politikalarında güçlü bir müttefike sahip olmayı hedeflemiştir. Bu da Cemal Abdülnasır yönetiminin göründüğünden daha büyük bir etkiye sahip olmasını sağlamıştır.
Bu etki, Cemal Abdülnasır’ın politikalarına da yansımıştır. Arap dünyasında kendisine yönelik olumlu algının da verdiği cesaretle bölgesel ve küresel güçlerle doğrudan karşı karşıya gelen Nasır, bir taraftan da Arap milliyetçiliğini, dış politikasında işlevselleştirerek beklenmedik politik tercihlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi şüphesiz Süveyş Kanalı’nın millîleştirilmesi olarak gösterilebilir.
Süveyş Krizi’nin arka planındaki en önemli nedenlerden birisi, Arap milliyetçiliği söylemleri ile bölgedeki emperyal güçlerin varlığına tepkinin toplumsal düzeyde artmasını sağlayan Nasır’ın bu anlamda bir öncü olma isteği olarak belirtilebilir. Bununla birlikte Süveyş Kanalı gelirlerinden istenilen düzeyde yararlanılamamasının Mısır’ı ekonomik açıdan da etkilediğine inanılmaktadır. İngilizlerin Süveyş’teki varlığını, Arap halkları ve özellikle Mısır için bir hakaret ve ekonomik dezavantaj olarak kabul eden Nasır, bu bağlamda söylemlerini 1954’ten itibaren sertleştirmiştir.
Nasır’ın Süveyş’in millîleştirilmesi kararını almasında, Batılı ülkelerin ve özellikle İngiltere’nin Mısır’a karşı tavrı da etkili olmuştur. İngiltere’nin hâlen Mısır’ı bir eyaletmiş gibi görmesini kabullenemeyen Nasır, Aswan Barajı’nın inşası için ihtiyaç duyduğu kredinin önce ABD tarafından daha sonra da İngiltere ve Dünya Bankası tarafından onaylanmaması üzerine daha keskin bir pozisyon almaya başlamıştır (Truitt, 2010, s. 145). Bu gelişmeler Nasır’ı yerel kaynaklar bulmaya iterken bu bağlamda Süveyş Kanalı’nın millîleştirilmesi fikri ciddi biçimde düşünülmeye başlanmıştır. 26 Temmuz 1956’da Nasır kitlelere yaptığı bir konuşma sırasında Süveyş Kanalı’nın millîleştirildiğini açıklamıştır (Skardon, 2010, s. 186). İzleyen süreçte Nasır’ı iktidardan uzaklaştırmak amacıyla Ekim ayında Fransa’da gizli bir anlaşma imzalayan İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’a savaş açma kararı almıştır. 29 Ekim’de İsrail’in Gazze’ye saldırması ile başlayan müdahale, 31 Ekim’de Fransa ve İngiltere hava kuvvetlerinin bombardımanıyla devam etmiştir. Operasyonlarda ilerleme kaydedemeyen bu üç ülke, Nasır’ı devirme hedeflerinde başarılı olamamıştır (Varble, 2009, ss. 19-83). Aralık ayı sonu itibarıyla tüm İngiliz ve Fransız askerleri geri çekilmiş, 1957 Ocak ayında İngiltere Başbakanı Anthony Eden istifa etmek zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin saldırıları karşısında ayakta kalmayı başarabilen Nasır ise karizmasını daha da pekiştirmiş ve Arap dünyasında bir kahraman olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Nasır liderliğinde Mısır’ın emperyal güçlere karşı gösterdiği direniş, Arap dünyasında dalga dalga yayılan milliyetçi düşüncelerin daha da kabarmasına yol açmıştır. Bu durumun farkında olan Nasır, siyasi bir pragmatizmle Arap milliyetçisi söylemlerine devam etmiştir. Bunu bir aşama ileriye götürmek isteyen Nasır, kendisine en yakın siyasi söylemleri Suriye’de bulmuştur. Önceden beri Arap milliyetçiliği konusunda güçlü bir ideolojik yaklaşıma sahip olan Baas hareketi, Suriye’deki siyasi pozisyonunu Mısır’la yakın politikalar izleyerek korumayı hedeflemiştir. Bu görüş birliği ve uzlaşı hâli, iki ülke yönetimlerini giderek daha da yakınlaştırmıştır.
Mısır’ın artan liderlik pozisyonu ve Nasır’ın karizması nedeniyle Suriye’de Arap milliyetçisi yönetici sınıf, Mısır ile birleşme teklifini getirdiler. Özellikle bu ülkede sosyalist ideolojiye mensup grupların güç kazanması ve yönetim üzerinde tehdit oluşturmaya başlaması üzerine Nasır, birleşme düşüncesini ciddiye almaya başladı. Her ne kadar olası bir birleşme, Mısır’a ekonomik külfet getirecek olsa da Arap dayanışması çerçevesinde Nasır’ın bu durumdan geri adım atmaması gerekirdi. Nitekim öyle de oldu. Şubat 1958’de Kahire’de gerçekleştirilen toplantı sonrasında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verildi. İzleyen süreçte Nasır başkan seçilirken, belirlenen 17 maddelik anayasa metni Mısır ve Suriye meclislerinde kabul edildi (Jankowski, 2002).
