Giriş
Hint Alt Kıtası Müslüman düşüncesi hiç şüphesiz sömürgecilikten etkilenmiştir. Avrupalıların, ilk önce tüccar kılığında ve ardından da sömürgeciler olarak Güney Asya’ya gelişi, buranın politik ve sosyal manzarasını değiştirmiş ve Müslümanları bir asırlık ya da daha kısa bir süre içerisinde egemen bir sınıf ve aristokrat olma durumundan en geri kalmış toplum olma durumuna hatta daha azına indirgemiştir. Oudh, Delhi, Rohilkhand, Bengal ve Frontier Area da dâhil olmak üzere Kuzey Hindistan’ın çoğunda Müslümanların hâkimiyeti ışık hızıyla silinmiş ve Müslümanlar, on yıllarla ölçülecek kısa bir süre içerisinde muhtaç bir duruma düşmüştür (Qureshi, 1985, s. 24). Din değiştirme ve buna karşı oluşan, nihayetinde İngiltere’den ithal edilen aşırı mutaassıp Hristiyan misyonerlerin yürüttüğü din değiştirme çalışmaları sebebi ile 1857’de meydana gelen eşi benzeri görülmemiş ayaklanmalar ile neticelenen tepki, Müslüman muhalefetin ülkedeki sömürge yönetimi karşısında şekillenmesinde büyük bir rol oynamıştır (Qureshi, 1985, s. 183).
Alt Kıta söyleminin bir diğer önemli yönü de öncelikli olarak Alt Kıta’nın sömürgeleştirilmesinden kaynaklı bir şekilde kutsalın ve dünyevi olanın birbirinden ayrılması olmuştur. Sir Syed Ahmad Khan (17 Ekim 1817-27 Mart 1898) Müslümanları sömürge yönetimi tarafından yaygınlaştırılan ana eğitim akımına sokmak için elinden geleni yaparken Delhi Üniversitesi’ndeki sınıf arkadaşı Mevlana Muhammed Kasım Nanutevi (1832-15 Nisan 1880), Müslümanların dinî kimliğini korumak amacı ile zamanla Güney Asya’daki en büyük medrese hâline gelen Dar’ül-ulûm Diyûbend’i kurmuştur.
Müslümanların yüzyıllarca hüküm sürdüğü Kuzey Hindistan’daki İngiliz kontrolünü takiben toplumun ekonomik olarak yoksun bırakılmasını da içeren Müslümanların ötekileştirilmesi süreci, mukayese kabul etmez bir gerçektir (Bose ve Jalal, 1998, s. 68). Ülkenin bazı bölgelerinde özellikle Batı Bengal’de, emsalsiz bir mahrumiyet, yoksulluk ve ötekileştirme yaşanmıştır. Aristokrasi ve toprağın mülkiyetine sahip olan sınıflar, on yıllarla ölçülebilecek kısa bir süre içerisinde ortadan kaybolmuştur.
Burada yürütülen tartışmayı genel olarak üç ana kategoriye ayırabiliriz. Bahsi geçen kategoriler özellikle Bengal, Oudh, Ruhailkhand’deki beyliklerin ve diğer küçük Müslüman beyliklerinin büyük bir kısmı yok edildikten sonra Hintli Müslümanların İngiliz sömürgeciliğinden nasıl etkilendiğini tanımlayacaktır. Bengal bugünkü Bihar, Batı Bengal, Bangladeş ve Odisha’yı kapsayan devasa bir eyaletti.
Hükmedenden Hükmedilene
Hint Alt Kıtası’nın sömürgeleştirilmesinin, bu geniş bölgedeki Müslümanların kaderini daha kötü yönde değiştirdiği gerçeğini inkâr etmek mümkün değildir. Müslüman hâkimiyetinin yıkılışı/düşüşü ve İngiliz İmparatorluğu’nun yükselişi, Müslümanların kaderi ve refahı üzerinde doğrudan etkili olmuştur.
İngilizler, 16. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan’a gelmeye başladıklarında, güneydeki bölge de dâhil olmak üzere ülke genelindeki egemen sınıf Müslümanlardı. Bununla birlikte İngilizler, 1803 yılında ayaktakımı Babür rejiminin hâlâ iktidarda olduğu Delhi’ye ulaşmadan önce (Sarkar, 1992, s. 246) ülke bir çeşit başkalaşım geçirmişti. Marathalar, daha önce Babür yöneticilerinin doğrudan kontrolü altında olan şehri ve Kuzey Hindistan’ın çoğunu işgal etmişlerdi.
Babür İmparatorluğu sadece sözde bir yönetimdi ve herkes gerçek gücün önce Marathaların daha sonra da 17. ve 18. yüzyıllarda hızla yayılan Doğu Hindistan Şirketi’nin elinde olduğunu biliyordu (Riddick, 2006, s. 1). İngiltere’den çok uzaklarda kurulan ve vergisi kesilmeden önce sadece 30.133 pound olan bir gelire sahip olan şirket (Thackeray, 2012, s. 71), İngiliz tahtının aktif himayesinde oldukça yol kat etmiştir.
18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın ilk çeyreği boyunca İngiltere’nin Kuzey Hindistan’daki yükselişi olağanüstü idi (Hardy, 1972, s. 32). Farklı bölgelerden bu yükselişe karşı gerçekleşen direnişe rağmen Doğu Hindistan Şirketi büyümüş ve efendilerine en vahşi hayallerinin ötesinde hizmet etmiştir. Doğu Hindistan Şirketi aslında sadece müteşebbislerine maksimum kâr getirme amacı ile kurulan bir ticari girişim olmasına rağmen (Thackeray, 2012, s. 71) 19. yüzyılın başlarında Güney Asya’da rakip tanımayan bir askerî ve siyasi güç hâline gelmiştir (Hardy, 1972, s. 32).
1803 yılında Lord Lake, Babür İmparatorluğu’nun Delhi’deki tahtının kontrolünü ele geçirdiğinde bu durum dünya genelindeki insanlar için de oldukça açık bir hâl almıştır. Lord Wellesley (1760-1842), Lord Lake’i Şah Alam’a, “Majestelerinin Britanya Kraliyeti’nin gücü altında onur ve sükûnet hâlini yeniden kazanmasının kutlu bir aracı” şeklinde övdü. Babür İmparatoru Şah Alam, uysal bir şekilde Lord Lake’e “Sipah Salar” unvanını vermiştir. Bu Sipah Salar, Babür hazinesinin kontrolünü ele geçirdiğinde, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin artık yalnızca bir isimden ibaret olan Babür Krallığı üzerindeki denetimi tamamlanmış ve aynı adı taşıyan Babür İmparatoru, bunun kendisi tarafından yapılan bir bağış olduğunu söylemekten başka hiçbir şey yapamamıştır (Hardy, 1972, s. 32).
En tepedekilerden en aşağıdakilere kadar hatta küçük çocuklar için bile bariz olacak bir şekilde İngiliz yetkililerin gönüllerinde hâlâ Kızıl Kale adlı dev malikânede yaşayan Babür İmparatoru’nun kendi uşaklarından başka bir şey olmadığına ve İngilizlerin ülkede tam kontrole sahip olduğuna dair herhangi bir şüpheleri kalmamıştır. İmparatorun cesareti yok olmuş ve kendisine sadece Yumna’nın batısında kalan alanların arazi geliri olan on bir buçuk rupi ödenmiştir. Hükümranlığı Kızıl Kale’nin ötesine uzanmıyordu (Hardy, 1972, s. 32).
İngilizler bölgedeki hegemonik etkilerini daha da güçlendirmiş ve göstermelik kralları da ortadan kaldırmaya başlamışlardır. Şah Alam’ın oğlu ve vârisi olan II. Akbar döneminde, Doğu Hindistan Şirketi, vârisini seçmeye ve bu amaçla Babür Krallarına ödedikleri düşük maaşları bir yem gibi kullanmaya başlamışlardır. Şah Alam’a kadar Doğu Hindistan Şirketi yetkilileri, Babür İmparatorlarına halkın önünde saygı göstermiş ancak daha sonra bunu bile bırakmışlardır. Lord Hasting, II. Akbar döneminde saray toplantılarında Babür İmparatoru’na saygılı bir şekilde durmayı bırakmıştır (Hardy, 1972, s. 32).
Daha sonra İngiliz yetkililer, Lord Ellenborough’un dönemine denk gelen 1844 yılında, nazırların Babür İmparatoruna sunulmasını içeren töreni feshettikleri zaman Delhi’de bulunan Kızıl Kale’deki Babür İmparatoru ve maiyetini tam anlamıyla aşağılamışlardır (Spear, 2002, s. 55). Babür Saltanatı ve Doğu Hindistan Şirketi yetkilileri arasında bu geleneğin Bahadur Şah Zafar’ın yönetiminin sonuna kadar devam edeceği konusunda eski bir anlaşma olduğu göz önünde bulundurulursa bu durum tam bir ihanet olmuştur. 1857 yılında, devrimcilerin ve özgürlük savaşçılarının 81 yaşındaki Babür Kralı’nı kendilerine lider olarak seçmeleri ve ayaklanmalar bittiğinde her şeyin birdenbire kaybedilmesi tamamen ayrı bir mevzudur.
Lord Ellenborough, nazır geleneğini bırakmış olsa da gelenek daha sonra yeniden canlanmış ve hatta 1851 yılında Bahadur Şah Zafar nazırlarının yerine aylık 833 rupi almıştır. Ancak 1849 yılında Babür Kralı’nın ölümünden sonra Babür Kralı Bahadur Şah Zafar ile Lord Dalhousie arasında Babür ailesinin yeni liderinin Kızıl Kale’den ayrılacağı ve Kutub Minar yakınlardaki Mahrauli’de büyük bir konağa yerleşeceği konusunda bir anlaşma yapılmıştır (Hardy, 1972, s. 33).
Hindistan’ın çoğunda etkilerini kaybetmelerine rağmen Müslümanların saygınlığı ülke genelinde hâlâ büyük bir etkiye sahipti. Her ne kadar Hindistan’daki Müslümanlar, yönetimdeki etkinliklerini yitirmiş olsalar da Delhi’deki Babür Saltanatı’nın ve Awadh, Rampur, Haydarabat, Tonk, Bhawalpur dâhil olmak üzere birçok Müslüman prensliğin sağlam kalması ve birçok büyük ve küçük devletlerin hâlâ gelişmekte olması gibi birçok nedenden dolayı Müslümanlara yönelik algı, hâlâ saygınlıklarını korudukları şeklindeydi.
