Giriş
“Avrupa İslamı,” özelde Avrupa genelde ise Batı dünyasında alabildiğine tartışılan bir olgu ve kavramdır. “Almanya İslamı”, “Fransa İslamı”, “Hollanda İslamı”, “İngiltere İslamı”, “Amerikan İslamı” ve “Avusturya İslamı” gibi farklı alt versiyonlara sahip bu olgu, özellikle 11 Eylül 2001 hadisesi sonrasında, sözü edilen ülkeler başta olmak üzere, hemen bütün Avrupa-Batı’da siyasi ve teopolitik bir proje olarak öne çık(arıl)maktadır. Bu muhtelif İslam proje versiyonları arasında, ilgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı bazı farklar olsa da meselenin özü pek değişmemektedir. Bu projelerin temel amaç ve paradigmaları genelde birbirine benzemektedir. Bu ise revizyonist bir İslam anlayışının benimsetilerek İslam’ın liberalleştirilmesi, Batı’daki Müslümanların bu İslam anlayışına entegre edilmesi, İslami kimlikleri çelişse bile Avrupa normlarını içselleştirmeleri beklentisidir.
Bu doğrultuda kamusal alanda görünürlüğü en aza inmiş, hayata dair temel iddialarından mümkün olduğunca arınmış ve Avrupa’nın seküler (ateist-agnostik-deist-nihilist-apataist) toplum yapısına uygun hâle getirilmiş, “görünür olmayan” bir İslam anlayışını ifade etmektedir. Uzun yıllardan bu yana gerek şarkiyatçılar gerek sosyal bilimcilerce (siyaset bilimci, sosyolog, antropolog) buna dair genişçe bir literatür de üretilmiştir, üretilmektedir. Bu meyanda Batı’da İslam ve Müslümanlarla alakalı hemen her önemli tartışmanın, “Avrupa İslamı” projesiyle şu veya bu şekilde bağlantılı olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Bu makalemizde biz, Avrupa İslamı nosyonunun temelini teşkil ettiğini düşündüğümüz günümüzde artık “kültürel ırkçılık” halini de almış İslam karşıtlığı ve Batı’daki liberal-revizyonist İslam tartışmalarına ana hatlarıyla yer vereceğiz. Daha sonra bazı somut tartışmalarla “Avrupa İslamı” ve “Avrupa’da İslam-Müslümanlar” ayırımı ile içsel-dışsal problemleri ve meydan okumaları ele alacağız. Satır aralarında ayrıca Batı’da Müslümanların diğer insanlarla bir arada yaşamasının Müslümanlarca da kabul edilebilir makul formlarının ne olduğuna da cevap bulmaya çalışacağız.
Ana Hatlarıyla Avrupa-Batı’da İslam Karşıtlığı
Batı’nın aslında “Allah nezdinde yegâne din (ed-Dîn)” olan (Âl-i İmrân, 3: 19) İslam’dan korktuğu, bunun da İslam’ın başlangıcı dönemlerine giden 1400 yıllık bir geçmişinin olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) son Peygamber olarak gönderilip İslam’ın hızla yayılmasıyla telaşlanan özellikle Hristiyanlığa mensup kilise babaları “İslam, Hristiyanlık’tan sapmış heretik bir din,” “ismailîlik-hacerîlik-serazen-heretik-barbar” gibi nitelemelerde bulunmuş; bu vb. söylemler, Batı’nın zihin kodlarının oluşturan pek çok yazar-düşünür-oryantalist tarafından nüanslarla tekrar edilmiştir. Bugün Batı dillerinde İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında yayımlanan kitapların çoğunda “İslam’ın kökeninin önceki din ve kültürlere dayandığı, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı, sünneti ve İslam’ı Yahudi-Hristiyan din adamlarından edindiği bilgilerle oluşturduğu, Kur’an’ın aslında Aramî İncil geleneğinden devşirilerek oluşturulduğu şu veya bu şekilde ileri sürülür. Bu olgu, İslam’ın, aslında zuhurundan itibaren bir tehdit olarak algılandığını gösterse gerektir.
Sömürgecilikle birlikte yürütülen Klasik Oryantalistik Dönem’de bu konuda pek çok literatür üretilmiş; kavramlar, teoriler geliştirilmiş; İslam ve Müslümanlar tanınıp yeniden tanımlanmıştır. Bu tanımlama dönemi “Neo Oryantalistik Dönem” diyebileceğimiz Salman Rushdie olayı (1988) ve ardından meydana gelen Soğuk Savaş’ın bitimi (1989-1990) aslında Modern dönemde İslam karşıtlığında paradigma değişimidir. Bu dönemde, dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes ve İngiltere başbakanı Margaret Thatcher başta olmak üzere, etkili-yetkili karar vericiler, “Batı’nın yeni düşmanı İslam’dır” mealinde açıklamalar yapmıştır. 11 Eylül 2001 ve sonrasında meydana gelen hemen her Batı ülkesindeki artçı “lokal 11 Eylüller” (mesela Hollanda’nın 11 Eylül’ü kabul edilen Teo van Gogh’un 2004 yılında öldürülmesi gibi) sonrasında İslam karşıtı aşırı sağcı grupların da yükselmesiyle İslam karşıtlığı alabildiğine artmış; bu minvalde teopolitik propagandalar devreye sokulmuş; bunlarda da tarihte olduğu gibi daha ziyade Kur’an ve Hz. Peygamber hedef alınmıştır. Bu anlamda İslamofobi, Norman Daniel’in ifadesiyle (2009, s. 12) “nesilden nesile aktarılan bir miras” ve “eski-kadim bir korkunun yeni bir ifadesi” olarak görülebilir (Sajid, 2005, s. 1).
Şu hâlde en son örneklerini Fransa Cumhurbaşkanı Emmaunel Macron’un İslam’a ve Hz. Peygamber’e dair açıklamalarında gördüğümüz, özellikle Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrasındaki İslam’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik karşıtlıkların revizyonist-liberal arka plana yaslanan Avrupa İslamı nosyonu ile yakın irtibatı söz konusudur. Bu minvalde teopolitik temelli projeler devreye sokulmuş; aşırı sağ-sol alabildiğine artmış, merkez partiler “Avrupa’nın yeni normali” olarak aşırı sağlaşmış, İslam, Kur’an, Hz. Peygamber, Müslümanlar ve İslami kurumlara yönelik sözlü-fiili şiddet artmış; artık fobi, karşıtlığa; karşıtlık düşmanlığa; düşmanlık da Fransız Antropolog Levi-Strauss’un 1970’lerde sözünü ettiği “ırkçılık-kültürel ırkçılık”a dönüşmüştür. Bu minvalde etiketlemeler, ön yargılar ve grup içi-grup dışı sayma davranışları (ingrup-outgrup), (Danielson, 2016, s. 38-40, 44, 512-513) iş piyasasında ve kamusal alanda ayırımcılık, hatta camiler başta olmak üzere, İslami kurum ve kuruluşlara yönelik sözlü-fiziki hakaret ve şiddet içerikli sözlerle ve tutumlarla tezahür etmiştir. Hatta ABD başta olmak üzere Batı’da pek çok ülkede Müslümanlara bakış daha da negatifleşmiş; polis ve istihbarat kurumlarınca, ırkçı-kültürel ırkçı tutumla, etnik ve dinî-kültürel temelli dosya/profil oluşturulması yaygınlaşmıştır ki insan haklarına dair pek çok araştırma ve raporda buna dair bulgular yer almıştır. Nitekim 1990’lı yıllarda ise çok sayıda sosyolog ve kültürel antropolog, deri rengine dayalı olarak ileri sürülen ırkçı fikirlerden kültürel üstünlük ve ötekilik kavramları temelinde yapılan bir ayrımcılığa-ırkçılığa doğru bir değişme yaşandığını belirtmektedir ki Avrupa İslamı oluşturma çabası sürecinde Müslümanların Avrupa’da bugün yaşadığı da esasen budur (Abduljalil, 2005, s. 31-32). Bu tartışmalarda önemli bir argüman olarak “İslam veya Avrupalı olmayan kültürün işgali”ne karşı durma ileri sürülür ki aşırı sağ partilerin hemen hepsinde şu veya bu ifadelerle görülen dışlayıcı tutum, bazı araştırmalarda “ırksız ırkçılık” olarak tanımlanır (Danielson, 2016, s. 25-26). Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein da bu yöndeki değişime şöyle işaret etmişlerdir:
...Yeni–ırkçılık, ’sömürgelikten kurtuluş’ çağına, eski sömürgelerle eski metropoller arasındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişi, insanlığın tek bir siyasal alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıktır. Bizde göç karmaşığını merkez alan günümüz ırkçılığı ideolojik olarak, Fransa dışında, özellikle de Anglosakson ülkelerde çoktan beridir gelişmiş olan bir ’ırksız ırkçılık’ çerçevesi içinde yer alır: Baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık; ilk bakışta bazı grup ya da halkların diğerlerine üstünlüğünü değil, sadece sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin bağdaşmazlığını savunan böyle bir ırkçılık, haklılıkla, farkçı-ırkçılık olarak adlandırılabilir (Balibar ve Wallerstein, 2007, s. 32).
