Giriş
Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızistan Talas’ta dünyaya gelmiş, 10 Haziran 2008 tarihinde Almanya Nürnberg’de vefat etmiştir. Babası Törekul, Komünist Parti’nin üyesi bir aydındı. Buna rağmen Stalin tarafından birçok aydınla birlikte kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Sonradan öğrendiği bu durum Aytmatov’un düşünce ve duygusuna çok ciddi şekilde tesir etmiştir. Aytmatov ve dört kardeşi anneleri Nagima Hanım tarafından büyütülmüştür. Annesi ve nenesi Ayımkan Hatun’un yetişmesinde çok özel yeri vardır. Edebiyatıyla ve devlet adamlığıyla Aytmatov, Kırgızlar için müstesna bir yere sahip bir yazar olmuştur. Hayatı, insanı, toplumu, Kırgızları, direnmeyi anlattığı birbirinden kıymetli eserler veren Cengiz Aytmatov’un eserleri birçok dile çevrilmiş, dünyada onu haklı bir üne kavuşturmuştur.
Dünya edebiyatında oldukça kıymetli bir yere sahip olan Cengiz Aytmatov, kendi toprağının rengini, yağmurun kokusunu, havasının ve güneşinin özlemini, dünya insanlarına, gönülleri muhatap alarak anlatmış, bunu yaparken halkından, tarihinden ve geleneklerinden kopmamıştır. Mankurtlaşan dahası közkamanlaşan oğulların, analarını, geçmişlerini, gelenek ve göreneklerini efendilerinin rızası uğruna nasıl öldürebileceklerine işaret etmiş ve bu duruma direnme imkanlarından insanları haberdar etmiştir. Aytmatov, Kırgız halkının bitmez ve tükenmez Manas Destanı’nın 20. yüzyıldaki en büyük temsilcilerinden olmuş, Manas’ı öldüren Honhur’un karşısına adeta sanatı, edebiyatı ve fikirleriyle çıkmıştır. Esasında Aytmatov, Kırgız halkının çocuğu olduğu kadar bakir tabiatın, unutulan hakikatin, hatırlatıcı ve diriltici şiirin de çocuğudur. Bu niteliktir ki, onu dünya edebiyatının önemli bir temsilcisi kılmıştır.
Yıldırım Sesli Manasçı hikayesinde Aytmatov, önemli bir hususu dikkatlere sunar. Kırgız ana Kertolgo-Zayıp, oğlu Eleman üzerinde görmek istediği bir özlemi vardır. Ana, oğlunun ya babası Senirbay gibi ev, bark inşa eden, çadır kurma işi olan yurtçu olmasını ya da tüm Kırgızların atası olarak kabul edilebilecek bir Manasçı olmasını diler. Ev, bark işi maddi yapının ustası olmak, toplumda Manasçı olmak ise manevi yapının inşacısı olmaktır. Aytmatov, manevi yapının tahrip olduğu trajik bir dönemde Manasçı olarak bu yapının yıkılmamasına çalışmış ve tamirini gerçekleştirmiştir. Manası sürekli edebî şahsiyetinin esaslı kimliği görmüş (Akmataliyev, 2022, s. 71), esasen çağdaş bir Manasçı olarak da Kırgızların atası olmuştur.
Aytmatov, Kırgızların Manas’ını duygu ve düşüncesinin esaslı kaynağı olarak görmesinin yanında, her insanın önünde beliren ve onları davet eden evrensel ufka okuyucularıyla birlikte yürümesini de başarmıştır. Tek fertte toplumun hikayesini, bir toplumda ise insanlığın ortak hikayesini keşfedebilmiş, bunu tüm dünya insanlarına anlatabilmiştir. Renato Risaliti (2019, s. 505), dünyanın aynı anda hem çok küçük hem de çok büyük olduğunu Aytmatov’dan öğrendiğini belirtir. O hem taşralı bir estet, bunun yanında evrensel bir yazardır. Yerel olana mahkum olmadan, modern ve evrensel olandan mahrum kalmadan düşünmek, hissetmek ve yazmak Aytmatov’un yapmayı başardığı bir iştir. Bu çerçevede Aytmatov, eserlerini büyük oranda tabiat, tarih, gelenek ve insan olma derdiyle kurduğu irtibat üzerinden, içerisinde geleceğe umudu barındıran birer koza şeklinde örmeye çalışmıştır.
Aytmatov, yerelden evrensel olana basamak basamak yükselerek kalıcı olmanın sırrını da çözmüş görünür. Her eserinden farklı metaforlar kullanır ama her metafor birbirinin mütemmimi olan haleler çerçevesinde Kırgızlık, Türklük ve insanlık kalbinde düğümlenir. Her türlü baskı karşısında eserlerini Kırgızcada da vermiş olması bu bağlamda oldukça önemlidir. Milli kültür ve ana dilini muhafaza ederek, köklerine sadık kalmış, tarihinin ve geleneğinin yüklediği sorumluluğa bigane kalmamıştır. Bu tavrın ve duruşun İkinci Cihan Harbi sonrasında katı sovyetleşme döneminde olması, bu tavrı daha da değerli kılmaktadır. Zira bu devir, yeni insanın ruh mühendisliğinin şekillendiği, insanların adeta yakıt olarak görüldüğü, insanların tarihinin ve alfabelerinin karartıldığı, tüm kalıpların yıkılarak tek merkezî kalıbın hâkim kılındığı, şiddet içeren kollektifleşmenin tek çare, ateizm ise hâkim tek inanç olarak kabul gördüğü bir evreye tekabül eder (Starova, 2022, s. 129). Bu devirde Aytmatov, kendisi kalmaya çalışarak, barışta kendisini bulacak, kendi varoluş imkanlarıyla kendisini tanıyıp tanımlayacak olan insanı, insana anlatma gayesi gütmüştür. Bu çaba oldukça değerlidir. Zira modern dönemle birlikte tabiat ve insan ilişkisinin mekanik bir zeminde inşa olunmasının, büyüsü bozulan bir dünya gerçekliğinin, bazı insanların bazı insanlardan daha kıymetli görüldüğü emperyal bir dünya algısının, hakikat arayışının zarar görmesinin beraberinde bir yığın sorunu getirdiği dile getirilebilir. Dolayısıyla bu sorunlar karşısında Cengiz Aytmatov’un kendisini sanat ve edebiyat dünyasında var eden çabasını felsefi bir zeminde görünür kılmanın değerli olduğunu düşünüyoruz.
Orta Çağ sonrasında Batı düşüncesinin mecrasının farklılaştığı, Reform ve Rönesans ile birlikte bilim sahasının hâkimiyetini artırdığı ifade edilebilir. Bilimin hâkim olduğu mecranın felsefe, din, sanat, ahlak, hukuk, siyaset gibi alanların meşruiyetinin de kaynağı olarak görülmesiyle alanların otantikliğinin ve birbiriyle münasebetinin zarar gördüğü de zikredilebilir. Bunun yanında modernizmle birlikte Avrupa biliminin insan yaşamını teknik ve mekanik bir inceleme nesnesine dönüştürmesiyle esasında yaşam dünyasının zenginliğinin tek hâkim saha olarak kabul gören bilimin ufkunda zayıfladığı ileri sürülebilir. İnsanoğlu, günümüz dünyasında bilgiyi biriktirme ve tekniğe dönüştürme açısından hiç olmadığı kadar kendisini ileri taşımış olsa da bu ilerlemenin dünyayı ve kişinin kendi benliğini bir bütün olarak görebilme, kendisinden başka insanların özne olabilme kudretlerini tanıyabilme kabiliyetinde de kaydedilip kaydedilmemesi bir soru işareti olarak durmaktadır (Güven, 2014). İnsanın dış dünyayı bilme, inşa etme ve kullanma çabasının, insanın kendisini, dünyadaki esas gayesini, fizik ve metafizik bütünlüğünü idrak edebilmeyi başarabilmesiyle mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Bu imkan, eksenine bilimi yerleştiren, dünyadaki fenomenlerle sadece analitik düzlemde ilgilenen bir felsefe yapma şekliyle ne kadar gerçekleştirilebilir bilinmez. Ancak felsefe yapma şekli ve tarzı teke indirgenemez, o halde bu imkanın gerçekleştirilebileceği farklı felsefe yapma tarzlarından yardım alınabilir.
Hans Georg Gadamer, Philosophy and Poetry’de edebiyatın felsefeyi dönüştürücü tarafına ilişkin şunları söyler:
On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın üniversitelerinde bulunacak felsefe esasında yirminci yüzyılla birlikte hâkimiyet gücünü yitirdi, bu, -sadece Schopenhauer’in aşağılayıcı tiratlarının bir sonucu olarak değil- aynı zamanda Kierkegaard ve Nietzsche gibi dışarıdaki büyük yazarlarla karşılaşıldığında, ama belki de daha fazlası, romanın o büyük ışıltılarının, özellikle Fransızların (Stendhal, Balzac, Zola) ve Rusların (Gogol, Dostoyevski, Tolstoy) gölgesinde kalındığında meydana geldi. Bu durumda felsefe ya kendisini tarihi araştırmalar alanında kaybetti ya da steril olan epistemolojik sorunlar bağlamında kendi bilimsel karakterini savundu (Gadamer, 1986, s. 131).
Bu görüşünü Gadamer, şiirle felsefenin irtibatı üzerinden felsefe yapma şeklinin nasıl olabileceğine temas ederek görüşünü devam ettirir. Ona göre felsefe ve şiir birbirine benzer. İkisi için de bir üst kıstas belirlenemez. Bunun için bu iki alan bilimsel olarak yanlış olmaları gibi bir durumla karşı karşıya gelmezler. Fakat felsefe, salt formel akıl yürütmelere saplanıp kendi kelimesini bulamadığında, şiir ise kendi özgün tonunu yakalayamadığında boşluğa çarpar (Gadamer, 1986, s.138-139). Felsefenin bilim-bağ(ım)lı konumunu dönüştürmek, fenomenlere olan duyarlılığını daha da artırmak ve onu daha özerk hale getirmek için sanat ve edebiyatla olan irtibatı öne çıkarılabilir. Özellikle yirminci yüzyılda ön plana çıkan fenomenoloji ve varoluşçuluk, bu irtibatın sağlanabileceği felsefi zeminler olabilir.
Varoluş felsefesi, temel konularından birçoğunu roman, hikaye, drama, tirat yoluyla verebilen, felsefeyle edebiyat ilişkisinin yoğun ve çok önemli örneklerini gördüğümüz bir zemin olarak karşımıza çıkar (Koç, 2015, s. 114). Bu noktada varoluşçuluğun bir yönüyle felsefi bir yönüyle edebi bir boyuta sahip olduğu zikredilebilir. Hayatın bütün boyutlarıyla anlamını sorgulayan, dünyada var olan insanı yaşamın içerisinde kavramaya çalışan, insanın kendisini ifade etme yollarına ve imkanlarına odaklanan varoluşçuluğun merkezinde bizzat yaşamın içerisinde yer alan mesul, hür ve özgün insan anlayışı, bu insanın kendisini var kılma durumları, şartları ve imkanları vardır. Varoluşçu yaklaşım, insanın varoluşunu sadece onun aklına veya bedenine indirgemeyip onu, bedeni, ruhu, aklı, hisleri, duyguları, tutkuları, iradesi, kararları ve eylemleriyle, kısacası tüm yönleriyle bir bütün olarak ele alır (Ertürk, 2012, ss. 113-115). Edebiyatın ve felsefenin el ele verdiği varoluşçu söylem, o halde esasında trajik kişiyi anlatır. Trajik kişi, aklın ve duygunun birbirine tahakküm kurmalarına izin vermez. Bu kişi, yabanıl alemde, acıların ve kötülüklerin farkındadır, aklıyla bunlara mana verir, duygusuyla yaşama istencine tutunur, hayatın hiçbir zaman pirüpak olamayacağını bilgece tavrıyla kabullenir fakat mücadele etmeyi de bırakmaz. Varoluşçuluk gerek insanı kapsayan gerekse de insanın inşa ettiği gerçekliğin tüm unsurlarını genel bir insan çerçevesi içinde derlemek ve toparlamak suretiyle bir bütün olarak insan hayatını yakalamaya çalışır (.etin, 2020, s. 301). Söz konusu insanın varoluşunu meydana getiren, geliştiren, muhafaza eden insanlık durumları, şartları ve imkanlarının iz sürüldüğü mecralardan birisi de felsefeyle birlikte edebiyattır. Edebiyatın sonsuz cümle kombinasyonları ve varlık alanları, geniş metafor ve anlatım dili (Sarı, 2016, ss. 89-90) varoluşu izah etme noktasında oldukça önemli bir işleve sahiptir.