Bu gelişmeler, Suriye’de siyasi sistemden dışlanan ve Arap milliyetçilerinin giderek daha fazla gölgesinde kalan sosyalist ve Baas mensuplarını ciddi biçimde rahatsız etmeye başladı. Her ne kadar bu gruplar da Arap milliyetçiliğine yakın bir çizgide olsalar da Suriye siyasi yapısındaki mevzilerini kaybettikleri için tepkiliydiler. Nitekim bu tepkiler, kurulan gizli yapılanmalarla gün yüzüne çıktı. 1961 yılında bu gizli yapılanmalardan Askerî Komite adı verilen bir grup, askerî darbe yaparak Suriye’nin yeniden ayrı bir devlet olduğunu ilan etti. Bu gelişme bir anlamda Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin sonu olmuştu. Her ne kadar bir başarı hikâyesi olarak sonuçlanmasa da Arap milliyetçiliği fikrinin o dönemde kazandığı ivmeyi göstermesi açısından önemli bir girişim olan Birleşik Arap Cumhuriyeti, Cemal Abdülnasır’ın imajında ciddi bir yara açmadı. Arap dünyasındaki kitleler, Mısır liderini Arapların lideri olarak görmeye devam ettiler.
Nasır’ın liderliğindeki Arap milliyetçiliği ideolojisi, Birleşik Arap Cumhuriyeti projesiyle zirve noktasına erişmiş ancak bu projenin nihai olarak başarısız olması, bölgedeki milliyetçi dalga açısından da olumsuz bir gelişme olmuştur. Bu anlamda bir başka gelişme ise Mısır’ın Yemen’e müdahale kararı ile gerçekleşmiştir. Yemen’de monarşinin devrilmesinin ardından kurulan cumhuriyetin, kuzeydeki Zeydilerin tehdit altında olması üzerine Nasır, Arap dayanışması kapsamında Yemen’e müdahale etme kararı almıştır. Bu müdahalenin bir başka nedeni ise Nasır’ın Yemen’de kurulan cumhuriyetçi yönetimi desteklemek istemesidir. 1962 yılında bölgeye asker gönderen Nasır için Yemen müdahalesi hiç de beklendiği gibi olmamıştır. Beş yıllık savaş sonucunda en az 10 bin Mısır askeri hayatını kaybederken, bu müdahale Mısır’a milyarlarca dolara mal olmuştur (Ferris, 2015).
Henüz bu müdahale bitmemişken Nasır, 1967 yılında ordusunu Sina bölgesine göndererek İsrail’e karşı bir savaş başlatmıştır. Yemen savaşının yarattığı ekonomik çalkantılar üzerine gelen İsrail savaşı, Mısır’ı daha da zor durumda bırakmıştır. Altı gün süren savaşta Mısır ordusu ağır bir mağlubiyet almış ve bu gelişme, Nasır’ın Yemen’deki tüm askerleri geri çekmesine neden olmuştur. Nasır bir taraftan ülke içinde ciddi bir prestij kaybına uğrarken Yemen’de Suudi Arabistan’ın desteklediği gruba karşı aldığı mağlubiyetle Arap kamuoyu nezdinde önemli bir yara almıştır.
Yemen müdahalesi ve 1967’deki İsrail savaşı, Nasır için bir anlamda sonun başlangıcı olmuştur. Bu sadece Nasır için değil Arap milliyetçiliği açısından da önemli bir gerileme sürecinin başlangıcı anlamına gelmiştir (Machairas, 2017, s. 5). Nasır’ın karizmasına güvenen ve hem Batı hem de İsrail karşısında Nasır ile zafere ulaşabileceklerini düşünen kitleler, yaşanan hezimetler sonucunda bu anlamda umutlarını kaybetmişlerdir. Nasır, 28 Eylül 1970’te hayatını kaybederken Arap milliyetçiliği bir anlamda sahipsiz kalmıştır.
Arap Milliyetçiliğinin Gerilemesi ve Hüsnü Mübarek Dönemi
Arap milliyetçiliği düşüncesi, Nasır’ın ölümünden sonra bir anlamda gerileme sürecine girmiştir. Bunda Nasır’ın Arap milliyetçiliği açısından sembolik bir isim olması, İsrail’e karşı alınan mağlubiyetin psikolojik etkisi, Arap toplumlarının ekonomik anlamda ilerleme kaydedememesi ve Arap coğrafyasında kültürel ve toplumsal anlamda baş gösteren yozlaşma önemli rol oynamıştır.
Öte yandan 1970’te Mısır’da Enver Sedat gibi Batı yanlısı, seküler ve Arap milliyetçisi olmayan bir figürün yönetime gelmesi de Arap milliyetçiliği açısından olumsuz bir dinamik olmuştur. Bununla birlikte Sedat’ın gerek Nasır’dan kopuşu vurgulamak gerekse de kendi siyasi eğilimini temellendirmek amacıyla Mısır milliyetçisi bir tutum içerisinde olduğu da söylenebilir. Nitekim bu yaklaşım, Sedat’ı Pan Arabist bir siyasi çizgiden ziyade Mısır’ı önceleyen ve daha Milliyetçi bir bakış açısında olan bir çizgiye itmiştir (Bozbaş, 2016, s. 111).
Sedat’ın 1973 yılında İsrail’e tekrar savaş açması bu noktada bir diğer önemli gelişme olarak kabul edilebilir. Nitekim bu savaşta da İsrail’e tam anlamıyla boyun eğdiremeyen Mısır, barış anlaşmasını kabul etmek durumunda kalmıştır. Her ne kadar Mısır, 1967 savaşında İsrail’e kaybettiği toprakları Camp David Anlaşması ile geri alabilmiş olsa da bu anlaşma, Mısır ile İsrail arasında kalıcı bir barış anlamına geldiği için Arap halkları nezdinde Mısır, Filistin davasına ihanetle suçlanmıştır.