Bu İslam karşıtı-kültürel ırkçı tutumların en son örneklerinden biri, Macron’un, “Avrupa İslamı” üst-projesinin Fransa’daki pilot uygulaması olan Seperatizm Yasası olmuştur. Burada en önemli saik, işaret ettiğimiz üzere, 11 Eylül sonrasında Batı’da İslam’ın yeni düşman olarak kodlanmasıdır. Fransa’nın da “11 Eylül”ü 2015’teki Charlie Hebdo saldırısı olup Fransa’da Müslümanlara dair projeler bu tarih sonrasında hızlandırılmıştır ki Seperatizm Yasası bunun önemli adımıdır. Hatta Macron’un son açıklamaları akabinde, son yıllarda bazı araştırmacı, siyasetçi ve kanaat önderlerince dillendirilen “Batı’da Müslümanların Hitler Dönemi Yahudileri konumuna itildiği” tespiti tekrar dillendirilmiştir. Hollandalı ırkçı-aşırı sağcı Geert Wilders’in, Kur’an’ı Hitler’in Kavgam kitabına benzeterek faşist bir kitap olduğunu ve yasaklanmasını istemesi, Craig Winn’e ait Prophet of Doom adlı, içerisinde “Mein Kamf” başlığı altında Hitler’in Yahudilere yönelik sözleri ile Kur’an’daki ve hadislerdeki Yahudilere yönelik ayet ve hadisler karşılaştırıp birbirinden farkı olmadığını söylemesi, bu tür bir nasyonal Sosyalist-Nazi Dönemi bakışının ipuçlarını verir. Kültür filozofu Rob Riemen’in 2010 yılında kaleme aldığı Nazi Nasyonal Sosyalizmi’nin Geri Dönüşü kitabında da esasen ele aldığı ana tema, Wilders’in ırkçı-ayırımcı partisinin söylem ve eylemleri olup Wilders’i ve partisini “günümüzün nasyonal sosyalist-Nazi anlayışının prototipi” olarak lanse etmektedir. Nitekim Hitler Dönemi öncesinde de Yahudi kutsal kitabının yakıldığı, Yahudilerin düşman-öteki olarak toplumdaki olumsuzlukların sebebi gösterildiği belirtiliyor. Avrupa’nın ”yeni normali” hâline geldiği ve merkezi partilerin de aşırı sağ-sol tutumlara yöneldiği bir ortamda Avrupa’daki Müslümanların hemen her tür probleminin karşıtlık, zemininde ele alındığı ve sosyo-ekonomik problemlerin bile islamileştirildiğini söylemek gerekir.
Şu hâlde Müslümanlar, tastamam asimile olmayıp “kendileri olarak Müslüman” kaldıkları sürece de “Avrupalının ötekisi” olarak kalacaklardır. Nitekim 11 Eylül sonrası, paradigmal anlamda bir kırılmanın ve bu nefretin/düşmanlığın -tabir yerinde ise- adeta zincirlerinden boşandığı bir dönem olmuş; okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fiziki saldırılarda görülen düşmanlık hâlini almış ve Müslümanlar “kabul edilmeyen öteki” konumuna ge(tiri)lmiştir (Koning, 2016, s. 170-189).
İslam-Müslümanlara Yaklaşımda
Revizyonist-Liberal Bakış
Liberal-revizyonist temelli Avrupa İslamı tartışmalarını anlamak için materyalist felsefedeki indirgemecilik başta olmak üzere, klasik oryantalizm İslam kaynaklarına yönelik uyguladığı özellikle revizyonist ve septik yöntemleri ve bunun sonucu ortaya konan İslam’ın kökeni teorisini bilmek gerekir. Ernst Renan’ın İslam’ın kökeni, Hz. Peygamber’in “İslam’ın kurucusu” olduğu gibi Orta Çağ’dan bu yana İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında kullanılagelen kalıp yargıları da içeren bu anlayış, Günter Lüling-Christian Lüxenberg-Alfonso Mingana-J. Wansbrough gibi revizyonistlerce daha ziyade Kur’an’a, Alois Sprenger-Ignaz Goldziher-Henri Lammens-Joseph Schacht-G. H. A. Juynboll-David Cook gibi yine revizyonist-septik oryantalistlerce de hadislere/sîrete uygulanmış, teoriler üretilmiştir. İslam’ın Yahudi-Hristiyan kökeni teorisini de gündeme getiren bu iddialara göre Kur’an, “Arami İncil geleneği”ne yaslanan bir arka plana, Hz. Peygamber’in hayatı (sünnet-sîret) da yorumlara, kurgulara ve seçmeci-selektif okumalara dayalı olarak oluşturulmuştur. Hatta özellikle Alman revizyonist ekol içerisinde Hz. Peygamber’in aslında mitolojik bir şahıs olduğunu ileri sürenler de olmuştur. Bu yöntem aynı zamanda indirgemecilik ile de paralellik arz eder. Buna göre İslam, vahyi düzlemden soyutlanarak, geçmiş din ve kültürlerden devşirilerek oluşturulmuş bir din olarak takdim edilir. Tabii olarak bunun, Kur’an’ın kaynağının da beşer olduğu sonucunu doğurduğunu belirtmek gerekir.
Burada kısaca arz ettiğimiz ve esasen pek çok detaya sahip İslam ve İslam kaynaklarına dair revizyonist-septik, oryantalistik teorilerin ve iddiaların, bugün “Avrupa İslamı” oluşturulmasına yönelik çabaların arka planını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Esasen en son Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron’un -Fransa özelinde- “aydınlatılmış İslam”ı oluşturmaya dair açıklamalarının da böyle bir oryantalistik arka plana yaslandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu revizyonist-septik temele dayanan bu oryantalistik arka planı bilmek, ilgili tartışmaları anlamak bakımından öneme haizdir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Batı’da bugün tartışılan İslam ve Müslümanlarla ilgili hemen pek çok konu bu arka plandan bağımsız değildir.
Avrupa İslam’ı Yaklaşımı-Projesi
“Avrupa İslamı” Nosyonunun-Projesinin Kısa Tarihi
Uzun yıllara dayanan oryantalistik arka planı bir yana, “Avrupa İslamı” terimi ilk kez 1988’de Birmingham’da İsveçli Carl E. Olivestam tarafından düzenlenen bir sempozyumda dile getirilmiş; yine ilk defa Kyrkor och alternativa rörelser (Churches and alternative Movements) adlı İsveççe bir el kitabında yayımlanmıştır. Terimi bugün bilinen anlamıyla ilk kullanan ve adeta ismiyle anılanlardan biri, 1992’de yayımladığı Conditions d’un Euro-Islam adlı ilklerden olan makalesi ve ilgili diğer çalışmaları ile Bessâm Tıbî’dir. Daha sonra ise konuya dair çalışmalar çoğalmışsa da daha ziyade Bessam Tıbî ve Tarık Ramazan’ın çalışmalarında yer almıştır. Ancak Bessam Tıbî ile Tarık Ramazan’ın konuya dair yaklaşımlarında temel bazı farklılıklar vardır. To Be a European Muslim adlı eserinde “Avrupalı bir Müslüman kimliği oluşturma çağrısı” yapan ve “Avrupalı Müslüman” veya “Batılı Müslümanlar” tabirleriyle konuyu İslam değil de Müslüman-Müslümanlık üzerinden ele aldığı görülen Tarık Ramazan terimi daha ziyade Müslümanların Avrupa sosyokültürel hayatına katkı anlamında ele almış; bu meyanda gerekli olan adaptasyonun-dönüşümün de bizatihi (içeriden) Müslümanlarca atılmasını önermiştir. Aslında Tarık Ramazan’ın burada önerdiği şey, kendi kalarak, öz kimliğini muhafaza ederek Avrupa’ya katkı yapmak anlamında bizim “Avrupa’da İslam-Müslümanlar” diye nitelediğimiz husustur. Buna karşılık Bessam Tibî ise terimi İslam üzerinden kavramsallaştırmış; bizatihi İslam’ın özünde bir reformu-değişimi hedeflemiştir. A Migration Story: From Muslim Immigrants to European Citizens of the Heart? (The Fletcher Forum of World Affairs, 2007, s. 191-210). ile Euro-Islam: An Alternative to Islamization and Ethnicity of Fear adlı çalışmasında da vurguladığı üzere “göçmenlikten kalbi olarak Avrupa değerlerine-vatandaşlığına geçmeleri” olarak anlamıştır.
