Giriş
Bu kitabın amacı, çağdaş Türk düşüncesini tarihsel ve sosyolojik bir perspektiften eleştirel bir biçimde değerlendirmek ve son yüzyıldaki evrimi üzerine yeni bir bakış sunmaktır. Klasik düşünceden modern bir düşünceye evrilme sürecinde yaşanan siyasi, sosyal ve iktisadi değişimleri takip ederek günümüzde meydana çıkan fikrî yapıyı anlamak da mümkün olacaktır. Düşünceyi geçmişe bağlayan hatları iyi kavramak şimdiyi anlamak için bir zemin sunmaktadır. Bu bakımdan bir çağdaş Türk düşüncesi ortaya çıkıp çıkmadığı tartışmaları bir yana Türkiye’de çağdaş düşüncenin yapısını çok boyutlu olarak analiz etmek ve değişimleri takip etmek bize bir konumlama ve buradan geleceğe doğru bir yönelme sağlayabilir. Bu kitap böyle bir bakışla şekillendirilmiştir.
Bir dönem yeni Türkiye’nin geçmişten bir kopuşla kurulabileceği varsayımı sıkı bir şekilde takip edilse de zamanla düşüncenin asla bir kopuşla kurulamayacağı anlaşılmıştır. Düşünceler bağlamsız olmayacağı gibi geçmişten kopuk da olamaz. Bu bakımdan bu kitapta klasik düşünce ele alınmasa da bu bağlamsallık ve süreklilik göz önünde tutularak bir içeriklendirme oluşturulmuştur. Bu bağlamda hem değişimlere hem de sürekliliklere odaklanarak düşüncenin farklı biçimleri ve tonlarına odaklanılmıştır.
Osmanlı’dan Devreden Fikrî Miras
Türkiye, bir imparatorluk bakiyesi olarak geçmişinden devasa sorunları devralmış, aynı zamanda uzunca bir süre “büyük geçmişle” nasıl bir temas kuracağına da uzunca bir süre karar verememiştir. Türkiye’de çağdaş düşünceye başından beri yön veren iki ana mesele mevcuttur. Bunlardan ilki Osmanlılıktan farklı yeni bir kimlik oluşturmak; ikincisi ise Batılılaşma sürecinde edinilen norm ve değerlerin içselleştirilmesi ve işlevselleştirilmesidir. Birbiri ile ilintili olarak işleyen bu iki mesele düşünce yaşamının farklı tonlarının oluşumuna da biçim veren temel bir gerilim alanı meydana çıkarmıştır. Türkiye’de çağdaş düşünce bu gerilimin farklı zamanlarda ortaya çıkan farklı tezahürleri ile yüzleşme içerisinde meydana çıkmıştır. Başlangıçta kamusal olarak radikal bir biçimde İslami geçmişten koparak tam manasıyla bir modern toplum ve düşünce inşa etme eğilimi mevcuttur. Bir ulus inşa edilmesi için takip edilen bu yolun imkânsızlığı ile yüzleşildikçe bir sentezleme ve hibritleşme süreci yaşanmıştır.
Türkiye’de çağdaş entelektüel yaşam, geç Osmanlı döneminden intikal eden miras üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan düşünce yaşamındaki oluşumları ve dönüşümleri takdir etmek için geç Osmanlı dönemindeki entelektüel gelişmelerin kısa bir analizi faydalı olacaktır. Bu anlamda Yusuf Akçura’nın meşhur risalesinde betimlediği ve Ziya Gökalp’in daha sonra iyice belirginleştirdiği gibi 19. yüzyılın ahirinde üç ana görüş belirmiştir: (i) modernleşmeye daha eleştirel yaklaşan ve çözümü devletin ve toplumun İslami kimliğini belirginleşmede arayan panislamist eğilim; (ii) kurtuluşu ulusçu bir yönelimde arayan milliyetçi eğilim ve (iii) modernleşmeyi kaçınılmaz olarak gören batıcı eğilim. Bu görüşler arasında başlangıçta teoride oluşturulan farklılıklar zamanla uygulamada belirsizleşse de bu üç düşünce ekolü kendi içlerinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu bağlamda bu üç ana tavrı takiben (her birinden ikişer ton ile ve ikinciler üç ana damar arasında geçişkenlik arz edecek şekilde) altı temel ideolojik yönelimin çağdaş Türk düşüncesinde belirginleştiği görülmektedir: İslamcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik/ulusçuluk, Kemalizm, sosyalizm ve liberalizm.
Türkiye’de çağdaş düşünce diğer ülkelerde olduğu gibi eski ile yeninin bir karşılaşması zemininde oluşmuştur. Klasik düşüncedeki çeşitli sorunlar 18. yüzyılda belirginleşse de temel problem zamanla modern teknik ve fennin, ilmîn ve siyasetin oluşturduğu meydan okumalara cevap verilememesi çerçevesinde 19. yüzyılda oluşmuştur. Bu anlamda klasik düşünsel mirasın sürdürülmesi çabaları ile modern kurum ve sistemlerin aktarılması ve uygulamaya alınması çabaları iç içe geçerek anakronik bir yönelim oluşturmuştur. Belki de özgün bir modernleşme deneyimine dönüşebilecek sentezleme girişimleri her iki uçta yer alanlar tarafından engellendiği için sürdürülememiştir. Örneğin edebiyatta yaşanan olumlu aktarım ve yeni şekillenmeler siyasette ve düşüncede yaşanmamıştır. Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in ve Yahya Kemal’in modern formları klasik anlayışla başarıyla harmanlaması veya müzikte şarkı formunun ortaya çıkması başarılı etkileşimlere örneklik teşkil ederken düşünce yaşamında benzer örneklikler daha azdır ve bir form oluşturamamıştır.
Osmanlı son devri canlı bir düşünce yaşamı ile temeyyüz etmiştir. Meşrutiyet döneminde yayımlanan dergiler, kamusallaşan fikirler, ortaya çıkan akımlar sonraki dönem yaşanacak çeşitliliğin bir öncüsü gibidir. Sonrasında zaman zaman devlet ideolojisinin baskılayıcılığına rağmen bu çeşitlilik hep devam edegelmiştir.
Bu anlamda Türkiye’de çağdaş düşüncenin temel belirleyicisi İslam ile ve tarihsel birikimle girilen ilişkidir. Temelde farklılaşma hemen her düzeyde gelenek ile kurulan ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu mesafe aynı zamanda modernlik karşısında alınacak tavrı da belirlediği için önem arz eder. Dolayısıyla Türkiye’de çağdaş düşünceyi kuran kök bir fikriyat olarak İslamcılığı tanımlamak gerekir. Zaman zaman diğerleriyle rekabet eden bir siyasi seçenek gibi görülse de İslamcılık tüm düşünce ekollerinin kendisine bir kavram ve bakış repertuvarı olarak faydalandığı bir alana tekabül eder.
Modernleşmenin İkilemleri
Türkiye’de çağdaş dönemde oluşan düşüncenin ana meselesi, modernleşme ile birlikte oluşan fikrî yapıyı ve sosyal dünyayı kavramaktır. Bu anlamda modernleşme farklı dönemlerde farklı etkiler çerçevesinde farklı biçimlerde anlaşılmıştır. Modernleşme bir Batılılaşma, kültürel bir yabancılaşma, tahakküm edici bir bürokratik vesayet, kurtarıcı bir fikriyat, zorunlu bir dönüşüm, küresel bir uyum olarak farklı şekillerde görülmüştür. Bu çeşitlilik dolayısıyla modernleşme konusunda birbiri ile uyuşmayan bir bakışın oluşumuna yol açmıştır.
Başlangıçta kendisine koyduğu hedefler çerçevesinde başarı düzeyi tartışılsa da Türkiye’nin geri dönülmez bir biçimde modernleştiği kabul edilmelidir. Türkiye’de bugün mevcut olan kurumların, düşüncelerin ve meselelerin büyük bir çoğunluğu Batılılaşma dönemindeki modernleşme sürecinin birer ürünüdür. Bugün artık bir şekilde modernleşmiş bir toplumda yaşadığımızı belirtmemiz gerekmektedir. Ancak bu dönüşüm farklı alanlarda farklı hız ve düzeylerde gerçekleşmiştir. Örneğin ekonomi alanında modernleşme daha bütüncül ve yerleşik bir karakterde iken; eğitim alanında buna nazaran daha az bütünlüklüdür. Bu iki modernleşmiş alana nispeten mesela şehircilik, aile, siyasal kurumlar, gündelik ilişkiler alanında modernleşmenin başarısı daha az görünmektedir. Aynı zamanda tüm toplumsal alanı saran değerler açısından bakıldığında modernleşmenin gerçekleşmediği düşünülebilir. Dolayısıyla bugün toplumsal ve düşünsel bakımdan bir sentezleme halinin egemen olduğu düşünülebilir.