Aytmatov, edebiyatçıları ruhsal güzelliğin ve hakikatin sonsuz araştırması için yola çıkma cesaretini gösterenler olarak görür. Bununla birlikte edebiyatın ara işlevlerinin çağdan çağa değişebileceğini, fakat temel gayesinin asla değişmeyeceğini düşünen Aytmatov’a göre edebiyatın temel ve değişmez gayesi, insan ruhunun özünün yansıtılmasıdır. Edebiyat bize öncelikle duygudaşlığı öğretir, başkalarının da bizim gibi olduğunu, üzüldüklerini, canlarının acıdığını, bizim gibi yaşamı sevip ölümden korktuklarını, onların da bizim gibi insan olma taleplerinin olduğunu kavratır (Aytmatov, 1978, ss. 11-12). Edebiyat bu bakımdan aslına bakılırsa önemli bir ahlaki fazilet olan diğerkamlık mektebidir. O halde edebiyatın söz konusu zeminde insanların birbirleriyle hemhal olabilme imkanlarını onlara sunan engin bir sanat olduğunu ifade etmek mümkündür. Edebiyat, insanların birbirlerine ayna tutmalarını olanaklı kılarken, yeryüzünde ahlakın her an yeniden tesis edilebilmesinin canlı şahidi olarak kabul edilebilir. Aytmatov, edebiyatın birinci görevini bu minval üzere bütün yeryüzünde sağlıklı bir ahlak ortamını yaygınlaştırmak olarak görürken, bu görevin edebiyat için oldukça önemli olduğunu da vurgular, zira bu koruma sağlanmazsa normal, sağlıklı bir yaşam mümkün olamayacak, insan, kendisini bulamayacaktır. Edebiyat, Aytmatov için aynı zamanda Aşkın varlığa, alemlere ve insana ilişkin düşüncelerini inşa ettiği zeminin adıdır (Aytmatov, 1978, s. 15).
Edebiyat türleri bir bütün olarak insanların ve toplumların varoluş tarzlarını ve biçimlerini anlatırken bunu idrake ve hissiyata birlikte seslenerek yapmaya çalışırlar. Edebiyat, bir sanat biçimi olarak önce duyguya seslense de edebiyat içerisinde düşünce ögelerini aramak ve bulmak da mümkündür. Bu imkan, meseleler üzerinde düşünmeye derinlik ve kıvam da kazandırabilir. Özellikle mitostan logosa geçiş, birbirinin alternatifi ve rakibi olan bir merhaleden başka bir merhaleye geçiş olarak değil de birbiri içerisinde, birbirini misafir eden iki his ve düşünce biçimi olarak görülebilir. Bu zemin ise masallarla, mesellerle, destanlarla, hikayelerle, trajedilerle bize insanı, toplumu ve tarihi daha bütünlüklü, nitelikli ve duyarlı şekilde anlama çerçevesi sunabilir. Bu bağlamda Aytmatov’un büyük ilham aldığı “Manas Destanı” ölümlü insanı, toplumsal tine taşımak suretiyle ölümsüzlüğe kavuşturan (Korkmaz, 2004, s. 76), toplumun varlığını bir sorumluluk kaynağı olarak sunabilen ve insanın kendisini hiçbir zaman yalnız hissetmemeye dönük bir vesile olarak değerlendirilebilir.
Sanat ve edebiyat birlikte, o halde en geniş çerçevede insanlar için özgürlük ve yetkinleşme zemini olarak görülebilir. Aytmatov için esasında bu, böyle olmuştur. Kendisi bu durumu şöyle dile getirir:
Babamın öldürülmesinden sonra toplum içinde ölüm kalım savaşıyla karşı karşıya kaldım. Babamın uğruna mücadele ettiği ideoloji, bana ve aileme karşı cephe almıştı. Sürekli gözleniyorduk. Halk Ekonomisi Enstitüsü’nü [yazar Tarım Enstitüsü’nü kastediyor] çok iyi bir derece ile bitirmiştim. En büyük idealim bilim alanında çalışmaktı. Kendimi yetiştirmek ve geliştirmek istiyordum. Bu yüzden doktora yapmak istiyordum. ‘Bir halk düşmanının oğlu’ olduğum gerekçesiyle bu imkan bana tanınmadı. Bütün kapılar kapanmıştı bana. Bilim alanında kariyer yapmam engellendi. Kendimi ifade edebilecek yollar aradım. Bu da yazıydı (Yardım, 2000, s. 24-25).
Kendisine sunulan ve hakkaniyetten uzak olan durumlardan kaçış, yeteneklerini keşfetme ve reva görülen sınırlılıklardan özgürlüğe kaçış imkanını edebiyatla keşfeden Aytmatov, sanatının ve edebiyatının kalbine, dünyanın özlediği, buna rağmen her geçen gün daha da unutulmakta olan “insan”ı yerleştirmiştir.
Aytmatov’un anlattığı neredeyse her hikaye, ferdin yaşamını, toplumun kıvamını, insanlığın halini hep daha iyiye getirmek, savaşın yerine barışı, zulmün yerine adaleti tesis etme mücadelesini içinde saklar. Her mücadelede Aytmatov’un tarafı “insan”ın yanıdır. O, eserlerinde canavarlığını beşerlik üzerine inşa etmiş olan kişileri işleyerek onlara ilişkin insanların teyakkuza geçmelerini talep eder. Bunun tam aksine belki de çok daha önemli olarak eserlerinde çoğunlukla kendileri ölen ama davaları ölmeyen, beşerlikleri üzerine insaniyetlerini inşa eden kahramanları ele alır, onların kahramanlıklarının ve davalarının kutsallığını anlatır. Aytmatov’un eserleri, dünyayı ve insanı tanımada felsefi görüşlerin sınırlarını genişletir ve derinleştirir (Akmataliyev, 1998, s. 93).
Köleleşme, bozulma, çürüme, canavarlaşma, maneviyattan uzaklaşma, yabancılaşma ve yalnızlaşma gibi felsefi fenomenlere ağırlıklı olarak yer veren Aytmatov’un eserlerinden felsefi çerçeveleri çıkarabilmek mümkündür. Felsefeyi en genelde varlık, bilgi ve değer üzerinde bir düşünce çabası olarak görürsek, Aytmatov’un eserlerinin bu temeller üzerinden ve özellikle bir varlık anlayışı ekseninden bir şeyler söylediğini ifade edebiliriz. Çalışmamızın ana gayesi esasında söz konusu felsefi zemin üzerinden Aytmatov’un düşüncesini keşfedip ifade etmek olacaktır. Tanrı, alem, toplum, tabiat onun düşüncesinde insanın varoluşunu mümkün hale getiren, güzelleştiren, iyileştiren ana unsurlar olarak görünür. Onun düşüncesinde varlığa, bilgiye ve değere değen her bir husus esasen insanın varoluşunda salınır. Etüdümüzü varlık, varolan ve varoluş eksenlerinde kurmaya ve bu eksenlerden hareket ederek insanın varoluşunda Tanrı, tabiat ve toplumun konumunu felsefi olarak tartışmaya çalışacağız. Tüm bunlarla esasında Aytmatov’un bozkırın bilgesi olarak eserlerinde felsefi bir eşik inşa edilmeye ve düşüncesi felsefi zeminde tartışılmaya çalışılacaktır.
Varlığa ve Var Olana Dair: Tanrı, Alem ve Tabiat
İnsanın eylemi ve söylemi bir anlam küresi içerisinde cereyan eder. Bu kürenin koordinatları zaman ve mekandır. Zaman ve mekan içinde insanın mana arayışındaki merhalelerin arzu-haz-irade-akıl-kolektif şuur ve Tanrı olarak belirdiği ifade edilebilir. Bu merhaleler birbirini tamamlamazsa insan, anlam yolcuğunda kaybolur. Aytmatov, eserlerinde bir bakıma bu koordinat düzenine de işaret eder. Bu çerçevede insanın arzusunu ve hazzını ortadan kaldırmak değildir mesele. İnsanın arayışında hazzı ve arzuyu sonuç olarak değil, anlamlı bir durak olarak belirleme ve onlardan hareketle daha güzel yolculuklara çıkabilmektir asıl olan. Tanrı’nın varlığının güç, düzen, anlam ve yön verdiği bir kolektif bilinç, onunla birlikte şekillenen akıl, böylesi akla tabi olan irade, akla ittiba eden iradeyle şekil alan haz ve arzu insana insanı kavratır ve onun yolculuğunu anlamlı kılar. Söz konusu zemin kurulamaz, duraklar birbirine karıştırılır hatta ilk durak varılması gereken asıl sonuç olarak tayin edilirse, insan ortadan kalkar, yeni zemin canavar-beşere teslim edilmiş olur. Canavarın olduğu yerde ise hikmet değil, tahakküm bulunur. Burada akla, vicdana ve duyguya seslenecek insanlar yoktur. Mankurtlar, şahsiyeti silik Momunlar, vicdanı buharlaşmış Orozkullar, insanı etkilemenin ve yönlendirmenin yolunun onların aklını ve vicdanını gölgelemek üzere sadece bayağı duygusallık olduğunu düşünen Ordoklar vardır. Böylesi bir dünya yaşama zevkinden ve istencinden boşandırılmış bir dünyadır. Aytmatov, eserleriyle böylesi bir dünyaya başkaldırır (Kala, 2018a, s. 332). Ancak Aytmatov’un isyan ettiği dünyanın üzerinde inşa olunduğu zeminin de anlaşılması gerekir. Bu zemin bizim esasında Aytmatov’un varlık düşüncesini anlamamız için de önemlidir.
Aytmatov, Batı düşünce tarihinde izleyebildiğimiz izlekte birbirinden kopan veya kopmakta olan varlık kavramına ilişkin üç sütunu birlikte ele almaktan çekinmemiştir. Varlık kavramına ilişkin bütüncül bir tasavvur bize Vücud (varlık) ve mevcut (var olan), birlikteliğini sunmalıdır. Bu düzlem, birbirine bağlı ve bütüncül manzarayı bize sunan onto-logo-theo düzenini açığa çıkarır. İnsan, bu düzlemde, anlamlılığın sürekliliği ve muhafazası için var olan/verili olan alem ve varlık olarak da karşılık bulan Tanrı’nın tam ortasında bulunur. İnsan, anlamın sürekliliği için Tanrı’yla olan ilişkisinde alemden, alemle olan ilişkisinde ise Tanrı’dan kopmamalı ve koparılmamalıdır (Kala, 2018b, s. 22). Aksi halde insan anlamdan, anlam insandan koparak, insan kendisini yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın derin dehlizlerinde kaybolma tehlikesiyle baş başa bulabilir. O halde insan, büyük varlık zincirini bir bütün olarak idrak etmeli, kendisine de bu varlık zincirinde ayrıcalıklı bir yer değil ama anlamlı bir yer bulmalıdır. İnsan, elde etmesi gereken haliyle tabiatın ritmine iştirak etmeyi de başarabilmelidir (Korkmaz, 2004, s. 169). Bu anlamlı yer, onun geleneğinin, düşüncesinin ve inancının dışlanmadığı, söz konusu araçlarla Tanrı’yı, alemleri, insanları ve kendisini tanımaya çalışacağı “evi”dir. Bu durumu Heidegger çok güzel şekilde ifade etmeye çalışır. “İnsan tecrübemiz ve tarihten anladığım kadarıyla, hayati ve harika olan her şeyin insanlar kendi evlerinde ve bir gelenek içinde kök saldıklarında meydana geldiğini ortaya çıkarıldığını biliyorum. Örneğin, günümüz yazını, koca bir çöküntü içindedir.” (Heidegger, 1998, s. 106) Anlam evinden uzaklaşan, varlığın parçalandığı bir eşikte insanları yeniden evlerine davet eden çağrılar çok anlamlı ve değerlidir. Bu itibarla Aytmatov’un Beyaz Gemi ve Gün Olur Asra Bedel adlı eserleri insanı geleneğine ve evine çağıran etkileyici ve kalıcı eserler olarak karşımızda durur.