Müslümanların ülke genelindeki egemenliğini yitirmesine rağmen Müslüman soylular, Zamindarlar ve sayısız Müslüman beyliğin varlığı, kontrol hâlâ onların elindeymiş havası yaratıyordu. Bu, Akbar veya Shahjahan’ın hükümdarlık dönemi ya da Delhi Sultanlığı’nın son zamanlarında Müslümanların sahip olduğu güç ile aynı şey değildi ama yine de Müslümanlar, refah içerisinde yaşıyorlardı ve kontrol sahibiydiler.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde bile Babür İmparatorluğu hâlâ çok büyük bir mesele idi. İmparatorluk; akademisyenleri, şairleri, âlimleri ve diğer sanatçıları himaye etmesi bakımından hâlâ müreffehti. Mohammad Ibrahim Zauq ve Mirza Asadullah Khan Ghalib (Kanda, 2007, ss. 7-8) gibi ünlü şairler, Babür İmparatorluğu’na emrinde büyük miktarda kaynak bulunan heybetli bir devlet görünümü vermiştir. Babür İmparatorluğu’nun tamamen dağıldığı isyan sonrasında, Delhili âlimlerin ve Kuzey Hindistan’ın geri kalanının kendilerini yetim kalmış gibi hissettiği söylenmektedir. Ancak Babür İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Delhi’den kaçmaları ve Rampur, Deccan ve diğer yerlerdeki Müslüman beyliklerinden yardım istemeleri gerekmiştir.
Babür Hanedanı’nın askerî gücünü yitirdiği gerçeğine rağmen pek çok Hint Beyliği Babür İmparatoru’na hürmet göstermeye devam etmiştir. Konu ile ilgili bir örnek vermek bunu kanıtlamak için yeterli olacaktır. 1830 yılında Nasir el-Daula, Haydarabad’ın Nizam’ı olarak tahta çıktığında o zamanki Babür İmparatoru II. Akbar’a babasının ismini onurlandırmak için bir derebeyi olarak büyük miktarda para ve başka hediyeler göndermiştir. O zamana kadar Babür İmparatorluğu, ihtişamlı görünümünü sağlam tutmuştur. Tören alayları, Delhi’nin mevcut kralını veya daha doğrusu Hindistan’ı çevreleyen, süslü filler ve güzel görünümlü süvarilerin ve yüksek rütbeli kişiler tarafından sürülen Arap atlarından oluşmaktaydı. Her türden insan, töreni izlemek için uzun, kıvrımlı kuyruklar oluştururdu. Babür Kralı’nın Divan-ı Khwas’ında toplanan Babür maiyeti ve hâlâ ülkenin dört bir yanından gelen yüksek rütbeli nazırların sunumları, sarayı o kadar gerçek kılıyordu ki hanedanın aslında Kızıl Kale’nin sınırları dışında hiçbir güce sahip olmadığına ve buyruklarının yalnızca Kızıl Kale içerisinde bir işe yaradığına kimse inanamazdı (Hardy, 1972, s. 34).
The Muslims of British India’nın (Britanya Hindistan’ın Müslümanları) yazarı, ülkedeki özellikle de Kuzey Hindistan’daki üst sınıftan, zengin ve soylu Müslümanların, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin zalim yönetimi iyice yayılmadan önce hiç karşı karşıya kalmadıkları düzeyde bir zorluğa katlanmak zorunda kaldıklarını söylemektedir. Sadece Babür yönetimi sırasında değil aynı zamanda Kuzey Hindistan ovalarını ve ötesini kapsayan Müslüman hükümdarların yönetimi sırasında Müslüman seçkinler özellikle de savaşçı kabileler, sahip oldukları büyük orduların yanı sıra bu hükümdarların saraylarında çok çeşitli işlerde çalışma imkânına sahip olmuşlardır. Babür yönetimi bilhassa birkaç on yıl boyunca zayıflamış olsa da sonrasında İngiliz işgal güçlerinin ülkeye geldiği dönemde bile Müslüman savaşçılar ve seçkinlerin sahip oldukları iş olanakları, Delhi Saltanatı ya da Babür İmparatorluğu’nun Müslüman iktidarının hüküm sürdüğü altın çağında sahip oldukları imkânlar ile neredeyse aynı olmuştur. Toplum çok fazla değişmemişti ve Babür’ün ülkeye bir ayaktakımı ordusuyla girdiği zamankiyle neredeyse aynıydı. İngiliz yönetimi bu durumu yavaş ve istikrarlı bir şekilde değiştirmiş ve Doğu Hindistan Şirketi birbiri ardına Müslüman beylikleri dağıtırken Müslüman savaşçıların istihdam olanakları da kurumuştur. Aynı zamanda meydana gelen bir diğer önemli değişiklik, dövüş tekniğinde meydana gelen bir tür dönüşüm olmuştur. Süvarilerin günleri sayılıydı ve silah kullananlar savaş alanını hâkimiyetleri altına almaya başlamışlardı. Bahadur Şirketi’nin dayattığı mali yük o kadar büyüktü ki Siraj al-Daula (1756-7) 80.000 askerli devasa ordusunu dağıtmak zorunda kalmıştır. Bu durum ayrıca Oudh’un yöneticisini de benzer bir adım atmaya zorlamıştır. Bu yöneticilere kıyasla Doğu Hindistan Şirketi çok düşük bir ücret vermiştir ve istihdam için fazla bir faaliyet alanı yoktur. Bu durum yakın zamana kadar iktidar ve prestij sahibi birçok elit Müslümanı muhtaç bir konuma düşürmüştür (Hardy, 1972).
Müslümanlar, ülkenin çeşitli bölgelerinde ister Awadh’da ister Delhi’de, Mysore’da (Brittlebank, 2016, s. 42) ya da başka yer de olsun iktidar değişiminin ardından çok acı çekmiştir ancak bu oldukça uzun bir süreç olmuştur. Güney ve Kuzey Hindistan’ın çoğunda, Pencap ve Kuzey Batı sınır bölgesinde gerçek güçlerini çoktan Marathas’a kaybetmişken güç büyük oranda Lahor’un ve günümüzdeki Haryana, Himachal Pradesh ve Sindh de dâhil olmak üzere ve Pencap’ın büyük bir kısmının yönetimini ele geçiren (Singh, 2010, s. 36) güçlü Sikh Maharajas’ın ellerinde yoğunlaşmıştır (Singh, 2010, s. 7). Böylece çöküş aniden değil kademeli bir şekilde gerçekleşmiştir.
Hardy ayrıca Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetiminin ülkeye gelişiyle birlikte toprak sahibi Müslümanların da çok acı çekmiş olduklarını yazmaktadır. Bu toprak ağaları eskiden, gelir getirmeyen arazilerin sahipleriydi. Bu hibelerin, imparatorlar ve yöneticiler tarafından hem Müslüman hem Hindu soylulara eğitim ve öğretimi desteklemek için verildiği söylenir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, kâr üstüne kâr etmeye başladıktan hemen sonra ellerinde tahsildar tarafından uygun bir şekilde kaydı tutulmuş tasdikli tapu senetleri olmayan toprak sahiplerinin topraklarına el koymaya başlamıştır. Teker teker o günkü Müslüman toplumun omurgasını oluşturan toprak sahiplerinin peşlerinden gitmişlerdir. Bu durum Doğu Hindistan Şirketi’nin hüküm sürdüğü her bölge için geçerli olsa da şirketin hastalıklı politikalarından en kötü şekilde etkilenen bölge Bengal olmuştur. Diğer bölgeler de aynı şekilde Müslüman soyluların zalimce baskı görmesinden muzdaripken herhangi bir muhalif fikri tamamen yok etmek için Bengal üzerindeki etki herkes tarafından görülür bir hâle getirilmiştir. Yalnızca W. W. Hunter değil diğer bütün büyük yazarlar da şirketin baskıcı politikalarının Müslümanları nasıl yok ettiğini, onları sefil, yoksul ve beş parasız hâle getirdiğini görmüştür. Müslümanlara ve gayrimüslimlere istihdam olanakları sağlayan toprak sahipleri de neredeyse tamamen yok olmuştur. İngiliz yetkililer ve onların yerli ahbapları, tapu sahipliği tam olarak kanıtlanamayan kişilerin sefil ve mülksüz bir hâlde topraklarından kovulmasını sağlamıştır. Bu kaderden yalnızca Müslümanların mı muzdarip olduğu yoksa Hindu toprak ağalarının da mı aynı şeye maruz kaldığı kesin olarak bilinmemektedir. Eğer her iki topluluk da aynı durumdan muzdarip olduysa arbededen etkilenen Müslüman toprak sahiplerinin oranının ciddi biçimde yüksek olup olunmadığı da bilinmemektedir. Şu an itibari ile kesin olmayan bir diğer şey de Hindu ve Müslüman hibe sahiplerinin gelir düzeyleridir. Bu konuda bir karışıklık da söz konusudur. Müslümanların Bengal ve diğer eyaletlerde maruz kaldığı zalim baskılarından uzun süre sonra Sir Anthony MacDonnell (1844-1925), 1882 yılında Müslümanlara ait bir tören esnasında konuşma yaparken toprak sahiplerinin yalnızca İngiliz yönetiminden önceki on iki yıl için toprak mülkiyetlerini kanıtlamak zorunda kaldıklarını iddia etti. Bugün arazi tapularının orada olup olmadığına bakılmaksızın küçük arazilerin ilhak edilmiş olduğu bilinmektedir. Elli bighadan daha küçük olan el-Kharaj topraklarının, geri alınma işlemlerinden muaf tutulduğu söylenmektedir. Artık Müslümanlar çok büyük kayıplar yaşarken Hinduların bu devam etmekte olan geri alma işlemlerinden fayda sağladıkları bilinmektedir (Hardy, 1972, s. 34).
İngilizler, Hinduları, Müslümanlara karşı kışkırtmaya ve pek çok alanda Müslümanların yerine Hinduları getirmeye çalışmıştır. Gelir tahsilatı, hükûmet için önemli bir eylemdi ve toprak sahibi, devletin temsilcisi olarak bu işten sorumluydu (Chandra, 1983, s. 17). Ancak Doğu Hindistan Şirketi, Müslümanları bulundukları bu önemli konumdan indirmek için Permanent Land Settlement Act (Daimî İskân Yasası, 1973) adlı kanunu çıkarmıştır. Bu, ülkedeki Müslüman toprak sahiplerinin kaderini değiştirmiş ve Gomashtas yahut Zamindars olarak isimlendirilen iş birlikçi yeni bir Hindu sınıfı yaratmıştır. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, toprak sahibi Müslüman sınıfı ayrıcalıklı konumlarından yoksun bırakmaya devam ederken Müslüman köylüleri kıtlık gibi zor zamanlarda bile fahiş fiyatlara tabi tuttuğu söylenmektedir. Ramsy Muir, The Making of British India 1756-1858 (Britanya Hindistan’ının Gelişimi) adlı eserinde, Müslümanların ve genel olarak halkın karşılaştığı sorunlardan tekrar tekrar ayrıntılı bir şekilde söz etmiştir. Artık konumlarının hak ve sorumluluklarına sahip olmayan yöneticiler bile bir istisna teşkil etmemiştir (Muir, 1915, s. 76).