Bessam Tıbî ve Avrupa İslamı nosyonunun savunucuları aslında Müslümanları temelde iki kategoride ele alırlar: Avrupa değerlerine tam uyum sağlamış, sekülerleşmiş liberal-revizyonist Müslümanlar ile göçmenlikten kurtulamamış ve kök ülkelerinin dinî-kültürel tutumlarını sürdüren Müslümanlar. Burada esas kriter Müslümanların Avrupa toplumlarına ekonomik, siyasi, hukuki, sosyal katkı yapmaları değil; dinî kültürel-ahlaki değerlerdeki içerden-kalpten dönüşüm-uyum, protestanlaşma-sekülerleşmedir ki Tıbî bunu “dinde reform için kültürel modernleşme” olarak niteler (Hashas, 2019, s. 15). Burada Avrupa değerlerine tastamam uyum, Müslümanlar olarak toplumsal görünürlük ve iddialarından mümkün olduğunca arınmış, İslam’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş, sekülerleşmiş bir Müslüman oluşturma amacıdır. Bu meyanda politik-radikal İslam’ın reddi ve import fetvalar diye de isimlendirilen Müslüman ülkelerden olan dinî-kültürel ve siyasi etkiyi sıfırlama da bu hedefler arasındadır (Beck and Wiegers, 2008, s. 98). Avrupa’daki metafizik kopuş ve “din dışılığın dünyanın yeni kültü” olduğu teziyle dinsiz dindarlık tartışmalarında olduğu gibi, hayata karışmayan -tabir yerindeyse- deistik-pasif bir Tanrı anlayışına sahip Müslüman tipolojisi arzulanmaktadır. Zira ünlü Alman filozof Immanuel Kant’ın zamanın ve mekânın sahibinin insan olduğuna dair düşüncesi 19. ve 20. yüzyılda Avrupa’da hâkim olmuştur. Bu aynı zamanda 17. yüzyılda deist hümanizmin 20. yüzyıl Avrupasında ateist-nihilist hümanizme dönüşüdür. Protestan-Hristiyan papazlar arasında Olmayan Tanrı’ya İnanmak ismiyle kitaplar yazıldığı gibi Müslüman imamların da adeta deist-ateist/dinsiz dindar/İslamsız Müslüman olmaları arzulanmaktadır. Bu meyanda Avrupa İslam’ı tartışmalarında seküler-laik-hümanistlerin mi yoksa Yahudi-Hristiyanlar grupların mı öne çıktığı sorusu da ayrıca araştırılması gereken anlamlı bir sorudur.
Zira Batı’da, Avrupa kültürü ile asla uyuşmayan, Avrupa anlatısının (narrative) dışından gelen öteki-başka bir kültürün temsilcileri, kabul edilmeyen öteki olarak görülen Müslümanların kendi kimliklerini tehdit ettiğini, hatta gelecekte kendilerini kolonize edeceklerini, bunu da legal kılıflarla yaptıkları belirgin bir algıdır. İslam korkusuna/karşıtlığına dayanan bu algının bir yansıması, “Araplaşmış/Müslümanlaşmış Avrupa” anlamında tedavüle sokulan eurabia terimidir. Zira eurabia, Avrupa’daki düşük doğum oranları karşısında Müslüman toplumlardan ve Arap ülkelerinden gelen ve giderek artan göçler yüzünden birkaç kuşak sonra göçmenlerin çoğunluk haline geleceği endişesini ve Avrupa’nın radikal İslam tarafından kuşatılacağı korkusunu ifade için tedavüle sokulan nevzuhur, zenofobik-islamofobik ve göçmenfobik bir ifadedir. Böyle bir korkunun yaygınlaşıp pekişmesinde, tedirgin kamuoyunun desteğini kazanmak için eurabia’nın bir korku tekniği olarak aşırı sağ siyasal partiler ve merkez partiler içerisindeki ırkçı tutumlara sahip bazı siyasilerce kullanılması da etkili olmaktadır (Moreno, 2010, s. 74). Ayrıca “çok kültürlülük bitti” açıklamaları da bu meyanda yorumlanabilir (Hıdır, 2012, s. 81).
Son dönemde ise Fransa İslamı nosyonunun da destekleyicisi olan Fas asıllı Tareq Oubrou, özelde Fransa İslamı genelde de Avrupa İslamının savunucuları arasındadır. Bu meyanda öne çıkan bir diğer imam-dinî figür de Abdennour Bidar’dır. 2015’teki Charlie Hebdo saldırısı sonrası yazdığı “Open Letter to the Muslim World” adlı makalesiyle dikkat çekmiştir. Her ikisi de meseleyi Macron’un projesi çerçevesinde ve Bessam Tıbî gibi yaklaşır. Bugünlerde Fransa’da somutlaşıp modellenen tartışmalar, Avusturya, Almanya, Belçika ve Hollanda ile devam edecektir.
Avrupa İslamının Fikrî Çerçevesi
Şarkiyatçılar ve sosyal bilimcilerce buna dair genişçe bir literatür de üretilmiştir. Bu manada, Batı’da İslam ve Müslümanlarla alakalı hemen her önemli tartışmanın, “Avrupa İslamı” projesiyle şu veya bu şekilde bağlantılı olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Sünnet olma, helal kesim, okullarda başörtüsü takma, minare-ezan yasağı, Müslümanlardan sadakat (loyaliteit) belgesi istenmesi (Fransa örneği) ortaokullarda çocuklara Hz. Peygamber (s.a.v.) karikatürleri gösterilmesi vb. çifte standartlı olarak da uygulanan tutum-tartışmalar, Avrupa İslamı oluşumundaki somut ve öncü tartışmalar olarak gösterilebilir. Bu meyanda ayrıca homoseksüellik ve Müslümanların homoseksüelliğe bakışı da tartışılıp (imamların) sınava tabi tutulan konular arasındadır.
Burada şuna özellikle işaret etmek gerekir ki İslam’la ve Müslümanlarla ilgili bu tartışmaların en azından bir kısmının Yahudilere ve Hristiyanlara yönelik de yapılması beklenirdi. Ancak öyle olmuyor; İslam-Müslümanlarla ilgili projeler-tartışmalar, genellikle güvenlik-entegrasyon, kültürel asimilasyon bağlamında tartışılıyor. Mesela helal kesim ve erkek çocukların sünnet edilmesi, Yahudiler ve Müslümanlar için özünde teolojik tartışma iken Yahudiler için istisnalar getirilebilmekte; Müslümanlar için ise daha ziyade insan hakları-entegrasyon zemininde sürdürülmektedir. Ayrıca Yahudilerle ve Hristiyanlarla ilgili tartışmalar, ilgili kurumların temsilcileriyle, fenomenolojik-teolojik temelde ele alınıp uygulanmakta hatta teklifler ve içerik bu dinlerin temsilcilerine bırakılmaktadır. Ayrıca özellikle Yahudiliğe ve Hristiyanlığa yönelik saldırılarda onların güçlü kurumları devreye girmektedir. Buna karşın Müslümanlarsa güçlü kurumlardan yoksundur.
Avrupa İslamı tartışmalarında öne çıkan bazı temel tartışmalar bulunmaktadır ki konumuzla bağlantısı bakımından aşağıda kısaca bu tartışmalar ele alınacaktır.
Camiler, İmamlar ve Din Eğitimi
Macron’un, “aydınlatılmış İslam” oluşturmaya dair son açıklamalarındaki “Türkiye, Fas ve Cezayir’in imamlarını eğitmesine son vereceğiz” açıklamasında görüldüğü üzere, Avrupa İslamının en önemli tartışmalarından biri, camilere ve özellikle Avrupa’ya imamların dışarıdan getirilmesinin yasaklanıp Avrupa’da imam yetiştirilmesi konusudur. Nitekim Macron’un açıklamaları sonrasında Avrupa Birliği (AB) gündemine de taşınmış; AB Konseyi Başkanı Charles Michel, Avrupa’daki imamların eğitimi için İmam Eğitimi için Avrupa Enstitüsü kurma çağrısı yapmıştır. Ne var ki Avrupa’daki camilerde görev yapacak home grown imamlarla ilgili tartışmaların tarihi yeni olmayıp Müslümanların entegrasyonuyla ilgili en hararetli konuların başında gelmektedir. Nitekim Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika gibi ülkelerde bu yönde adımlar atılmış; imamları yetiştirecek eğitim kurumları, atamasını yapacak temsil kurumları kurulmuştur.