Nitekim gerek 1970’ler boyunca ve gerekse de Camp David Anlaşması’nı izleyen süreçte Mısır’ın Filistinlilere sınırlı biçimde destekte bulunması, Arapları birleştiren bu davanın giderek anlamını ve önemini yitirmesine neden olmuştur. Bunun yanında Arap dünyasının en önemli ülkesi olan ve Arap milliyetçiliğinin düşünsel temeline ev sahipliği yapan Mısır’ın İsrail’le barış anlaşma imzalaması Pan Arabist düşüncenin kalıcı olarak ütopik bir ideoloji olarak anılmasına neden olmuştur.
Sedat’ın İsrail’le imzaladığı barış anlaşmasının siyasi sonuçları da olmuştur. Arap milliyetçiliği açısından hayati kurumlardan birisi olarak görülen ve merkezi Kahire’de bulunan Arap Birliği, Mısır’ı ihraç etme kararı almıştır. Bu kararın ardından kurumun merkezi Tunus’a taşınmış ve genel sekreter olarak ilk kez Mısır vatandaşı olmayan bir kişi atanmıştır. Bu gelişme, Mısır’ın Arap halkları nezdindeki itibarını daha da zedelemiştir (Wren, 1979).
1979 yılında yaşanan İran Devrimi de Arap milliyetçiliğinin gerilemesine neden olan bir başka gelişmedir. Nitekim İran merkezli yayılan düşünceler her ne kadar geniş bir takipçi kitlesi bulamasa da Arap dünyasında da ilgi çekmiştir. Dolayısıyla İran Devrimi’nin düşünsel anlamda bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Sahada ise İran’ın giderek daha fazla Arap dünyası içerisinde varlık göstermeye başlamasına ve bu coğrafyada kendisine yakın aktörlerle etki sahibi olmasına şahit olunmuştur. Bu durum da Araplar içerisinde mezhepsel farklılıkların etkili olduğu bir ayrışmanın temellerinin atılmasına önayak olmuştur. Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde bu durum daha fazla gözlemlenmiştir.
Enver Sedat’ın 6 Ekim 1981’de düzenlenen bir suikast sonrası öldürülmesinin ardından göreve gelen Hüsnü Mübarek de genelde Arap dünyasında özelde de Mısır’da Arap milliyetçiliğine yönelik yaklaşımı değiştirememiştir. Mübarek’in bu yönde bir gündemi de olmamıştır. Mübarek döneminde daha mikro düzeyde bir milliyetçilik anlayışının dönem dönem siyasi çıkarlar uğruna işlevselleştirildiği görülmektedir. Nitekim radikal örgütlerin saldırıları, ekonomik kötüleşme ve Müslüman Kardeşler’in giderek daha fazla toplumsal desteğe sahip olması gibi unsurlar, rejimin bir ideoloji olarak Mısır milliyetçiliği ve vatanseverliğini birleştirici bir unsur olarak kullanmaya itmiştir. 1980’ler ve 90’lar boyunca televizyon ve radyo kanallarında Mısır’ın devlet kurumlarını, orduyu ve Mübarek liderliğini vurgulayan yayınlar yapılmıştır.
Öte yandan Arap milliyetçiliği düşüncesi, bölgesel düzeyde kan kaybetmeye devam etmiştir. Bu anlamda yaşanan darbelerden birisi 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında yaşanan Körfez Savaşı ile gelmiştir. Irak’taki Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgal etmesi kararı, Arap coğrafyasında şok etkisi yaratmıştır. Arap dayanışmasına ciddi biçimde halel getiren bu gelişme sonrasında ABD liderliğindeki uluslararası koalisyon, Irak’a müdahale kararı almıştır. Bu koalisyonun ABD’ye yakın politikalar izleyen Suudi Arabistan ve Mısır tarafından da desteklenmesi Arap coğrafyasındaki ayrışmaların derinleşmesine neden olmuştur. Nitekim her ne kadar ABD’nin öncülüğünde gerçekleştirilmiş olsa da Irak’a yönelik müdahale, Arap ülkelerinin karşı karşıya geldiği bir savaş olarak görülmektedir.
Körfez Savaşı’nı izleyen dönemde Arap dünyasında milliyetçiliği bir düşünce olarak savunan figürler kalmadığı gibi siyasi anlamda da hiçbir devletin ya da yöneticinin Arap milliyetçisi söylemleri öncelediği gözlemlenmemiştir. Öyle ki bu dönemde bazı Arap entelektüelleri, Arap düşüncesinin diasporadaki temsilciler tarafından canlı tutulmaya çalışılan bir düşünce hâline dönüştüğünü iddia etmişlerdir (Ajami, 1991). Bunun yerine İslami hareketlerin daha ön plana çıktığı ve toplumsal düzeyde daha fazla benimsendiği bir siyasi atmosfer yaşanır hâle gelmiştir. Mısır özelinde ise Arap milliyetçiliğinden ziyade askerî kurumların ve vatansever/Milliyetçi fikirlerin savunulduğu bir milliyetçilik türü ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Hüsnü Mübarek yönetiminin ideolojik arka planını da bu eğilim özetlemektedir.
Mübarek döneminde Arap milliyetçiliği düşüncesi, Cemal Abdülnasır’ın savunduğu çizgiden ayrışmıştır. Nitekim Mübarek gerek Batı ülkeleri ile yakın ilişkileri gerekse de dış politikada Mısır’ı daha içe kapanık bir çizgiye çeken yaklaşımı ile Arap ülkeleri arasında ciddi bir liderlik iddiası taşımamıştır. Bunda Mısır’ın ekonomik olarak ciddi bir atılım gerçekleştirememesi de etkili olmuştur. Mübarek döneminde Arap dünyasında Mısır’ın etkin pozisyonunu geri almaya yönelik ender adımlardan birisi olarak Arap Birliği üyeliğini yeniden geri alması gösterilebilir.