Sentezleme çerçevesinde inşa edilmiş olan daralmış düşünce modernleşmenin de kritik bir çerçeveye sahip olmasına yol açmıştır. Çağdaş Türk düşüncesinin ana tartışmalarından birisini modernleşmenin karakteri ve konumlandırılmasının oluşturduğu söylenebilir. Bu anlamda çalışmalarında modernleşme konusunu değerlendirmeye merkezi bir yer ve önem veren Niyazi Berkes, Şerif Mardin ve Kemal Karpat’ın görüşlerinin karşılaştırmalı olarak analizi bize bu tartışmaların mahiyet ve seyrini vermek bakımından çok değerli olacaktır. Zira bu üç isim modernleşmeye bakış bakımından da farklı yönelimleri temsil etmektedir.
Modernleşmeye yaklaşım bakımından Niyazi Berkes’in yeri her zaman ayrıdır. Zira sadece Türkiye’de değil aynı zamanda İngilizce konuşan dünyada Türk modernleşmesi hususundaki temel yaklaşımı belirlemesi bakımından onun konu ile ilgili en etkili isim olduğu söylenebilir. II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan siyasi gerginlik ortamında DTCF’den atılan Berkes Kanada’ya gitmiş ve burada yaptığı çalışmalarla Osmanlı/Türk modernleşmesinin ana karakterini tahlile yönelmiştir. Bu dönemde Berkes, Yön dergisinde yazdığı yazılarla Marksizm ile Kemalizm’i bir araya getirmeye çalışmıştır. Onun önce İngilizce sonra da Cumhuriyetin 50. yılı münasebetiyle Türkçe olarak yayımlanan Türkiye’de Çağdaşlaşma (The Development of Secularism in Turkey) adlı eseri Türk modernleşmesini sekülerizm çerçevesinde değerlendirmesi ve bunu da çağdaşlaşma olarak takdimi bakımından hayli ilginç bir çerçeve sunar. Böylece Niyazi Berkes aslında Türk modernleşmesinin nihai hedefinin ve temel amacının laiklik olduğunu beyan etmesi bakımından Kemalist düşünceyi yeniden üreten bir çerçeve sunmaktadır. Esasen bir Türk milliyetçisi olan Berkes, sol ile milliyetçiliği birleştiren bir Kemalizm formunu inşa etmede öncü bir rol oynamaktadır.
Modernleşme konusunda bir başka çok kullanılan yaklaşımın sahibi ise Şerif Mardin’dir. Temelde modernleşme kuramları perspektifinden bakarak Osmanlı/Türk modernleşmesinin ana gündeminin bir burjuvaziyi meydana çıkarmak ve buradan hareketle de bir sivil toplum inşası olduğunu ısrarla savunan Mardin’in ayırt edici yönü modernleşmeyi toplumsal bir değişme olarak ele almaktaki ısrarıdır. O, bu değişmenin kaynağı ve ürünü olan toplumsal gerçekliğin bizatihi kendisinin ne olduğunu anlama konusunda ısrar etmektedir. Mardin, epistemolojik olarak kültürel gerçekliğin detaylarına yoğunlaşmış ve semboller, ritüeller ve eylemler üzerinden önemli kavramlara ulaşmıştır. Bu çalışmaları sonucunda düşünceleri çeşitlenerek çizgisi realizmden yorumcu bir çizgiye doğru kaymıştır. Osmanlı modernleşmesinin aşamalarına resmi tarih anlayışından farklı bir yorum getiren Mardin, modernleşmenin esas gündeminin geçmişten kopuk bir yapı oluşturmak olduğunu savunur. Ona göre bu imkânsız hedef, modernleşmenin başarısızlığının da temel sebebidir. Türk modernleşmesinin din ve ideoloji odaklı okuması ve birbirine mesafeli iki farklı kamusallık tespiti Mardin’in meşhur merkez-çevre teorik modelinin temelinde yer almaktadır. Türkiye’nin patrimonyal bir devlet özelliği sergilediğini savunan Mardin’e göre bu sistemin modernleşme sürecinde devam ettirilmesi çifte kamusallığa meydan vermiştir. Böylece modernleştiriciler ile halkın düşüncesi birbirinden kopmuş ve bir kültürel bölünmüşlük meydana çıkmıştır.
Modernleşme konusundaki üçüncü yaklaşımı ise Kemal Karpat temsil etmektedir. Karpat’ın sosyal değişim ve fikrî süreklilik temelli yaklaşımı dört temel hipotez etrafında şekillenmiştir: (i) Gelişme (siyasal olsun veya olmasın) öncelikle toplumlara uygulanabilen bir sebep-faktöre dayanmalıdır. (ii) Bu faktör çeşitli seviyelerde, değişimin bütün aşamalarında tarihsel olarak mevcut olmalıdır. (iii) Gerek değişime katkı sağlayan güçler, gerek değişimin bizzat kendisi niceliksel olarak ölçülebilmelidir. (iv) Siyasal gelişmeler ve yapısal değişiklikler birbirleriyle ilişkili ve niceliksel olarak ölçülebilir olmalıdır (Bu, siyasal sistemin bağımsız değişken olma kabiliyetine halel getirmez). Karpat, modernleşme sürecinde devletin rolü kadar toplumsal tabakaların rolünün; dış tesirler kadar dahili dinamiklerin de incelenmesi gerektiği konusunda ısrarcıdır. Zira ona göre modernleşme diğer tüm sosyal değişmeler gibi bir toplumun kendi niteliklerinden beslendiğinde bir neticeye varabilir. Bu anlamda Karpat’a göre Türk modernleşmesi geriye dönüşü olmayan bir süreç oluşturmuştur. Bu süreçte ise kültürel ayrışmaların bir denge halini bulabilmesi önemlidir. Ona göre tepeden inme ve toplumu yok sayan bir modernleşme ne kadar yanlışsa, devletin tamamen devreden çıktığı kendi haline bırakılmış bir modernleşme de o kadar yanlıştır. Bu anlamda Karpat, Türk modernleşmesinin kendi değişim dinamiklerine ve büyük bir birikime sahip olduğunu düşünmektedir.
Türk modernleşmesi hangi perspektiften değerlendirilirse değerlendirilsin bu sürecin açıklanmasının merkezinde din-devlet ilişkileri bulunmaktadır. Yukarıda anlatılan çerçevenin nihayetinde dayandığı nokta dinin toplumsal hayatta oynadığı rolün değişimine bağlı olarak yaşanan sistem düzeyli değişimdir.
Dinî hayatı entelektüel ya da düşünsel çaba ve girişimlerden bağımsız olarak ele almak imkânsızdır. Birbirini etkileyen ve besleyen süreçler arasında din, pek çok açıdan gündelik hayatın ve düşünce dünyasının akışına bağlı olarak kendine müstakil bir mecra bulma kabiliyetine sahiptir. Bu mecranın oluşumu ve dönüşümü bakımından modern Türkiye’de dinin yeri hep tartışmalıdır. Zira Osmanlı toplumsal yapısında her şeyden önce siyasal ve kültürel yapıların meşruiyet kaynağı olan dinin toplumsal hayattan dışlandığında yerinin doldurulması çok güçtür. Türkiye’de çağdaş düşüncenin belki de yaşadığı en önemli sorun tam da bu boşluğun doldurulmasına yönelik bileşenlerin oluşturulmasıdır. Bu meşruiyet boşluğunun farklı şekillerde (kültürcülük, tarih, nostalji, lider kültü, milliyetçilik, teknikçilik, kurtuluşçuluk) doldurulması başarısızlığa uğradıkça kriz derinleşmiş ve her seferinde din kamusal alanda daha sembolik bir yer edinmiştir.
Türkiye’de modernleşme sürecinde dine karşı olumsuz bir tavrın olduğu inkâr edilemez. Bu anlamda modernleşmenin kendisini uzunca bir süre din karşıtı bir söylemle kurduğu da bilinmektedir. Ancak bir taraftan da modernleşmenin meşruiyet ihtiyacı, dine araçsal bir rol yüklenmesini de beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda Batılı yayılmacılık ve kültürel tehdit de dine bir koruma konumunun verilmesinde rol oynamıştır. Bu rollerden ve meşruiyet arayışından ötürü başlangıçtaki büyük mesafe zamanla kapanmış ve gittikçe din, her alanda olmasa da ana hatlarıyla modernleşmeyi tamamlayan bir ögeye dönüşmüştür. Bir bakışa göre modernleşmenin çöküşü anlamına gelen bu durum bir başka bakışa göre de modernleşmenin muhafazakârlaşmasına yol açmıştır. Subaşı’nın belirttiği gibi nihayetinde dinin selameti için Batılılaşmanın gerekli görüldüğü Osmanlı modernleşmesinden; modernleşmenin selameti için dinin gerekli görüldüğü günümüz dönemine gelinmiştir.