Aytmatov, varlık tasavvuru itibarıyla aslına bakılırsa modernitenin çatışık ve parçalayıcı varlık tasavvuruna bir meydan okuma içindedir. Modernite ile insan yaşamının bütününe, bütünlüğüne ilişkin idrak tarzının terkedilmiş olduğu ve bireyin hiyerarşik sosyal bağlarından ve teleolojik düzenlilikten kopuk şekilde telakki edilegeldiği ifade edilebilir (Hünler, 1997, s. 120). Varlığın bütüncül çerçevesinden yalıtılmış, yalnızlaştırılmış ve yabancılaştırılmış bireyin, bağlı olduğu yer ve üzerine bastığı zeminle ne anlaşabileceği ne de dünyaya değer katabileceği düşünülebilir. Bu eşikte insanın yerinden ve yurdundan sürgün edildiği bir vasatta insanın yapması gereken en aslî şey belki de kendini bulmak ve evine dönmektir. Taylor (2011, s. 12) bu konuya ilişkin şu düşüncelerini bizimle paylaşır: “Toplumun kutsal yapısı bir kez ortadan kalktığında, sosyal düzenlemeler ya da eylem tarzları artık varlıkların düzeni ya da Tanrı buyruğu temeline oturmadığında, bunlar çıkar için kullanılmaya açıktır: Bireylerin mutluluğu ve iyiliğine yönelik olarak istenildiği gibi dönüştürülebilirler.” Taylor, modern dönemlerden önce insanların kendilerini büyük ve anlamlı bir düzenin parçası hissettiğini, bu kozmik düzenin, insanların melekler, kutsal varlıklar ve dünyevî varlıklar arasında yerini aldığı “Büyük Varoluş Zinciri” olduğunu, nihayetinde evrendeki bu hiyerarşik düzenin toplumun hiyerarşisine, bireyin anlam koordinatlarına yansıdığını ifade etmektedir (Taylor, 2011, ss. 10-11; Kala, 2019, ss. 27-28). Söz konusu koordinat sisteminin aşkın olandan içkin olana doğru dağılımının dengesi esasen insanın Tanrı anlayışı ve alem tasavvurunda kök salar. O halde hem insanın varoluşu hem de varlığın bütüncül tasavvuru için aşkın varlık olarak Tanrı anlayışı önem arz etmektedir.
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde Tanrı, yücelik algılamalarının merkezi olarak karşımıza çıkar (Korkmaz, 2004, s. 184). Ona göre Tanrı, kendisine dua ve ibadet edilendir. İnsanların kaderini ve alemlerin hareketini Tanrı belirler (Aytmatov, 2017, s. 38). Aytmatov için Tanrı düşüncesi statik, değişmez ve tamamlanıp bitirilmiş bir tanımlama olamaz. Tanrı, bir cevherdir ama anlamlandırılması insana mahsus olduğu için o cevher bir yönüyle insanda taşınır ve herkesin idraki, kavrayış gücü ve hazır bulunuşluğu ölçüsünde anlam kazanır, derinleşir ve nitelikli hale gelir. Bu çerçevede Tanrı anlayışı kişiyle beraber gelişip olgunlaşmaya gereksinim duyan bir açılıma işaret eder (Korkmaz, 2004, ss. 184-185). Aşkın varlık olarak Tanrı anlayışını Aytmatov özellikle üç eserinde iki farklı din yardımıyla açıklamaya çalışır. Bu eserler, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları ve Kassandra Damgası’dır.
Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel adlı romanında Yedigey karakteri üzerinden din ve Tanrı’ya dair fikirlerini açıklar. Yedigey inançlı bir Müslümandır. O, Tanrı’nın kendi içinde yaşayan bir cevher olduğuna inanır. Ona göre dualar, insanı hem Tanrı’ya hem de bizzat kendi benliğine yaklaştırır. Şahsiyet inşasında Tanrı’ya inancın önemli bir yeri vardır. Yedigey, yaratıcı, düzen verici ve yaşamı devam ettirici olan Tanrı’ya muhabbetle kul olmuştur. Ona dua ederken aslında kendisine yöneldiğini hisseder. Böylelikle yaratıcı, bağışlayıcı ve esirgeyici olan Tanrı’yı içselleştirir. Tanrı ona göre başlangıç ile sonun, yaşam ile ölümün arasındaki gerilimin çözüldüğü, uyumsuzluğun giderildiği kudrettir (Korkmaz, 2004, ss. 184-186). Bu bağlamda Kazangap’ın cenaze töreninde Yedigey Allah’a şöyle dua eder:
Ey Yüce Allah’ım, eğer dedelerimin kitaplardan öğrendiği, benim de dedelerimden duyup öğrendiklerimi işitiyorsan, kendimden söyleyeceklerimi de işit. Bunların birbirine engel olmayacaklarını düşünüyorum. Malakumdıçap vadisinin kıyısında, bu ıssız ve uzak yerde kazdığımız mezar çukurunun başında toplandık. Kazangap’ın mezarını burada kazmak zorunda kaldık. Çünkü onu atalarımızın vasiyet ettiği mezarlığa gömemedik, buraya getirmeye mecbur olduk. Gökyüzünde bir çaylak, el açıp Kazangap’la vedalaşmamızı seyrediyor. Ey büyük Allah’ım, günahımızı bağışla, Kazangap kulunu rahmetle kabul et! Eğer lâyık ise, ruhuna ebedî huzur ver! Bize düşeni yerine getirmeye çalıştık. Gerisi sana kalmış. Şu anda, mademki böyle bir makamda yüzümü Sana verdim, yaşadıkça ve aklım başımda oldukça Sana sesleneceğim, beni işit Allah’ım! Bilinen bir gerçektir ki insanlar Sana ancak çaresiz kalınca yardım dilemek için başvuruyorlar ve ellerinden başka bir şey gelmiyor. Bize acı, bizi koru, bize yardım et Allah’ım. İnsanlar, doğru olsun, yanlış olsun, haklı olsun, haksız olsun, her şeyi Sen’den isterler. Bir katil bile içinden, Sen’in onun yanında olmanı ister. Oysa Sen hep susarsın. Neyleyelim ki biz insanlar böyleyiz ve Sen’i özellikle başımız darda olduğu zaman hatırlarız, yalnız böyle zamanlarda varmışsın sanırız. Yalvarıp yakarmalarımızın sonu gelmiyor. Sen “Bir”sin. Biz ise çoğuz… Hatalarımı, kusurlarımı bağışla. Ben basit bir insanım ve içime doğduğu, aklıma geldiği gibi konuşuyorum. Sözlerimi kutsal kitaptan alınmış âyetlerle tamamladıktan sonra cenazemizi gömeceğiz. Rahmetini esirgeme... Âmin (Aytmatov, 2014, ss. 412-413).
Aytmatov, Tanrı’nın esasında insanda olan bir meleke aracılığıyla içinde, onunla konuştuğunu ima eder. Tanrı’nın anlaşılmak üzere, bir cevher olarak insanın içinde yer edebilmesi, o cevherin kemalat seviyesi ölçüsünde anlaşılması ve insanı dönüştürebilme kudreti oldukça önemli görünür. Tanrı’nın varlığı insanın var oluşunu şekillendiren ve ona nitelik kazandıran bir çerçevede de anlaşılabilir. Bu çerçevede hem insanın terbiye edilmesi hem de kendisini büyük kozmik bir bütünün mütemmimi olarak görmesi durumları kendisini izhar eder. Tanrı’nın insana vicdanı aracılığıyla konuşması durumu kabul edilebilirse, insanın vicdanının niteliği seviyesinde Tanrı’nın sözü, insan tarafından anlaşılabilecek ve insanın varoluşu için bir karşılığı olabilecektir. O halde yukarıda değindiğimiz insanın terbiye edilmesi ve kendisini kozmik bütünün mütemmimi olarak idrak edebilme durumu insanın vicdanının niteliğinde salınmakta, onunla gelişip zayıflayabilmektedir.
Aytmatov için din ve Tanrı arkaik değildir ve sadece geçmiş zamanın bir gerçekliği olarak değerlendirilemez. O, dini, eskilerin kalıntısı olan değil içinde bulunan zamana hitap edebilecek bir güç olarak görür (Akmataliyev, 1998, s. 126). Gün Olur Asra Bedel adlı eserde İslamiyet ön plana çıkarılır. Esasında İslamiyet ön plana çıkarılırken Sovyet sisteminin yok etmeye çalıştığı dinin, insanlar arasında canlı şekilde yaşandığı ve unutulmadığı öne çıkarılır. Bunun yanında Abdias’ın araçsallaştırılan ve kullanılan dinî anlayıştan daha ziyade doğru bir İsa inancı üzerinden bir kurguyu anlatmaya çalıştığı ifade edilebilir. Dişi Kurdun Rüyaları’nda toplumu kurtaracak yeni bir dinî arayıştan insanların haberdar edilmeye çalışıldığı düşünülebilir (Söylemez, 2010, s. 19-20).
Tanrı inancı, geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de insanı daha iyi ve doğru bir insan olmaya yönlendirecek bir çerçeve sunacaktır. Tanrı inancının günümüze seslenememesi veya içinde bulunan durumlara hitap edememesi de esasında bir sorundur. Bu soruna Aytmatov özellikle Dişi Kurdun Rüyaları adlı eserde Hıristiyanlık özelinde değinir. Dinin araçsallaştırılması ve tahrip olması, inancın insanı güçlü bir şahsiyet varlığı olarak dönüştürmesine engeldir. Bu engelin kilise üzerinden kurgulandığını gören Abdias’ın, Hz. İsa’nın dünyada yapmak istediği şeyin özünü kavramak suretiyle yeni bir anlayışın inşası için bizzat mücadele etmesi, esasında Aytmatov’un dinî inancın şahsi menfaatleri bir tarafa koyup insanlığın faydasına dönük işler yapmaya vesile olmasını seslendirmesine tekabül eder. Tanrı ile kulu arasına kilise gibi beşerî bir kurumun aracı konmaması, imanın doğrudan olması gerektiği bahsini Aytmatov, Abdias üzerinden anlatır (Aytmatov, 2017b, s. 89-141).
İnancın fedakarlık, feragat erdemleriyle şahsi menfaatten daha ziyade insanlığın hayrını düşünmeye vesile olduğuna ilişkin çıkarımın Rahip Filofey üzerinden Kassandra Damgası adlı eserinde de yapıldığını görmek mümkündür. Eserde Rahip Filofey’in kendisini feda ederek, insanlığı bulundukları durumdan haberdar ettiği; hayatı doğruya, iyiye ve güzele dönüştürmek için topluca harekete geçmek gerektiğini, sonraki nesillerin hayrına, onların iyi insan olabileceği iklimi hayattaki insanların topyekûn birlikte inşa etmeleri gerektiğini, aksi halde geleceğin içinde bulunan durumdan çok daha kötü olacağını vurgulaması, anlatılır. Filofey, esasında en sonunda yaşamına da son verecek bir uyarıcı olarak eserde yerini alır. Dişi Kurdun Rüyaları ve Kassandra Damgası adlı eserde Hıristiyanlık ön plana çıkar. Bunun öyle olmasının birçok nedeni olabilir. Batı dünyasının bilim, teknoloji ve ekonomi sahalarında lokomotif güçlerden birisi olması ve bu dünyaya kötülükler karşısında, onları iyi olana sevk edecek şekilde kendi Hıristiyan köklerini doğru şekilde hatırlatma gayesini burada Aytmatov’un güttüğü de ileri sürülebilir (Aytmatov, 2017c, ss. 197-222).
Aytmatov için Tanrı kadar alem de insanın var oluşumuna dâhildir. Yani alemin mevcudiyeti ve alem tasavvuru insanın var oluşunu hem şekillendirir hem de dönüştürür. Aytmatov, alemi esasında içerisinde alemler barındıran, her alemin birbiriyle ilişki içinde olduğu, birbirini tamamladığı, canlı, organik bir bütüncüllük içerisinde anlar. Bu kabul, yaratıcı bir eksen kurarak insanı bir alem olarak diğer alemlerle aynı sarmalın içerisine yerleştirir, birbirlerinin kaderlerini birbirlerine bağlar. Burada karşımıza mikro ve makro kozmos birlikteliği ve ayrılığı çıkar. Onlar arasında derece farkıyla beraber mahiyet farkının olduğunu ifade etmek anlamlı görünür. Bu ayrım önemlidir. İnsan olmadan alem, yasalarını gösterip, onu anlayabilecek bir özneden mahrum olabileceği gibi alem olmadan insan da varoluşunun mekanından mahrum kalabilecekti (Urmanbetova, 2020). Alem, insanın ontolojik zeminine; insan da alemin epistemolojik eşiğine işaret eder. Aytmatov için esasında alem değil, alemler vardır. İnsanın iç dünyası alemlerden birisidir, kişiler arası iletişim küresi de bir alemdir. Buraya bir sonraki bölümde yenide döneceğiz.