İsrail’le imzalanan Camp David Anlaşması sonrasında Arap Birliği’nden dışlanan Mısır’ın bu durumu on yılı aşkın bir süre devam etmiştir. Arap coğrafyasında giderek etkisi azalan Mısır’a bu anlamda bir nefes aldırmak isteyen Hüsnü Mübarek liderliğindeki Mısır’ın yürüttüğü yoğun diplomasi sayesinde Mısır yeniden birliğe kabul edilmiş ve Arap Birliği’nin merkezi 1990 yılında yeniden Kahire’ye taşınmıştır. Arap Birliği bu kararla ilk kez başkentinde İsrail büyükelçiliği olan bir ülkeye taşınmış olacak, bu durum da Filistin sorununun çözümünün daha da imkânsız hâle gelmesine neden olacaktır (Cowell, 1990).
Hüsnü Mübarek’in milliyetçilik, vatanseverlik ve Milliyetçilik düzleminde liberal/seküler çizgideki Ulusal Demokratik Partisi’nin yanında Nasırcılık adı verilen ideolojiyi benimseyen siyasi oluşumlar da mevcuttu. Bir ideoloji olarak Nasırcılık, Mısır’ın İngiliz işgalinden kurtulması hedefiyle ortaya çıkmış daha sonra pan-Arap ve Arap milliyetçisi söylemlerle gelişmiş ve sosyalist eğilimleri de içine alarak hibrit bir ideoloji biçimine bürünmüştür. Nitekim Nasır’ın temel hedefi, lideri Mısır olan bir Arap ulusu yaratmak olarak belirtilmektedir. Bu nedenle Nasır, toprak reformu yaparak refahı daha geniş kitlelere yaymak istemiş, Mısır’da birçok sektörün ve bankacılığın millîleştirilmesinde öncü rol oynamış ve ülkesinin kendi kendine yeter bir üretim kapasitesine sahip olmasını öngörmüştür. Nasır’ın ölümünden sonra her ne kadar Mısır’da Arap milliyetçiliği gerileme aşamasına geçse de Nasır’ın bu adımlarını ve görüşlerini önceleyen Nasırcılık ideolojisi bazı siyasi çevrelerde karşılık bulmuştur. Bu durum Mübarek döneminde Nasırcı partilerin siyaset sahnesinde yer almasına imkân tanımıştır (Ghanem, 2014, ss. 3-5).
Mübarek dönemindeki Nasırcı partiler arasında Al-Karama (Haysiyet), Nasırcı Demokratik Arap Partisi ve Vefd Partisi ön plana çıkmıştır. Bu partiler, Arap milliyetçiliği ve sosyalist ideolojiyi harmanlayan bir siyasi görüşe sahip olagelmişlerdir. 1996 yılında Hamdin Sabbahi tarafından kurulan Al-Karama Partisi, Mübarek yönetimine sert eleştirileri ile ön plana çıkmıştır. Pan Arap ve Nasırcı figürlerin de desteğini alan Sabbahi, Mübarek yönetimi boyunca siyaset sahnesinde tutunmaya çalışmıştır. 2011’deki devrim sürecine de destek veren Sabbahi, 2012 ve 2014’teki başkanlık seçimlerinde yarışmış ancak başarılı olamamıştır.
1984’te kurulan Nasırcı Demokratik Arap Partisi, 1995 seçimlerinde bir ve 2000 seçimlerinde üç milletvekili ile mecliste temsil edilmiştir. 1978 yılında yeniden kurulan Vefd Partisi de Mübarek döneminde milliyetçi görüşleriyle bilinen bir diğer siyasi oluşumdur. Vefd Partisi de parlamento seçimlerinde birkaç milletvekili almaktan öteye geçememiştir.
Ordunun milliyetçi bir sembol hâline getirilmesi, Mısır örneğinde açık biçimde gözlemlenmektedir. Nitekim Mısır ordusu, ülkenin milliyetçiliği bir araç ve amaç bağlamında sürekli savunan bir kurumu olagelmiştir. Bu durum Nasır, Sedat ve sonrasında Mübarek yönetimlerinde de görülmüştür. Mübarek yönetimi boyunca ordu, sürekli Mısır’ın en önemli kurumu olarak görülmüş ve ülkenin savunucusu ve kaderinin belirleyicisi olarak görülmüştür. Öyle ki 1973’teki savaş dahi ordunun üstün başarılarıyla İsrail’e diz çöktürdüğü bir zafer olarak resmedilmektedir. Bunun yanında ülkenin hemen her köşesinde ordunun yüceltildiği tasvirler, televizyon kanallarında reklamlar ve radyolarda yayınlar yapılmıştır. Bu karakteristik Mısır’ın özel durumuyla da ilgilidir. 1952’den günümüze, 2012-2013 döneminde görev yapan Muhammed Mursi hariç tüm liderlerin asker kökenli olması, Mısır’da ordunun milliyetçi hisler bağlamında neden işlevselleştirildiğini açıklamaktadır (Elbenni, 2017).