Bu kurumların yönlendirmesiyle veya koordinasyonuyla “imam eğitimi kurumları” açılmış; ancak içerik müdahaleleri ve başlarına getirilen Müslüman kurumların güvenmediği ehliyetsiz kimseler veya Hristiyan ve hümanist üniversiteler bünyesinde açılmaları sebebiyle pek başarılı olamamıştır. Bu konuda yapılması gereken bu eğitimin Müslüman kurumların inisiyatifine bırakarak desteklemektir ki imam eğitimi ve camilerin kontrolü “Avrupa İslamı” oluşturmanın en önemli adımı olduğu düşünüldüğü için buna da müsaade edilmemektedir. Ayrıca Müslüman din adamlarının (imam, din dersi öğretmenleri, manevi rehberler vb.) eğitiminin, Protestanlık ve Katolik eğitimi veren üniversitelerde onların eğitim kodu (domein) altında yapılması da dayatılmaktadır.
Camiler ve Avrupa İslamı söz konusu olduğunda, son yıllarda açılan veya açılma teşebbüsü olan, liberaller ve eşcinsellerce açılan-teşebbüs edilen camiler ile son dönemde özellikle Fransa’daki cami kapatmaları konusuna da işaret etmek yerinde olur ki bütün bunlar ayrıca ele alınması gereken bir konudur.
Avrupa-Batı Normlarına ve Değerlerine Bağlılık
Avrupa İslamı tartışmasında önemli tartışmalardan biri, Avrupa değerlerine bağlılık tartışmasıdır. Esasen bu konu daha ziyade “normlar-değerler” başlığıyla tartışılsa da bizi burada normlardan ziyade, Avrupa İslamını kültüralist yaklaşımla öne çıkaranların tartışmalarında öne sürdüğü gibi değerler yönü ilgilendirir. Buna göre Avrupa’da Müslümanlar açısından normdan/hukuktan değerlere evrilme, değerlerle test etme öne çıkmakta; Müslümanlardan bu değerlere tam bağlılık istenmektedir (Beck and Wiegers, 2008, s. 58). Bu yönüyle Milletlerin Hukuku adlı kitabında Amerikalı siyaset felsefecisi John Rawls’ın bir insanın ne kadar hakka sahip olacağı hangi ülkede (din-kültür) yaşadığına bağlıdır mealindeki sözünden mülhem, Müslümanların hakları-değerleri de geldikleri ülke, din ve kültürle ilişkilendirilmektedir. Hâlbuki değerler, topluma, kültüre ve coğrafyaya göre değişen, hatta aynı tarihte, kültürde ve coğrafyada yaşayan muhtelif etnik, sekter, ideolojik arka plana sahip kişilerde ve gruplarda bile farklılık arz edebilen rölativite içermektedir.
Esasen yukarıda söz ettiğimiz kültürel ırkçılık ve kültüralist yaklaşımın önemli karakteri, hâkim toplumun normlarının ve değerlerinin temel alınarak o toplumda yaşayan dinî ve kültürel azınlıkların bu hâkim normlara ve değerlere birebir uymasının beklenmesidir. Bu itibarla bu ırkçılık türünde kültür, değerler belirgin olarak öne çık(arıl)makta, bu normların ve değerlerin topluma kabulde temel ölçü olduğu, hâkim kültürün, normun ve değerlerin taşıyıcılarının üstün olduğu ima edilmektedir. Genel ırkçılık eğilimini özünde taşımakla beraber, daha ziyade kültürel hiyerarşi oluşturularak hâkim kültürün ayırıcı vasıflara sahip olarak üstün olduğu ve bu yönüyle kültürel asimilasyoncu tutum olarak karşımıza çıkan olgunun, Batı ülkelerinde son dönemlerde sürekli gündeme getirilen asimilasyona eğilimli entegrasyon politikalarının zeminini teşkil ettiği söylenebilir.
Din, Fikir ve İfade Özgürlüğü
Avrupa İslamı tartışmalarında önemli konulardan biri de Müslümanlarla ilgili veya onların aleyhine olan hemen her tartışmada gündeme getirilen “fikir özgürlüğü”nün nasıl ele alınacağıdır. Zira fikir özgürlüğü konusu son yıllarda Batı’da Müslümanlar özelinde istismar edilen, sınırsız olarak anlaşılan, çifte standartlı tutumlarla kendisine sığınılan ve aslında “dinden özgürlük” olarak da gündeme getirilen en önemli kavramlardan biri olmuştur. Hollandalı İslam karşıtı-ırkçı partinin adının Özgürlükler Partisi (PVV) olduğunu belirtmek gerekir. Bu tür aşırı sağcı-solcu partiler, gruplar ve şahıslar, İslam’ın ve Müslümanların kutsallarına yönelik her türlü hakareti fikir ve ifade özgürlüğü adına yapmaktadır. Bu itibarla Batı’daki Müslümanlar açısından bu özgürlük tartışması, meydan okumaları barındırsa da temel değerlerini mutlak özgürlüğe feda etmeden bunlarla yüzleşebilmek ve makul çözümler ve yol haritaları üretmek gerekir. Fikir özgürlüğü ile bağlantılı olarak düşünülmesi gereken bir diğer kavram da “din ve vicdan özgürlüğü”dür. Ancak bu kavram Avrupa’da, Müslümanlarla ilgili tartışmalarda daha ziyade ifade özgürlüğü içinde değerlendirilir. Bu meyanda dinlerin kutsal değerlerine yönelik hakaret suç olmaktan çıkarılmış olan ve Yahudiler ve Hristiyanlar gibi güçlü kurumlara da sahip olmayan Batı Avrupa ülkelerindeki Müslümanların kutsallarına yönelik neredeyse her türlü hakaret-saldırı rahatlıkla ortaya konabilmektedir. Dolayısıyla da Yahudiler ve Hristiyanlarla alakalı dile getirilen din ve fikir özgürlüğü, Müslümanlar hakkında adeta çoğunlukla bilinçli cehalet ve çifte standartlı tutumlarla aynı anlamı ifade etmemektedir. Diğer taraftan ifade özgürlüğü kullanımı İslam’a ve Müslümanlara yönelik sınırsız/mutlak-sorumsuz kullanılırken, güçlü kurumlara sahip Yahudilere ve Hristiyanlara yönelik ise sorumlu-sınırlı ve saygı sınırlarını çok zorlamaksızın kullanılmaktadır.
İifade ve din özgürlüğü bağlamında vurgulanması gereken bir yön de bir din ile o dinin mensuplara yönelik saldırının aynı görülmemesidir. Buna göre dinlerin kutsalına sövmenin kanunen suç olmaktan çıktığı özellikle Batı Avrupa ülkeleri için durum böyledir. Buna karşılık din mensuplarına saldırı ise suç teşkil etmektedir. Nitekim 2008 yılında Geert Wilders’in Kur’an’ı Hitler’in Kavgam kitabına benzetip “faşist bir kitap” olarak nitelemesi üzerine olan hukuki tartışmalarda Hollanda’daki çoğunluk hukukçular bunun suç teşkil etmediğini söylemişlerdir. Müslümanlarca açılan davada da mahkemenin beraat kararı verdiği bilinmektedir (Hıdır, 2012, s. 92-93, 133).
Fikir ve ifade özgürlüğü tartışmalarında Avrupa’da değer verilen şeyler, kutsallar hakkında Müslümanların -veya diğer din mensuplarının- hoşuna gitmeyen, rahatsız eden, üzen, inciten konular hakkında da ifadeler ortaya konması tartışmasıdır. Burada “Düşünebilmek için başkalarını incitebilecek olmayı göze almak zorundayız” mottosuyla hareket edilerek Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesi 2. fıkrasına AİHM’nin yaptığı “düşünce ve ifade özgürlüğünün sadece toplumda beğenilen, kabul gören, zararsız veya kayıtsızlık içeren bilgiler veya fikirler için değil, kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için geçerli sayılması, bunun demokratik bir toplumun olmazsa olmaz unsurlarından çok seslilik ve hoşgörünün gereği olduğu” mealindeki yoruma atıf yapılmaktadır. Ancak AİHM’nin bu yorumunda da çifte standart olduğu ve kışkırtıcı düşünceler içine sadece İslam düşmanlığını dâhil ettiği de görülmektedir.