Türk Entelektüel Hayatına Dair Genel Bir Çevre
Yukarıda tasvir edilen modernleşme, din-devlet ilişkileri ve toplumsal değişim dinamikleri boyunca çağdaş dönemde Türk entelektüel hayatına yön veren dört ana unsur/özellik mevcuttur.
Batı Karşısında Konumlanma
Bunlardan ilki çöken bir imparatorluğun bakiyesi olarak Türkiye’de entelektüel yaşamın Batı’nın ekonomik, politik ve askerî gücü karşısında duyduğu ezilmişlik hissiyatıdır. Zaman zaman bir “Batı kompleksi” olarak tezahür eden bu hissiyat bazen topyekûn bir özenti bazen de kökten bir reddiye olarak Batı karşısında bir tavır almayı düşüncenin merkezine koymaktadır. Bu anlamda Türkiye’de entelektüel yaşamın bütün formlarının ortak özelliği bir düzeye kadar Batı karşıtlığıdır. Ancak bu durum Batı karşısında özerk bir düşüncenin oluşturulabildiği anlamına gelmez. Batı karşıtlığı bir şekilde hissiyat olarak kalmış ve sistematik düşünceye dönüşememiştir. Zira sistematik bir düşünce için geçmişin ve toplumsallığın yeni bir şekilde konumlandırılması zaruridir ve düşünce ancak bir gelenekten beslendiğinde gelişebilir.
“Kurtarıcı Misyonun” Belirleyiciliği
Çağdaş Türk düşüncesinin ikinci özelliği ise yine yıkılmanın verdiği hissiyat ile “kurtarıcı bir misyonun” belirleyiciliğidir. Türkiye’deki bütün entelektüel hareketler bir şekilde ülkeyi içinde bulunduğu durumdan ve yine onu bu duruma düşürenlerin elinden kurtarmayı kendilerine ana görev olarak tayin etmişlerdir. Bu kurtarıcı düşüncenin aslında aynı zamanda kendisine düşünsel bir “olağanüstü hâl” tanımladığı da görülebilir. Bu olağanüstü hâl kavrayışı aslında düşüncenin kendisi içinde kendisi olarak geliştirilemeyişini ve daima siyasi bir gündem ve ihtiyaca eklemlenerek “sıradanlaşmasını” da getiren bir etki oluşturmuştur.
Kültürel Kutuplaşma
Türkiye’de çağdaş düşüncenin bir başka özelliği de farklı grupların “kültürel kutuplaşmanın” belirleyiciliğine dayanmalarıdır. Bazen farklı entelektüel kesimleri birbirlerine yaklaştıran gündemler olsa da genellikle Türk düşüncesi basit bir semboller düalizmine yaslanmaktadır. Bunu iki farklı dil ve kavramsal kullanımdan görebiliriz. Örneğin bir kesim devlet olanaklarına yaslanan aydınların şekillendirdiği çağdaş “bir düşünceyi” savunurken; öteki kesim de münevverlerin cemiyetin imkânlarıyla beslendiği muhafazakâr “bir fikriyatı” korumaya çabalamaktadır. Kelimelere ve kavramlara kadar sirayet eden ve “bir deli gömleği” gibi tüm toplumsal ilişkileri kuşatan bu ikilikler aslında Türk düşüncesinin tıkanıklığını da sembolize eder. Semboller etrafında şekillenen bu kutuplaşma aslında yüzleşilen tehditler karşısında gerçek bir düşüncenin inşasında da ciddi bir nakısa meydana getirmiştir. Türkiye’de düşünce yaşamı bir değilleme üzerinden yürüdükçe ilk iki ana özelliğin gerektirdiği meydan okumaları aşağıya çeken bir sahte yüzleşme meydana getirmektedir. Bu semboller savaşının esas sebebi tarih etrafında meydana gelen kopmalardır. Yukarıda anlatıldığı gibi ana özelliği yukarıdan buyurgan bir şekilde bürokratik enstrümanlarla toplumsal ve fikrî alanı şekillendirmeye çalışmak olan modernleşmeciliğin 1930’lardan itibaren yeni bir ulusal kimlik inşa etmek için büyük bir tarihsel ve fikrî kopuşu çağdaş düşüncenin merkezine yerleştirmiş olması ve bunu da başaramamış olması sembollerle örülü (sembolik) bir modernliğin biçimlenmesine yol açmıştır. Aynı şekilde ana refleksi modernleşmeciliğin geniş çaplı ve bütüncül değişimine karşı direnmek olan muhafazakârlık da kurumsal zeminleri kaybetmiş olduğu için tarihle ve geleneksel düşünceyle olan bağını sürdürememiş ve gittikçe sembollerle örülü bir düşünceye evrilmiştir. Bugün Türk düşünce hayatında bir semboller çatışması yaşanmakta ve asıl büyük meselelerin ele alınmasına imkân vermeyecek bir ikilik düşünceyi bağlamaktadır.
Siyasi ve İktisadi Belirleyicilik
Son olarak siyasi ve iktisadi gelişmelerin Türkiye’de çağdaş düşüncenin oluşumunda ve dönüşümlerinde önemli bir payı mevcuttur. Modernleşmenin temel gündemi “devleti kurtarmak” olunca “askerî bir modernleşme” söz konusu olmuştur. Türkiye’de ordunun modernleşme sürecindeki merkezi ve itici rolü sadece teknik alanda değil, bürokratik ve siyasi alanda da önemlidir. Bu anlamda ordunun siyasal yaşama müdahaleleri Türkiye’de düşünce yaşamının şekillenmesinde belirleyici köşe taşlarını oluşturur. 1960, 1971, 1980, 1997, 2008, 2016 yıllarındaki askerî darbeler, muhtıralar veya darbe girişimleri toplumsal ve siyasal yaşamı derinden etkileyen gelişmeler olarak tarihe geçmiştir. Bunlar arasında özellikle 1960 ve 1980 darbelerinin doğrudan ve 1971 ve 1997 muhtıralarının dolaylı etkileri mevcuttur. Bu etkiler toplumsal alanda özerk ve özgün bir düşüncenin şekillenmesine ve uygulamada test edilmesine fırsat verilmemesi ile açığa çıkar. Askerî müdahaleler ile sürekli bir “balans ayarı” ile karşı karşıya kalan düşünce yaşamı rotasını şaşırmıştır. Bazen de bu müdahaleler toplumsal ve siyasal bir zemini olan düşünceleri baskılayarak suni bir biçimde başka düşüncelerin ortaya çıkmasına da alan açabilmiştir. Böylece her seferinde bir kökleşme ve süreklilik sorunu kendisini göstermektedir. Bu yönleriyle Türkiye’de çağdaş düşüncenin bir köken ve devamlılık sorunu yaşadığı belirtilmelidir.
Çağdaş Türk Düşüncesini Dönemlendirmek
Jacques le Goff, “Tarihi dönemlere ayırmalı mıyız?” sorusuna “anlamak ve takip etmek için evet” yanıtını verir. Bu anlamda dönemselleştirme gelişmelerin izlenmesi ve anlaşılır kılınması için elzem gözükmektedir. Ancak tarihte dönemlerin değil, dönemselleştirmelerin olduğunu unutmadan bunu yapmak gerekmektedir. Hele söz konusu başlangıç ve bitişlerin, değişim ve dönüşümlerin çok da kolay ve açık bir biçimde takip edilemediği düşünce tarihi söz konusuysa o zaman dönemselleştirme hususunda daha titiz olmak gerekir. Bazen anlaşılır kılmak üzere yapılan bir tercih, meselenin kavranmasını daha da zorlaştırabilir.
Türkiye’de siyasal gelişmelerin düşünce yaşamı üzerinde çok ciddi bir etkisi vardır. Siyasal atmosfer ve kamusal tavırlar düşüncenin alacağı formları tayin etmesi bakımından entelektüel tarihle ilgili çalışmalarda dikkatle değerlendirilmelidir. Bu anlamda kritik bazı tarihsel dönemeçler etrafında değerlendirmeler yapılabilir. Çağdaş Türkiye tarihine dair klasik siyasi dönemlendirmeler üç kritik tarih etrafında yapılmaktadır: 1923, 1950 ve 1980. Ancak düşünce tarihi için yeterli olmayan bu dönemlendirme aslında siyasi tarihi açıklamak bakımından da yeterince işlevsel değildir. Düşünce yaşamı üzerinde çok önemli etkileri de olsa siyasi tarih eksenli dönemselleştirmelerin düşünceyi “salt siyasi ideolojilere” indirgeme gibi bir sorunu da mevcuttur. Halbuki bir Türkiye’de ele alınan düşünceler her zaman ilişkili oldukları siyasi ideolojiden daha geniş bir sınıra sahiptir. Bu sebeple düşünce yaşamını analiz etmek üzere yeni bir dönemselleştirmenin yapılması gerekmektedir.