Ramsy Muir (1915), Lord Clive’den şu alıntıyı yapmıştır:
Ticaret, şirketin hizmetkârları için Gomastalar olarak hareket eden serbest tüccarlar tarafından gerçekleştirilmiş ve bu tüccarlar, ismin yaptırım gücü ile İngiliz kelimesini duyan bir Hindunun ya da Müslümanın kötü bir koku almış gibi tiksinmesine neden olacak eylemlerde bulunmuşlardır; şirketin hizmetkârları ise bizzat kendileri Nawabların gelirlerine müdahale etmiş, ceplerini boşaltmış ve hükûmet yetkililerinin çıkarlarına hizmet etmiş, kendi terfileri için diğer herkesin bedel ödemesine neden olmuştur.
Permanent Land Settlement Act (Daimî İskân Yasası, 1793) (Roy ve Swamy, 2016, s. 44), kast Hindularının toplum içerisindeki konumunu çok kısa bir sürede değiştirerek onları Müslümanların yerine toplumdaki en nüfuzlu seviyeye yükseltmiştir. Toprak sahibi Müslümanlar fakirleşmiş ve Doğu Hindistan Şirketi’nin bu devasa devletin yönetimini ele geçirmesinden birkaç on yıl sonra refah öykülerinin yerini Bengal Müslümanlarının yaşadıkları aşırı yoksulluk sebebiyle çektikleri acılar almıştır. Doğu Hindistan Şirketi, sarayın ve bürokrasinin resmî dili olarak Farsça yerine İngiliz dilinin geçmesine karar verdiğinde işler daha da zorlaşmıştır (Roy ve Swamy, 2016, s. 21). Hint Alt Kıtası’nın bölünmesinden sonraki altı ay içinde Birleşik Eyaletler’in sarayın resmî dili olarak Urduca yerine Hindu dilini kabul etmesiyle birlikte bölünme sonrası Hindistan’daki Müslümanlar son derece mağdur olmuşlardır. Bu değişim de daha önceki değişim gibi bürokrasinin boğazından zorla geçirilmiş ve bürokrasi kadrolarını Müslümanlardan daha da fazla temizlemiştir. Farsçanın bürokrasiden tamamen silinmesi, Genel Vali Lord Bentinck döneminde (Roselli, 1974, s. 218) 1835 yılında gerçekleşmiş ve İngilizce bürokraside resmî dil olarak ilan edilmiştir.
Thomas R. Metcalf, Müslümanların o zamana kadar tadını çıkardıkları güç ve itibarın ellerinden tamamen alınmasını detaylandırırken birkaç on yıl öncesine kadar o bölgenin yönetimini ellerinde tutan bir topluluk için iktidarın kapılarından tahliye edilmenin onlar için nasıl bir felaket olduğunu belirtmektedir. Ardından da Cornwallis’in, Müslüman Babürlerin yüzyıllar süren bir zaman dilimi boyunca inşa etmiş oldukları bütün politik ve idari yapıyı olağanüstü bir hız ve şevk ile yıktığını ifade etmektedir. İlk olarak Müslüman hâkimler azledilmiş, davalarda şeri uygulamalar seyreltilmiş ve tüm eyalet geneline İngiliz düzenlemeleri dayatılmıştır. Hepsinden öte Farsça, sarayın resmî dili olmaktan çıkartılmıştır (Metcalf, 1960, s. 300).
Dindarlık Karşısında Sekülerlik
Her şeyin başında İngilizler, Hindistan’a gelerek önce Madras daha sonra çok büyük bir bölge olan Bengal ile başlayarak çeşitli eyaletleri işgal etmeye giriştiklerinde, bölgedeki kontrollerini 1803’te Delhi’yi işgal ederek pekiştirdiklerinde, hukuk sistemini değiştirmemişlerdir. Ancak işgallerinin sağlamlığı konusunda kendilerini rahat hissetmez ve işgalleri altındaki bölgelerde kendi yönetimlerine karşı pek de muhalefet çıkmadığını gördüklerinde, sömürge yöneticileri toprak kanunları ile ilgili geniş çaplı değişiklikler yapmaya başlamışlardır. O güne dek geçerli olan hukuk sistemi yerine İngiliz yasalarını geçirmeye başlamışlardır.
Hindistan’daki tek sömürgeci güç İngilizler değildi. Aslına bakılırsa İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, ülkeye ilk ayak bastığında, Portekiz ve Fransız güçleri, ülkenin çeşitli kısımlarında özellikle Vindhiyas’ın güneyinde çoktan kendilerine küçük sömürgeler oluşturmuştu. Ülkedeki İngiliz sömürge hâkimiyeti, tarihsel olarak iki döneme ayrılabilir; birincisi, İngiliz Kraliyeti’nin ülkeyi, vekili Doğu Hindistan Şirketi aracılığı ile yönettiği dönem ve ikincisi, Kraliyet’in ülkeyi kendi valisi aracılığıyla doğrudan yönettiği dönem. İlk sömürgecilik aşaması, 1757 yılı ile ilk büyük isyanın gerçekleştiği 1857 yılı arasını kapsarken ikinci aşama, 1858 yılından 1947 yılına kadar uzanmaktadır.
Eğitim sisteminde gerçekleştirilen değişim, bir süre sonra toplumu birbirine karşı olan seküler ve dindar kesimlere ayırmıştır. Ülkedeki Müslümanların ezici bir çoğunluğu, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi tarafından tesis edilen kurumlardan uzak durarak sınırlarını ulemanın belirlediği dinî eğitime tabi olmuşlardır. Müslümanların yalnızca çok küçük bir bölümü bu tip okullara ve üniversitelere gitmişlerdir.
İngiliz yetkililer tarafından müfredatta gerçekleştirilen köklü değişiklikler, Müslümanlar arasında öfkeli tartışmalara neden olmuştur. Birçoğu, İngiliz eğitimi almanın günah olduğunu söylemiştir. Müslümanlar, Doğu Hindistan Şirketi’nin elinde bulunan bölgeler genelinde yürürlüğe konulan yeni müfredat konusunda bölünmüş durumda iken Hindular, yeni eğitim sistemine balıklama atlamıştır. Müslüman topluluk içerisinde de yeni eğitim ortamını ve müfredatı takip etmeye yönelik bir miktar heves gösteren küçük bir kesim bulunmakla birlikte bunlar, topluluğun yalnızca çok küçük bir kısmını teşkil etmiştir. Müslümanlar, nüfusun ezici bir çoğunluğu, sömürge yöneticilerinin getirmiş olduğu değişikliklere karşı tamamen muhalif bir tutum sergilemişlerdir. Söz konusu geniş çaplı değişiklikler, ülkedeki Müslümanların kaderini tamamen değiştirmiştir.
Herkes tarafından kabul edilen bir gerçek şudur ki eğitim sistemindeki ani değişikliklerin, bilimin müfredata dâhil edilmesinin ve eğitim dilinin Farsça’dan İngilizce’ye çevrilmesinin, Müslüman topluluk üzerinde olumsuz bir etkisi olmuştur. Hindistan Alt Kıtası’nın büyük bir kısmını hâkimiyetleri altında tutan bir kesim olarak saygı görmeye alışık olan Müslümanlar zaten Bengal’den Oudh’a, Delhi’ye, Bareilly’ye, Taunk’a ve Mysore’ye kadar Müslüman Nawabların Doğu Hindistan Şirketi’nin elinden çektiği acılardan Müslümanları çok etkilenmişken müfredatta yapılan değişiklikler, onları kendi kabuklarına geri çekilmeye zorlamıştır. Durum, 1835 yılının Mart ayında Macaulay’ın notları ve Bentinck’in çözüm önerisi uygulamaya konulup ülke genelinde İngilizce eğitimin zorla dayatılmasına karar verildiğinde daha da kötüleşmiştir. Aynı zamanda İngiliz Hükûmeti, hedefinin; “Avrupa edebiyatının ve biliminin Hindistan yerlileri arasında teşvik edilmesi” olduğunu ve “eğitim amacıyla tahsis edilen tüm fonların yalnızca İngilizce eğitim için kullanıldığı sürece en iyi şekilde değerlendirilmiş olacağını” belirtmiştir.
İngiliz Dili, sömürgeci yöneticiler tarafından ülke genelinde zorla dayatılırken Müslüman toplumun liderleri özellikle de din adamları arasında bir güvensizlik söz konusuydu. Bu şüphe gerçekten de yersiz bir şüphe değildi. Yalnızca klasik edebiyata karşı çıkılmakla kalınmamış ayrıca devlet, onları finanse etmeyi bırakıp bir de Müslüman toprak sahipleri ve prensler tarafından bu merkezlere bağışlanmış olan vakıf mallarını da ellerinden alınca, Müslüman eğitim merkezlerinin fonları da kurumuştur. Bu durum birçok Müslüman eğitim kurumunun kapanmasına neden olmuştur. Klasik eğitim modelinin tamamen ihmal edilmesinin bir diğer sebebi de yeni sömürge yöneticilerinin klasik eğitim modelini ve bu modelin ilerlemesini zaman ve kaynak kaybı olarak görmesi olmuştur. Macauly; “iyi bir Avrupa kütüphanesinin tek bir rafının, Hint ve Arap yerli edebiyatının tamamına eş değer” olduğunu belirtmiştir.
İngilizlere ait her şeyin Müslüman topluluk içerisinde şüphe ile karşılanmasından dolayı Müslümanlar, Britanya Hindistan’ını kendi devletlerini gasp etmiş bir varlık olarak görmüştür. Müslümanlar, kendilerini İngiliz tipi eğitim modelinden uzak tutmuşlardır. Müslümanlarla karşılaştırıldığında Hindular, birçok sebebe bağlı olarak en önemlisi de hükûmeti ve bürokrasiyi doğrudan etkilemenin bir yolu olması nedeniyle İngiliz müfredatına ve İngiliz tipi eğitim modeline balıklama atlamıştır. Latifa Akanda, Social History of Muslim Bengal (Müslüman Bengal’in Toplumsal Tarihi) adlı eserini yazarken Hinduların modern bir eğitim alma ve kendilerini yeni uygulanmaya başlayan eğitim sisteminin araçları ile donatma fikrine daha sıcak baktıklarını belirtmiştir. Ülkedeki Hindu topluluğu, İngiliz sömürge yöneticileri tarafından getirilen eğitim sisteminin önemini ve avantajlarını çabucak kavramıştır. Hindular, bilimsel bilginin yanı sıra İngilizceyi de çok hızlı bir şekilde öğrenmişlerdir. Doğu Hindistan Şirketi Hükûmeti, 1884’te İdare Mahkemesi’nden ilk eğitim düzenlemesi emrini aldıktan sonra eğitim ile ilgili herhangi bir yasa çıkarmamışken Hindu topluluğunun Raja Rammohan Roy liderliği altında ilerlemiş kesimi, 1816 gibi erken bir tarihte Hindu çocuklarının özellikle modern Batı çalışmaları ile ilgili eğitim almaları için “Vidyalaya” adlı bir kurum kurmuştur. Erken bir tarihte yapılmış bu hamle, Bengal’de ve ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan Hinduların, Müslüman topluluğun İngiliz eğitimi almasının helal ya da haram olup olmadığı konusundaki ateşli tartışmalara takılıp kalmış olan Müslüman topluluk karşısında bariz bir üstünlük kazanmasını sağlamıştır (Akanda, 1981, s. 11).