Avrupa İslamının (Temel) Amacı
Avrupa genelinde ve belki de Batı’da bir üst kavram olarak geliştirilen Avrupa İslamı projesinin ülkelere göre alt versiyonları olduğunu girişte söylemiştik. İlgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı bazı farklar olsa da bu durum meselenin özünü değiştirmemekte; Müslümanların İslami kimlikleriyle çelişse bile Avrupa normlarını ve değerlerini içselleştirmeleri beklentisi şeklindeki temel paradigmalar hemen her versiyonda aynı kalmaktadır. Bu ise esasen kamusal alanda görünürlüğü en aza inmiş, hayata dair temel iddialarından mümkün olduğunca arınmış ve Avrupa’nın seküler toplum yapısına uygun hâle getirilmiş, “görünür olmayan” bir İslam anlayışını ifade etmektedir. Buna göre Müslümanlar, etkin bireyler olarak kimliğine sahip çıkan “özne”ler değil, “hibrid” kimlikli veya Avrupa değerlerine tam bağlı nesneler olarak kodlanmakta; bu dinî inancı terk etmeleri veya sadece vicdanlarına hapsetmeleri hâlinde kendileri gibi “medenileşip terakki edecekleri” telkininde bulunulmaktadır.
İslam için ise yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, “Yahudiliğin-Hristiyanlığın kötü bir taklidi”, “tüm dinler anlamsızdır; ama en anlamsız ve ilkel olanı İslam’dır” gibi söylemler de öne çıkarılıyor. Burada da aslında kültürel ırkçı, ben-merkezci ve belki de öjenik bir bakışla merkeze alınan Avrupa normlarına ve değerlerine İslam’ın ve Müslümanların uydurulmaya çalışılması, modern, “ıslah edilmiş”, “ehlileştirilmiş” ve dolayısıyla Avrupa’nın sosyal dokusu içinde arıza çıkarmayacak bir İslam inşa etme çabası belirgin olarak öne çıkmakta; Hristiyanlık gibi dönüştürülerek bağlılarına ahlâki tavsiyeler veren ve gündelik hayata yönelik talepler ortaya koymayan bir din hâlinden çıkarılması hedeflenmektedir. Dolayısıyla son tahlilde dinden-kiliseden uzaklaşma anlamında tartışılan dinsiz dindarlık genel tartışmanın bir uzantısı olarak İslamsız İslam anlamında, “liberal-revizyonist” anlayış ve kültüralist yaklaşımla temel dinamikleri dönüştürülmüş bir Avrupa İslamı arzulanmaktadır. Bu ise esasta Avrupa’da İslam’ın zuhurundan itibaren uzun bir literatüre sahip olan dışarıdan algılamayı içeren düşmanlıktan ve karşıtlıktan farklı olarak, Avrupa’daki Müslümanlar eliyle bizatihi İslam’ın özüne yönelik neo oryantalistik müdahale anlamına gelmektedir.
Avrupa’da İslam-Müslümanlar Yaklaşımı
Avrupa İslamı yaklaşımını farklı açılardan ele aldıktan sonra burada meselenin diğer yönü diyebileceğimiz Avrupa’da İslam-Müslümanlar yaklaşımını ele alacağız. Bunun için de önce Batı’daki başlıca Müslümanlık tezahürlerini ele alacak ardından da içsel ve dışsal bazı problemlere ve meydan okumalara değineceğiz. Tabiatıyla, Batı’da Müslümanlar yaklaşımında, “Avrupa’nın İslam’la-Müslümanlarla sınavı” diğeri ise “Müslümanların Avrupa’daki sınavı” olmak üzere başlıca iki sınav alanı bulunmaktadır ki aşağıda bu sınav alanlarına da değinecek şekilde Müslümanların durumunu ele alacağız.
Avrupa’da Müslümanlık Tezahürleri
Tarihin çeşitli devirlerinde Avrupa’nın bazı ülkelerinde yerleşmiş olan Müslümanları ayrı tutarsak, Avrupa’da yaşayan Müslüman göçmenleri, İslam’ı anlama ve yaşama bakımından ana hatlarıyla dört kategoriye ayırabilmek mümkündür. Bu kategorileri aslında farklı açılardan da yapabilmek mümkündür.
Birinci grup, sömürge dönemi sonrası Avrupa’ya gelmiş olan Müslümanlardır ki İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, Portekiz gibi daha ziyade sömürgeci geçmişleriyle bilinen ülkelere olan göçmenlerdir. Bu meyanda İngiltere daha ziyade Hint Alt Kıtası’ndan (Pakistan, Hindistan, Bangladeş) ve kısmen de diğer ülkelerden (Kıbrıs, bazı Afrika ve Asya ülkeleri) göçmen almıştır. Fransa, Belçika ve İtalya ise daha çok, kolonileri durumundaki Kuzey Afrika ülkelerinden ve Afrika’dan göçmen kabul etmiştir. Farklı etnik alt gruplara da ayrılan bu göçmenlerin önemli bir kısmı Müslümandır ve bulundukları ülkelerde İslam’ı kendi geleneklerine ve anlayışlarına göre yaşamaya çalışmaktadırlar.
İkinci grup ise 2. Dünya Savaşı’nın ardından özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya gibi ülkelerde oluşan işçi açığını tamamlamak üzere daha ziyade Türkiye, Kuzey Afrika ve Balkan ülkelerinden gelen “Müslüman misafir işçiler”dir. Bunların göçmenlik süreçleri de farklı evrelere ayrılmakla beraber özellikle 1980’li yıllardan itibaren bulundukları ülkelerde kalıcı olma anlayışına evrilmiştir. Ayrıca bunlar arasında da mezhebi, meşrebi ve sekter alt gruplar alabildiğine mevcut olup her bir grup kendine ait unsurlarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Üçüncü grup ise mültecilerdir. Dinî inançları, politik veya ideolojik görüşleri sebebiyle kök ülkelerde baskı gören pek çok Müslüman muhtelif, Avrupa ülkelerine iltica etmişlerdir. Çoğunlukla eğitim seviyesi yüksek kişilerden oluşan bu gruplar, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde İslam ve Müslümanlar adına farklı seslerin oluşmasına da yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda diğer Müslüman göçmenler arasında bazı problemlerin de kaynağı olmuştur.
Bu üç ayrı kategoriye belki Avrupa’da nispeten yeni bir fenomen olan yerli Müslümanları ve mühtedileri de ekleyebiliriz. Sayıları henüz fazla olmamakla beraber, dinî ve sosyokültürel hayatta nispeten etkindirler. Her ne kadar bunları diğer göçmen grupları gibi değerlendiremesek de İslam karşıtı tutumlar bakımından Müslüman göçmenlere yönelik dışlanmışlığa maruz kalsalar da genelde aynı kategoriye tabi tutulmamaktadırlar.
Bütün bu kategoriler göz önüne alındığında aslında Avrupa’da Müslüman göçmenler arasında başlıca üç ayrı Müslümanlık tarzının da öne çıktığını görüyoruz. Buna göre İngiltere’de daha ziyade farklı ekolleriyle “İslam’ın Hint Alt Kıtası yorumu”, Fransa, Belçika, İtalya, İspanya ve kısmen de Hollanda’da “İslam’ın Arap yorumu” ve Almanya, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde ise muhtelif ekollerle “Türkiye-Anadolu Müslümanlık yorumu”nun öne çıktığı görülmektedir. Mühtediler ise yer yer kendilerine has özellikler ortaya koysalar da henüz geleneği oluşmuş bir İslam anlayışı ortaya koymaktan uzaktırlar. Bununla beraber onlar üzerinde “İslam’ın Arap yorumu”nda daha ziyade belirginleşen “selefî-literal-zahirî-protest” İslam yorumu ile “tasavvufi-irfani” veya geleneksel-kültürel İslam anlayışının daha ziyade öne çıktığını söylemek mümkündür. Tabiatıyla bütün bu göçmen grupları ve İslam anlayışları, bir yandan çeşitliliği, farklı yorum tarzlarını ifade edip olumluluğu vurgularken, diğer taraftan da İslam korkusunu besleyen bir unsur olarak öne çıkmakta, çıkarılmaktadır. Bununla beraber “İslam’ın Arap yorumu” içinde daha ziyade tebellür ettiğini söylediğimiz “selefî-literal-zahirî” yorum ve buna dair imajlar, İslam korkusunu beslemede çok daha belirgindir. Bu ise yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, belki de yeni bir ırkçılık türü, kültürel ırkçılık olarak Müslümanların etnik-dinî bir grup-kategori olarak etiketlenmesine yol açabilmektedir.