Türkiye’de düşünce tarihini Osmanlı son dönemini de dikkate alarak gelişim seyri, ana gündemleri, eser verme biçimleri ve tartışmaların içeriği bakımından altı dönem çerçevesinde toparlamak mümkündür: (i) 1860’lardan 1923’e erken modernleşme dönemi, (ii) 1923-1945 arası ulus inşası dönemi, (iii) 1945-1960 arası farklılaşma dönemi, (iv) 1960-1980 arası fraksiyonel çeşitlenme dönemi, (v) 1980-2000 arası çoğulculaşma dönemi ve (vi) 2000 sonrası küreselleşme ve neoliberalizasyon dönemi. Bu dönemselleştirme düşünce yaşamına yön veren temel fikrî şekillenme ve tekil tartışmaların ardındaki ana etkenlerin bir analizi çerçevesinde yapılmıştır. Şimdi sırasıyla bu dönemlerin özelliklerini, gündemlerini ve temsil edici fikirlerini dönemler arasındaki geçişlerdeki dinamikler ve dönüşümlerle birlikte inceleyelim.
Erken Modernleşme Dönemi (1860’lardan 1923’e)
Osmanlı Devleti 1830’larda yeni bir teşkilat sistemine geçince yeni bir okumuş tipi de belirginleşmeye başlamıştır. Medreseden yetişen bürokrat ve ulemanın temsil ettiği eski okumuş tipinin yanında Batılı eğitim alan, yeni türlerde eserler veren, Avrupa’yı takip ederek düşüncesine mesnet haline getiren bu yeni aydın tipi 1860’lardan itibaren daha belirgin bir biçimde kendisini göstermiştir. Özellikle gazete bu anlamda çok önemli bir etki sahibidir. Kendisini Genç Türkler ya da Yeni Osmanlılar olarak adlandıran bu aydınlar Avrupai kavramlarla düşünmektedir. İslam düşüncesinden faydalanma arayışı bazılarında öne çıksa da genellikle sentezci bir tavra sahip oldukları görülür. Bu dönemde geleneksel ulema ile yeni aydınlar arasında bir farklılaşma ve yer yer de bir çatışma söz konusudur. Ulemanın çok küçük bir kesimi başlangıçta bu kamusal aktivitelere meyletmiştir. Ancak zamanla düşüncenin ana gündeminin yeni unsurlar etrafına kayması ile ulemanın da özellikle II. Meşrutiyet ile birlikte tartışmaların içinde yer aldığı görülmüştür. Bu ikilik aslında düşünce yaşamının gelişimini sekteye uğratan bir etkiye sahiptir ve daha sonra kısmen aşılsa da Türk düşüncesinde hep varlığını korumuştur. Bu dönemde öne çıkan mesele ve tartışmalar devletin modernleşmesi etrafında seyretmektedir. Entelektüel gündemde Avrupa’da ortaya çıkan yeni kavram, fikir ve sistemleri aktarma ve adapte etme arayışları belirleyicidir. Bu anlamda iki kavramın çok belirleyici olduğu görülür: Hürriyet ve meşrutiyet. Bunlardan ilki olan hürriyet kavramı belki de başlı başına tüm Batılı moderniteyi temsil eden bir içeriğe sahiptir. Hürriyet kavramı bir taraftan siyasi olarak yeni bir sistem tasavvurunu beslerken bir taraftan da sosyal olarak farklı bir birey tipini ve sosyal ilişkiyi anlamlandırmaktadır. Dolayısıyla hürriyet kavramı yeni entelektüellerin düşünme biçimini ve yönetime katılma taleplerini karşılamaktadır. Nihayetinde devletin yerleşik elitleri tarafından tepkiyle karşılansa da nihayetinde bu yönde gelişmeler devam etmiş ve meşrutiyet ilan edilmiştir. Meşrutiyet, Osmanlı aydınlarının devletin sistemini düzenleme ve düzeltme arayışlarının bir neticesi olarak Batı’dan aktardıkları ve meşveret gibi İslami kavramsallaştırmalarla besledikleri bir sistem önerisi olarak karşımıza çıkar. Devletin ve toplumun yeniden tanzim edildiği bir dönemde meşrutiyet geçmişten kopmadan (hanedanlığı sürdürerek) yeni bir sistem oluşturma arayışını resmeder. Ancak bunun ne entelektüel ne de sosyal temelleri Osmanlı toplumunda mevcut değildir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti bu sistemi bir türlü tam olarak işletemeden ömrünü tamamlamıştır. Ancak yine de bu deneyim ve girişimler Modern Türkiye’de bir hafıza ve birikimin oluşumunu önemli bir düzeyde beslemiştir.
Özellikle II. Meşrutiyet dönemi her bakımdan çok canlı bir düşünce yaşamına ev sahipliği yapmıştır. Belki de çağdaş dönemde bu zamanki kadar canlı, birbiriyle diyalog halinde ve kurucu bir düşünce yaşamı bir daha gerçekleşmemiştir. Muhalefet hareketinin başarıya ulaşıp, Meşrutiyet sistemi tekrar geri getirildiğinde imparatorluğun Kahire, Konya, İstanbul gibi önemli şehirlerinde gazeteler yayımlanmaya başlamış, matbaalar ardı ardına eserler basmaya girişmiştir. Bu canlanmada şüphesiz devletin geleceğine dair tartışmaların çok ciddi bir etkisi vardır. Bu ortamda üç ana fikrî tavrın ortaya çıktığı ve gittikçe ekolleşerek kendi fikrî çerçevelerini inşa ettikleri görülmektedir. Bunlardan ilki Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin etkin olduğu Türk Yurdu çevresinde kümelenen Türkçü/Turancı görüştür. Başlangıçta Osmanlılıktan kopmasa da zamanla imparatorluğun da dağılması ile özellikle Balkan Harpleri’nin etkisiyle daha milliyetçi bir çizgiye doğru evrilmiştir. Bir diğer görüş ise Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Celal Nuri ve Tevfik Fikret gibi isimlerin temsil ettiği İçtihat Dergisi etrafında oluşan Batılılaşmacı-modernleşmeci görüştür. Bu görüş daha radikal ve kesin bir modernleşme taraftarıdır ve sadece devletin değil toplumun da dönüştürülmesini talep etmektedir. Bu ikisi daha sonra birleşerek Cumhuriyet düşüncesini teşkil etmişlerdir. Üçüncü görüş ise devletin ve toplumun İslami prensiplere göre düzenlenmesi gerektiğini savunan İslamcılıktır. Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Eşref Edip, Babanzade Ahmet Naim gibi isimlerin Sebilürreşad/Sırat-ı Müstakim etrafında oluşturdukları bu görüşün ana gündemi İslam düşüncesinin yenilenmesidir.
Farklı toplumsal ve siyasal dinamikler üzerine kurulmuş bulunan devletin yıkılmakta oluşu, daha önce kurulmuş olan ilişkilerin sürdürülemeyişi gibi etkenler çerçevesinde şekillenen Meşrutiyet düşüncesindeki ortak nokta, modernleşme ve yenilenme arayışlarıdır. Meşrutiyet düşüncesi tüm problemlerine rağmen hem geçmişle hem de bugünle bir etkileşimi temsil eder. Bu etkileşim bir taraftan klasik İslam düşüncesinde eleştirel bir yenilenme arayışını temsil ederken bir taraftan da modern düşünce ile girilen bir diyalogu içermektedir. Dolayısıyla sentezci bir kabiliyet ve düzenlemeyi içermesi bakımından bazen sentetik kalsa da içerisinde bir orijinallik de barındırır. Özellikle bu dönem fikir adamlarının en gelenekselinden en B atıcısına kadar şu iki hususta hemfikir oldukları görülür: Fikrî yenilenme ve toplumsal inşa. Bu dönemde farklı düşünceleri birbirinden ayıran ana etken ise bu yenilenmenin metodu ve dayanağına dairdir. Bir kesim eskiyi olabildiğince terk ederek yeni bir düşünce inşa etmeye, bir başka kesim de eskiyi olabildiğince koruyarak bir düşünce inşa etmeye yönelmiştir. Bu iki ucun arasında farklı tonlara sahip geniş bir ıslahçı düşünce bulunmaktadır.
Ancak hem modern düşünceyi hem de İslam düşüncesini eleştirel bir gözle değerlendirerek yeni bir düşünce oluşturma çabası Cumhuriyet sonrasında baskılanmayla kesintiye uğradığı için bütüncül anlamda başarıya ulaşamamıştır. Ancak ilerleyen zamanlarda Türkiye’de ıslahçı bir gündem ve yenilenme arayışını temsil eden entelektüel grupların oluşumuna temel teşkil etmesi bakımından kurucu bir önemi haizdir.