Aslına bakılırsa zamanının en ünlü âlimi olan Şah Abdul Aziz Muhaddis Dehlawi’nin (11 Ekim 1746-5 Haziran 1824) takipçilerine İngiliz eğitimini almalarını söylemesine ve kendi damadının da Doğu Hindistan Şirketi’nde işe girmesine karşın Müslümanların İngiliz eğitimi ile aralarındaki mesafeyi korumaya devam etmiş olmaları şaşırtıcıdır. Şah Abdul Aziz, Şah Veliyyullah Dihlevî’nin oğludur (1703-1762). Şeyh Muhammed İkram, Mauj-e-Kausar isimli eserinde, Şah Abdul Aziz’den alıntı yapmış ve “Git, İngiliz okullarında eğitim al ve İngilizce öğren.” (Ikram, 2004, s. 90) dediğini belirtmiştir.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin gelişinden önce medreseler, Müslüman cemaatin kadı, maliye görevlisi ve devlet memurlarının yetiştirildiği temel kurumlarıydı. Şirketin ülkenin bazı bölgelerine gelişinden sonra bile medreseler, bu görevleri yerine getirmeye devam etmiştir. Ancak eğitim sistemi elden geçirildikten sonra medreseler ve Müslümanlar âlimler, kendilerini yetim kalmış gibi hissetmişlerdir. Dinî kurumlar, toplumda gerçekleşen hızlı değişikliklere adapte olmada başarısız olmuşlardır (Malick, 2008).
Prof. Jamal Malik, Madrasas in South Asia (Güney Asya’da Medreseler) adlı eserinde, sömürge güçlerinin Hint Alt Kıtası’na gelişini takiben özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, sömürge yönetimi İngiltere’den ithal etmiş oldukları kendi eğitim sistemlerini getirerek bilimi, İngiliz felsefesini ve eskiden sarayın dili olan Farsça yerine zorla dayatılan İngilizce’yi eğitim dili olarak sisteme dâhil ettiklerinde, devlet memurlarını, kadıları, maliye görevlilerini yetiştiren medreselerin işlevini kaybettiklerini söylemiştir (Malick, 2008, s. 19).
Malik ayrıca 19. yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru bir eğitim kurumu olarak Hindistan’daki Müslüman medreselerinin toplum içerisindeki seçkin konumlarını gittikçe kaybettiklerini de belirtmektedir. Bu gelişme, sömürge yöneticilerinin getirmiş olduğu yeni eğitim sisteminin Hindistan’a girişi dolayısı ile gerçekleşmiştir. O vakte kadar hükûmete ve devletin farklı kademelerine memur yetiştiren medreseler yalnızca Müslümanlara dinî eğitim veren merkezler hâline gelmiştir. Birçok uzmana göre bu eğilim, dinî ve dünyevi (seküler) eğitim arasında bir ayrılık yaşanmasından sorumludur. Bu, bugün Avrupa’da kamu ve özel olarak yapılan ayrıma tekabül etmektedir. Dinî ve dünyevi arasındaki bu ayrım, bugüne kadar Hint Alt Kıtası’nda Müslümanların peşini bırakmamıştır. İngilizler yalnızca işe yarar eğitim olarak adlandırdıkları doğa bilimleri, matematik, iktisat, felsefe ve tarih gibi dallarda eğitim vermek istemişlerdir. Avrupa Aydınlanması’nın ardında bu tür bir eğitimin olduğunu iddia etmişlerdir. İngilizlere göre aynı eğitim programını takip etmeyen kurumlar, kendi düzenlerine uygun değildi ve bu sebeple de ötekileştirilerek unutulmaya zorlanmışlardır. Bu tür kurumların devletten gördükleri himayenin artık geçmişte kalmış olmasına rağmen birçok medrese, Müslüman cemaatten gelen az miktardaki özel fonlar sayesinde hayatta kalmıştır (Malick, 2008).
Malik sonrasında şunları ifade etmektedir:
Sömürgeciliğin beraberinde getirdiği huzursuzluk döneminde bazı gruplar, sömürge güçlerine karşı harekete geçmek için İslami sembolizmden faydalanmış bazıları ise Müslüman topluluğa (İslami olarak) meşru bir eylem zemini sağlamak amacıyla dinî eğitimi değiştirmeye, reforme etmeye ya da olduğu gibi korumaya çalışmışlardır ki bu ihtiyacın aciliyeti “Müslüman İmparatorluğu” denen şeyin İngilizler karşısında aniden ve temelli kaybedilmesi ile gözler önüne serilmiştir. Diyûbend, Birelvi ve Ehl-i Hadis de dâhil olmak üzere eşitli Sünni düşünce okulları ortaya çıkmıştır (bu hareketlerle ve gruplarla ilgili olarak bkz. Metcalf, 1982) … bu ekoller, belirli grupları kendilerine çekmeye çalışmış ve belirli bölgelere bağlı kalmış dolayısıyla Güney Asya’nın mevcut dinî ve toplumsal karmaşasını daha da arttırmıştır. Hukuk, mistisizm ve peygamberin geleneği, bu yeni dinî oluşumların temel yönelimlerini teşkil etmiştir (Malick, 2008, s. 20).
İngilizce karşıtlığı, Müslüman ulemanın toplanma noktası ve savaş narası hâline gelmiştir. Söz konusu karşıtlığın en yüksek tezahürü, sadece bugünkü Bangladeş ve Batı Bengal’i değil aynı zamanda Bihar ve Odisha’yı da kapsayan Bengal’de en görülür hâle ulaşmıştır.
Hindistan Hükûmeti’nin 1873’teki beyanında şu ifadelere yer verilmiştir:
Müslümanlar, yüksekokullarımızın, kolejlerimizin ya da üniversitelerimizin herhangi bir yerinde tatmin edici sonuçlar göstermemekte ve diğer yandan bilinçli olarak yalnızca eski Müslüman usulü eğitimi devam ettiren, dil ve bilimler üzerine verdikleri eğitimi yalnızca Müslümanlara has olan dil ve ilimler ile sınırlandıran kurumlar yavaş yavaş ancak istikrarlı bir şekilde ihmalkârlığa gömülmektedir (Anonim, 1873).
Dacca Öğretmen Okulu’nun Müdürü Babu Dina Nath Sen, bu konu ile ilgili gözlemlerini şu şekilde ifade etmiştir:
Müslüman çocukların Dacca Öğretmen Okulu’ndan uzak durmaları, çevrede ve Dacca şehrinin genelinde yaşayan nüfusun büyük bir kısmının benzer yaklaşımlara sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda dikkat çekici bir gerçek hâline gelmektedir. Müslümanlar arasında Hindu toplumundaki kendilerini kültürlü bir sınıf olarak gören ve okuma ve yazma bilgisini gerektirmeyen işlerle uğraşmayı kendilerine layık görmeyen dolayısıyla bilginin mutlak bir ihtiyaç hâlini aldığı Brahmanlara, Baidyalara, Kayesthalara tekabül eden bir fırkalar ya da kastlar söz konusu değildir. Müslüman cemaati yalnızca iki sınıftan oluşuyor gibi görünmektedir. Üst sınıf, eski aristokrat sınıfın, atalarının topraklarının bir kısmını hâlâ ellerinde bulunduran oldukça az sayıdaki torunlarından ya da İngiliz Hükûmeti altındaki ilk yerleşim dalgasında mülkiyet elde etmeyi başarmış olan ailelerden oluşmaktadır. Alt sınır ise bu tür bir varlığa sahip olmayan ve geçimlerini sağlamak için tamamen kendi çalışkanlıklarına bağlı olan tüm diğer Müslümanlardan oluşmaktadır (Anonim, 1873).
Seküler ve dinî ayrımı, dönemin iki büyük âlimi Muhammed Kasım Nanutevi ve Sir Seyyid Ahmed Han tarafından başlatılan iki büyük eğitim hareketi ile daha da belirgin bir hâle gelmiştir. Her ikisi de meşhur Delhi Üniversitesi’nde, dönemin en büyük âlimi Mevlana Memlük Ali nezaretinde eğitim görmüşlerdir. Aynı öğretmenin iki öğrencisi birbirinden farklı yollar seçmiş ve kuruluşlarından sonraki 150 yıldan daha uzun bir zaman dilimi boyunca liderliği ellerinden bırakmayan iki farklı eğitim kurumu inşa etmiş olmaları şaşırtıcıdır. Muhammed Kasım Nanutevi, İslami ilimlere yönelik en önemli öğrenim merkezi hâline gelen ve bu konumunu hâlâ sürdüren Dar’ül-ulûm Diyûbend’i kurarken Sir Seyyid Ahmed Han, Hint Alt Kıtası’nda Müslümanlar için en büyük modern eğitim merkezi olmaya devam eden Anglo Oriental College’ı (Aligarh Müslüman Üniversitesi) kurmuştur.
Muhammed Kasım Nanutevi’nin Diyûbend’de medrese açma kararı kesinlikle 1857’deki bağımsızlık savaşı sonrasında Müslümanlara ümit vermeyi amaçlayan bir meydan okuma davranışı olmuştur. İlk yılında yalnızca birkaç öğrenci kabul edildiği göz önünde bulundurulduğunda medrese başlangıçta çok küçük görünse de bu durumun o döneme hâkim olan çaresizlik ve genel umutsuzluktan kaynaklanma ihtimali söz konusudur. Dar’ül-ulûm Diyûbend’de yeni kurulan bu taze medrese, daha önce Müslüman toplumunda kurulmuş olan diğer medreselerden farklıydı. Gelecekte finansmanın nasıl sağlanacağı da dâhil olmak üzere her şeyin açık bir şekilde belirlenmiş olduğu iyi yapılandırılmış bir organizasyondu. Medrese, belirli bir hiyerarşiye ve yönetim kuruluna sahip modern bir eğitim kurumu gibi organize edilmiştir. Dar’ül-ulûm Diyûbend, dönemin diğer medreselerinin aksine bir rektör (sarparast), yönetici (muhtamim) ve başöğretmen dâhil olmak üzere (sadr mudarris) eksiksiz bir yönetim kadrosuna sahipti.