Arap Devrimleri Süreci ve Arap Milliyetçiliği
Arap devrimleri süreci, bölgede Arap milliyetçiliğinin yeni bir uyanışa geçirmesine yol açmamıştır. Her ne kadar Mısır’da bu söylemlerle öne çıkan bazı siyasi oluşumlar gündeme geldiyse de uzun vadeli ve kalıcı olamamışlardır. Bunun başlıca sebebi, Arap milliyetçiliği fikrinin halklar nezdinde meşruiyetinin kalmamış olmasıdır. Nitekim ortaya çıktığı dönemlerde Arapların geri kalmasının nedeni olarak yabancı güçler görülürken günümüzde bu durumun sorumluları olarak uzun yıllardır ülkelerini yöneten diktatörler görülmektedir. Dolayısıyla aslında “Arapların geri kalmasına yine kendileri arasından seçilen liderler neden olmuştur” inancı yaygın biçimde kabul edilmektedir.
Öte yandan Arap halklarını milliyetçi bir söylem etrafında toplayacak ve ortak bir amaç uğruna mücadele etmelerine neden olacak bir “dava” da kalmamıştır. Filistin meselesi, Arap liderlerinin etrafında birleştiği, tepki verdiği ya da sahiplendiği bir problem olmaktan çıkmış, bölge siyasetinin merkezinde değil çevresinde yer alan bir konu hâline gelmiştir. Filistin’in bağımsızlığı konusunda gerek bölge ülkeleri gerekse de Arap Birliği ya da Körfez İş birliği Teşkilatı gibi örgütlerin ciddi bir çabası gözükmemektedir. Aksine Arap ülkelerinden ziyade Filistin sorununun yegâne savunucusu olarak Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin ve Kuveyt, Katar gibi bazı Körfez ülkelerinin kaldığı söylenebilir. Dolayısıyla Filistin meselesi, Arap milliyetçiliğinin birleştirici unsurlarından birisi olarak kabul edilemeyecektir.
Öte yandan Arap ülkelerinin topyekûn mücadele edecekleri ortak bir tehdit de kalmamıştır. Normal şartlar altında bu tehdit elbette İsrail’dir. Ancak 1948’den bu yana bölgede Arap çıkarlarını tehdit eden İsrail’in politikaları, Mısır’ın bu ülkeyle imzaladığı anlaşmadan itibaren giderek daha fazla kanıksanmış durumdadır. Filistinlilere yönelik saldırılarını artıran İsrail, Batı Şeria’daki yayılmacı politikalarını da devam ettirerek işgalci konumunu pekiştirmektedir. Bu süreç boyunca Arap liderleri ise İsrail ile yakın ilişkiler geliştirerek bu ülke ile mücadele etmek yerine iş birliği içerisinde olmayı tercih etmişlerdir. Öyle ki ABD’de göreve gelen Başkan Donald Trump’ın 2017’nin Aralık ayında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamasına Suudi Arabistan ve Mısır gibi Arap dünyasının lideri olan ülkelerden ciddi tepkiler gelmezken 2019’da yine Trump’ın Suriye’nin toprağı olan ancak İsrail’in işgali altında bulunan Golan Tepeleri’nin İsrail’in toprağı olarak kabul etmesine, Arap ülkelerinden İsrail üzerinde caydırıcı bir etki oluşturacak düzeyde bir tepki gelmemiştir. Bu bağlamda en sert açıklamayı yine Türkiye yapmış, İsrail’in işgali ve Trump’ın bu kararının kabul edilemez olduğu belirtilmiştir.
Arap devrimleri girişiminin Mısır’da karşı devrime maruz kalması, Libya’da siyasi istikrarsızlığı beraberinde getirmesi, Suriye’de uzun yıllar süren ve yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir yıkıma neden olması ve Yemen’de de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği Arap ordularının sivilleri katlettiği bir sürece dönüşmesi, Arap halklarında özellikle yönetici kesimlere karşı ciddi bir güven bunalımının ve bölgenin geleceğine dair karamsarlığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Arap milliyetçiliğinin zirve noktasına ulaştığı günlerde yaşanan Süveyş zaferi gibi olaylar ya da Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi birleştirici gelişmelerin yaşanmadığı bir dönemde Arap toplumlarında milliyetçi duyguların bastırılmasına neden olmaktadır. Bunun aksine bir örnek, Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketinin 2012 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasını izleyen süreçte bu ülkede görülmüştür. Devrimin başarılı olduğu algısıyla toplumun geniş kesimlerinde milliyetçi duygular artmış ve Arap vurgusu ön plana çıkmıştır. Ancak bu durum 2013’teki Sisi darbesi ile son bulmuş ve siyasi atmosfer yeniden karamsar bir havaya bürünmüştür.
Arap ülkeleri arasında artan gerginlikler de bölgedeki olası Arap milliyetçisi bir yönelimi engellemiştir. Bu anlamda en dikkat çeken gelişme, 2017’nin Haziran ayında yaşanan Körfez krizidir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn uzun yıllardır Körfez ülkeleri arasında devam eden iş birliği ve dostane ilişkileri yok sayarak Katar’a karşı siyasi ve ekonomik bir abluka başlatmışlardır. Bu girişim, Mısır tarafından da açık biçimde desteklenmiştir. Bu ülkeler Katar’a yönelik girişimlerinde başarılı olamamış aksine bu agresif tutumlarıyla Arap kamuoyunun tepkisini çekmişler ve bölge halkları arasındaki güven duygusunun zayıflamasına neden olmuşlardır (Browning ve Lewis, 2017).