Eserlerinde sıkça işlediği tabiat da bir alemdir ve dahası alemin en esaslı görünüşlerindendir. Özellikle insan tabiat içre bir varlıktır. Bu haliyle tabiatın bir cüzüdür. İnsan varoluşunu tabiatta gerçekleştirir. Tabiat tasavvuru ise bu ontik durum ile muvafıksa insan, tabiattan güç alır, tabiatta kendisine ayrılan hususi yeri gereği gibi doldurur ve tabiatta tüm canlılar için mevcut olan yaşam küresini kendi hayatıyla birlikte zenginleştirir. Esasından insan tabiattan uzaklaştıkça kendinden ve kendisinden beklenenden de uzaklaşmakta, aleme yabancılaşmaktadır. Alemde hem fani hem de bakî olabilmenin sırları üzerine düşünebilir ve kendisini insanlık tarihinde olması gereken yere koyma imkanı bulabilir insan (Aytmatov, 2013, s. 109).
Tabiatı, insanın ve insanlığın sınandığı bir sahne olarak gören Aytmatov’un eserlerinde tabiat, tüm bileşenleriyle bir gayeye matuftur. Tabiat, her şeyden önce vesiledir. Eserlerde tabiat karşımıza yazarın düşüncelerini derinleştirmenin, kahramanların duygularını göstermenin ve okuyucuyu diri tutmanın vesilesi olarak çıkar (Akmataliyev, 1998, s. 112). Tabiat ile insanın tabiatını kader ortaklığında bir araya getirir Aytmatov. Kader birliği esasında tabiatı insana, insanı ise tabiata bağlar. Esasında insanın tabiatı da tabiatın bir cüzüdür ve insan, bu tabiiliği de muhafaza etmelidir. Muhafaza ediş, tabiatı iyi tanımayı ve anlamayı da gerekli kılar (Makhamatov, Polyakova vd. 2020, s. 368). Tabiatın insan tabiatıyla karşılıklı canlı ilişkisi hayatî önemi haiz olarak görülür. Beyaz Gemi’de Maral ananın katledilmesiyle birlikte gelen insanın kaybedişi, ile Dişi Kurdun Rüyaları’nda Boston’un Akbar’ı öldürürken kendi çocuğunun da canına kıyması hadisesi tabiat ile insanın kaderinin ortaklığını örnekler. Aymatov, bize bu dramatik kurgularla özellikle insanın tabiata karşı varoluşsal sorumluluğunu hatırlatır. Tabiat karşısında insanın sorumluluğu birçok eserde hassaten işlenir, bunun önemli olduğuna Aytmatov bir mülâkatında işaret eder:
Doğa dengesi geçmişte, insanın doğaya bağımlılığı üzerine kurulmuş olan kır geleneklerince korunmuştu. Bugün şartlar değişti, insanlar doğayı kendi amaçlarına hizmet ettirecek güce ulaştılar. Fakat insanların doğa hakkındaki bilinçlerinin de arttırılmasına ihtiyaç vardır… Nereye giderseniz gidin toprağın yağmalandığını ve ormanların öldüğünü görebilirsiniz… İnsan ve ekoloji uzun süredir bir arada mevcuttur, fakat şimdiye kadar hiçbir zaman ekoloji insan varlığı için bu kadar can alıcı bir konu olmamıştır. Ekoloji tehlikeye düştüğünde siyasetin hiçbir anlamı yoktur (Aytmatov, 1990, s. 52).
Aytmatov eserlerinde dikkat çeken bir husus da tabiatın “çevre” olarak yer almamasıdır. Onda merkez ve çevre dikotomisi siliktir. Tabiat bir çevre olarak değil, insanın varoluşunun merkezî mekanlarından bir mekan olarak karşılık bulur. İnsanı da bu merkezin önemli ve mesul paydaşı olarak düşünür. Reziletlerle fıtratı bozulan insan, tabiatı tahrip eder, aslında tabiatı tahrip ederek kendisinin sonunu hazırlar. Bu çerçevede Aytmatov, kartezyen bağlama ters bir zeminin varlığını seslendirmiş olur. Bu itibarla insan bir özne olarak bütüncül resmîn hem parçası hem de geliştiricisi pozisyonuna yerleştirilir. Tabiat üzre olan değil, içre olan, ama onu aşkınlaşmak suretiyle zarar vermeden aşan bir fail olarak yer alır. Tabiat bu çerçevede insanın aynasıdır. Kendisi nasılsa tabiatı da öyle görür. Var oluşunu tabiat aynasından izler.
Düşünce tarihinde asli dört unsur olarak kabul edilen toprak, su ve hava, bunlar dışında hayvanlar, hassaten tabiat unsurları olarak özel bir yere sahip görünür. Ana unsurları tabiat bahsinde öne çıkararak önemini beyan eder. Su, özellikle Issık Göl, Aral Gölü ve nehirlerle eserlerin birçoğunda öne çıkarılır. Beyaz Gemi’deki çocuğun balık olma hayali de suya tutunur. Issık Göl ve Aral Gölü, Beyaz Gemi ve Gün Olur Asra Bedel adlı romanlarda hem yaşamın kaynağı hem yanılmış insana yeniden kendisini hatırlatma vesilesi olarak verilir. Eserlerde suların evrensel birliği, felaketin çıkmazlarında sıkışıp kalan insan için kurtarıcı ve yeniden hayat verici temel bir öge olarak görülür. Su, Aytmatov için ana rahmi gibi yeniden oluş tohumunu her an içinde barındıran ve büyüten dişil, doğurgan bir unsur olarak görülür. İnsan, benlik ve bizlik duygularını bu unsurdan alabilir (Korkmaz, 2004, s. 80). Tüm insanlar için yaşam kaynaklarından olan hava ise rüzgar özelinde toprakları ele geçirmek ve insanları köleleştirmek isteyen düşmanı vatandan kovan bir kuvvete dönüşümüyle verilir (Aytmatov, 2017, s. 41). Toprağın bereketi ve her türlü olumsuzluğa karşı pes etmemesi ve herkes için faydalı olmaya devam etmesi toprak ana üzerinden anlatılır. Bu itibarla Aytmatov’un çoğu eserinde toprak, varoluşsal derinliğe sahip bir unsur olarak karşımıza çıkar. Aytmatov için toprak birden fazla anlam katmanına sahiptir. Mesela toprak onun nazarında; gelenek, tarih, kültür, hafıza, istiklâl, istikbal, şuurla yoğrulmuş bir ana olarak yer eder. Toprak Ana romanında toprak, bereketin vesilesi, insanlığın anası olarak, ihtiyar Kırgız ana Tolgonay’ın dert ortağı, sırdaşı olarak konumlandırılır. II. Dünya Savaşı’nda eserde Tolgonay ana gibi Toprak ana dert ve keder sahibidir. Nasıl analar oğulları ve eşleri başta olmak üzere yakınlarını savaşta kaybetmenin acısını yaşıyorsa toprak ana da bereket vesilesi olacak ve üzerinde bitecek ekinlerden mahrum kalır, ıstırap çeker, ayrıca kendisine yabancı olan benzin ve metallerle taciz edilmesi onu huzursuz eder. Bu huzursuzluğa insanlar da ortak olur. İnsan alem için kendinin, kendisi için de alemin hayati bir öneme sahip olduğunu anlamak durumundadır. İnsan, alemin şuuru ve vicdanı olabilmek için tabiatın dilini öğrenmek zorundadır (Korkmaz, 2004, ss. 174-180; Söylemez, 2010, s. 39). Tarihte var olan dramlardan birisi tabiat içinde doğal biçimde yaşamış insan ile artık tabiatın doğallığından çıkarılıp onun Ulu Ana olmasını reddedip sadece bir gereç, işlenecek hammadde olarak gören anlayışın yapıp ettikleridir. Bu bakış açısı tabiatı tüketilecek unsur, insanı ise ilahî bir varlık olarak görmek yerine ucuz iş gücü, işçi ve hizmetçi olarak görür. Aytmatov bu bakış açısına isyan eder (Husayinova, 2019, s. 311).
Tabiat unsurları ve hayvanlar, Aytmatov eserlerinde şahsiyet kazanmış varlıklar olarak karşımıza çıkar. Bir veteriner olmanın avantajlarından istifade eden Aytmatov, insanların özlenen erdemlerini istiarelerle hayvanlar üzerinden anlatır. Bu kullanımda hem bir şoklama hem de insanın tabiatta olduğu gibi hayvanlar alemiyle de paylaştığı ortak kader öne çıkarılır. Bunun yanında antropomorfik benzetimden de kaçınır. Yani insan, insan olarak, hayvan ise hayvan olarak kıymeti haizdir. At, kurt, geyik, balina ve pars Aytmatov’un eserlerinde özel yer tutar ve bu hayvanlar üzerinden insanlığa dair önemli meseleleri anlatmaya çalışır.
Elveda Gülsarı adlı romanda Aytmatov, savaş sonrası dönemi ve totaliter Sovyet rejiminin resmîni Gülsarı adlı at üzerinden verir. Gülsarı, annesinin yanında özgürce bozkırda koşan bir yılkı atıdır. Daha sonra rahvan at edilir. Ancak sahibi Tanabay’dan rahatsız ve şikayetçi değildir. Tanabay, onun tabiatına hürmetkar davranmaktadır. Fakat hiç kimsenin aklına onun arabaya koşulacağı gelmez, bu durum Gülsarı’nın tabiatını tanımamak, dahası ona zulmetmek manasına gelir. Ancak düzen, rahvan bir atı arabaya koşmuş ve onun tabiatını sömürmüştür. Rejime sadakatle bağlı olan Tanabay sömürülür ve sonunda partiden atılır. Yılkılıktan koparılarak terbiye edilen daha sonra sömürülen Gülsarı ile Tanabay’ın eserde aynı kaderi paylaşan canlar olarak verilmesi önemlidir. Dişi Kurdun Rüyaları adlı romanda ise Taşcaynar ve Akbar adlı iki kurdun hikayesi anlatılır. Kendi varoluş mekanlarında yaşamayı arzulayan ama yaşam alanları sürekli insanlar tarafından bozulup yavruları ellerinden alınan yuvaları sürekli tarumar edilen iki kurdun hikayesi sonunda her zaman kötülük gördükleri insanın kendi trajedisiyle yüzleşmesiyle nihayetlenir. Kurtların yavrularının beşerî hırsa kurban gitmeleri sonucunda yaşadıkları acının aynı kaderle yüzleşmesi sonucunda insan tarafından yaşanmasıyla roman insanları empatiye davet eder. Beyaz Gemi adlı romanında Aytmatov, Kırgızların tarihinde önemli bir yer tutan ve kendisine kutsiyet atfedilen Maral Ana’nın yine beşerin kazanma hırsına ve menfaatperestliğine kurban edildiğini, isimsiz çocuğun yıkılan hayalleri eşliğinde anlatır. Bu, esasen bir milletin kendi benliğini yıkması ve kutsiyet perdesini yırtması manasına gelen büyük bir trajedi olarak da anlatılır. Dağlar Devrildiğinde adlı romanda Aytmatov, kaderleri hem birbirine çok benzeyen hem de ölümleriyle kader ortaklığı yapan birisi kar parsı Caabars diğeri ise bağımsız gazeteci olan Arsen’in hikayesi anlatılır. Şahsi hazları üzerine bir dünya kuran ve dünyalarında yaşama alanlarını tarumar eden insanoğlunun trajik hikayesinden bahsedilir eserde. Masum canların katledilmesine müsaade etmeyen birisi insan, diğeri pars iki canlının canları pahasına mücadelesi eserde diğerkam canların yaşamak için değil de yaşatma ahlakıyla insanlığın ümidiyle taçlanır. Kassandra Damgası adlı eserde ise balinaların intiharlarından bahsedilir ve bu intiharlar insanlığı uykusundan uyandırmak isteyen Rahip Filofey’in intiharıyla bir araya gelir. Eserdeki balinanın ve Rahip Filofey’in intiharları insanoğlunun yeryüzünü kötülükle boyadığı senaryolara bir başkaldırı ve isyanın remzi olarak anlaşılabilir.