Faithful Education: Madrassahs in Sourth Asia (Dindar Eğitim: Güney Asya’daki Medreseler) çalışmasının yazarı Ali Riaz, Dar’ül-ulûm Diyûbend’in kurucularının benimsediği hiyerarşik yapının, dönemin medreselerinin sahip olduğu her şeyden kesinlikle çok farklı olduğunu ifade etmiştir. Riaz, bu medresenin Batı sistemi ile daha uyumlu olduğunu ve dolayısıyla Muhammed Kasım Nanutevi’nin ileri görüşlülüğünün bir işareti olduğunu söylemiştir. 19. yüzyılda Hint medreselerinde bu tür modern uygulamaları benimsemenin oldukça devrimci bir fikir olduğunu belirtmiştir. Ayrıca belirli bir sınav takvimi düzenlemenin yanı sıra planlı bir müfredata sahip olmak, kabul ve mezuniyet koşullarının belirlenmesi adımlarının, dönemin medreselerinin sahip olmadığı bir yenilik olduğunu da eklemiştir. Benim görüşüme göre bu durumda Muhammed Kasım Nanutevi’nin yalnızca Delhi’de değil tüm ülkede zamanının en iyi eğitim kurumu olan Delhi Üniversitesi’nde eğitim görmesinin etkisi olmuştur. Muhammed Kasım Nanutevi’nin medresesini dinamik ve rekabetçi kılmak için onu modern temeller üzerine inşa etmeye çalıştığına dair söylentiler mevcuttur. Bunun ulemanın da ilgilendikleri konuları günün gerekliliklerine göre şekillendirmek ve İslami ilimleri daha çekici hâle getirmek için modern yöntemleri benimseyebildiklerini gösterdiği inkâr edilemez (Riaz, 2008, s. 74).
Muhammed Kasım Nanutevi’nin dinamik kişiliği, medresenin yalnızca geleneksel bilgiyi ileten bir merkeze dönüştürmesini istememiştir aynı zamanda topluma başıboş göründüğü bir vakitte öz güven sağlamak istemiştir. Ali Riaz, Faithful Education: Madrassahs in South Asia isimli çalışmasında şunları ifade etmektedir:
Kurulduğu ilk günlerinde, Diyûbend Medresesi çok fazla aktivizm sağlamamış ancak Mevlana Mahmud ul Hasan (1851-1920) yönetimine geçtiğinde, enstitü kendisini sosyopolitik hareketlerin ön saflarına yerleştirmiştir... Aktivizm bir yana Diyûbend Medresesi’nin itibarı zaman içinde yayılmış, uzak ve geniş çapta öğrencileri kendine çekmiş ve birçok yerde bu medresenin benzerleri kurulmuştur. Metcalf, Diyûbend Medresesi ve yaklaşık 20 kilometre uzaklığındaki Saharanpur’daki kopyasının, Bengal kadar uzak yerlerden bile çok sayıda öğrenciyi Diyûbend’e çektiğini belirtmiştir (Riaz, 2008, s. 74).
Muhtemelen kimsenin Muhammed Kasım Nanutevi’ye ilişkin methiyeleri, üniversite arkadaşı Seyyid Han’ın coşku dolu sözlerinden daha etkileyici değildir. Seyyid Ahmed Han, efsanevi İslam âlimine saygılarını sunarken şunları söylemektedir:
İnsanlar Mevlana Muhammad Ishaq’tan sonra tüm o niteliklerle bir insanın bir daha dünyaya gelmeyeceğini düşünmüştür. Fakat Mevlana Muhammed Kasım, eksiksiz dürüstlüğü, dindarlığı, takvası, kötü olan her şeyden kaçınması ve alçak gönüllülüğü ile burada, Delhi şehrinde aldığı eğitim sayesinde Allah’ın Mevlana Muhammad Ishaq’a benzer hatta belirli konularda ondan daha üstün bir adam yarattığını kanıtlamıştır (Memorial, 1880).
Bugün hayatta olan ve Mevlana Muhammed Kasım’ın çok genç yaşta Delhi’de eğitim alırken onu görmüş olan birçok insan vardır. Gerekli tüm eserleri Müteveffa Mevlana Memlük Ali’nin gözetiminde çalışmıştır. Takvası, sağduyusu, erdemliliği ve Allah’a adanmışlığı, en başından beri seçtiği yol ve sergilediği terbiyeden belli oluyordu ve aşağıdaki mısra onu mükemmel bir şekilde ifade etmektedir: “Başının üzerinde dehasından oluşan bir yıldız azametle parlıyordu.” (Memorial, 1880).
Dava çalışmaları sırasında zaten dehası, zihninin keskinliği, kavramama kabiliyetinin gücü ve muhakeme yeteneği ile bilinmesine ve tanınmasına rağmen insanlar, erdemliliği ve ilimle uğraşanlar ve başarılı insanlar, erdemliliği ve adanmışlığından da eşit derecede takdir ile söz etmiştir. Mevlana Muzaffar Husayn’in arkadaşlığı onu Peygamberin sünnetine olabildiğinde uymaya meyilli kılmış ve Allah’ın (Muhajjir Makki) dostluğunun lütfu, onun kalbini en güzel kalplerden birine dönüştürmüştür. Kendisi şeriat ve sünnete uymuş ve insanların da şeriat ve sünnete uymasını sağlamak için de elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Ancak her zaman Müslümanların refahı ile ilgili endişe duymuştur. Diyûbende de dinî ilimler eğitimi verilmek üzere çok faydalı bir medresenin kurulması ve aynı zamanda da çok zarif bir mescidin inşa edilmesi de onun çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra onun çabaları ve emeği ile diğer bölgelerde de İslami medreseler açılmıştır. Hiçbir zaman mistik bir lider, manevi bir yol gösterici olmak istememiş fakat yine de Hindistan’daki binlerce insan özellikle de kuzey ve batı bölgelerindekiler, ona inanmış ve onu ruhani liderleri olarak görmüşlerdir (Memorial, 1880).
Tartışmalı sorulara gelince bazı insanlar, ondan memnun değillerdi ve o da bazı insanlardan memnun değildi ancak bizim anladığımız kadarıyla birilerini hoşnut etsin ya da etmesin Mevlana Muhammed Kasım’ın herhangi bir eylemini, bencillik, inatçılık ve husumet ile itham edemeyiz. Yaptığı tüm eserlerde ve işlerde yalnızca Allah rızasını ve ahiretteki mükâfatını gözetirdi ve doğru ve haklı olduğunu düşündüğü şeyin peşinden giderdi. Birilerini memnun etsin ya da etmesin her ikisi de Allah rızası içindi. Mevlana Muhammed Kasım hiçbir insanı şahsi ilişkilerine göre iyi ya da kötü olarak değerlendirmezdi; fakat bir insan kötü bir iş yapar ya da kötü bir şeyler konuşursa Allah uğruna onu kötü olarak değerlendirirdi. “Allah için sevmek” ve “Allah rızası için buğzetmek” mefhumları, onun kime nasıl yaklaştığında belirleyiciydi. Tüm alışkanlıkları meleklere yakışır şekildeydi. Hepimiz onun için içten bir sevgi beslerdik ve böylesine erdemli bir hayat sürmüş bir insan olarak şüphesiz ki en büyük sevgiye layıktır (Memorial, 1880).
Bugünlerde belirli aleni meselelerde ona muhalif olan insanlar da dâhil olmak üzere bütün insanlar, Mevlana Muhammad Kasım’ın bu dünyada eşi benzeri olmayan bir insan olduğunu kabul etmektedir. O günlerde ilmî bilgisi Şah Abd al-Aziz’den bir derece düşük olabilirdi fakat bunun dışında diğer bütün meselelerde ondan çok daha üstündü. Şayet tevazuda, fazilette ve sadelikte eğer rütbesi Mevlana Muhammad Ishaq’tan daha yukarıda değildiyse daha aşağıda da değildi. O, kesinlikle meleklere özgü ve ilahi bir yaratılışa sahipti ve dünyanın böyle bir insanın varlığından yoksun kalmış olması, kendisinden sonra hayatta kalan insanlar için keder ve hasret sebebidir (Memorial, 1880).
Seyyid Ahmed Han 1875 yılında, şimdiki adı Uttar Pradeş olan Birleşik Eyaletlere bağlı Aligarh’ta, ünlü okulu kurana kadar Hindistan’daki Müslümanların modern bir eğitim alabilmesi için bir eğitim merkezi kurma yönünde hiçbir somut adım atılmamıştır. Aynı okul 1877 yılında Aligarh Müslüman Koleji (MAO) hâline gelmiştir. Kuruluşundan kırk beş yıl sonra MAO Koleji, üniversiteye dönüştürülmüştür ve hâlen Hindistan’ın en iyi üniversiteleri arasında yer almaktadır. Ancak Seyyid Han’ın emekleri, takdir görmek ve desteklenmek yerine din adamları tarafından onu hor gören ve kâfir ilan eden fetvalarla karşılanmıştır.
Sir Seyyid Ahmed Han, MAO Koleji’nin kurulmasının altında yatan hedeflerden bahsettiği yazısında, bu kolejin temel amacının, Avrupai bilimleri ve edebiyatı, Müslümanlara öğretmek ve Müslüman cemaat içerisinde doğduğu yer ve geldiği soy itibarı ile Müslüman olan ancak fikir ve zihin yapısı itibarı ile İngiliz olan bir grup yaratmak istediğini söylemiştir:
MAO’yu Cambridge ve Oxford çizgisinde bir Müslüman üniversitesi yapmak istiyoruz. Bu iki seçkin eğitim merkezinin üstün standartlarına şahit olduktan sonra onların bir benzerini de bu ülkede inşa etmek istiyorum. Bu iki üniversite -Cambridge ve Oxford- onları örnek almamız için oradalar ve biz de onların müfredatlarını ve eğitim modellerini takip edeceğiz. Dünyanın en iyi iki üniversitenin çizgisinde bir Müslüman üniversitesi kurmak, öğrenciler arasında farklı bir hava yaratacaktır. Çok sayıda eğitimli ve varlıklı Müslümanın ilgisini çekecektir (Lahori, 2005, ss. 250251). Kolejin bir diğer amacı da Müslümanların iş sahibi olmalarını kolaylaştırmak istememizdir. Sonrasında da “MAO Koleji, öğrencilere, akademik üstünlüklerine dayanarak başkasının kendilerini tavsiye etmesini gerektirmeden kendi başlarına istihdam alabilecekleri bir eğitim sağlayacaktır.” (Lahori, 2005, ss. 250-251)
diye eklemiştir.
MAO Koleji’ne kayıt olan Müslüman öğrencilere, dinin yalnızca temel bilgilerini sağlamak istediğini ekleyerek onun itibarını sarsmaya çalışan din adamlarına meydan okumuştur. Ülkedeki Müslümanlarla ilgili her şey kontrol altında tutmayı amaçlayan din adamları için bunun küfürden farklı bir yanı yoktur (Lahori, 2005, ss. 250251).