Avrupa’da İslam-Müslümanlar: Fırsatlar ve Meydan Okumalar
İslam dünyanın farklı bölgelerinde farklılaşan bir din olmadığına göre, Batı’daki Müslümanlar, “kendileri” olarak, din ve kimliklerini koruyarak sağlıklı entegrasyonla (partisipasyon) yaşadıkları topluma katkıda bulunarak nasıl hayatlarını sürdürecekler? Bu konuda özellikle ekonomik alandaki gelişmelere rağmen siyasi, sosyal, kültürel ve Avrupa kontekstindeki tarihi, siyasi, dinî, ideolojik, sosyokültürel, demografik ve ekonomik meydan okumalar karşısında İslam’ı nasıl ortaya koydukları-koyacakları önemlidir. “Avrupa’da İslam-Müslümanlar” yaklaşımı özünde, Müslümanların “kendileri” olarak, din ve kimliklerini koruyarak sağlıklı entegrasyonla (partisipasyon) yaşadıkları topluma katkıda bulunmaları demektir. Ne var ki aşağıda bir kısmından söz edeceğimiz reaksiyonerlikleri-edilgenlikleri ve etnik-sekter bölünmüşlükleri vb. içsel ve dışsal bazı sebeplerle, Müslümanların Batı’da doğru bir İslam yorumunu yeterince geliştirebildikleri ve dolayısıyla fırsatları değerlendirip Batı’daki modern-postmodern meydan okumalara karşı koyarak doğru bir perspektif geliştirebildikleri söylenemez.
Bu meyanda “İslam dünyanın farklı bölgelerinde farklılaşan bir din olmadığına göre, bu konuda Müslümanlar nasıl bir tutumla hayatlarını sürdürecekler?” sorusu ile “Batı’da Müslümanların diğer insanlarla bir arada yaşamasının Müslümanlarca da kabul edilebilir makul formları var mıdır?” soruları önem arz eder. Bu sorulara verilebilecek cevaplar biraz da Batı’daki Müslümanların içsel problemlerini nasıl çözeceklerine ve dinamik-sürdürülebilir bir Müslümanlık için meydan okumalara nasıl karşı koyacaklarına bağlıdır.
İçsel Problemler-Meydan Okumalar
Etnik-Sekter Bölünmüşlük-Koordinasyonsuzluk
Avrupa ülkelerinde yaşayan en önemli etnik azınlıklar olan Türklerin ve Arapların kendi içindeki bölünmüşlüğünün bir yansıması olarak son yıllarda Arap İslamı, Türk İslamı, Şîa İslamı, Alevî İslamı, Ahmediyye-Kadıyaniyye İslamı şeklinde tabirlerle anılan anlayışlarla Müslümanların etnik-sekter bölünmüşlüğü de derinleşmiştir. Kök ülkelerdeki bölünmüşlüğün bir uzantısı olarak, etnik-sekter pek çok alt versiyonu olan bu bölünmüşlük, Müslümanlarla ilgili fırsatların yeterince kullanılamamasına ve meydan okumalara karşı konulamamasına yol açmaktadır. Almanya, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde oldukça revaçta olan “imam eğitimi” tartışmaları ile İslami eğitim veren okulların yönetimlerindeki etnik-sekter iç çekişmeler, bunun önemli örneklerindendir.
Tabiatıyla bu durum, eğitim başta olmak üzere geleceğe dair ortak akılla hareket etmeyi, sürdürülebilir kararlar almayı ve geleceğe dönük projeksiyonlar yapmayı zorlaştırmaktadır. Müslümanların dinî eğitim anlamında kalıcı ve başarılı girişimlerini esasen kabullenemeyen Batılı zihinler için ise bu husus, eğitim alanında atılacak adımların manipüle edilmesi adına bulunmaz bir fırsat olmaktadır. Bunun sonucu olarak Müslümanlarca kullanılabilecek en tabii haklar bile yeterince kullanılamamaktadır. Şu hâlde Batı’daki Müslümanların, fırsatları değerlendirmede farklı İslam yorumlarını ve etnik kökenleri dikkate almaları önemi haizdir. Bu meyanda ayrıca içinde bulunulan toplum yapısını (kontekst) da özellikle dikkate alarak adım atmalıdır.
Bağlamı İhmal ve Kök Ülkeye Aşırı Bağımlılılık:
“Göçmenlik” mi “Muhacirlik” mi?”
Türkiye, Fas, Cezayir ve Pakistan gibi Avrupa ülkelerinde azınlık hâlindeki Müslümanların geldikleri kök ülkelere aşırı bağlı kalıp yaşadıkları ülkeyi ihmal etmeleri de Batı’daki Müslümanların önemli sorunlarındandır. Bu durum, esasen diaspora kültürü konusunda fikir yürütmeyi gerektirir. Zira Batı ülkelerinde İslami eğitim alanındaki kalıcı adımlar, Müslümanların kendilerini diasporada birer muhacir olarak görebilmeleriyle de yakın irtibatlıdır. Tabiatıyla bu göçmenlikten farklılık arz eder. Zira göçmenlikte iğretilik ve geçicilik ön plandadır. Kök ülke lehinde etkin lobi açısından da önemli olan bu durum, şayet iyi planlanamazsa, bulunulan ülke içerisindeki dominant kültürde asimile olma sonucunu da doğurabilmektedir.
Aslında bir paradoks gibi gözükse de bulundukları ülkelere iyi entegre olmuş kendi kurumlarını kurmuş olan Müslüman diaspora azınlıkları; dinî, kültürel ve siyasi haklarını daha etkin kullanabilmektedir. Avrupa’da yaşayan Müslümanların gittikçe “göçmen” statüsünden yerleşik vatandaşlar (muhacir) konumuna evrildiği; nitelik olarak da Müslüman nüfusun işçi kalmakla yetinmeyip iş dünyasından politikaya, üniversiteden müzik ve spora kadar hayatın her alanına yayılmış olduğu bir gerçekse de birebir kök ülkelere göre hareket etme hâli de günümüzde sürmektedir. Bu ise fırsatların ve hakların değerlendirilip meydan okumalara karşı koymada engelleyici bir durum olarak durmaktadır.
Dinî-Entelektüel Liderlik Eksikliği ve Konteksti Tanıyamama
Batı’daki Müslümanların dinî-entelektüel liderlik eksikliğinin yanı sıra yaşadıkları ülkelerin kontekstini bilmedeki yetersizlikleri de Batı’da İslam ve Müslümanlar yaklaşımındaki önemli içsel problemlerdendir. Bu durumun pratik yansımaları Avrupa ülkelerinde hâlihazırda tartışma konusu olan İslam’a ve Müslümanlara dair yukarıda sözünü ettiğimiz tartışmaların pek çoğunda kendini göstermektedir. İmam eğitimi, eğitimle alakalı müfredat sorunu, eğitimde İslami kavramların nasıl kullanılacağı, eğitimin Hristiyan-hümanist bir kültürün dominant olduğu bir ortamda nasıl planlanıp pratize edileceği, Müslümanların geleceğine yönelik perspektiflerin nasıl olacağı gibi konular, aslında hep dinî-entelektüel bakış eksikliğiyle ilgilidir. Zira gerek kök ülkelerden gelen din eğitimcileri (imam, din dersi hocaları, entelektüeller), konteksti (dinî-kültürel, siyasi vb.) iyi bilen, temsil gücü yüksek dinî-entelektüel liderlikten -istisnalar bir yana- mahrumdur. Zira ed-Dîn anlamında İslam’ın sabiteleri farklı kontekstlere göre değişmezse de İslam’ın pratik hayattaki tezahürleri, o dini anlayıp uygulama biçimi (et-tedeyyün) farklılıklar göstermektedir. Ne var ki bu tezahürün Batı’da nasıl yapılacağı ve sınırlarının nasıl tayin edileceği dinî-entelektüel liderlik görevi olacaktır. Bu meyanda konunun dinî ve fıkhi anlamda günümüzde fıkhu’l-ekalliyyât (azınlıklar fıkhı), fıkhu’z-zarûrât (zarûretler fıkhı), maslahat-mekâsıd (maslahatlar-gâyeler) ve içtihad gibi daha ziyade fıkıh/usul-i fıkıh konuları altında tartışıldığını da belirtmek gerekir.
Bu itibarla dinî ve entelektüel liderliğin olmazsa olmaz unsurları olarak, iyi bir dinî eğitim (ilmî-bilimsel altyapı), özellikle bulunulan ülke dili ve kültürü ile ile ana dilin iyi derecede bilinmesi Batı’daki genel geçer teori ve akımlar ile terminolojilere dair arka plan bilgisi gibi durumları zikredebiliriz.
Dışsal Problemler-Meydan Okumalar
Öncelikle şunu ifade edelim ki Batı’nın Müslümanlarla olan sınavı-meydan okuması aslında Müslümanların krizi değil, Batı’nın krizi olup bunun Müslümanlara yönelik dışsal yansımaları ve meydan okumaları söz konusudur. Bu meyanda Avrupa’da Müslümanlar öncesine göre daha fazla Müslüman değildir. Ancak Avrupa öncesine göre çok daha fazla içine kapalı, sığ, çok daha fazla dışlayıcı (exclusive) tutuma doğru evrilmektedir. Batı’nın bu tutumunun temel bazı tayin edici yönleri bulunmaktadır.