Ulus İnşası Dönemi (1923-1945)
Cumhuriyet, Türkiye tarihinde sadece yönetim modelinin dönüşümü anlamına gelmez. Aynı zamanda Cumhuriyet ile birlikte gittikçe radikalleşen bir modernleşme ve Batılılaşma yönelimi söz konusudur. Ziya Gökalp’in şahsında temsil edilen Batıcı-Türkçü sentez Cumhuriyetin kurucu fikri olmuştur. Cumhuriyetin bu fikrî yönelimine zemin teşkil eden ana etken hiç şüphesiz Osmanlı’daki gibi çok çeşitli ilişkilerin azalmış olması ve etnik olarak iyice homojenleşmiş bir toplumun oluşmuş olmasıdır. Bu sebeple Cumhuriyet düşüncesi son dönem Osmanlı düşüncesinde olduğu gibi farklılıkları hesaba katan ve sentezleyici bir düşünce olarak değil, daha monolitik bir yapıda kendisini kurmaya yönelmiştir. 1923 sonrası dönemde düşünceye yön veren esas etkenler Osmanlılıktan kopma çabası ve ulus inşasıdır. Ulus inşasının yeni devletin karakteri ile yakından ilişkili olduğu görülmektedir. Bir dağılma sonrası kurtarılan bir toprak parçası üzerinde yoğun göçlerle oluşmuş bir toplumu homojen bir kimliğe kavuşturmak üzere Cumhuriyet eliti bir ulus inşasına girişmiştir. Cumhuriyet eliti, bunu Osmanlılıktan kopuşun bir fırsatı gibi görmüştür. Bu dönüşüm seküler kimlik etrafında inşa edilmiş ve böylesi büyük bir dönüşümü gerçekleştirmek için de aşırı baskıcı ve merkeziyetçi bir tavır benimsenmiştir. Bu sebeple 1923’ten sonraki dönemi giderek merkeziyetçileşen bir siyasi yapı ile buna eklemlenen bir fikrî yapının tesisi söz konusudur. Bu dönem çağdaş Türk düşüncesinin geçmişten koparılmaya ve yeni kurumsallaşmalar içerisinde çağdaş bir düşüncenin inşa edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Radikal modernleşme, bir taraftan Batılılaşmayı tek ve bütüncül bir yol olarak önerirken öte taraftan bir ulus inşası ve milli bir kimliğin oluşturulması arayışı çerçevesinde bir tarihsellik kurmaya çabalamıştır. Osmanlı’yı ve İslami kimliği paranteze alarak ve İslam öncesi kimliğe dönerek kurulmaya çalışılan bu suni tarihsel kimlik bütüncül olarak kurulamayıp zamanla terkedilse de etkileri kalıcı olmuştur. Bu dönem Türk düşüncesinde resmi olarak Batıcılık egemendir ve diğer görüşler yeterince kamusallaşma imkânı bulamamaktadırlar. Batılılaşmacı siyaset içinde Türkçülük, Kemalizm, liberalizm ve sosyalizm şeklinde dört ana görüş birbiri ile rekabet halindedir. Daha sonra resmi ideolojinin bu görüşleri bir araya toparlayıcı etkisi ortadan kalkınca bu görüşler de birbirinden koparak ayrı düşünce ekollerine dönüşmüştür.
Ulusun etnik temellerde modern normlar etrafında inşası temelinde Osmanlı düşüncesinden kopuş arayışı ile şekillenen bu erken dönem Cumhuriyet düşüncesi, zamanla bu hususta başarılı olamayacağını fark ederek Osmanlı modernleşme düşüncesine dönüş gerçekleştirmiştir. Bu anlamda 1939’da Tanzimat’ın yüzüncü yılı münasebetiyle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çıkarılan iki ciltlik derleme eser Tanzimat düşüncesi ile bir süreklilik kurma arayışını gösterir. Genç Cumhuriyet her ne kadar kendisine yepyeni bir düşünce zemini kurmak istese de bu anlamda gerekli kadroları ve fikrî çerçeveyi net bir şekilde oluşturamamıştır. Tedrisatın bütüncül olarak yenilenmesi, medreseler gibi alternatif müesseselerin kapatılması, tarikatlar gibi farklı düşünce mecrası oluşturacak oluşumların bastırılması, üniversitelerin modernleşmenin fikrî altyapısını kuracak şekilde reforme edilmesi, matbuat ve neşriyatın sıkı bir sansüre ve kontrole tabi tutulması, yurtdışına öğrencilerin gönderilmesi, kamusal alandaki düşüncenin Halkevleri gibi müesseseler eliyle seküler bir formda inşa edilmesi yeni bir düşüncenin kurulması için yeterli olmamıştır. Bu dönemde yakın tarih ile bir hesaplaşma içerisinde dil, hukuk, eğitim alanındaki devrimler ve kamusal yaşamdaki pek çok sembolün yenilenmesi ile bir kopuş ideolojisi şekillenmiştir. Bu kopuş ideolojisi bir taraftan da yeni bir “tarihin inşası” arayışını beraberinde getirmiştir. Bu dönemin en temsil edici entelektüel gündemi “Cumhuriyet Devrimi”ne bir ideoloji oluşturma ve Türk dil ve tarih tezleri etrafındaki kimlik oluşturma çabalarıdır.
Osmanlı son döneminde yetişmiş elitlerin önemli bir kısmı da Cumhuriyetin erken dönem düşüncesinin oluşturulmasında rol ve görevler üstlenmiştir. Bunlardan bir kısmı tamamıyla kendisini yeni ulusal kimliğin ve düşüncenin oluşumuna adasa da önemli bir kısmı kendi düşüncesini korumaya devam etmiştir. Bu anlamda 1940’larda tek parti yönetiminin gevşemeye başladığı ve 1945 sonrasında artık çok partili hayata geçişle birlikte rahatlamaya başlayan fikrî kamuoyunda farklı fikir ve düşüncelerin belirginleşmeye başladığını görmekteyiz. 1945-1960 arasındaki bu dönem fikrî açıdan her yönüyle bir farklılaşma dönemidir.
Farklılaşma Dönemi (1945-1960)
1945 sonrası dönem Çağdaş Türk Düşüncesinde bir farklılaşmayı temsil etmektedir. Daha önce Kemalizm’in şemsiyesi altında birbiri ile rekabet eden ve onun farklı kolları gibi görünen liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk, muhafazakârlık yukarıdaki siyasi şemsiye zayıflayınca birbirinden farklılaşmaya başlamışlardır. Aslında bu dönem bir taraftan tek partili siyasal sistemden çok partili bir siyasal sisteme geçişin sarsıntıları, bir taraftan İkinci Dünya Savaşı’nın oluşturduğu ekonomik ve sosyal sarsıntılar, aynı zamanda dünya sisteminin değişmesi ve Türkiye’nin Sovyetlerle sürdürdüğü 25 yıllık iyi ilişki politikasını devam ettirememesi sebebiyle kapitalist Batı blokunda yer almaya başlaması gibi etkenlerle önceki dönemden radikal bir farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Aslında bir taraftan da bu dönem 1925’ten itibaren yer altına, kabına çekilmiş olan fikrî akımların yeniden gün yüzüne çıkmaya başladıkları bir dönemdir. Dergi ve yayınevi sayıları yeniden artmış, edebi ortam canlanmaya başlamış, üniversite çevreleri hareketlenmiştir. Ancak Türkiye’de devletin bu tür geçiş zamanlarında verdiği tepki bir kez daha ortaya çıkmakta gecikmemiştir: Baskı ve sindirme yoluyla düşünce yaşamını denetim altına alma gayretlerinin öne çıkmıştır. Bu dönem genellikle tek parti sonrası çok partili hayata geçilmesi sebebiyle demokratik bir görünüm arz etse de basına, düşünce yaşamına, üniversitelere ciddi baskıların devam ettiği bir zamandır.