Ayrıca Sir Seyyid Ahmed Han, bu kolejin Müslüman çocuklara yalnızca temel düzeyde iman, namaz ve oruç ile ilgili meseleleri içeren temel dinî bilgileri öğretmenin yanı sıra mümkün olan en iyi İngilizce eğitimini vermeyi amaçladığını belirtmiştir. MAO Koleji tarafından tasarlanan müfredatta uygulanan din eğitimi ile Müslüman öğrencilere akaid-i mezhebi (iman), namaz, hac, zekât, nikâh (evlilik), veraset (miras), bağış ve vasiyet de dâhil olmak üzere temel öğretilerin kazandırılması amaçlanmıştır. “Din eğitiminin çocuklar üzerinde ciddi bir baskı yaratmasını ve İngilizce eğitimlerinin bundan olumsuz etkilenmesini istemiyoruz. Bu nedenle din eğitiminin haftada sadece bir kez yapılmasına müsaade ettik. Üniversitenin yönetim kurulu, öğrencilerin camide beş vakit namaz kılmalarını zorunlu hâle getirmiştir. Bütün yatılı öğrenciler bunu yerine getirmektedir.” (Lahori, 2005, ss. 250-251).
Sir Seyyid, MAO Koleji’nin hedeflerini sıralarken şunları da eklemiştir: “Kolej’in en önemli amacı, Müslümanlar ve İngilizler arasında ittifak (ittihat) oluşturmak ve böylece ikisini de kendi amaçları için birbirinin ayrılmaz bir parçası hâline getirmektir (yak jaan do qalib)… Okulun bir diğer amacı ise Müslümanları, İngiliz Kraliyeti’nin hizmetleri için uygun bir hâle getirmektir. Ayrıca kölelik eğilimi ile doğmamış fakat devletin öneminin de farkında olan İngiliz Kraliyeti için bir refah duygusu (khair khwahi) yaratmayı da amaçlamaktadır.” (Lahori, 2005, ss. 250-251).
Din adamları da dâhil olmak üzere pek çok kesim Sir Seyyid Ahmed Han’a ve MAO Koleji’ne dört bir yandan saldırırken modern üniversitelerde, okullarda okumuş ve hükûmette çalışan insanlar bile ona muhalefet etmek için yeterli sebepler bulmuşlardır.
Sir Seyyid Ahmed Han’ın biyografisinin yazarı olan, ünlü âlim ve Urduca yazan en önemli şairlerinden biri olan Mevlana Altaf Husain Hali, Hayate-Jawed adlı eserinde MAO Üniversitesi’nin en önde gelen muhaliflerinin, dinî eğitimde uzman olan iki cemaat büyüğünden geldiğini söylemiştir.
Biri Kanpur’un vergi tahsildar yardımcısı Molvi Imdad Ali diğeri ise Gorakhpur alt mahkemesinde yargıç olan Molvi Ali Bakhsh Kha’dır. Birinin Vehhabî, diğerinin ise Birelvi olduğu göz önünde bulundurulursa dinî yaklaşımları anlamında iki ayrı kutupta bulunmaktaydı ve düşünce yapıları arasında hiçbir ortak nokta söz konusu değildi. Ancak MAO Üniversitesi karşıtlığına gelince ikisi de benzer bir dil ve ifadeler kullanmışlardır. MAO Üniversitesi’ne karşı gösterilen bütün muhalefetin kaynağının bu iki kişinin yazdığı ateşli yazılar olduğu rahatlıkla söylenebilir. Karşıtlıkları, İslami hamiyete dayanıyor olsaydı, yazılarının takdir edilmesi gerekirdi. Ancak bütün karşıtlıkları kişiselleştirilmiş saldırıya dayanıyordu (Hali, 1990, s. 544).
Hali, şöyle devam etmektedir:
Yerel gazeteler ve dergiler, Müslümanların çoğunun Sir Seyyid’e karşı olduklarını gördüğünde, burada bir hazine keşfettiler, bu gazete ve dergilerin hiçbir sayısından Sir Seyyid ve destekçilerini eleştiren makaleler eksik olmadı. Mali açıdan kötü durumda olan birkaç din âlimi, onu eleştiren kitaplar yazmaya başladı ve bunun üzerinden bir servet kazandılar... dolayısıyla, Sir Seyyid’e karşı birçok kitap yazıldı. Onu kâfir, Hristiyan, natüralist, Deccal ve daha pek çok şey olarak nitelendirdiler. Hatta Sir Seyyid’e kâfir demeyenler bile kâfir ilan ediliyordu (Hali, 1990, ss. 548-549).
Mevlana İmdad Ali, Sir Seyyid Ahmed Han aleyhinde Hindistan’ın önde gelen üç İslami merkezine üç istifta (fetva isteyen soru formu) göndermiştir.
Listedeki ilk soru, falan inançlara sahip olan ve filan uygulamalarda bulunan bir adamın Müslüman olup olmadığı sorusudur. Fetvanın ikinci sorusu, şüpheli dinî görüş ve inançlara sahip bir kişi tarafından kurulan bir eğitim kurumunun finanse edilmesinin helal (meşru) olup olmadığı sorusudur. Bu soru formu; Sünni, Şii, Vehhabî, Selefi, Birelvi düşünce ekollerine mensup tüm önemli âlimlere gönderilmiştir. Bu âlimlerin neredeyse hepsi Sir Seyyid’i kâfir ve münafık ilan eden ve kınayan fetvalarla karşılık vermiştir. Çocukları bu tür eğitim kurumlarına göndermenin haram ve İslam ruhuna aykırı olduğu konusunda hemfikir olmuşlardır. Molwi Karimullah Dehlawi’nin fetvası, böyle bir kurumun bir medrese olarak isimlendirilmesinin ve eğitim alınacak bir yer olarak değerlendirilmesinin insanlığı terk etmek ve hayvanlar arasına giriş anlamına geldiğini ifade etmiştir. “(Bu tür bir kurumu finanse eden bir kişinin kesinlikle şuna inanması gerekir:) Kendi ellerimle cehennemde bir ev inşa ediyorum, diğer hayırlı ve iyi işlerimi mahvediyorum. İster Sünni olsun ister Şii, Hâricî ve hatta Hindu, hiçbir dindar insan bu tür çabaları desteklememeli ve bu kişiyi din için bir yük olarak kabul etmelidir.”
19. yüzyılın önde gelen Urduca şairlerinden biri olan Akbar Allahabadi, bölge hâkimi olarak Allahabad’da çalışmıştır. Şiir sanatını, Sir Seyyid ve onun kurumuna tehditkâr bir şekilde saldırmak için kullanmıştır. Şiirlerinden birinde şunları söylemektedir:
Bugün, saygın bir âlim Sir Seyyid’e, kötü durumunuz herkesin diline düştü dedi.
Doğayı ve olayları Tanrı yerine koymuş görünüyorsun ve burada ilahın etkisinin bir zerresi bile görünmüyor
Oruç tutmadığın, namaz kılmadığın, zekât vermediğin ve hacca gitmediğin söyleniyor ve sen bir peygamber karşıtı oldun
Şeytan senin için dünyevi zevklerin sevgisini güzelleştirdi, böylece seni toplumda yüksek mevkili bir köleye çevirdi (Ikram, 2004, ss. 213-214).
Daha sonraki yıllarda MAO Üniversitesi’ne muhalif hareketlere daha önceleri Sir Seyyid Ahmed Han’ın himayesinde olan ve Hint Alt Kıtası’nın en önemli yazarlarından biri olan Allama Şibli Numani liderlik etmiştir. Makalelerinden birinde esefle şunları söylemiştir: “Modern eğitimin çok uzun bir süredir erişilebilir bir durumda olmasına ve İngilizce eğitim almış binlerce Müslümanın yüksek mevkili işlerde bulunmasına karşın millî eğitim hâlâ saray gibi üniversite binalarında değil medreselerin harap binalarında eğitim görmüş kişilerin elinde gibi görünmektedir.” (Ikram, 2004, s. 227).
Misyonerlerin Saldırısı ve Müslümanların Karşılığı
Müslümanların, Hindistan’da daha önce hiç karşılaşmadığı önemli bir gelişme ise Doğu Hindistan Şirketi’nin ülke topraklarında hızla yayılmasından sonra Müslümanlar arasında misyonerlik faaliyetlerinin patlamasıdır. Şirketin en başından beri misyonerleri ülkeye getirdiğine inanmak için nedenler söz konusu olmakla birlikte zaman içerisinde Müslümanlar ve Hindular arasında Hristiyanlığı yayma çabası faaliyetlerinin ve çabalarının önemli bir parçası hâline gelmiştir. Hindistan toplumu üzerindeki hâkimiyetleri ve yönetimleri güçlendikçe, misyonerlik faaliyetleri de hız kazanmıştır.
Hristiyanlığın, Milat’tan sonra 1. yüzyılda ülkeye geldiği ve Kerala ile sınırlı olmakla birlikte kendine bir yer edindiği söylenmekle birlikte modern dönem misyonerlik faaliyetleri William Carey’nin 11 Kasım 1793’te Kalküta’ya gelmesiyle başlamıştır. Julius Rector bu konu ile ilgili yazısında şunları söylemiştir: “Hindistan’daki modern misyonerlik çalışmaları William Carey’in 11 Kasım 1793’te Kalküta’ya ayak basması ile başlamıştır.” (Ritcher, 1908, s. 131).
Portekizli tüccarlar da ülkede Hristiyanlığı yaymayı denemiş ancak çabaları asla büyük ölçüde bir başarıya ulaşmamıştır. Bu durumun Portekizlilerin etki alanının çok küçük bir coğrafi bölge ile sınırlı olması da dâhil çeşitli nedenleri mevcuttur. Ancak Hindistan’da belirli bir düzeyde bir başarı elde eden ilk misyoner, 16. yüzyılın ortalarına doğru ülkeye gelen Francisco Xavier’dır (Županov, 2005). Roma Katolik misyonerliği, faaliyetleri açısından bugün çok büyük bir öneme sahiptir. “Bu görevin göklere yükselen ilk büyük yıldızı Francisco Xavier’dir. Hint topraklarına ayak bastığı gün -6 Mayıs 1542-, Hindistan’daki büyük ölçekli Roma Katolik misyonerliği faaliyetlerinin doğum günüdür.” (Israel, 2011).