Varoluşa Dair: Beşer, İnsan ve Toplum
Modernite; Tanrı, insan, toplum ve alem olarak karşılık bulan varlık alanını parçaladıktan sonra insanı da bütüncül manayı arayıştan uzaklaştırmış, onu yersiz yurtsuz bırakarak parçalamış görünür. Parçalanma ve sürgün, insanın kendi arzusuyla onu şeyleşme, köleleşme ve yabancılaşma tehlikesiyle baş başa bırakır (Korkmaz, 2004, ss. 30-33). Bu çerçevede insanın yabancılaşma serüveni Tanrı’dan, kendisinden, yekdiğerinden ve tabiattan uzaklaşması olarak da okunabilir. Uzaklaşma, aşktan ve muhabbetten tecrit olunma haline ortak olmakla tecrübe edilir. Bu itibarla modernitenin insanlık tarihinde aşksızlık ve şevksizlikten ötürü onu yabancılaştırıcı bir soğuma hareketi olduğu da ifade edilebilir. Aşktan kopan kişinin kendisinden, toplumdan, alemlerden ve yaratıcısından koptuğu kolaylıkla ifade edilebilir. Korkmaz’ın ifade ettiği gibi “aşk, bir tutunma noktasıdır; insanı, varlığın kaotik boşluğunda yitip gitmekten kurtarır” (Korkmaz, 2008, s. 1). Aşksız, dertsiz ve sevdasız insan, soğumaya yüz tutmuş şekilde alemde kendisini yabancı ve yalnız hisseder. Alemle beraber tüm ilişki ve iletişimi soğutan ve varoluşsal iletişimden uzaklaşan da aslında varlık mertebelerini parçalayan modern insanın bizzat kendisidir. Aytmatov’un Dişi Kurdun Rüyaları adlı romanı bize bu konuda çok değerli şeyler söyler. Bu eserinde Aytmatov, ifade edildiği üzere Akbar ve Taşçaynar adlı iki kurdun hikayesini konu edinir. Gerçi kurtların kaderi ile insanların kaderi birbirinin içine geçmiştir. Tabiatın kaderi de bu kadere ortak olmuştur. İnsanın tabiatı bozulunca tabiatın özü tahrip olmakta, bozulan tabiat, beşeri bozmakta dahası onu zelil duruma düşürmektedir. Ekolojik dengeyi bozan beşerdir, bozulan ekolojik dengenin en büyük zararı da yine beşerin kendisinedir. Eser, tabiatta temsil edilen maddi dengeyle, inanç ekseninde beliren manevi dengenin bozulmasının neye tekabül ettiğini oldukça dramatik şekilde anlatır. Akbar ve Taşçaynar, bozulan maddi dengenin, Abdias ise bozulan manevi dengenin kurbanları olarak çıkar karşımıza (Kala, 2019, ss. 28-29). Ama esasında kaybeden bizzat insanın kendisi olur.
Aytmatov, edebiyatının kalbine dünyanın özlem duyduğu “insan”ı yerleştirir ve insanın varoluşunu edebiyatının meselesi kılar. Gayesi insanı bilmek, insanı bulmak ve insanı korumaktır (Kala, 2019, ss. 29-31). Ona göre “insanın varoluş sebebi, ruhunu olgunlaştırmak, mükemmel hale getirmektir. Hayatta bundan daha yüce bir amaç olamaz. Hayatın güzelliği de buradadır: Ruhu en üst düzeye götüren sınırsız basamakları birer birer çıkmak. İnsan için en güç olan, her gün insan olarak kalmasıdır. Sana doğrusunu söyleyeyim: Benim dünyaya yeniden gelişime kadar geçecek süre ki sen buna inanmıyorsun, tamamen insanların kendilerine bağlıdır.” (Aytmatov, 2017b, s. 19) Hangi sistem olursa merkezine insanı almayan sistem, insana karşı olmaya, dahası insana zulmetmeye ve onu yok etmeye döner. Deve Gözü adlı eserinde insanın yaptıklarının bir manaya işaret edebilmesi ve yaptığı şeylerden mutlu olabilmesi için onun her şeyden ziyade insan olduğu gerçeğinin şuurunda olması ve bunu diri tutması gerektiğini söyler (Aytmatov, 2019). İnsan olma şuuru ise insanın var oluşunda benliğin, Tanrının, tabiatın, geleneğin, tarihin ve toplumun nitelikli yerlerini takdir edebilmekte kök salar. Aytmatov’un eserlerinin tüm kahramanları insan varoluşuna dair iç dünyalarının genişliği ve evrensel karakterleri ile geniş bir manevi kapasite sunarlar. Aytmatov’un medeniyet ile tabiatı, insan ile başka canlıları bir bütünde birleştirecek özgün bağlantıları bulması, bu bağlantıları insanın var oluşunu zenginleştirecek ve yetkinleştirecek unsurlar olarak görmesi eserlerinde hassasiyetle gösterilir (Togusakov, 2022, s. 209).
Aytmatov’un eserleri hermenoutik yorumlamaya izin veren, kendisini varoluş felsefesi üzerinden sunan çalışmalar olarak değerlendirilebilir. Ayrıca varoluşçuluğun bir temsilcisi olan N. Berdyaev’in felsefesinde varoluş felsefesinin önemli kategorilerinden birisi olan süreklilik, Aytmatov’un eserlerinde atasözleri, tarihî bellek, tarihî gelenek üzerinden öne çıkarılır (Urmanbetova, 2020). Duygu, temayül, istek, arzu, hayal, inanç gibi insani olan yetiler ve uzanımlar, analitik çerçeve dışında varoluşsal çerçeveye daha yatkındır ve bu varoluşsal çerçeve onlara felsefi zeminden bakmaya imkan sunmaktadır. Varoluşçuluğun özellikle edebiyat eserleri üzerinden kendisini sunması, bir bütün olarak insanı ele alması, ona dair her bir durumu bütüncül bir zeminde, insanı anlamaya dönük fenomenler olarak görmesi, zaman ve mekandaki süreklilikle birlikte insanın beden ve ruh birlikteliğini önemsemesi Aytmatov’un eserleri üzerinden takip edilebilir. Varoluşçulukta önemli ve merkezî bir soru vardır. Öz mü öncedir, yoksa varoluş mu? Bu sorunun cevabı ateist varoluşçular ve özellikle Sartre için bellidir. O, insan söz konusu olduğunda varoluşun özden önce geldiğini ve bu tercihin insanı aşan tüm metafizik aşkınlığı olumsuzladığını düşünür. Ancak Aytmatov’un eserlerini eksene yerleştirdiğimizde bu soruya kolaylıkla ve tek bir formda bir cevap verilemez. Aytmatov, esasen bize insan söz konusu olduğunda verilebilecek her iki cevabın da mantıki olarak bizi çeliştirmeyecek şekilde doğru olabileceğini gösterir gibidir. Yani beşer için öz, varoluştan önce olsa da insan için esas olan özle birlikte varoluştur ve insan olmayla birlikte varoluş öze mukaddem hale gelir. Sorunun cevabı pekala beşeriyet itibarıyla özün, insaniyet itibarıyla varoluşun önce gelmesi şeklinde verilebilir. Bu yaklaşım bizi esasında Immanuel Kant’ın insanı fenomen ve numen olarak anlama çabasına götürür. Kişiyi beşerî olandan insanî olana sevk eden husus değerler eksenidir. Değerleri duyumsayan kişi, sadece fizyo-biyolojik ve genetik yapısı kadar bir ahlak yapısına da sahip olduğunu, bu itibarla ahlak yasasını konuşturması gerektiğini keşfeder. Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı eserinde Kirisk’in kurtulması için Orhan ve Emrayin sandaldan atlar ama Mılgın Kirisk’i boğacak suyu içmek istemek suretiyle içindeki ahlak yasasının dinamizmini ve dinçliğini konuşturmak ister (Coomartovic, 2022, ss. 21-22). Aytmatov’un eserlerinde insanda iyilik, duyarlılık, merhamet, adalet, dürüstlük, vefa gibi duyguları uyandırmak için ruha atılacak tohumlar saklanmıştır (Bakaşova, 2018, s. 266). Kişiye düşen o tohumları keşfedip ruhunda filizlenmesine izin vermektir.
Beşeriyeti insana verilen tabiat, insaniyeti ise beşeriyet üzerine inşa olunan ve kazanılan yapı olarak görebiliriz. Akmataliyev, Aytmatov’dan insana dair şu alıntıları yapar:
Ezelden çözülmeyen büyük tartışma
Ne yaparsa, insanoğlu insan olur?
Bağırarak düşman kovsa da bu tartışma,
Ne yaparsa, insanoğlu insan olur?
Eceli gelip ölse de bu tartışma,
Ne yaparsa, insanoğlu insan olur?
Düşmanı yağmalayıp bastığında da,
Düşmandan canı kurtarmak için kaçtığında da
Çözülemeyen ebedi büyük tartışma
Ne yaparsa, insanoğlu insan olur?
Bunun dışında “insan iyiliği yerden bulmaz, insandan öğrenir,” sözünü aktarır (Akmataliyev, 1998, s. 118-119). Aytmatov, Fuji-Yama adlı eserinde kahramanlar üzerinden yine insanı arar. Beşerin zaafları, şehveti, arzusu, iştiyakı, acullüğü, kederi, endişesi, menfaatperestliği tüm yönleriyle karakterler üzerinden açığa çıkarılır. Eser, insanın tüm bu uzanımları masaya yatırsa da net bir cevap vermez. Ancak Ayşe, Apay ve Sabur ekseninde beşerî insan olmaya çağırır, bunu yaparken yine Aytmatov muhatabındaki aklı, vicdanı, hissi ve duyguyu tahrik ederek işe koşmaya çalışır (Aytmatov, 2017d).
O halde beşer, kişinin doğuştan getirdiği fizyo-biyolojik canlılık özelliğine işaret ederken; insan olma durumu, bu özellikler üzerinde idrak, vicdan, inanç, irade ve hissiyatıyla kişinin kendisini var kılma biçimi olarak anlaşılabilir. Şahsiyetin ise beşeriyet üzere inşa olunan insaniyetle ortaya çıkan bir var oluş biçimi olduğunu ve kişideki değer alanının mevcudiyetini resmettiği ifade edilebilir. Şahsiyet, değerlerin vitrini olarak görülürken bu hususiyet hür ve mesul kişinin varlığını şart koşar. Bu kişi taslak ve kopya kişi değil, bizzat otantik var oluşa sahip bir fert olarak karşımıza çıkar. Var oluşun yoksullaşması, yabancılaşması, yoksunlaşması ve yok olması hadiseleriyse birbirini besler ve varoluş imkanlarını köreltir (Aytmatov, 2017c, ss. 122-123). Böylesi bir zeminde insanın var oluşma imkanları solar, artık kişi var oluşan bir zat değil, kişiliği solmuş, bir tür taslakta varolan bir fert olarak belirir. Böylesi bir fert için hürriyetin ve mesuliyetin de pek önemi yoktur. Halbuki Aytmatov’a göre insan için hürriyetin ve mesuliyetin güçlü bir şahsiyet için önemi çok büyüktür. O, taslak kişiyi birilerinin maiyeti altında kölece yaşayan kişi olarak tasavvur eder. Taslak kişi olmaktan kişiyi koruyan değerler gelenek, emek, empati, aşk ve türkülerdir. Emek ve empatiyle şimdiye ve geleceğe, türkülerle ve gelenekle geçmişe, aşkla ise sonsuza seslenebilir (Korkmaz, 2004, s. 193). Otantik var oluşu parçalanmış zamanda değil, geçmiş, şimdi ve geleceğin el ele verdiği tam zamanda tahakkuk etmiş olur. Otantik bir var oluş olan şahsiyet, ayrıca insanın bizzat devredilemeyecek ve vazgeçilmez değerine işaret eder. “Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur...” (Aytmatov, 2014, s. 88)
Bu düşünce bize farklı bir hayat ve ölüm diyalektiği de sunar. Buna göre nice yaşıyormuş gibi görünen kişiler vardır ki esasında ölüdürler, bedenen yaşıyor olarak görülürler fakat ruhları ölmüştür. Kendilik bilincinden uzak, başkalarının otomatları olarak yaşadıklarını zannederler. Onlar esasında taslak şekilde varolan olarak görülür. Kimileri de vardır ki bedenli hayata elveda deseler de esasında yaşamaktadırlar. Onlar fikrî, vicdani ve ruh zemininde yaşamaya devam ederler. Özgün güçlü şahsiyetleriyle yaşamı ilmek ilmek örmüşlerdir ve ölüm onları bedenen öldürse de yaşam izleri başka yaşamlarda devam etmektedir. Ölüm teması ahlakla bir araya geldiğinde ölümün şahidi erdemle tezyin olmuş güçlü bir hayat olarak karşımıza çıkar (Makhamatovich, Polyakova, vd. 2020, s. 371).