Dış aktörlerin Arap devrimleri sonrası dönemde Orta Doğu’ya yönelik artan ilgisi ve politikaları da bölge ülkeleri arasında ayrışmaların artmasına neden olmaktadır. ABD Başkanı Donald Trump’ın Suudi Arabistan, BAE ve Mısır gibi önemli ülkeleri büyük ölçüde kontrolü altına alması, İsrail’e koşulsuz ve tam destek vermesi ve bölge siyasetine ABD’nin nüfuzunu doğrudan ya da dolaylı yollarla devam ettirmesi, Arap toplumlarında yöneticilerin doğrudan yabancı ülkelerin kontrolü altında olduğu algısının artmasına yol açmaktadır. Benzer durum Rusya’nın Suriye üzerindeki etkisi bağlamında da görülmektedir. Yine İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin de Arap coğrafyasındaki meşruiyetleri, problemli olan yönetimlerle yakın ilişkiler geliştirerek halkların iradelerini hiçe saymaları, bölge toplumlarının milliyetçi duygulardan giderek uzaklaşmalarına neden olmaktadır.
Günümüzde Mısır’da Arap Milliyetçiliği
Arap coğrafyasını sarsan devrim hareketlerinin Mısır’da ilk etapta başarılı olarak Mübarek rejimini devirmesi gerek bu ülkede gerekse de diğer Arap halkları arasında ciddi bir umut ışığını doğurmuştur. Uzun yıllardır istikrarsızlıklarla boğuşan, dış güçlerin sultasındaki yönetimlerce idare edilen ve Arap halkları ve davasına katkıda bulunacak bir başarıya şahit olamayan bölge kamuoyu, Mısır’daki devrimle bu makûs talihin son bulacağı inancına kapılmışlardır. Henüz devrim gösterileri sürerken Tahrir Meydanı’na inen Arap milliyetçisi ve Nasırcı gruplar, 25 Ocak Devrimi’ni bir dönüm noktası olarak kabul etmişlerdir. Mübarek’in devrilmesini izleyen aylarda da eski rejimin yönetimi yeniden ele geçirmesini engellemek adına meydandaki varlıklarını devam ettirmişlerdir (Adly, 2014). Bu süreçte öne çıkan bir başka unsur ise Arap milliyetçiliğinden ziyade liberal ve seküler bir yaklaşıma sahip Mısır milliyetçiliğinin daha fazla savunulur olmasıdır. Bu durum seçimlere de yansımıştır.
Devrim sonrası gerçekleştirilen ilk seçimlerde milliyetçi söylemleriyle öne çıkan Yeni Vefd Partisi oyların yaklaşık %7,6’sını alarak önemli bir toplumsal tabanının olduğunu göstermiştir. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise milliyetçi Hamdin Sabbahi %20’den fazla oy alarak milliyetçi, liberal ve seküler bir kitlenin varlığını ortaya koymuştur.
2013’ün Temmuz ayındaki askerî darbe ise Mısır’da başta İslami gruplar olmak üzere tüm ideolojilere yönelik olumsuz bir ortamın doğmasına neden olmuştur. Sisi rejimi, Arap milliyetçiliğini iyice arka plana atmış ve Mübarek dönemindekine benzer bir biçimde Milliyetçi bir Mısır milliyetçiliğini meşruiyet aracı olarak işlevselleştirmeye çalışmıştır. Mısır’ı Arap milliyetçiliği bağlamında bir lider olmaktan uzaklaştıran ve Enver Sedat’la başlayıp Hüsnü Mübarek’le devam eden süreç, Abdülfettah El-Sisi ile son bulmuştur. Bu dönemde Mısır, Arap halklarının önem verdiği tüm meselelerden giderek uzaklaşmış ve tam anlamıyla Batılı ülkelerin desteğiyle ayakta kalabilen bir rejim hâline gelmiştir.
Bu anlamda ilk dikkat çeken gelişme, Sisi’nin 2015 yılında BM nezdindeki bir oylamada İsrail lehine oy kullanması olmuştur. Her ne kadar İsrail ile perde arkasında iyi ilişkileri olsa da geçmiş Mısır liderleri genellikle bu tür durumlarda çekimser kalmakta ve Arap kamuoyunun tepkisini çekmek istememiştir. Ancak Sisi bu geleneği bozarak İsrail ile açık biçimde ittifak ilişkisi kurma çabası içerisinde olmuştur (Nafi, 2015). Bu durum Mısır ordusunun Sina’daki operasyonlarında İsrail ordusundan yardım istemesi ve birlikte hava bombardımanı yapması ile kendisini açık biçimde göstermiştir. Arap milliyetçiliğinin bir dönem lideri olan Mısır, bu tutumuyla Arap milliyetçilerinin en önemli birleştirici motivasyonu olan İsrail’in artık bir tehdit olarak kabul edilemeyeceğini ortaya koyarak bir anlamda Arap milliyetçiliğinin varlık nedenini ortadan kaldırmıştır.
Sisi’nin Mısır’ın Arap milliyetçiliğinin liderliği kimliğini tamamen sona erdirmesine neden olan bir başka politikası ise ülkede geniş toplumsal tabana sahip olan Müslüman Kardeşler hareketine karşı yoğun bir baskı politikası yürütmesidir. Suriye’deki Baas rejimi kadar kanlı olmasa da binlerce Müslüman Kardeşler üyesi, Mısır rejimi tarafından öldürülmüş, on binlercesi yıllardır kötü koşullar altında hapis yatmak durumunda bırakılmıştır. Harekete yönelik bu acımasızca baskı süreci sadece Mısır’da değil Arap dünyasının genelinde bir Arap milleti olma ümidinin geniş kitlelerce kaybedilmesine neden olmuştur. Sisi’nin bu süreçte Batı ülkelerinin tam desteğini alması ve ülkedeki baskı rejiminin gelişmiş ve demokratik ülkelerce kabullenilmesi, hem rejime ve Batı’ya nefreti artırmış hem de Arap milliyetçiliği düşüncesinin geleceği adına karamsarlığı derinleştirmiştir.