Hristiyan misyonerler özellikle de Doğu Hindistan Şirketi’nin tüccarları ve yetkilileri ile birlikte ülkeye akın edenler, ülkedeki işlerini planlamak ve bir strateji oluşturmak için kayda değer bir zaman harcamışlardır. İncil’i ülkedeki çeşitli yerli dillere çevirmiş, seri hâlde misyonerlik yazını üretmiş ve faaliyetlerini hız kazandırarak ülkenin her kuytu köşesinde ilkokullar açmaya başladılar. Misyonerler aynı zamanda benzer fikir yapılarına sahip oldukları insanlarla etki ağları kurmaya önem vermiş, eğitimli olan ve kendileri de güçlü konumlarda olan insanları etkilemeye çalışmış, kadınların eğitimine vurgu yapmaya başlamış ve ülkeye yayılabilmek için zemin hazırlamışlardır. Ülkedeki misyonerlik faaliyetleri açısından İslam’ın eksikliklerini vurgulamak çok temel bir nokta olmuştur. Ayrıca zekice bir plan oluşturarak, Müslümanları doğrudan Hristiyanlığı benimsemeye davet etmek yerine onları dinlerinden uzaklaştırmak için İslam karşıtı propagandalarını dört bir yana yaymışlardır.
Misyonerlerin Doğu Hindistan Şirketi’nin politikalarını nasıl etkilediği, ülkenin kuzey bölgelerini vuran kıtlıkta ebeveynlerini kaybetmiş Müslüman ve Hindu çocuklarını zorla aldıkları gerçeği göz önünde bulundurularak bir ölçüde anlaşılabilir. 1860 yılında yaşanan kıtlık Hint-Ganj Ovası’nı kasıp kavurduğu zaman (Davis, 2011) Sir Seyyid Ahmed Han, Moradaba, Birleşik Eyaletler’de üst düzey bir yetkiliydi. Kendisine, şehirdeki ve civar köylerdeki on dört bin kadar insanı günlük olarak yiyecek temin etmek üzere ayrıntılı düzenlemelerin yapıldığı bir gezgin mutfağın yönetimi verilmişti (Hali, 1990, ss. 111-112). Sir Seyyid’in biyografi yazarlarından Syed Altaf Hussain Hali bu konu hakkındaki yazısında, Strachey (Sir John Strachey) kıtlıkla mücadele etmek üzere yönetimi devretmeye karar verdiğinde, ona yalnızca yetim Müslüman ve Hindu çocuklarının kendi topluluklarına teslim edilmesi şartıyla yönetimi devralacağını söylediğini belirtmiştir.
Ona getirilen bütün yetim çocuklar, ait oldukları topluluklara teslim edilmişlerdir. Herhangi bir misyoner kuruma teslim edilmemişlerdir. Strachey’in düzenlemeye koyduğu tek şart, çocukların köleleştirilmeyeceğini ve yaşların geldiğinde serbest bırakılmalarını sağlayacak bir taahhüt vermekti. Buna rağmen Strachey’in yerine başka bir İngiliz yetkili geldiğinde, misyonerler cesaret bulmuşlardır. Strachey’in varlığında fazla bir şey yapamamış ancak yeni yetkili gelir gelmez Müslüman kuruluşlara verilen tüm Müslüman çocukların geri alınarak ve onlara teslim edilmesini istemişlerdir. Sir Seyyid’ın arkadaşı Alexander Shakespeare ona, gözetimine verilen çocukların ondan geri alınmayacağını fakat başkalarına güvenemeyeceklerini söylemiştir. Sir Seyyid, bir Seyyid’e (Müslüman’a) ait olan çocukların, misyonerlere vermenin nasıl mümkün olduğunu sormuştur. Sonuç olarak Müslüman ve Hindu ailelerinden alınan tüm kız ve erkek çocuklar misyonerlere teslim edilmiştir (Hali, 1990, ss. 111-112).
Ülkedeki misyonerlik faaliyetleri, son derece hızlı bir şekilde ilerleyerek tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Misyonerlik faaliyetleri o kadar ehemmiyetli bir hâl almıştır ki ülke boyunca yayılarak büyümeye devam etmiştir. Bir muhabir, yerel halkın 1851 ile 1891 yılları arasındaki din değiştirme oranının %54 olduğunu bildirmiştir. 1876 ile 1879 yılları arasında yaşanan kuraklık zamanında ise Hristiyanlığa geçiş yapan yerel halkın oranı %110 oranında yükselmiştir (Ritcher, 1908, s. 408).
Kendimiz için ilk ve önemli olan sayılarla sınırlandıracak olursak 1851 ile 1861 yılları arasındaki dönemde artışın %54; 1861 ile 1871 yılları arasında %54; 1871 ile 1881 yılları arasında %87; 1881 ile 1890 yılları arasında %34; 1890 ile 1900 yılları arasında ise %53 olduğunu görürüz. 1876 ile 1879 yılları arasındaki korkunç kıtlık dolayısıyla 1871 ile 1881 arasındaki on yıllık dönemde normalin çok üzerinde bir artış olduğunu ve 1881 ile 1891 yılları arasına tekabül eden sonraki on yıllık dönemde tam tersi oldukça gerekli bir ince eleyip sık dokuma dönemi olduğu, bu iki on yıl birlikte alındığında toplam artışın %110 olduğunu ve bunun da %55’in iki katına denk olduğunu hatırladığımız zaman son yarım yüzyıl boyunca on yıl başına ortalama olarak düzenli bir %54 artış olduğu anlıyoruz (Ritcher, 1908, s. 408).
Ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan bir sonucu ise Müslüman âlimler ve Hristiyan misyonerler arasında geçen ateşli tartışmalar olmuştur. Dar’ül-ulûm Diyûbend’in kurucusu Mevlana Kasım Nanutevi, İngiliz misyonerlere karşı en iyi münazaracı olarak isim yapmıştır. Mevlana Altaf Hussain Hali, Hayat-e-Jawed adlı eserinde, 1857 Ayaklanması’ndan önce Müslümanlar ve Hristiyanların arasında esip gürleyen sözlü ve yazılı tartışmaların Müslümanlar adına olumlu bir doğrudan etkisi olduğunu, Müslümanların diğer toplumların aksine misyonerlerin kurbanı hâline gelmelerini önlediğini söylemiştir (Hali, 1990, s. 117).
Ancak İslami inançlarına, Hz. Muhammed’e ve onun yoldaşlarına yapılan sürekli saldırı karşısında maddi cazibelerin de etkisi ile birçok Müslüman, Hristiyanlığa doğru çekilmiş ve din değiştirmeye devam etmiştir. Hristiyanlar, Müslümanların geri kalmışlıklarını sayıp dökmüş ve eğitimsiz insanları, bunun dinî inançlarının geri kalmışlığından kaynakladığına inanmaya zorlamışlardır. Sahip oldukları güçlü siyasi konumlardan aşağı bakıp İslami geleneklerin yanı sıra bütün İslami inançlarla, Peygamberle ve onun sahabeleri ile dalga geçmişlerdir. Başlangıçta birçok Müslüman, onların İslam’a yönelik saldırılarına ve Müslümanların dinlerini değiştirme çabalarına karşılık vermeye cesaret edememiştir. Mevlana Rahmetullah Kairanvi, Maulwi Ale Hasan, Dr. Wazir Khan, Mevlana Kasım Nanutevi gibi zamanın önde gelen Müslüman âlimleri ise söz konusu durumun nasıl bir tehdit oluşturduğunun haklı olarak farkına varmışlardır (Powell, 2008, s. 192). Bu isimler, misyonerlerin temelsiz propagandalarını çürütmek amacı ile yalnızca birçok kitap yazmakla kalmamış aynı zamanda binlerce insanın gözü önünde kamuoyuna açık olarak gerçekleştirilen münazaralarda misyonerlere meydan okuyarak tartışmışlar ve buralarda misyonerler tarafından yaratılan mitleri çürütmüşlerdir.
Sir Seyyid, Asbab Bughawat-e-Hind adlı eserinde, Hindistan 1837 yılında tarihin en kötü kıtlıklarından birini yaşarken çok sayıda yetim kız ve erkek çocuğunun misyonerler tarafından evlat edinilerek vaftiz edildiklerini yazmıştır.
Doğu Hindistan Şirketi, ülkenin çeşitli bölgelerine vaizler atamış ve bu kişiler sıradan Hintlilerin hem Müslümanların hem de Hinduların dinlerini değiştirerek devlet hazinesinden para almışlardır. Bu misyonerler, dinlerini yaymak için kitapçıklar ve broşürler dağıtmışlardır. Misyonerler aynı zamanda yerel halkın uğraştığı birçok problemi de çözmeye çalışmışlardır. Doğu Hindistan Şirketi yetkilileri, kendi altlarında çalışanlara, Hristiyan papazlarının evlerine gelerek onların vaazlarını dinlemelerini emretmişlerdir. Bu papazlar aynı zamanda çeşitli yerlerde düzenlenen panayırlara katılarak halka konuşmalar yapmıştır. Ayrıca yerel halka din değiştirme çağrısında bulunmadan önce diğer dinleri aşağılamış, bu dinî inançlara ve diğer dinlerin karakterlerine saldırmışlardır. Aynı zamanda ülkenin çeşitli bölgelerinde misyoner okulları açmışlardır. Birçok hükûmet yetkilisi de bu kurumlara sık sık gelmiş ve insanları inançlarını terk ederek Hristiyanlığa geçmeleri için teşvik etmeye çalışmışlardır. Bu okullarda öğrencilere dinî sorular sorulur ve Hristiyan öğretiler doğrultusunda cevap verdikleri takdirde cömertçe ödüller verilirdi (Khan, 1985, s. 43).
Rahmetullah Kairanvi (1818-1891), İngilizce bilen Müslüman âlimlerin de yardımı ile İngiliz misyonerlerinin dayanaklarını yerle bir eden en ünlü Müslüman tartışmacılardan biridir. Müslüman ulemaya karşı birçok kazandığı başarılarla ünlü, o dönemin en önde gelen misyonerlerinden biri olan Karl Gottlieb Pfander (Powell, 2008, s. 133) ile yaptığı ateşli tartışmalarıyla tanınmaktadır. Pfander, 1837 yılında Church Mission Society (Kilise Misyonerlik Teşkilatı) tarafından Agra’ya atanmıştır. Kairanvi ve Pfander, 1854 yılında ateşli bir münazarada karşı karşıya gelmişlerdir. Mevlana Kairanvi’ye destek olarak yanında yalnızca modern bir eğitim almış olan ve birçok dil bilen Muhammad Wazir Khan ve yine başka bir âlim olan Imad ud-din Lahiz bulunmuştur. Mevlana Kairanvi’nin İncil’e oldukça hâkim olduğu ve ünlü misyonerin aşina olmadığı Avrupa’nın eleştirel teolojik eserlerini kapsamlı bir şekilde incelediği söylenmektedir. Mevlana Kasım Nanutevi’nin misyonerlerle yapmış olduğu ateşli münazaraların hikâyesi de bu hikâyeye benzerlik göstermektedir. Bir keresinde tanınmış bir misyoner o kadar kötü bir şekilde mağlup edilmişti ki toplum tarafından alay konusu edilmesi yüzünden birkaç hafta boyunca Meerut karargâhından dışarı çıkamamıştır (Powell, 2008, s. 226).