İnsanın otantik varoluşunun hürriyet ve mesuliyette kök salması durumu önem arz eder. Bu itibarla Aytmatov eserlerinin yazılma gayelerinden birisinin mesul insanı inşa edebilmek olduğu ifade edilir (Togusakov, 2022, ss. 208-209). Hürriyet kavramını bireysel, toplumsal, milli ve manevi hürriyete kadar çok geniş bir perspektifte ele alan Aytmatov, insanlığı kuşatan dogmalar ve totaliter zorbalıkların karşısına insanlık haysiyetini özgürlük temelinde çıkarır (Kolcu, 2008, s. 38). Ona göre insan, her şeyi tahakkümü altında bulunduran merkezin yönlendirmelerine göre düşünür ve eylemde bulunursa kendisi hakkında hiçbir fikri olmaz, otantik varoluşunu gerçekleştiremez ve taslak bir mevcudiyete sahip olur. Bu bağlamda özgür eylem alanını yitiren insan, gelecekteki varlığını da inşa edebilmekten mahrum kalır (Korkmaz, 2004, s. 20). Var gibi görünen ancak esasında var olmayan, varoluşunu üstlenebilme kudretinden mahrum bu xfertler otomat makineler gibidir. Bu yüzden onların insanlıkları bile tartışılabilir (Korkmaz, 2004, ss. 38-39). Kendi benliğini inşa etmeye çalışan birey, kişiliği uzay boşluğunda değil, tabiatla, yekdiğeriyle, toplumla paylaştığı yalıtık olmayan mekanda gerçekleştirir ve esasında kozmik bir bütünün parçası olur. Bu var oluş için erdem onun en önemli yol arkadaşıdır. Erdem olmadan şahsiyet inşası da mümkün değildir. Aytmatov, insanda olan erdemin zorluklara galip, gaddarlığa ve zulme boyun eğmeyen mücadeleden doğabileceğini, kırılmayan umuttan, temiz vicdandan, sorumluluktan, feragatten beslendiğini vurgular (Akmataliyev, 1998, s. 125). Gün Olur Asra Bedel romanının öne çıkan isimleri diyebileceğimiz Yedigey, Kazangap ve Abutalip karakterleri bu bütünün parçaları olmaktan mutludurlar. Zira onlar, yaşamın anlamını, Tanrı, dünya ve tabiat ile kurmuş oldukları ilişkide bulur. Kendi benliklerinin farkında olan bu şuurlu insanlar ortak gayeyle meydana getirdikleri toplumsal yapı içerisinde oldukları için özgürdür. Çünkü onlar özgürlüğün etkin katılımla gerçekleştirilebilen varoluşsal bir değer olduğuna inanırlar (Deveci, 2009, s. 252). Mesuliyet, başka beni kendi beni kılmak suretiyle tahakkümde bulunarak hareket etmeyi değil, kendi benini yetkinleştirmek suretiyle başka benlerin hür varoluş hamlelerine karşı hürmetkar olmayı seslendirir.
Aytmatov, esasında bendeki bizle birlikte bizdeki beni görmeyi önemser. Bendeki biz fertlerdeki sosyal eşik, bizdeki ben de her toplumun kendisine ait biricikliğini gösterir ve bunlar birbirine muhtaçtır. Sosyal yapı da Aytmatov için esasında bir alemdir. Bu alemin bir yakın bir de uzak yakası vardır. Bunlar birbirinden ayrı değildir. Kırgız Türkü olarak ve dünya insanı olarak Aytmatov bir alem içinde iki mütemmim aleme konuşur. Bunlar milli ve milletlerarası alemlerdir ve her iki alemin insanlık paydasında birbirinin mütemmimleri olduğunu düşündürür (Urmanbetova, 2020). Millet aleminde arketipler ve semboller üzerinden bir kimliğe vurguda bulunulur. Bu kimlik tarihîdir, köklüdür, ortaklaştırıcıdır ve millidir. Kırgızlar kendilerini Aytmatov’un onları hayal ettiği bir millet olarak görürler. Ancak bunun dışında Aytmatov’un teklifi insan fıtratına ve gerçeğine uygun olduğu içindir ki tüm dünya insanlarını kuşatabilir. Aytmatov’un eserlerindeki yapıcı diyaloglardan çıkan inşa, hem insanlar arasındaki milli ve milletlerarası alemleri hem de varoluşun mekanı olarak dışsal gerçekliği yeniden şekillendirici bir güce sahip görünür. Aytmatov için ferdî olanın milli olanla, milli olanın ise milletlerarası olanla intibakı nispetinde insan ortak paydasına seslenebilir ve ortak payda kişi için ne kadar genişse o nispette kişinin çağrısı evrensel, var oluşu yetkin olabilir.
Aytmatov, hürriyet ve mesuliyet merkezli insan var oluşunun yıkıcı unsurlarından da eserlerinde bahseder. Bunları mankurtluk, inançsızlık, savaş, tahakküm, insanı ve tabiatı sömürme temaları olarak görür ve bunları ustaca işler. Stalin diktası tarafından kurşuna dizilen ve bir ömür yolları beklenen “kayıp baba” imajı, ikinci dünya savaşının her aileye yokluk ve ölüm getiren uğursuz yılları, benliğine ve öz değerlerine yabancılaşmış mankurt yetiştirme paronayası gibi felaketlerin, Cengiz Aytmatov’un gerçek anlamda varoluş sorunu ile yüzleşmesine neden olduğu dile getirilir (Korkmaz, 2004, ss. 15-16).
Otantik bir insan varoluşunun önündeki belki de en büyük engel, beşeri insan kılan temel hususiyetlerden birisi olan idrakin ve vicdanın üstünün örtülmesiyle meydana gelen idrak ve vicdan körlüğüdür. İdrakin ve vicdanın köleleşmesi durumunu Aytmatov, mankurtluk ve közkamanlık kelimeleriyle anlatır. Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel adlı romanında mankurtluğu işlediğini ama ondan önce konuyu uzunca bir süre araştırdığını belirtir. Manas Destanı’nda mankurtluğa rastlandığını söyler. Orada, Kalmakların çekindikleri çocuk Manas’ı mankurtlaştırmak istedikleri anlatılır:
Çocuğu ele geçirelim,
Kafasına şire geçirelim,
Eve götürüp eziyet edelim,
Altı kardeşten türeyen Kalmakların
Hepsini bir araya toplayalım
Destanda geçen bu ifadelerin esasını Aytmatov, meşhur Manasçı Sakabay Karalayev’e sorduğunu ve kendisinden şöyle cevap aldığını belirtir:
Eski zamanlarda Kalmak-Kırgız Savaşlarında, iki taraf birbirinden ganimet ve malla birlikte, eline geçirdikleri insanları da esir alıyorlardı. Esirler genelde hayvanları güderdi. Sabah akşam hayvanların peşinde olan esir, günlerden bir gün yolunu bulup kaçabilir. Birileriyle kendisi hakkında ülkesine haber gönderebilir, hatta o da insan ya, kızlarımıza gönül kaptırabilir. Genç yaşta ele geçirilen esir beş sene, belki on sene bir dediğini iki etmeden hizmet eder. Bir gün başkaldırabilir. Bütün bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi, onu mankurta dönüştürmektir. İlk önce esirin saçları kazınıyor, kafasına yeni kesilmiş devenin veya sığırın bir parça derisi geçiriliyor. Kırgızlar bu deriye şire derler. İşte bu şireyi kenarından birkaç yerinden delip deriden bağ geçiriyorlar ve kulak hizasından sıkıca çekip bağlıyorlar. Sonra esirin elini ayağını bağlayıp güneşin kavurucu sıcakları altında bırakıyorlar. Böylece esire edilen işkence çiftleşmiş oluyor. Yani, taze deri güneşin sıcağından kurudukça kafasını sıkarak kemikleri sızlatıyor, ikicisi yeni çıkan saç deriyi delip geçemediğinden tekrar kıvrılıp kafaya geçince iğne sokar gibi tüm duyu sinirlerini öldürüyor. Böylelikle insanda hafıza diye bir şey kalmıyor. Bir hafta, on gün sonra esir ölüyor veya tüm hayatı mankurt olarak geçiriyor. Ölürse azaptan kurtulacak, hayatta kalırsa ismini, soyunu sopunu, geçmişini her şeyini unutup, sadece ve sadece sahibinin dediğini yapan bir varlığa dönüşecek… (Aytmatov-Şahanov, 2015, ss. 145-146)
Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel adlı romanında mankurtlaştırmayı farklı seviyelerde ve bağlamlarda işler, onunla bazı hususları anlatmaya çalışır. Eserde Juan Juanlar tarafından mankurtlaştırılan Colaman’ın anasıyla karşılaşması, ona kendisini, atasını, kim olduğunu hatırlatan anasını (Nayman Ana’yı) efendilerinin talimatıyla öldürmesi, anasının ölürken ona atası Dönenbay’ı hatırlatarak canını vermesi anlatılır. Nayman Ana’nın bedeni Ana-Beyite defnedilir ve burası tüm Kırgızlara kim olduklarını hatırlatan bir mekan olarak öne çıkarılır. Eserde kuşkusuz anasını gözünü kırpmadan öldüren Colaman mankurttur. Mankurt dışında başka bir yabancılaşma şekli daha söz konusudur. Közkamanlık, mankurtluktan ileri seviyede bir yabancılaşma haline işaret eder. İnsan, şuur sahibidir, şuur sahibi olmanın şuurundadır ve onu kullanabilecek yetenektedir. Bu yeteneğin harici olarak güç kullanarak kullanılamayacak hale getirilmesine mankurtlaştırma denir. Közkamanlık ise kişinin bizzat kendi kendisine kim olduğunu inkar etmesi ve kontrolü altına girdikleri efendilerinin talimatlarını kutsaması halidir. Mankurtuluk şuurun harici ve icbari yitirimi, közkamanlık ise öz-şuurun dâhili ve iradi kaybıdır. Mankurt kime nasıl fayda ve zarar verdiğinin bilincinde değildir, közkaman ise düşmanın şuuruyla şuurlanmış ve kendisine dair ne varsa reddetmekten zevk duyan kişidir. Közkaman, manevi çerçevede beliren mankurtluk türü olarak da kabul edilebilir. Colaman mankurt, Sabitcan ise közkamandır. Yedigey’e göre Sabitcan babasının cenazesini önemsemeyen, cenazeyi gömüp hemen Moskova’ya eşinin yanına dönmek isteyen kişi olarak değerlerine yabancılaşmış dahası onları küçük gören bir şahsiyet haline gelmiştir. Beyaz Gemi adlı romanda hayat bulan Orozkul da tam anlamıyla közkamandır. Aytmatov, aynı bağlamda Kassandra Damgası’nda insan olmanın değerine, kendilik bilincine dair hiçbir şeyi önemsemeyen xfertlerden bahseder. Aytmatov, mezkur romanında modern hayatın bir türlü çözülemeyen sorunlarını sorgulatmaya çalışır. Okuyucuyu hayatın anlamı problemi ile karşı karşıya getirerek, robot veya insan olmak tercihi ile buluşturmuş olur. Mankurtluk, közkamanlık ve xfertlik Aytmatov eserlerinde sosyallikleri bozulmuş, varlığın anlamlı bütünlüğünü yitirmiş, yalnızlaşmış ve yabancılaşmış kişiliklerin biçimleridir (Iskakuly, 2022, s. 100). O halde Colaman zorla, Sabitcan ve Orozkul karakterleri esasında rızalarıyla ruhları sömürülerek, xfertler ise hem bedenen hem ruhen robotlaştırılmış şekilde insan olma şuurunu kaybeden, otantik varoluşlarını yitirerek köleleştirilen fertlere tekabül eder.