1950’lerden itibaren Soğuk Savaş’ın, Türk entelektüel hayatı üzerinde çarpıcı etkilerini görürüz. Bu etki ile antikomünizm çerçevesinde devlet ideolojisinin biçim değiştirerek sağ ve sol Kemalizm olarak iki ayrı kola ayrılması söz konusu olmuştur. Bu kopuş uzun vadede Türkiye’de Kemalizm’in toplumsal dinamiklerini kaybederek bürokratik bir ideolojiye dönüşümüne neden olmuştur. 1950’lerin Türk düşüncesinde bir kırılma oluşturduğu, meşrutiyet dönemindeki düşüncelerin çeşitlenerek ve tazelenerek siyasal ve fikrî hayata geri döndüğü ancak aynı zamanda bu dönemin Türk düşünce tarihi çalışmalarında kayıp halkaya tekabül ettiği hususunda bir uzlaşma bulunmaktadır. Nedense bu dönem ile ilgili çalışmalar genellikle birkaç isim ve yayın etrafında gerçekleştirilmekte ve diğer çeşitlenmeler dikkatlerden kaçmaktadır. Hâlbuki 1950’ler her bakımdan çağdaş Türkiye’nin kurulduğu bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde yeni bir düşünce ile ilgili dikkat çekici gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde iktisadi anlayış değişmiş, hızlı sanayileşmeye bağlı olarak hızlı bir kırdan kente göç ve şehirleşme gerçekleşmiş, devlet yeni işlevleri ile ortaya çıkmaya başlamıştır. Ülkenin hızlı sanayileşmesi ve kentleşmesi hem yeni sosyal problemlerin ortaya çıkmasına hem de bu problemler etrafında yeni düşüncelerin şekillenmesine yol açmıştır.
Bu açıdan özellikle uygulanan liberal kalkınma siyasetine bağlı olarak o zamana kadar Türkiye’yi yöneten bürokratlardan farklı toplumsal, politik ve iktisadi özellikleri ve yönelimleri olan yeni bir sınıf olarak burjuvazinin gelişimi önemlidir. Ayrıca demokratik seçimlerin yapılmaya başlanması ile birlikte önceki dönemde bastırılmış olan yerel eşraf ve esnafın da yeniden siyasal sahneye geri döndüğü görülür. Bu dönüş neticesinde çeşitli İslami grupların kamusal alanda görünürlük kazanması ile birlikte uzun vadeli bir fikrî inşa çalışması da başlamıştır. Bugünkü pek çok dinî grup ya eski bir dinî grubun faklı bir formudur ya da yeni toplumsal yapı içinde belirginleşen ihtiyaçlara yönelik olarak yeni bir yapı olarak şekillenmiştir. Bu dönemde Müslüman ülkelerin sömürgesizleşmesi ile birlikte farklı ilişkiler yeniden kurulmaya başlanmış ve bir fikrî etkileşim yeniden oluşmuştur. Aynı zamanda sol ve liberal düşüncenin geliştirdiği yeni fikirler Türk düşünce yaşamında bir çeşitlenme ve canlanma meydana getirmiştir. Gündeme gelen bu yeni düşüncelerin daha sonraki fikrî ve entelektüel yaşamın temeli olduğu hususunda geniş bir fikir birliği mevcuttur. 1960’ta bir askerî darbe ile sonlanan bu dönem devamındaki dönemde çeşitlenmeye temel teşkil edecek biçimde büyük bir farklılaşmayı da bünyesinde barındırmaktadır.
Fraksiyonel Çeşitlenme Dönemi (1960-1980)
1960 sonrası Türk düşüncesinde yaşanan hızlı çeşitlenme II. Meşrutiyet dönemini andırır. Bir darbe ile başlayan ve Kemalist bir restorasyonu bünyesinde barındıran bu dönemde hem yeni düşünceler daha hızlı bir biçimde kamusallaşmış hem de mevcut düşünceler kendi içinde çeşitlenmiştir. Siyasal hareketliliğe paralel olarak yayın dünyasının gelişimi, şehirleşmeye bağlı olarak eğitime erişimin genişlemesi, üniversite sayısının artması ile birlikte fikrî cereyanların yayılımı ile bu dönem canlı bir fikrî hayatın ortaya çıkması söz konusu olmuştur. 1960’lar iki düşüncenin kamusallaşması açısından önem arz eder. 1920’lerde temelleri ortaya çıkan, 1940’lardan beri akademide mayalanan sol düşünce 1960’larda Türkiye İşçi Partisi eliyle siyasi bir parti ve doğmakta olan sendikalar eliyle sosyal bir hareket ve üniversitelerde oluşan kulüpler, yayımlanan dergiler ve kurulan dernekler, yayınevleri eşliğinde entelektüel bir fikriyat olarak yükselişe geçmiştir. 1960’lar boyunca dünyadaki bağlama da uygun bir biçimde gelişim gösteren sol, 1970’lerde çeşitli fraksiyonlara ayrılmış ve bir çeşitlenme yaşamıştır. Benzer bir durum İslamcılık için de geçerlidir. 1908’den beri oluşum halinde olan İslamcılık, tek parti döneminde baskılandıktan sonra, 1950’lerde yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. 1960’larda ilahiyat fakülteleri, imam hatiplerin gelişimi ile bir entelektüel zemin bulan İslamcılık, gelişen geleneksel dinî yapılar eliyle de topluma ulaşma imkânlarına erişmiştir. 1960’larda sayıca artan ve söylem alanı olarak genişleyen yayınlar vasıtasıyla İslamcılık bu dönemde kamusallaşmıştır. 1960’ların sonunda Milli Nizam Partisi’nin kurulması ile siyasal bir çehreye kavuşan İslamcılık, bu dönemde dinî gruplar arasında yaşanan ayrışmalarla da bir çeşitlenme seyrine girmiştir. 1950’lerde Demokrat Parti’nin yerleşik siyasal ve bürokratik elite karşı Soğuk Savaş jargonunun da etkisiyle sağa yanaşmasına bir tepki olarak Kemalizm 27 Mayıs sonrasında solun yükselişine de zemin hazırlayacak şekilde sola yaklaşmıştır. Bu yakınlaşma, milliyetçiliğin müstakil bir düşünce ve siyasi hareket olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Milliyetçiliğin kimlik arayışı ile geçen bu dönemde 1930’lar boyunca üretilen ulus temelli milliyetçiliğin yanında dini de milletin bir unsuru olarak gören yaklaşımlar yeşermeye başlamıştır. Böylece bu dönem milliyetçiliğin de çeşitlendiği bir dönemdir. 1950’lerde Demokrat Parti eliyle sentezlenen liberalizm ve muhafazakârlık arasındaki ilişki 1960’larda Kemalist blokun farklılaşmasına bağlı olarak çözülmeye başlamıştır. Bu dönem gevşek bir birliktelikle birbirini besleyen bu iki eğilim İslamcılığın yükselişi ve muhafazakârlığı sorgulamaya başlaması ile birlikte iyice dar bir alanda sıkışmıştır. Gevşeyen ve çeşitlenen bu milliyetçi sentez 1980 sonrasında diğerlerinin bastırılmasına bağlı şekilde yeniden mayalanarak bir yükseliş yaşayana kadar Türk düşüncesinde bir dip akıntısına dönüşmüştür.
1960’larda Türkiye’de İslamcılık yükselmiştir. Meşrutiyet dönemi kökenlerine dayanan İslamcılığın bu yenilenmiş biçimi, İslam dünyasındaki fikrî ve siyasi gelişmelerle yakından ilişkilidir. Bu dönemde Türk İslamcıları, Pakistan’dan Cemaati İslami’den ve Mısır’dan Müslüman Kardeşler’den ciddi bir etkilenme ile önemli bir fikrî zemin oluşturmuşlardır. Bu dönemde Urduca ve Arapçadan çok sayıda kitap çevrilmiş ve İslam’a dayalı bir toplumsal, siyasi ve iktisadi düzen anlayışı bir alternatif olarak sunulmaya başlanmıştır. Kemalizm ve komünizm karşıtlığı ile şekillenen İslamcılık başlangıçta reddiyeci bir fikriyat olarak şekillense de gittikçe tarihsel kökenlerin bir yorumu toplumsal olarak kökleşmeye başlamıştır. Bu anlamda yükselen siyasi İslamcılığın yanı sıra bünyesinde daha folklorik öğeler taşıyan dinî grupların da bu dönemde kamusallık kazandığı görülmektedir. Özellikle Soğuk Savaş’ın açmazları karşısında batılılaşan seküler seçkinlerin ikilemi bu grupların siyasal alanda da bir alan bulmalarına yol açmıştır. Zira kırsal kesimin dindarlığına ayak uydurmaya istekli merkez sağ siyaset aynı zamanda geleneksel dinî gruplara da alan açmıştır. Kaynağını İslamcılıktan alan bu iki akım zaman zaman birbirini desteklese de uzun vadede bir çatallanmaya yol açmıştır. Özellikle 1980’lerden itibaren küçük İslamcı grupların bir “Halk İslamı” eleştirisi ile ortaya çıkmalarının arka planında bu geleneksel grupların devletle girdiği muhafazakâr ittifak yatmaktadır. Dolayısıyla aslında Soğuk Savaş ikilemleri Türkiye’de sadece solun halktan kopmasına değil İslamcılığın da bir alan bulamamasına neden olmuş, merkezde devletle uyumlu bir kitlenin ve düşüncenin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Çağdaş Türk düşüncesinde 1970’ler her bakımdan hareketli bir dönemi teşkil eder. Öğrenci ve işçi hareketlenmelerine bağlı olarak gelişen yeni düşünceler siyasal yaşama da yansımaktadır. Siyasetin istikrarsızlaştığı ve sokak olaylarının formel siyasetin önüne geçtiği bu dönem tüm fikrî hareketlerde bölünme ve dağılmalara şahitlik etmiştir. Bu dönem düşünce yaşamını solda ve sağda “tarih tartışması” yönlendirmektedir. Uzak ve yakın tarihe eleştirel bir bakışla güncelin arkasındaki süreç ve yapıları tespit etmeye yönelik girişimler canlı bir fikir ortamının şekillenmesine yol açmıştır. Özellikle Osmanlı toplum tipine dair yürüyen tartışmalar bir taraftan toplumsal yapının tarihten kopuk olamayacağına dair bir bakış üretirken bir taraftan da güncel siyasal oluşumların tarihle sentezlenerek yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Aslında düşüncede süreklilik kurma çabalarının bu dönem için belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Bu dönemde düşüncedeki çeşitlenmelere bağlı olarak sentezleme girişimlerinin de geliştiği görülmektedir. Bu dönemin belki de en temsil edici figürü Cemil Meriç’tir. Onun geleneğin ve geçmişin önemine yaptığı vurgu ve toplumsal bir dayanışma ve kimlik oluşturacak çağdaş bir düşünce arayışı bu dönemin görünümünün özel bir kesitini sunar. Bu arayışlar sonraki döneme devredilemeden 1980’de bütün bu çeşitlenmeleri boğacak bir darbe ile sonlanmıştır.