Sonuç
Orta Doğu siyasetinin bugünkü hâlinin şekillendiği 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Arap milliyetçiliği, bir dönem bölgenin en önemli ideolojik hareketi iken günümüzde büyük oranda içi boşalmış, varlık nedeni ortadan kalkmış ve anlamı kaybolmuş bir düşünce hâline gelmiştir. Bu dönüşümde bölgedeki gelişmelerin etkisi kadar Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında önemli rol oynayan dış aktörlerin bölge politikaları da önemli rol oynamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde başlangıcında özellikle Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve bölgedeki Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanması anlamında ciddi bir işlev gören Arap milliyetçiliği düşüncesi özellikle İngiltere ve Fransa gibi ülkeler tarafından desteklenmiştir. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılması ve Arap coğrafyasında Batılı ülkelerin güdümündeki rejimlerin kurulmasıyla Arap milliyetçiliği bir anlamda amacına ulaşmıştır.
Ancak bu akım, bölgedeki bazı entelektüeller tarafından savunulmaya devam etmiş, kimi siyasilerce de önemli bir enstrüman olarak görülmeye başlanmıştır. Bu anlamda Mısır’da iktidara gelen Cemal Abdülnasır’ın Arap milliyetçiliğini canlandırarak geniş kitleler tarafından savunulmasını sağlaması, bu düşünceyi teşvik eden Batılı aktörler tarafından endişeyle izlenmiştir. Nitekim Nasır’ın Arap milliyetçiliğine yaptığı yatırım ciddi bir karşılık bulmuş ve Süveyş Krizi’nde olduğu gibi İngiltere ve Fransa bir anlamda ortaya çıkardıkları ve kontrolden çıkan bu ideolojik düşüncenin gazabına uğramışlardır. Ancak izleyen dönemde Nasır’ın siyasi dehası, zafer sarhoşluğuna kurban gitmiştir. Önce Birleşik Arap Cumhuriyeti projesi başarısızlıkla sonuçlanmış daha sonra da 1967 yılında İsrail’e karşı alınan mağlubiyet, Nasır için sonun başlangıcı olmuştur. Nasır’ın hayatını kaybetmesi ise Arap milliyetçiliği açısından şüphesiz bir dönüm noktası olarak görülebilir.
Mısır’da Nasır’dan sonra göreve gelen Enver Sedat’ın Arapları birleştiren en önemli unsur olan Filistin konusunda ciddi bir çaba sarf etmemesi ve bunun da ötesinde İsrail’le barış anlaşması imzalaması, Arap milliyetçiliği açısından ciddi bir gerileme anlamına gelmektedir. Kendisine yönelik suikastın öncesinde İsrail Parlamentosu Knesset’te konuşan Sedat, sadece Mısır’ı İsrail’in kucağına bırakmamış, Arapların etrafında birleştiği en önemli meselede Arap milliyetçiliğinin merkezi konumundaki Mısır’ın havlu attığını da ilan etmiştir. Sedat’ın öldürülmesinin ardından göreve gelen Hüsnü Mübarek de benzer tutumunu devam ettirmiş hatta ABD ile de ciddi biçimde yakınlaşarak Mısır’ın Arap coğrafyasındaki toplumsal ve siyasi ağırlığını kaybetmesine neden olmuştur.
Öte yandan 1980’li yıllarda Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri, Arap milliyetçiliğinin savunuculuğunu yapmaya devam ettilerse de güçlü ve karizmatik bir liderin yokluğu ve diğer Arap ülkeleri üzerindeki etkilerinin sınırlı olmasından dolayı Şam ve Bağdat’ın girişimleri yetersiz kalmıştır. Suriye’de Baas rejiminin Müslüman Kardeşler hareketine yönelik vahşice müdahalesi, Irak-İran Savaşı sırasında Arap dayanışmasının tam anlamıyla gösterilememesi ve Saddam’ın Kuveyt’i işgal girişimi, Araplar arasındaki birlik ve güven duygusunu zedeleyen öncü gelişmeler olmuştur. 1990’lar ve 2000’ler Arap dünyasının önde gelen ülkelerinin siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda gerilemesine sahne olmuştur. Her ne kadar Mısır, ekonomik anlamda büyümüş olsa da gelir adaletsizliği derinleşmiş, sosyal devlet adına yatırımlar hayata geçirilememiş, fakirlik ve işsizlik gibi sorunlar engellenememiştir. Öte yandan Suriye ve Irak gibi ülkeler, Batı’nın baskısı ya da müdahalelerine maruz kaldığından ilerleme kaydedememişlerdir. Körfez bölgesi ülkeleri, ekonomik anlamda ciddi bir atılım gerçekleştirdiyse de Batı ile yakın ilişkileri ve Arap meselelerine duyarsızlıkları nedeniyle Arap milliyetçiliğinin gerilemesini engelleyecek herhangi bir adım atmamışlardır.