Bahsi sona erdirmeden bir hususu daha zikredebiliriz. Mankurtlaşmadan değil de mankurtlaşmalardan bahsedilebilir. Eserlerde idraki öldüren, vicdanı söndüren, iradeyi solduran birçok çeşit ve boyutta mankurtlaşma örnekleriyle mankurtlaşma hallerinden bahsedildiği görülür. ABD ve Rusya’nın esasında birlikte Sovyet rejimi ekseninde totalitarizm ve ABD’nin öncülük ettiği piyasa kapitalizm çerçevesinde metalaşma ve ezilme halleriyle tüm dünya insanlarının mankurtlaştırılabildiğine işaret edilir. Gün Olur Asra Bedel adlı eserde hayalî bir çerçeve ortaya konulur. Orman-Göğüslüler gezegeninin bilim adamları gezegenlerinin yakın gelecekte karşılaşacağı çevre sorunlarını dert edinmektedirler. Bu konu hakkında fikir alışverişinde bulunurlar. Ona gelene kadar bir sürü sorunu halletmişlerdir. Artık tabiatlarına ilişkin meseleler aslî meseleleri haline gelmiştir. Dünyada ise bu tür meseleler son sıralarda gelir. Dünyayı yöneten iki süper güç ise bundan haberdardır ve dünyalıların daha ileri medeniyetlerin varlığından haberi olmaması için dünyanın etrafını manyetik alanla yani bir tür mankurtlaştırıcı şirle kaplamak ve haberleşmeyi engellemek istemektedirler (Söylemez, 2010, s. 13). Bu da dünya insanlığın esasında gücü elinde tutan iki politik güç tarafından mankurtlaştırılmasına tekabül eder. Bunun haricinde Nayman-Ananın kimlik ve kişilik hatırlatıcı kabrinin etrafının adeta bir tür şirle çevrilerek oranın uzay üstü yapılması da esasında başka bir tür mankurtlaştırma hamlesi olarak görülebilir.
Tüm bunlarla Aytmatov, esasında 20. yüzyıldaki soğuk savaş döneminin “yakıt insan” tasavvuru ile mitik dönemin “mankurt” imgesini bütünleştirmekte, çağımız insanını bekleyen köktenci ideolojik koşullanmaların tehlikelerine dikkati çekmektedir (Korkmaz, 2004, s. 191). Korkmaz (2004, ss. 135-190, 193-196), mankurtluktan insanı muhafaza eden beş dönüş izleğine işaret eder. Bunlar eve, anneye dönüş, anadile dönüş, insana dönüş, tabiata dönüş ve Tanrı’ya dönüş izlekleridir. Ev ve anneden kasıt kaostan ve boşluktan kaçışın kutsal ilk durağıdır. Bu durakta kişi varoluşunun içtenlik ve samimi mekanını bulur. Onu yabancılaştırıcı unsurların tehlikesini sezebilir. Bu izlekten uzaklaşmak kişiye, mankurtlaştırma ve xfertleştirme tuzağını hatırlatır. Zira mankurt Colaman annesini vurmuştur. Kassandra Damgası’nda üretilen xfertlerin anaları, anadilleri, tarihleri ve Tanrısı yoktur. Anadile dönüşten herkesleşme tehlikesinin bertaraf edilebilme eşiği anlaşılabilir. Anadil yitimi kişiyi geçmişin birikiminden ve kendisini bulma cehdinden uzaklaştıracaktır. İnsana dönüş, tüm yeterlilik ve yetkinliğiyle şifa olabilecek kişiye dönmeyi, insanın mukaddesliğini ve değerini seslendirir. Bu yaklaşım yaşamdaki esaslı gayeyi insan olmak ve insan olarak kalmak görür. Bunun dışında insanı insanın yurdu, ufku ve dostu kılar. Tabiata dönüş, insanı saran sarmalayan, her türlü gerçekliği ve uzanımıyla kaderi, insan kaderiyle birlikte olan tabiatın insanın yaşamındaki kurucu dengesinin muhafaza edilmesine davettir. Tanrı, insan için yücelik algılamalarının merkezidir. İnsan bir cevher olarak esasında Aytmatov’a göre Tanrı’yı içinde taşır. Bu cevher herkesin idraki, kavrayış gücü doğrultusunda anlam kazanır. Bu güçle herkes kendisiyle yüzleşir ve yücelikte kendisini seyredebilir. Bu yüceliğe değer vermeyenler kendi özüne, yaşamın diğer alanlarına ve başkalarının yaşamlarının kişinin yaşamına uzanımlarına kıymet veremez (Korkmaz, 2004, s. 196).
Savaş ve inançsızlık, insanın sahici varoluşuna ket vuran, onu anlamlı bir var oluştan uzaklaştıran unsurlar olarak görülür. Özellikle savaş, Aytmatov’un eserlerinde cephede ve cephe gerisinde toplumu inşa eden tüm unsurlarıyla birlikte yıkıcılığını açıkça ifade ettiği temalardan birisidir. Savaş hem beşerî hem de insanî tarafımızı zedeler ve mahveder. Savaş insanın fıtratıyla beraber bizzat tabiatın kendisini de bozar. Tabiat tahrip olursa muhakkak tabiatla beraber insan da mahvolur. Zira tabiatın kaderi insana bağlıdır. Savaşla, hem fert ve toplum arasındaki yaratıcı birliktelik, hem de zamanın fert ve toplum için geçmiş-şimdi-gelecek izleğinde kurucu gücü, mekanın hafızayı besleme işlevi tarumar olur. Bu bakımdan savaş, zamanı, mekanı ve insanı parçalayan bir olumsuzluk halidir. Özellikle onun Asker Çocuğu hikayesinde (Aytmatov, 2022) çocuğun gözünden insanı, mekanı ve zamanı paramparça eden savaşın hali pürmelali aktarılır. Aytmatov, özellikle bu hikayesinde çocukların gönlünde yeniden diriltilen baba temsilinden bahseder. Esasında çocuk gönlünde kendi beninden başka bir beni yani babasını muhabbetle inşa edebiliyorsa ve bu beni kendi benini de muhafaza eden bir güç olarak görüyorsa, bu doğrultuda baba ve ata sevgisinin varoluştaki önemli yerine işaret edilmiş olur. Bu eserinde başka bir hususun daha resmedilmesi vardır. O da çocuğun içinde babasıyla beraber sevdiği benlere de yer açabilme istekliliği ve becerisidir. Bu imkan oldukça kıymetlidir. Fakat bu imkanı insanın beni kadar o beni zenginleştiren diğer benlerin öldürülmesiyle heba etmemek gerektiği, özellikle kişinin kendi mahreminde yeniden dirilttiği baba sevgisine ve temsiline o kişinin var oluşuna zarar vermemek için dikkat etmek gerekir. Savaş kadar, inançsızlık da ferdin ve toplumun direnç kaynakların kurutulmuş olmasına tekabül eder. İnsanı, içinde ilahî cevheri taşıyan bir varlık olarak görüp, varoluşunun niteliği ölçüsünde insanın Tanrı’yı idrak edebileceğini düşünen Aytmatov, bu aşkınlaştırıcı tecrübe aracılığıyla yücelik ufkuna yönelebilir, kendi özüyle en samimi şekilde yüzleşebilir ve onu fark edebilir. Yüceliğe değer vermeye insan için kendi özünün, yaşamın diğer alanlarındaki unsurların ve canlıların pek ehemmiyeti bulunmaz. Yücelik idraki zarar gören insan için her bir şey menfaat ve haz için araçsallaştırılmaya, kullanılmaya ve tüketilmeye açık hale gelir. İnsan için otokontrol sistemi özün doğrudan samimi idrakiyle, özün idraki ise insanın içindeki ilahî cevherin, Tanrı inancının keşfiyle açığa çıkabilir (Korkmaz, 2004, ss. 195-196).
Aytmatov, insanın ve tabiatın sömürülmesinin de insanın var oluşunu tahrip edeceğini düşünür. Öncelikle özne-özne ilişkisinde “kazan-kazan”ın esas alınmadığı ve tüm sürecin sadece ve zorunlu olarak bir tarafın faydasına tanzim edildiği durumlarda görünürde en az bir tarafın kazanıyor görünmesine rağmen esasında herkesin kaybedeceğini düşünür. Sadece özne-özne iletişimi değil, insanın tabiatla olan ilişkisinin de tahakküm edici bir zeminde kurulmasıyla oradan tabiata zulmün doğacağı, tabiatın tahribinin ise nihayetinde insanın var oluşunu olumsuz şekilde etkileyeceği düşünülür. İnsan insan arası iletişimi birisi lehine araçsallaştıran ve tabiatın topyekun insanın kullanımına ve tüketimine matuf şekilde tasavvur edilmesi insanın ve toplumun varoluş biçimlerini zedeler. İnsanın ve toplumun varoluşunu, bunları araçsallaştırıp tüketilmeye açık hale getirerek zedeleyen iki güç ise totalitarizmin iki farklı tezahürü olan komünizm ve piyasa kapitalizmidir.
Aytmatov totalitarizme karşı çıkıp demokrasiyi eserleriyle birbirini takip eden iki şekilde ifade etmeye çalışır. İlkin o eserlerinde çoğunlukla sosyal gerçekliğin kanunlarına uymayan kahramanları ve düşünceleriyle dogmatizme dönüşmüş totalitarizm değerlerine, bakış açılarına ve olaylara farklı bir alternatif sunar. Bununla birlikte milli ülkü ve insan merkezli yaklaşımıyla toplumda demokrasi kültürünün yerleşmesinin önemini vaz’ eder (Abdrahmanov, 2022, ss. 191-192). Aytmatov, komünizm ile iletişimin, taraflarının birbirlerini araçsallaştırmayan özneler olarak gören, insanı kendisinde gaye varlığı gören düzleminin sarsıldığını ima eder. Elveda Gülsarı adlı romanda kaba ve buyurucu sistemin ruhunu teslim aldığı Çora, Tanabay’ın tüm emek, arzu ve hayallerini yok eden kişi olarak resmedilir. Tanabay için Çora, yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakan guguk kuşu gibidir. Köksüz, yurtsuz dahası işgalcidir. (Aras, 2022, s. 293) O, her şeyden önce insanın güvenini sömürür. İnsanı gaye varlık olmaktan uzaklaştırıp yakıt insana dönüştüren sistemin bayraktarlığını yapar ve bunu, neden niçin yaptığından habersiz olarak sürdürür.
Aytmatov’un eserlerinde totaliter ve kapitalist rejimlerin tabiatı katlettiğine ilişkin kurgulara rastlarız. Beyaz Gemi, Dişi Kurdun Rüyaları, Ebedi Nişanlı (Dağlar Devrildiğinde) adlı romanlarda bu hususlara ciddi şekilde rastlarız. Geçmişinden kurtulmak isteyen, kurtuluşu kentli bir hayat sürüp sadece Rusça konuşmak olarak anlayan, Sovyet rejimi sevdalısı Orozkul karakteriyle, Ebedi Nişanlı’nın serbest pazar sevdalısı kapitalist Ertaş Kurçal’ın tabiata ve fıtrata tahakkümleriyle esasında birbiriyle ortaklaştıkları görülür. Bu eserlerde hem insanların, hem insanlar arası ilişkilerin hem de tabiat unsurlarının metalaşmasından bahsedilir. Toplumlar üretimden ve kanaatten, tüketime ve hırsa geçirildiğinde her şeyin ucuzlamasıyla karşı karşıya kalınır, meta ucuzlar ama metayla birlikte insan da ucuzlar. Eserde Aytmatov, sosyalizmden kapitalizme geçilerek “yakıt insan” anlayışından kurtulunamayacağını bu anlayışın farklı bir şekilde devam edeceğini farklı şekillerde ifade eder.
Sosyalizm zorbalığından kurtulup da Pazar bataklığına saplanıp kaldığımızı birçokları anlayamıyor. Pazar kendisiyle iyi geçinmeyenleri helak ediyor… Eski zamanlarda güzel bir kadını ata bindirip kaçırırlardı. Oysa şimdi dolar dolu bir çuvalda omuzlayıp götürüyorlar. Hatta bu devirde kadın kendi arzusuyla dolar yılkılarına büyük bir hızla gidiyor. Yılkıcılarsa milyonerlerin ta kendisidir ve her yılkıcı kendi dolar yılkısını sürer, otlatır. Böyle yaşıyoruz işte. Başka da bir çıkış yolu yok. Hepimiz pazarda itişip kakışıyoruz. Kimsenin suçu yok bunda, Pazar ekonomisi herkese hükmediyor. Ama düşünülecek olursa yine de suçluyuz. Bir sürü gibi güdülerek yaşadığımız için suçluyuz (Aytmatov, 2018).