Çoğulculaşma Dönemi (1980-2000)
1980 darbesinin siyasal sonuçları kadar entelektüel sonuçları da önemlidir. 1960’larda başlayan ve gittikçe kendi içinde olgunlaşarak gelişen fikrî tartışmalar büyük bir kırılma ile sona ermiştir. Askerî darbenin siyasal yaşamı tatil ederek bütün fikrî hareketleri baskıladığı bu dönemde değişen iktisadi yapıya bağlı olarak düşünce dünyasının da “renklenmeye” başladığı görülmektedir. Devletin yeniden organizasyonuna bağlı olarak yaşanan liberalizasyon kendisine muhafazakâr-liberal söylemde bir temel bulmuştur. Köklü fikir hareketlerinin yayınlarının kapatılması ve temsilcilerinin yasaklanması ile birlikte 1980 sonrasında daha popüler yönelimli bir düşünce hayatı meydana çıkmıştır. Basının ve yayın dünyasının “renklenmesi” ile gösterişçi bir tüketimin beslediği bir düşünce kendini göstermiştir.
1980’lerin sonu 1990’ların başından itibaren kimlik ve kültür tartışmaları etkin olmaya başlamıştır. Bu tartışmalara etki eden en önemli unsur yeni bir toplumsal uzlaşma arayışıdır. 1980’lerin “ütülenmiş düşüncesi” biraz da zeminin düzleşmesine bağlı olarak çoğulcu bir görünüm kazanmıştır. Soğuk Savaş’ın bitişinin oluşturduğu küresel gelişmelerin de etkisi ile kapsamlı siyasal ideolojilerin yavaş yavaş yumuşadığını ve feminizm, çevre hakları, kentsel hareketler, insan hakları gibi daha mikro sosyal hareketlerin yükseldiğini görmekteyiz. Bu dönemde yeni bir siyasal konsensüs arayışı benim “yeni sözleşmecilik” olarak adlandırdığım ikinci cumhuriyet tartışmalarına zemin oluşturmuştur. Biraz da 1980 sonrası darbe ortamında iyice baskıcı yüzünü gösteren Kemalizm’in bir eleştirisi üzerinden ortaya çıkan bu kimlik tartışmaları muhalif kesimleri birleştiren geçici bir konsensüs oluşturmuştur.
1990’larda Türk düşüncesine yön veren diğer bir tartışma ise kültür etrafında gerçekleşir. Kültürün bütün anlamlarıyla ele alındığı bu tartışmalarda bir taraftan mevcut toplumsal evreni kuran ve kuşatan bir “geleneksel kültür” arayışı söz konusu iken bir taraftan da sosyal olarak inşa edilen ve değişimin bir temeli olarak konumlandırılan bir “çağdaş kültür” inşa çabası öne çıkar. Dolayısıyla 1990’lardaki kimlik tartışmalarının art alanını teşkil eden bir “iki kültür” çatışması da kendisini göstermektedir. Medeniyetçi söylemin yeniden harekete geçirdiği ve modern düşüncenin bir eleştirel yorumu ile kendisini yeniden kuran bir İslami kültür ile devlet merkezli modernleşme tarihinin bir eleştirisi ile yükselen piyasacılık içerisinde kendisini kuran bir “çağdaş kültür” arasındaki mücadele önce devletin çağdaşlık lehine müdahalesi ile bir kopuşa ve akabinde de küreselleşme ve neoliberalizasyonun oluşturduğu çekim kuvvetiyle bir senteze evrilmiştir. Genellikle iktisadi, siyasi ve fikrî bakımdan “kayıp bir on yıl” olarak adlandırılan 1990’lar aslında darbe ile siyasal zeminini, Soğuk Savaş bitişi ile de entelektüel iklimini kaybeden eski düşünce formlarının çoğullanması ile şekillenen bir dağılma ve yön arayışı dönemidir. Bu dağınıklık ve çoğulluk sonraki dönemin kurucu zeminini oluşturmuştur.
Küreselleşme Dönemi (2000 sonrası)
İçinde bulunduğumuz bu son dönemin başlangıcını aslında 1999 olarak belirlemek yerinde olacaktır. Bin yılın dönüm noktası Türkiye açısından da yepyeni dönemeçlerin başladığı bir tarih olmuştur. Birbiri ardı sıra gelen sosyal, siyasal, iktisadi ve tabii olaylar bu yılı büyük bir kırılma anına dönüştürmüştür. 28 Şubat süreciyle başlayan baskıcı bürokratik devlet modelinin artık daha fazla devam edemeyeceği ve Soğuk Savaş’ın bitimi ile bocalamaya başlayan Türkiye’nin kendisine artık yeni bir yön çizmesi gerektiği hususu iyice belirginleşmiştir. Abdullah Öcalan’ın ele geçirilmesi ile başlayan askerî süreç; AB üyelik sürecinin başlaması ile bir siyasi sürece evrilmiştir. IMF ile yapılan “stand by” anlaşması ile neticelenecek iktisadi kriz ekonomik yapıda büyük sarsıntılar oluşturmuştur. Yine aynı yıl içinde 17 Ağustos Depremi ile devlet bürokrasisinin çöküp sivil alanın kendi kendine işlerin altından kalkması büyük dönüşümleri tetikleyen bir unsurdur. Pek çok açıdan bir kriz ile girilen 2000’ler aynı zamanda Türkiye’nin önünde büyük bir açılım ile başlamıştır. 2002’de AK Parti’nin büyük bir başarı ile iktidara gelişi ve akabinde hızla başlayan siyasette ve bürokrasideki demokratikleşmeyi, ekonominin küresel süreçlere uydurularak dönüştürülmesi takip etmiştir. 2010 yılına kadar devam eden bu değişim süreci Türkiye’de büyük bir ekonomik büyümenin ve aynı zamanda siyasal rahatlamanın yaşandığı bir dönemdir. Neredeyse 2000 sonrasının tamamını bir tek parti iktidarında istikrarlı bir şekilde geçiren Türkiye’de düşünce yaşamında bu dönemde öne çıkan yönelim bir taraftan küreselleşme ve neoliberalleşme olurken bir taraftan da buna tepki olarak yükselen milliyetçilik(ler) olmuştur. Değişen medya ve yayın düzeni, genişleyen üniversite alanı, artan araştırma ve geliştirme faaliyetleri, dünya ile daha geçişken bir fikrî üretimin ortaya çıkması tabii olarak düşüncenin evrenini genişletmiş ve odağını çeşitlendirmiştir. 2000 sonrasında düşünce hayatında belirginleşen iki ana temayül mevcuttur. Bunlardan birisi liberalleşme temayülüdür. 1990’larda yavaş yavaş eski kapalı yapılarını (ve tabii olarak özel odaklarını) kaybeden hem İslamcı hem de sol düşünce 2000’lerde demokratikleşme arayışı çerçevesinde açılım ve yakınlaşma sürecine girmişlerdir. 28 Şubat’ta devletin Kemalist bir bakışla otoriterleşmesini dengelemek üzere birbirine yaklaşan bu düşünceler bir reformasyon talebiyle demokratikleşmenin itici gücü olmuşlardır. Ancak biraz da iktisadi değişimin, AB sürecinin ve bürokratik değişim ihtiyacının sağladığı bu konsolidasyon 2010 sonrasında gittikçe dağılmış ve muhafazakârlar ile sekülerler arasında yaşanan kutuplaşma ile düşünce dünyası semboller etrafında yoğunlaşan kısır bir gündeme sahip olmaya başlamıştır.