Sonuç
Hindistan’daki Müslümanların, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin ülkeye ayak basması ile başlayan çöküşü henüz durdurulamamıştır. Aksine Müslümanlar, Hint toplumunda on yıllar boyunca özellikle de ülkenin bölünmesinden sonra giderek daha da fazla ötekileştirilmiştir. Yoksulluk, Müslümanlar arasında giderek yaygınlaşmıştır ve Hint toplumunda Müslüman cemaatin mahrumiyet hâlini hiç kimse kendine dert edinmemiştir. Ayrıca Müslüman azınlıkların Hindistan Parlamentosu ve eyalet meclislerindeki yetersiz temsili, sürekli yaşanan bir durum hâline gelmiştir. Müslümanlar şu anda okuryazarlık oranları, ortalama eğitim süresi, mezun yüzdesi gibi insani gelişme indeksleri bağlamında ülkedeki diğer bütün dinî gruplardan çok daha kötü durumdadırlar. Hindistan Merkezi Hükûmet’i tarafından Hintli Müslümanların durumunu araştırmak için oluşturulmuş olan Sachar Komitesi Raporu, ayrımcı bir tutumdan dolayı mağdur olma duygusunun Müslümanlar arasında çok yüksek olduğunu belirtmektedir. Rapor, Müslümanların gereğinden fazla sorunla karşı karşıya kaldıklarını eklemektedir. Siyasette, bürokraside, yargıda ve hatta belediyeler ve köy panc hayatları (Hindistan köylerinde bir yerel yönetim biçimi-çev. notu) gibi özerk yönetimlerde bile doğru düzgün temsil edilmemektedirler (Sachar Komitesi, 2006).
Özellikle aşırı milliyetçi Bhartiya Janta Partisi’nin (BJP) yükselişinden bu yana iyice görülür hâle gelen toplumsal isyanlar ve giderek artan güvensizlik seviyesi, Güney Hindistan’daki bazı eyaletler haricinde Hindistan genelindeki Müslüman cemaatte görülmemiş düzeyde bir gettolaşma yaşanmasına neden olmuştur. Sachar Komitesi Raporu, güvenlik kaygısının Müslüman toplulukları en temel hizmetlerden bile yoksun olan gettolara yerleşmeye zorladığını söylemektedir. Raporda, büyük ölçekli gettolaşmanın, Müslüman topluluğun ülkede kendilerine gideren küçülen bir alan bulabildiği anlamına geldiğini yazmaktadır (Sachar Komitesi, 2006).
Müslüman toplum içinde sekülerlik ve dindarlık tartışmaları günümüzde de hâlen devam etmektedir. Dinî eğitime çok fazla önem veren din adamları, Müslüman cemaatin gençlerine devlette ve özelde daha iyi istihdam imkânı sağlayan modern eğitimi almalarını söylemek konusunda tereddütlü davranmaktadır. Ülke genelinde çok sayıda medrese hâlen hizmet vermekle birlikte hâlâ iki yüz yıl önce takip edilen Ders-i Nizami’yi[1] (Moj, 2015, s. 184) okutmayı devam etmektedir. Küçük değişikliklere rağmen müfredatları hemen hemen aynı kalmıştır. Yüzlerce medrese, İngilizce ve diğer doğa bilimleri konularında eğitim vermekten hâlâ kaçınan Dar’ül-ulûm Diyûbend’e bağlıdır.
Hristiyan misyonerlerin Hindistan’da din değiştirme faaliyetleri dâhilinde gösterdikleri çaba özellikle bugün kanunen tanınan belirlenmiş kast, belirlenmiş kabileler ve diğer geri kalmış Hindu kastları için çeşitli düzeylerde başarılı olmuş olabilir ancak Müslümanlar için büyük ölçüde başarısız olmuştur. Bu durumun başlıca sebebi, Hristiyan misyonerler ile toplum önünde yapılan münazaraları başlatan ve Hindistan Müslümanlarının ciddi ölçüde etkilemelerine izin vermeyen büyük İslam âlimlerinin varlığıdır (Hali, 1990, s. 117). Ancak Müslümanlar arasında daha önce durma noktasına gelmiş olan misyonerlik faaliyetleri, bugünlerde Hindistan’ın bazı bölgelerinde yeniden başlamış ve meyve vermeye başlamış gibi görünmektedir (Over 20.000 Converted, 2012). Cammu ve Keşmir’den gelen çeşitli raporlar, Avrupa’nın ve ABD’nin farklı bölgelerinde bulunan Hristiyan misyonerlik kurullarının ve kiliselerinin aralıksız çalışmalarının sonucu olarak Müslümanlar arasında büyük çapta bir din değiştirme yaşandığını göstermektedir. Birçok haber kaynağı 2012 yılında, 1990 yılından beri yalnızca bu sıkıntı içerisindeki eyalette Hristiyanlığa geçen en az 20.000 Müslüman olduğunu bildirmektedir (Over 20.000 Converted, 2012).
Sadece Hristiyanlık için değil Müslümanları Hinduizm’e döndürmek için de gösterilen çabalar söz konusudur. Hindular arasında reform hareketi ile tanınan Arya Samaj, ülkenin pek çok yerinde özellikle Haryana ve Rajasthan gibi eyaletlerde, Müslümanları Hinduizm’e geçirmek için bilinçli çabalar sarf etmektedir (Kent, 2007, s. 378). Bu tebliğ çabalarına Suddhikaran (arındırma ve dönüştürme) adı verilmiştir. Son yıllarda radikal Hindu örgütleri tarafından Müslümanları Hinduizm’e geçirmek için başlatılan din değiştirme çalışmaları yapılmaktadır. Ghar-wapsi (eve dönüş) olarak adlandırılan bu seremoniler, ülkenin çeşitli bölgelerinde özellikle de Kuzey Hindistan’da Müslümanlar arasında bazı korku psikozları yaratmıştır (Verschooten, 2016, ss. 226-223). Bazı Müslüman örgütler, bu tür çabalara direnmeye çalışmakla birlikte bunu oldukça çekingen bir şekilde yapmaktadırlar. Şaşırtıcı bir şekilde 19. yüzyılın kalma din değiştirme çalışmalarına verilen tepkilerin aksine ülkedeki Müslüman topluluk bu kez pek de direniş göstermemektedir. Ülkedeki Müslümanlar, egemen sınıf oldukları zamanlardan bu yana çok uzun bir yol kat etmişlerdir. Müslümanların Hindistan toplumundaki ötekileştirilme süreçleri tamamlanmış gibi görünmektedir.
Kaynakça
Akanda, L. (1981). Social history of Muslim bengal. Dacca: Islamic Cultural Centre Dacca.
Anonim. (1923). General report on public instruction in Bengal, 1872-73. Charleston: Nabu Press
Bose, S. ve Jalal, A. (1998). Modern South Asia. Yeni Delhi: Routledge.
Brittlebank, K. (2016). Tiger: The life of Tipu Sultan. Yeni Delhi: Juggernaut Books.
Chandra, B., Tripathi, A. ve De, B. (1983). Freedom struggle. Yeni Delhi: National Book Trust.
Davis, M. (2011). Late victorian holocausts: El nino famines and the making of the third world. Londra: Verso.
Hali, A. H. (1990). Hayat-e-jawed. Yeni Delhi: Taraqqi Urdu Bureau.
Hardy, P. (1972). The Muslims of British India. Cambridge: Cambridge At the University Press.
Ikram, S. M. (2004). Mauj-e-kausar. Yeni Delhi: Taj Company.
Israel, H. (2011). Religious transactions in colonial South India: Language, translation, and making of protestant identity. New York: Palgrave Macmillan.
Kanda, K. C. (2007). Bahadur Shah Zafar and his contemporaries. Yeni Delhi: Sterling Publishers.
Khan, S. A. (24 Nisan 1880). Memorial of Maulana Muhammad Qasim Nanotwi. Aligarh Institute Gazette, 467-468.
Khan, S. S. A. (1985). Asbab-e-baghawat-e-Hind. Yeni Delhi: Kutub Khana Anjuman Taraqqi Urdu.
Lahori, Z. (2005). Khud Nawisht: Hayat-e-Sir Syed. Yeni Delhi: Aakif Book Depot.
Malick, J. (2008). Madrasas in South Asia: Teaching terror? Londra: Routledge.
Mertens, S. ve De Smaele, H. (2018). Representations of Islam in the news: A cross-cultural analysis. Londra: Lexington Books.
Metcalf, T. R. (1960). The aftermath of revolt India 1857-1970. Princeton: Princeton University Press.
Moj, M. (2015). The deoband madrassah movement: Countercultural trends and tendencies. Londra: Anthem Press.
Muir, R. (1915). Making of the British India 1756-1858. Londra: Longman Green & Co.
Over 20.000 Converted to Christianity since 1990 in Kashmir. (29 Ocak 2012). Kashmir watch. http://kashmirwatch.com/over-20000-converted-to-christianity-since-1990-in-kashmir/ adresinden erşilmiştir.
Powell, A. A. (2008). Muslims and missionaries in pre-mutiny India. Abingdon: Routelge.
Qureshi, I. H. (1985). Ulema in politics. New Delhi: Renaissance Publishing House.
Riaz, A. (2008). Faithful education: Madrassahs in South Asia. Londra: Rutgers University Press.
Richter, J. (1908). A history of missions in India. Welling: Fleming H Revell Company.
Riddick, J. F. (2006). The history of British India: A chronology. Westport: Praeger.
Rosselli, J. (1974). Lord William Bentinck: The making of a liberal imperialist, 1774-1839. Londra: University of California Press.
Roy, T. ve Swamy, A. V. (2016). Law and the economy in colonial India. Chicago: University of Chicago Press.
Sachar Committee. (2006). Social, economic and educational status of the Muslim community of India.
Sarkar, J. (1992). Fall of the Mughal Empire (4 Cilt). Haydarabad: Orient Longman.
Singh, C. A. (2010). The last sunset: The rise & fall of the Lahore Durbar. Yeni Delhi: Roli Books.
Spear, T. G. P., Gupta, N. ve Frykenberg, R. E. (2002). The Delhi omnibus. Londra: Oxford University Press.
Thackeray, F. W. ve Findling, J. E. (2012). Events that formed the modern wor ld: From The European renaissance through the war on terror. Santa Barbara: ABC-CLIO.
Washburn, D. ve Reinhart, A. K. (2007). Converting cultures: Religion, ideology and transformations of modernity. Leiden: Brill.
Županov, I. G. (2005). Missionary tropics: The Catholic frontier in India (16th-17th centuries). Ann Arbor: University of Michigan.
[1] Hint Alt Kıtası’nda geleneksel İslami eğitim kurumlarında kullanılan müfredat (çev. notu).