Sonuç
Çağdaş bir manasçı olan Cengiz Aytmatov, tarihinden, geleneklerinden, halkından kopmadan eserlerini veren velut bir yazardır. Milli kültürün ve ana dilinin öneminin farkına varmış, köklerine sadık kalmış, tarihinin, inancının ve geleneğinin yüklediği sorumluluğa bigane kalmamış olan Kırgız bir aydındır. Bununla birlikte teklifi ve çağrısı yerel olanı aşar ve evrensel bir zemine yükselir. Dünya insanlarına düşünmenin, doğru bir inanca sahip olmanın, tabiatla olan ilişkisinin önemini; insanı muhafaza etmenin, toplum için tarihinin ve geleneğinin kıymetini anlatmaya gayret etmiştir. Bununla birlikte özellikle mankurtlaşma ve közkamanlaşmanın insan ve toplum için nelere sebebiyet verdiğini oldukça edebî ve veciz şekilde ele almaya çalışmıştır.
Felsefe yapma şeklini sadece bir şekle indirgemek ve onu sadece kendisiyle yeterli görmek felsefenin tabiatına aykırı görünür. Bu çerçevede özellikle varoluşçuluğun bu imkanı felsefe için seslendirmesi ve edebiyatla işbirliği yapması değerlidir. Bu ilişki büyük edebiyat eserlerine felsefe açısından bir kez daha bakma imkanı verebilir. Cengiz Aytmatov’un eserleri bu bağlamda oldukça kıymetli eserler olarak görünür. Aytmatov, sanatının ve edebiyatının kalbine, dünyanın özlediği, buna rağmen her geçen gün daha da unutulmakta olan “insan”ı yerleştirmiştir. Onun eserlerinin insanın varoluş zemininde Tanrıyı, alemi, tabiatı, insanı ve toplumu birlikte ele almasıyla esasında farklı ve tamamlayıcı bir çerçevede varlık felsefesi yapabilme imkanından bizi haberdar ettiği ileri sürülebilir. Tanrı, alem, toplum, tabiat eserlerinde insanın varoluşunu mümkün hale getiren, güzelleştiren, iyileştiren ana unsurlar olarak ön plana çıkarılmıştır. Düşüncesinde varlığa, bilgiye ve değere değen her bir husus esasen insanın varoluşunda salınır. Çalışmamızda varlık, var olan ve varoluş eksenlerinde insanın varoluşunda, Tanrı’nın, alemin, tabiatın, hayvanların ve toplumun uzanımları ele alınıp tartışılmıştır.
Söz konu eksenlerden hareketle Aytmatov’un eserlerinde, Batı düşünce tarihinde izleyebildiğimiz izlekte birbirinden kopan veya kopmakta olan varlık kavramına ilişkin üç sütunu -ki bunlar Vücûd (Varlık-Tanrı), mevcudat (var olanlar-alem-tabiat) ve ehli vicdan (insan-toplum) olarak anlaşılabilir- birlikte bir bütün içinde ele aldığı görülür. İnsan, bu düzlemde, anlamlılığın sürekliliği ve muhafazası için var olan/verili olan alem ve varlık olarak da karşılık bulan Tanrı’nın tam ortasında yer alır. İnsan, anlamın sürekliliği için Tanrıyla olan ilişkisinde alemden, alemle olan ilişkisinde ise Tanrıdan kopmaması ve koparılmaması gereken bir varlık olarak anlaşılır. Bununla birlikte insanın kaderi, tabiattan, toplumdan ve birlikte yaşadığı hayvanlardan ayrı tutulamaz. Aytmatov’un eserleri bu kurucu ilişkinin ve iletişimin zarar gördüğü durumlarda nelerin insanların başına geldiğinden ve gelebileceğinden bahseder.
Kurucu ilişki ve iletişimin önünde engel olarak mankurtluk, inançsızlık, savaş, tahakküm, insanı ve tabiatı sömürme temalarını gören Aytmatov, bu engellere karşı çözüm önerilerine de yer verir. Beşer olan kişinin onu insan kılan özlerinin farkına varması ve bu özünü yetkinleştirmesi gerekliliği özellikle öne çıkar. İnsanın kendi özüyle en samimi şekilde yüzleşebilmesi imkanı onun yüceyle olan ilişkisine bağlı görünür. Yüceliğe değer vermeyen insan için kendi özünün, yaşamın diğer alanlarındaki unsurların ve canlıların pek ehemmiyeti bulunmaz. Yücelik idraki zarar gören insan için her bir şey menfaat ve haz için araçsallaştırılmaya, kullanılmaya ve tüketilmeye açık hale gelebilir. İnsan için otokontrol sistemi özün doğrudan samimi idrakiyle, özün idraki ise insanın içindeki ilahî cevherin, Tanrı inancının keşfiyle açığa çıkabilir. Onun haricinde kişinin kendi yurdu olan, kültürüne, tarihine, anadiline önem vermesi, birlikte yaşamak durumunda olduğu insanların ve diğer varlıkların haklarına riayet etmek gerektiği zikredilebilir. Tüm bunlar esasında sadece kendisi için değil, toplumu ve tüm kainat için mesul ve hür bir insan öznesinin ehemmiyetini vurgulamak içindir.
Kaynakça
Abdrahmanov, T. (2022). Yazar, hümanist düşünür, demokrat Cengiz Aytmatov’un totalitarizme karşı hareketleri. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın Uyanışı Cengiz Aytmatov I (ss. 189-197) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Akmataliyev, A. (1998). Cengiz Aytmatov’un dünyası. Ankara:Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.
Akmataliyev, A. (2022). Manas, Sagımbay, Aytmatov ve tüm dünyayı düşündüren embriyo. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın uyanışı Cengiz Aytmatov I (ss. 71-85) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Aras, O. (2022). Cengiz Aytmatov’un romanı dişi kurdun rüyalarında yabancılaşma. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın Uyanışı Cengiz Aytmatov II (ss. 290-301) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Aytmatov, C. (1978). Edebiyatın barışçı görevi. (E. Alova, Çev.). Sanat Emeği Dergisi, 7, 11-16.
Aytmatov, C. (1990). Aytmatov’un dilinden, “çevre ve insan”. (İ. Turan, Çev.) Türk Yurtları, 2.
Aytmatov, C. (2013). Yıldırım sesli manascı, yüzyüze, deniz kıyısında koşan ala köpek. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C. (2014). Gün olur asra bedel. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C. (2017). Beyaz gemi. (M. Özgül, Çev.). İstanbul: Nora.
Aytmatov, C. (2017a). Cengiz Han’a küsen bulut. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C. (2017b). Dişi kurdun rüyaları. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C. (2017c). Kassandra damgası. (A. Pirverdioğlu, Çev.). İstanbul: Nora.
Aytmatov, C. (2017d). Fuji-yama. (M. Özgül, Çev.). İstanbul: Nora.
Aytmatov, C. (2018). Ebedi gelin (dağlar yıkıldığın zaman). (A. Pirverdioğlu, Çev.). İstanbul: Nora.
Aytmatov, C. (2019). Deve gözü. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C. (2022). Yıldırım sesli manasçı, asker çocuğu, beyaz yağmur. (R. Özdek, Çev.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Aytmatov, C.-Şahanov, N. (2015). Şafak sancısı. (D. İbragim, Çev.). Ankara: Bengü Yayınları.
Bakaşova, Y. K. (2018) Sonsuzluk tohumları: Cengiz Aytmatov’un maneviyat fenomeni. Kültürler diyaloğu: C. T. Aytmatov’un mirası uluslararası yuvarlak masa toplantısı konuşma metinleri. Moskova: MBA Publishers.
Coomartovic, B. (2022). Cengiz Aytmatov’un sanatsal anlayışındaki Immanuel Kant’ın ahlâk yasası. Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın Uyanışı Cengiz Aytmatov II içinde (ss. 19-24) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Çetin, E. (2020). Cengiz Aytmatov’un eserlerinde öne çıkan varoluşsal temalar. Turkish Studies, 15(3), 297-322.
Deveci, M. (2009). Gün Olur Asra Bedel romanında özgürlük sorunu. (Ed. Ramazan Korkmaz), Cengiz Aytmatov içinde (ss. 247-259) Ankara:Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Ertürk, R. (2012). Varoluşsal din felsefesine giriş. İstanbul: Yarın Yayınları.
Gadamer, H. G. (1986). Philosophy and Poetry. R. Bernasconi (Ed.). The relevance of the beautiful and other essays içinde, (ss. 131-139) Cambridge: Cambridge University Press.
Güven, F. (2014) Felsefe, edebiyat, özne. M. Günay ve A. O. Gündoğan (Ed.). Felsefe ve edebiyat içinde, (s.31-40) Konya: Çizgi Kitabevi.
Heidegger, M. (1998). Only a God save us: Der Spiegel’s intervies with Martin Heidegger. R. Wolin (Ed). The Heidegger controversy: a critical reader içinde. Massachussets:MIT Press.
Husayinova, A. (2018). Varoluşçu yönüyle Cengiz Aytmatov’un sanat felsefesi. Kültürler diyaloğu: C. T. Aytmatov’un mirası uluslararası yuvarlak masa toplantısı konuşma metinleri içinde. Moskova: MBA Publishers.
Hünler, S. Z. (1997). İki adalet arasında. Ankara: Vadi Yayınları.
Iskakuly, D. (2022). Cengiz Aytmatov’un eserlerinde mankurt meselesi. Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın Uyanışı Cengiz Aytmatov II içinde (ss. 88-102) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Kala, M. E. (2018a). Cengiz Aytmatov retoriğinin gücü. Kültürler diyaloğu: C. T. Aytmatov’un mirası uluslararası yuvarlak masa toplantısı konuşma metinleri içinde. Moskova: MBA Publishers.
Kala, M. E. (2018b). İnsandan değere değerden insana. Ankara: EskiYeni Yayınları
Kala, M. E. (2019). Cengiz Aytmatov’un düşünce ve sanatında ahlâki zemin ve etkileme biçimleri. TYB Akademi, 26, 21-33.
Koç, E. (2015). Felsefe ve edebiyat. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 5(1), 105-117.
Kolcu, A. İ. (2008). Cengiz Aytmatov üzerine yazılar. Erzurum: Salkımsöğüt Yayınları.
Korkmaz, R. (2004). Aytmatov anlatılarında ötekileşme sorunu ve dönüş izlekleri. Ankara: Türksoy Yayınları.
Korkmaz, R. (2008). Aytmatov anlatılarında aşkın eriştirici ve dönüştürücü gücü. Bilig, 46, 1-8.
Makhamatov, M., Polyakova, R., Balandina, L., Malyugina, N. Ve Ganina, E.V. (2020). In search of existence: Chingiz Aitmatov’s philosophy of man. Revista Inclusiones, 7(Número Especial), 365-374.
Risaliti, R. (2022) Cengiz Aytmatov’u anmak, anlamak. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın uyanışı Cengiz Aytmatov I (ss. 505-512). Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Sarı, A. (2016). Felsefe edebiyata kendini nasıl eklemler? Konya: Çizgi Kitabevi.
Söylemez, O. (2010). Cengiz Aytmatov: Tematik incelemeler. Ankara:Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
Starova, L. (2022). Cengiz Aytmatov’un eserlerinde yerellik ve evrensellik. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın uyanışı Cengiz Aytmatov II (ss. 125-130) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Taşdelen, V. (2013). Felsefeden edebiyata. Ankara: Hece Yayınları.
Taylor, C. (2011). Modernliğin sıkıntıları. (U. Canbilen, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Timuçin, A. (2014). Felsefesiz edebiyat edebiyatsız felsefe olur mu ya da olmalı mı? İçinde M. Günay ve A. O. Gündoğan (Ed.). Felsefe ve edebiyat, (ss. 31-40). Konya: Çizgi Kitabevi.
Togusakov, O. (2022). Cengiz Aytmatov’un eserlerinin felsefesi. İçinde Ö. Erdoğan (Yay. Haz.). Bozkırın uyanışı Cengiz Aytmatov (ss. 206-213) Ankara: Kaf Yapım Yayın.
Urmanbetova, Z. (2020). Чыӊгыз Айтматовдун ааламы жана философиясы. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi. 9(3), 1990-1998
Yardım, M. N. (2000). Cengiz Aytmatov İstanbul’daydı. Türk Edebiyatı Dergisi, 326, 24-25.