Tahakküm Edici Oryantalistik Bakış
Oryantalistik bakış, Batı’da din eğitiminin Müslümanların dışındaki önemli sorunlarından biridir. 17. yüzyıldaki sömürgecilik döneminde profesyonel anlamda başladığını düşündüğümüz oryantalizmin özellikle 11 Eylül sonrasında paradigmal değişime uğradığı ve neo oryantalizm ve politik oryantalizme evrildiği, hatta spekülatif bulunsa da “silahsız haçlı seferleri” olarak da nitelendiği belirtilmelidir. Bu meyanda oryantalistik bakış, genelde tüm Müslüman coğrafyaya olduğu gibi, Batı’daki Müslümanlar üzerinde de tahakküm edici yöne sahip olup, yukarıda da ifade edildiği üzere, bilhassa Avrupa İslamı ile ilgili tartışmaların hemen her safhasında bu hissedilmektedir.
Oryantalist mantıkla alakalı olarak Batı’da İslam eğitimini de yakından ilgilendiren önemli problemlerden biri de söylem ve eylemleri sebebiyle kendi kültürleri ve toplumlarca muteber sayılmayan Müslüman aydınların, Batı entelijansiası tarafından gereğinden fazla sahiplenilmesi ve İslami eğitim müesseselerinin başına genellikle bunların getirilmeye çalışılmasıdır. Tabiatıyla düşüncesinden ötürü dışlanan birine kucak açmak, ona düşünce özgürlüğü sağlamak kınanacak bir tutum değildir. Yanlış olan, bu fikirleri benimsemeyen bir toplumu (Müslümanların geneli) temsil edebileceğini düşünüp bunları Müslümanlara tahakküm edici şekilde dayatmaktır.
İslam Karşıtlığı ve Aşırı Sağ-Solun Yükselişi
Özellikle 11 Eylül hadisesinden sonra alabildiğine yükselen aşırı sağ-sol ile buna paralel olarak “fobi”den, karşıtlığa, karşıtlıktan düşmanlığa, düşmanlıktan da ırkçılığa dönen İslam karşıtlığı da Avrupa’da İslam’ın ve Müslümanların en önemli dışsal problemlerinden bir diğeridir. Esasen bu meselenin, tahakküm edici oryantalistik bakışla da yakından ilgili olduğu belirtilmelidir ki tabiatıyla bunun tarihi, teolojik, teopolitik, sosyolojik, demografik, ekonomik, sosyokültürel pek çok sebebi bulunmaktadır.
Günümüzde ise tarihin modern versiyonlarla tekrarlandığı görülmektedir. Özellikle, s. Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezinin ardından 11 Eylül hadisesinin meydana gelmesi, ülkelere göre farklılık gösterse de Batı’daki İslam karşıtı söylem ve eylemleri alabildiğine arttırmıştır. Batı’da siyasi ve ekonomik kurumsal güçten yoksun olan Müslümanlar için daha ziyade aşırı sağın dillendirdiği “Müslümanlar sokakta özel kimlikle dolaşsın”, “her Müslüman terörist değildir ama her terörist Müslüman’dır”, “İslam’ın kendisi Batı için tehdittir” söylemlerinin sıkça dillendirilmesine varmış; hatta fiili saldırılara dönüşmüştür.
Tabiatıyla bütün bu İslam karşıtı, ırkçı söylem ve eylemler, Müslümanların haklarını, fırsatlarını kullanmalarına engel olabilen dışsal önemli meydan okuma olarak kodlanabilir. Bu anlamda İslam karşıtlığının Batı’daki Müslümanlar üzerinde, bazı Müslümanların sinerek gettolarına çekilmesine, özel hayata hapsedilmiş bir İslam’ı yaşamalarına veya kimliklerini gizleyip seküler tutumlar ortaya koymalarına, diğer bazılarının (özellikle de gençler) ise radikalleşmesine-selefileşmesine yol açabilmesi gibi negatif addedilecek iki sonucu da görülmektedir. Bu anlamda, DAEŞ’e Avrupa’dan katılımlarda da görüldüğü üzere, Avrupa-Batı’da özellikle Selefî Müslümanlar arasındaki radikalleşme ile aşırı sağ-sol söylem, eylem ve partilerin yükselişi arasında bir korelasyon söz konusudur. Hatta sağlıklı bir entegrasyona engel olan bu protest radikalleşmenin teşvik edildiği de söylenebilir.
Bu meyanda Fransa Cumhurbaşkanı E. Macron’un son dönemdeki katı laik, jakoben, asimilasyoncu söylemlerinin ötesinde, parlamentodan geçirmeye çalıştığı İslam karşıtı Seperatizm Yasası son tahlilde özellikle Müslüman gençlerin radikalleşmesini arttırma potansiyeli taşıdığı da söylenebilir.
Avrupa-Batı Norm-Değerlerini Kabul Baskısı
Avrupa’da özellikle son yıllarda sıkça kullanılan ve içeriği tam olarak doldurulamamış olan “Avrupa-Batı norm-değerleri” ile esasen çoğunlukla Müslümanların haklarını kullanmalarına engel olma amacı güdülmeye çalışıldığı hissedilmektedir. Yukarıda da ele alınan bu konu “İslam-Müslümanlar Batı norm ve değerlerine uymuyor” söylemi sıkça gündeme getirilerek Müslümanların din eğitimi anlamında yeni taleplerinin önü kesilmektedir. İslam ile çeliştiği açık olan bazı Batı normlarının ve değerlerinin İslam eğitimi sürecinde ne oranda ve nasıl dikkate alınacağı burada önemli bir noktadır. Bundan daha da önemlisi, bu norm ve değerlerin bir kısmının üzerinde ittifak sağlanamadığı halde bir değer olarak ileri sürülebilmesidir. Bu meyanda “homoseksüellere saygı”yı bir değer olarak kabul edip Müslümanlardan buna saygı göstermesini bekleyenler çıkmaktadır.
Batı normları ve değerleri Yahudi ve Hristiyan bir arka plana yaslansa bile bugün esasen seküler-hümanist temellidir. Bu meyanda şu vurgulanmalıdır ki Aydınlanma sonrası pozitivist anlayışla Batı’da genel anlamda hız kazanan kutsal olandan uzaklaşma, son yıllarda özellikle Protestanlıkta etkisi daha fazla hissedilen bir fenomendir. Bugün Avrupa ülkelerinde dinden-kiliseden uzaklaşma, ülkeden ülkeye farklılık gösterse de %50’lerden az değildir. Özellikle liberal-protestan anlayış bu açıdan sık sık gündeme de gelmekte; bu mezhebin sonuna dair tezler (The End of the Protestanizm) ortaya atılmakta, hatta mezhep içerisinde Tanrı’ya inanmayan din adamları çıkabilmektedir.
Bu itibarla normlar ve değerler konusu, Batı’da İslam-Müslüman kimliğinin nasıl oluşturulacağı ve dolayısıyla İslam eğitiminin de nasıl verileceği başta olmak üzere Müslümanlarla ilgili pek çok tartışmada oldukça önemi haiz bir konudur. Zira Batı’da Müslümanlar arasında bu kimlik vurgusu daha da öne çıkmış; bu norm-değerler içerisinde yaşayan bir Müslümanlara İslam’ın esasen bu normlarla ve değerlerle çelişip çelişmediği, çelişiyorsa nerede çeliştiği ve nerede uzlaşabileceği bilgisinin aktarılması önemlidir ki bu konu yukarıda sözünü ettiğimiz Avrupa İslamı tartışmaları ile de yakından alakalıdır. Ne var ki Batı’da İslam’ın ve Müslümanların, Yahudi, Hristiyan ve hümanistlerden ayrı bir kimlik oluşturduğu gerçeğini göz ardı etmemekle birlikte, sadece kimlik vurgusu üzerinden de yürütülmemesi gerektiği belirtilmelidir.