Son olarak bir düşünce olarak Mısır’da milliyetçiliğin eski ihtişamından uzak, küçük bir kitle tarafından ideolojik olarak benimsendiği ve büyük oranda rejimin meşruiyet sağlama aracı olarak işlevselleştirmeye çalıştığı bir yapıda olduğu söylenebilecektir. İslami hareketler açısından anlamını yitirmiş olan milliyetçilik, Kıptiler, seküler ve sosyalist gruplar tarafından hâlen benimsenmeye devam etmektedir. Bunun yanında daha geniş halk kitleleri için ise milliyetçilik bir ideolojiden ziyade rejimin orduya ait her şeyi yücelttiği ve popüler kültürü araçsallaştırdığı bir propaganda aracı olarak kabullenilmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Mısır’da milliyetçilik düşüncesinin toplumsal düzeyde değeri olmayan ancak rejim açısından söylemsel bir işlevi olan bir enstrüman hâline geldiği belirtilebilecektir.
Böyle bir ortamda 2010’un Aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap devrimleri süreci ise her ne kadar ilk etapta umut veren gelişmelere sahne olsa da gelinen noktada Arap coğrafyasında daha fazla yıkım, ayrışma, güvensizlik ve düşmanlığa neden olmuştur. Ortaya çıkıp yaygınlaşmaya başladığı yıllardan, üzerinden geçen yüzyıllık serüvenin ardından Arap milliyetçiliği düşüncesi, pratikte karşılığı olmayan ve gelinen noktada gerçekleşmesi mümkün gözükmeyen bir hedef olarak Arap coğrafyasında bir hayalet olarak kalmaya devam edecektir.
Kaynakça
Aburish, S. K. (2004). Nasser: The last Arab. New York: Thomas Dunne Books.
Adly, A. (24 Mart 2014). The problematic continuity of Nasserism. The Tahrir Institute for Middle East Policy.
Ajami, F. (12 Temmuz 1991). The end of Arab nationalism. The New Republic, 205(7), 23-27.
Ay, H. U. (2018). Arap Birliğini doğuran temel ideoloji üzerine bir değerlendirme: Arap milliyetçiliği. Ekonomi, Politika ve Finans Araştırmaları Dergisi, 3(1), 32-49.
Awan, M. A. (2017). Gamal Abdel Nasser’s pan-Arabism and formation of the United Arab Republic: An appraisal. Journal of Research Society of Pakistan, 54(1), 107-128.
Bozbaş, G. (2016). Ortadoğu’da bölgesel milliyetçilikler: Mısır örneği. Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 18(31), 108-113.
Browning, N. ve Lewis, A. (9 Haziran 2017). Feud over Qatar deepens conflicts across Arab world. Reuters.
Cowell, A. (12 Mart 1990). Arab league headquarters to return to Cairo. The New York Times, A8.
Dawisha, A. (2016). Arab nationalism in the twentieth century: From triumph to despair. Princeton: Princeton University Press.
Dunne, M. (2015). Egypt’s nationalists dominate ın a politics free zone. Carnegie Endowment for International Peace.
Elbenni, A. (10 Temmuz 2017). Militaristic Egyptian nationalism, from Nasser to el-Sisi. The Politic.
Ergün, M. (2015). Mehmet Ali Paşa zamanında Mısır’da eğitimin Batılılaşması. Ahi Evran Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, 16(3), 277-294.
Fandy, M. (2007). (Un)civil war of words: media and politics in the Arab world. Connecticut: Praeger Security International.
Ferris, J. (2015). Egypt’s Vietnam. Foreign Policy, (3).Fraser, T. G., Mango, A. ve McNamara, R. (2011). Modern Ortadoğu’nun kuruluşu: Osmanlı imparatorluğunun çöküşü, yeni Türkiye, Arap milliyetçiliği, Siyonizm ve günümüzü hazırlayan tarihsel süreç. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gerges, F. A. (2018). Making the Arab world: Nasser, Qutb, and the clash that shaped the Middle East. Princeton: Princeton University Press.
Ghanem, H. (2014). Egypt’s difficult transition: why the international community must stay economically engaged. Brookings, Working Paper 66.
Hammond, A. (2005). Pop culture Arab World!: Media, arts, and lifestyle. California: ABD-CLIO.
Hibbard, S. W. (2011). Egypt and the legacy of secterianism. T. D. Sisk (Ed.). Between terror and tolerance: Religious leaders, conflict, and peacemaking içinde. Washington: Georgetown University Press.
Jankowski, J. P. (2002). Nasser’s Egypt, Arab nationalism, and the United Arab Republic. London: Lynne Rienner Publishers.
Kurun, İ. (2017). Arab nationalism from a historical perspective: A gradual demise? Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 8(13), 11-24.
Machairas, D. (2017). The strategic and political consequences of the June 1967 War. Cogent Social Sciences, 3(1), 1-9.
Nafi, B. (24 Kasım 2015). The deadly illusion of an Arab nationalist Egypt. Al Sharq Forum.
Obaid, N. (2017). The Muslim brotherhood: A failure in political evolution. Harvard Kennedy School Belfer Center.
Okutan, Ç. (2001). Arap milliyetçiliği. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56(2), 157172.
Osman, T. (2013). Egypt on the brink: From Nasser to the Muslim Brotherhood. New Haven: Yale University Press.
Özalkan, S. (2018). Tarihsel perspektiften Arap milliyetçiliği. İNSAMER, Araştırma 56.
Skardon, C. P. (2010). A lesson for our times: How America kept the peace in the Hungary-Suez crisis of 1956. Indiana: Author House.
Truitt, W. B. (2010). Power and policy: Lessons for leaders in government and business. California: ABC-CLIO LLC.
Fazlıoğlu, Ş. (2010). Taha Hüseyin. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 39, 377-379. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Varble, D. (2009). The Suez crisis. New York: Rosen Publishing Group.
Wren, C. S. (27 Eylül 1979). Arab league, angry with Cairo, adapts to home in Tunis. The New York Times.