Sonuç
Revizyonist-liberal İslam tartışmaları bağlamında son yıllarda farklı ülkelere ait konuları-versiyonlarıyla alabildiğine tartışılan Avrupa İslamı konusu, özellikle 11 Eylül 2001 hadisesi sonrasında yükseltilen İslam karşıtlığı ve aşırı sağ-sol ile hemen bütün Batı’da siyasi ve teopolitik bir proje olarak da öne çık(arıl)mıştır. İlgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı olarak bu İslam projeleri arasında bazı farklar varsa da konunun temel amacı ve paradigmaları değişmemektedir. Bu ise İslam’ın bizatihi kendisinin düşman olarak kodlanıp liberal-revizyonist İslam anlayışının Batı’daki Müslümanlara benimsetilmesidir. Bu meyanda kamusal alanda görünürlüğü en aza indirilmiş, hayata yönelik temel iddialarından arındırılmış ve Avrupa’da hâkim olan seküler-hümanist toplum yapısına uygun hale getirilmiş İslam anlayışını ifade etmektedir. Bu meyanda Batı’da İslam ve Müslümanlarla alakalı hemen her önemli tartışmanın, “Avrupa İslamı” projesiyle bir şekilde bağlantılı olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Buna karşın, farklı İslam tezahür-pratiklerileriyle Batı’da İslam-Müslümanlar yaklaşımı ise, Müslümanların kendi iç dinamik ve perspektifleriyle sağlıklı bir entegrasyon gerçekleştirmeleri, dinî-entelektüel liderlikle “İslam karşıtlığı ve aşırı sağ-solun yükselişi”, “normlar ve değerler”, “özgürlük” vb. Tartışma ve meydan okumalara doğru sürdürülebilir tarzda karşı koyacak dinî, fikrî, siyasi donanıma sahip olmalarını betimlemektedir.
Tabiatıyla bütün bu tartışmaların –özellikle de Avrupa İslamı projesinin- Avrupa’da yaşayan Müslümanların dinî, fikrî, entelektüel ve tutumlarına da alabildiğine etkisi söz konusudur. Müslümanlar bağlamında özgürlüklerin, bilhassa 11 Eylül sonrasında, asimilasyoncu entegrasyon ve güvenlik eksenli politikaları çerçevesinde ele alındığı göz önüne alınırsa, genellemek doğru değilse de Müslümanlarda ifrat-tefrit düşünce ve tutumlarının geliştiğini söylemek gerekir. Bu ise duygusal radikallik, kurban psikolojisi veya gettolaşma sonucu ile değerlerden vazgeçme, kimliğini gizleme (evde/camide başka, iş yerinde kamusal alanda başka) sekülerleşme vb. revizyonist-liberal tutumları ortaya çıkabilmektedir. Müslümanları “kendi” olmaktan çıkaran her iki olgunun da Batı’daki Müslümanların geleceği açısından sağlıklı bir durum olmadığını belirtmek gerekir.
Şu hâlde “Batı’da Müslümanlar” olarak, içsel-dışsal problemleri ve meydan okumaları, bağlamın yanında İslam’ı da iyi bilen dini-entelektüel liderlerle yeni bir gelecek vizyonunun oluşturulması zaruridir. Avrupa İslamı projesinin pilot uygulaması olarak gördüğümüz Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, önce “Seperatizm-İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele” olarak tanıttığı ve tepkiler üzerine “Cumhuriyet değerlerine saygıyı güçlendiren prensipler” olarak değiştirilen yasa tasarısının yakın zamanda meclisten geçmesi ve muhtemelen diğer AB ülkelerine genişleyebilecek olması ise bu zarureti daha da pekiştirmektedir.
Kaynakça
Allen, C. (2010). Islamophobia. Ashgate Publishing.
Alietti, A. and Padovan, D. (2013). “Religious racism. Islamophobia and Antisemitism in Italian society.” Religions, 4, 584-602.
Etienne, B. ve Wallerstein I. (2007). Irk, ulus, sınıf: belirsiz kimlikler. (N. Ökten, Çev.). İstanbul.
Beck, H. and Wiegers, G. (2008). Moslims in een westerse samenleving. Zoetermeer.
Beck, H. (2002). Islam in Hoofdlijnen, Zoetermeer.
Daniel, N. (2009). Islam and the West: The Making Of An Image.
Coppens, P.and Roeland, J. (2020). “De vrijheid van meningsuiting biedt de mogelijkheid van kwetsen.” De Volkskrant, 10 November.
Danielson, T. J. (2016). Migration, Nationalism, And The Welfare State. Doktora tezi, Arizona Üniversitesi.
Hashas, M. (2019). The Idea Of European Islam Religion, Ethics, Politics And Perpetual Modernity, Routledge.
Hellyer, H. A. (2020). “European Muslims are already European.” Politico, Kasım, son erişim: 22. 11.20, https://www.politico.eu/article/european-muslims-are-already-european/
Hendrikse, K. (2007). Geloven in God die niet bestaat (Olmayan Tanrı’ya İnanmak). Amsterdam: Nieuw Amsterdam.
Hıdır, Ö. (2012). Avrupa’da Müslüman Olmak. İstanbul: Hayat.
Hıdır, Ö. (2019). Batı’da Hz. Muhammed İmajı (3. Baskı). İstanbul: İnsan.
Hıdır, Ö. (2020). Yahudi Kültürü ve Hadisler (5. Baskı). İstanbul: İnsan.
Hıdır, Ö. (2020). Hristiyan Kültürü ve Hadisler (3. Baskı). İstanbul: İnsan.
Hıdır, Ö. (2017). “İslamofobi-Irkçılık-Kültürel Irkçılık İlişkisi.” Ombudsman Akademik, 4(7), 23-49.
Hıdır, Ö. (2018). “Avrupa’da ‘Aşırı Sağ’ın Dinî-İdeolojik Tarihî Temelleri-Kökenleri.” Muhafazakâr Düşünce, 14 (53), 15-46.
Hıdır, Ö. (2012). “Avrupa’daki Türkler: Tarih, Kurumlar, Başarılar, Sorunlar ve Perspektifler.” Yeni Türkiye-Türk Dünyası Özel Sayısı II, 2873-2888.
Hıdır, Ö. (2012). “Oryantalistlerin ‘Rasyonel/Skeptik’ Yöntemi ve Türkiye’deki Sîret Yazıcılığına Etkisi.” Sîret Sempozyumu I: Türkiye’de Sîret Yazıcılığı, 593-625.
Hıdır, Ö. (2007). “Silahsız Haçlı Savaşı: Oryantalizm.” EskiYeni Dergisi, (4), 57-68.
Hıdır, Ö. (2020). “Macron’un neo-oryantalistik ‘Aydınlatılmış İslam’ projesi.” Star Açık Görüş, 10.10.20.
Hıdır, Ö. (2017). “Avrupa, radikal-extremist selefiliği destekliyor mu?” Star Açık Görüş, 07.01.2017.
Hıdır, Ö. (2016). “Avrupa’da Müslümanlar ve radikalleşme.” Star Açık Görüş, 09.04.2016.
Hıdır, Ö. (2012). “Moslims in Nederland na het Moord van Theo van Gogh.” Islam Verwoord in Nederland adlı yayım aşamasındaki Hollandaca edisyon içinde.
Koning, M.D.. (2016). “You need to present a counter-message. radicalisation of Dutch Muslims and Anti-Islamofophobia initiatives.” Journal of Muslim in Europe, (5), 170-189.
Moreno, L. (2010). “Fearing the Future: Islamophobia in Central Europe.” Genocide and Oppossion/TNP, Autumn.
Mulder, E. and Milo, T. (2009). De Omstreden Bronnen van de Islam. Zoetermeer: Kokboekencentrum Non-Fictie.
Mustafa, A., s. (2005). “Islamophobia: meaning, manifestations, causes.” In Islamophobia and Anti-Islamism. Schenker-Zayyad. (Ed.).
Noha, s. (2017). “Islamophobia, shame, and the collapse of Muslim identities.” International Journal of Applied Pychoanal Studies, 14, 200-217.
Norton, A. On the Muslim Question. Princeton: Princeton University Press.
Ramazan, T. (2005). Avrupalı Müslüman olmak (To Be a European Muslim). (A. Meral, Çev.). İstanbul: Anka.
Ramazan, T. (2005). Western Muslims and the future of Islam. Oxford.: Oxford University Press.
Ramazan, T. (2001). Islam, the West and the challenges of modernity. Leicestershire: The Islamic Foundaditon.
Ramazan, T. (2009). Radical Reform: Islamic ethics and liberation. Oxford: Oxford University Press.
Ramazan, T. (2000). Who speaks for Europe’s Muslims? mondediplo.com.
Riemen, R. (2018). “Geert Wilders fascist? De eeuwige terugkeer van het fascisme.” https://hobby-en overige infonu.nl/boeken/64376-geert-wilders-fascist-de-eeuwige-terugkeer-van-het-fascisme.html, erişim: 21.03.18.
Sajid, A. (2005). “Islamophobia: A new word for an old fear.” Palestine-Israel Jourmal, 12/2-3, 31-32.
Sajid, A. (1997). “Islamophobia: A new word for an Old Fear. The Runnymade Trust Raporu.” Islamophobia: a challenge for us all. Londra: Runnymede Trust.
Tibi, B. Euro-Islam: “An alternative to Islamization and ethnicity of fear.” The Other Muslims, Moderate and Secular içinde (157-174)
Tibi, B. (2007). A migration story: from Muslim immigrants to European citizens of the heart? The Fletcher Forum of World Affairs, 31, 191-210.