Zaman Dilimi |
Dönem |
Ana Gündem ve Düşüncenin Yönelimi |
1860’lardan 1923’e |
Erken Modernleşme Dönemi |
Modernleşme ve devletin kurtarılması |
1923-1945 |
Ulus İnşası Dönemi |
Ulusun yeni kimlik etrafında inşası |
1945-1960 |
Farklılaşma Dönemi |
Demokratikleşme, kalkınma |
1960-1980 |
Çeşitlenme Dönemi |
Tarih tartışmaları ve toplumsal sorunların çözümü |
1980-2000 |
Çoğulculaşma Dönemi |
Kimlik ve kültür tartışmaları |
2000 sonrası |
Küreselleşme Dönemi |
Artan liberalizasyon ve yükselen milliyetçilikler |
Bu bölümde bir dönemlendirme ve akış tanımlansa da Türkiye’de düşünce yaşamının her bir dönemde elbette bu kadar keskin sınırlarla birbirinden ayrıştığını söylemek mümkün değildir. Bu dönemler arasında gri bölgeler olduğu gibi bir dönemin tanımlayıcı özelliğinin diğer birinde öne çıkması da mümkündür. Aşağıda ele alınacağı üzere Türkiye’de düşünce yaşamında temel fikir akımlarının her bir dönem içerisinde belirli bir yoğunlukla kendisini göstermesi de bir süreklilik öğesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Temel Fikir Akımları
Türkiye’de çağdaş düşünce farklı fikrî ve siyasi akımlar çerçevesinde oluşmuştur. Yüzyıl boyunca karşılıklı bir etkileşim içerisinde gelişen bu akımların birbirinden kopuk olmasa da farklı vurgu alanları olduğu görülebilir. Bu anlamda Türkiye’de etkili olmuş belirli bir fikrî çerçeveye sahip düşünce akımlarını altı başlık altında toparlabiliriz: (i) İslamcılık, (ii) Muhafazakârlık (iii) Milliyetçilik, (iv) Kemalizm, (v) Sosyalizm ve (vi) Liberalizm. Bu düşüncelerin gelişim dinamiklerini, etkilerini ve güncel durumunu kitapta yer alan bölümler çerçevesinde aşağıda kısaca özetleyelim.
İslamcılık Düşüncesinin Konumu
Türkiye’de İslamcılık düşüncesi muhafazakâr ve modernist reddiyecilik karşısında gelişim göstermiş, bu iki düşünce arasında konumlanmıştır. İslamcılık yeni olanı veya yerleşik olanı tamamen reddetmeden güncel hayatın meselelerini tartışmaya açmıştır. Bu anlamda çağdaş Müslüman düşüncede olduğu gibi Türk düşüncesinde de İslamcılığı çerçeveleyen ana tahayyül tecdid ve ıslah kavramlarıdır. 19. yüzyıl, Müslümanların küresel anlamda söz sahibi olmaktan vazgeçmek zorunda kaldığı ve düşünce hayatında pek çok değişime neden olan bir yüzyıldır. Bu yüzyılın sonunda Müslüman toplumların önüne ortaya çıkan Batı kaynaklı yeni siyasal ve iktisadi düzen ve düşünce karşısında mevcudu tamamen koruma veya tamamen terk etme şeklinde iki yol çıkmıştır. Bu iki yolun ötesinde bir grup modernliğin oluşturduğu etkileri sorgulayarak ancak büsbütün reddetmeksizin ondan faydalanarak ve gelenekten de kopmaksızın yeni bir düşünce biçimi oluşturmayı zorunlu görmüştür. Geleneksel ulema ve Batıcı bürokratik elitler tarafından tercih edilen ilk iki tavra karşılık bu üçüncüsü toplumu harekete geçirme ve yeni bir toplumsallık inşası hedefleri doğrultusunda muhalif bir siyasallık inşa etmiştir. Bu üçüncü tarz düşünce ıslah (yenilenme) olarak adlandırılabilir. Muhafazakâr reddiyecilik ile modernist reddiyecilik dışında bir okuma teklifi olarak ıslah düşüncesi korunması gerekeni korumayı, yenilenmesi gerekeni de yenilemeyi esas almaktadır.
Osmanlı Devleti’nde modernleşme sürecinde başlangıçta böyle bir amaç olmasa da netice olarak dinin toplumsal hayat üzerindeki etkileri azalmış ve kurucu bir dinamik olarak konumu zayıflamıştır. Bu farklılaşma sadece fikrî neticeleri olan bir değişim değildir. Aynı zamanda toplumsal yaşamın yeniden organizasyonu çerçevesinde değişen siyasal ve iktisadi konumları da içermektedir. Böylece eskinin değerli ve önemli olan unsurları değersiz ve önemsiz hale gelirken çeşitli toplum kesimleri buna bir tepki olarak farklı bir düşünce sistematiğine dayalı alternatifleri gündeme getirmiştir. Türk düşünce yaşamında güçlü medrese ve tekke geleneklerinin zamanla muhafazakârlaşması ve içe kapanması bu alternatif önerisini zayıflatsa da genel olarak kamusal alanın sekülerleşmesine yönelik tepkiler eşliğinde İslamcılığın farklı formları kamusal düşünceyi etkileyen önemli bir damar oluşturmuştur.
Bu anlamda modern Müslüman toplumların ve entelektüellerin karşısına çıkan en önemli ve çözülmeyi bekleyen soru yenilik karşısındaki tutum ile ilişkilidir. Kendisini bir ilerleme olarak sunan modern teknik ve düşüncenin meydan okumaları karşısında İslam düşüncesinin yenilenmesi ihtiyacı aynı zamanda gelenekten faydalanma sorunsalını da biçimlendirmektedir. Bu anlamda Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi ve Babanzade Ahmed Naim gibi İslamcılığın önde gelen isimleri modern düşüncenin problematikleri ile bir temas halinde klasik İslam düşüncesinin teorik ve kavramsal imkânlarından da faydalanarak yenilenmeci bir düşünce meydana çıkarmışlardır. Bu anlamda Babanzade Ahmed Naim’in “Müstağni kalamayacağımız şey, vaz’-ı cedîdden ziyâde, keşf-i kadîmdir” sözü bu yaklaşımı açık bir biçimde tasrih etmektedir. Bu anlamda İslamcılığın ana amacı içinde bulunulan kriz durumundan çıkış için bir toplumsal seferberliği sağlamak amacıyla İslami hissiyatın güçlü bir şekilde seferber edilmesi ve çağdaş imkânlardan faydalanarak bugün için anlamlı ve geçerli bir sosyal ve siyasal nizamın tesisidir. Dolayısıyla burada hissi olarak muhafazakârlık; fikrî olarak ise yenilenmecilik kendisini belirginleştirir. Fikrî ve kavramsal olarak geleneksel sistem ve müesseselere dayanan ancak modern düşünceden de beslenen İslamcılığın bu karakteri onu dinamik ve yenilenmeci kılmaktadır. Dolayısıyla Elmalılı Hamdi’nin belirttiği gibi ilerlemeyi geçmiş değerlerin terkinde değil onların tadili ile modern dönemde geçerli bir fikrî yapıya dönüştürmekte aramaktadır. Bu anlamda İslamcılık toplumun tarihi tecrübesi ile yeni durum arasında bağ kurarak bir yenileme önermektedir.
Said Halim Paşa, Batılıların yenilikten anladığının mevcut olanın tamamen reddedilmesi olduğunu Müslümanların yapması gereken şeyin ise mevcut olandaki hataların bulunup ıslah edilmesi olduğunu söyler. Paşa’ya göre bizde yenisini kurmak için var olanı yok etmeye, Batı’da ise var olanı yok olmaktan kurtarmak için düzeltip korumaya çalışmak yoluna gidilmektedir. Bir şeyi yıkıp yeniden yapmak ise kazanılmış tecrübelerin kaybedilmesine sebep ve tecrübe ile biriktirilmiş bir miras oluşturmaya mani olmaktadır. Bu tutum sonucunda ise egemen olanı evrensel olan sanmak gafletine düşerek sürekli yeni bir şeyler söylemeye çalışıyor olmamıza rağmen bir asırdır ortaya yeni bir şey koyamaz hale geldik. Ortaya konulan şeyler de kadim olana isnat edilmediği için sadece egemen dünyanın takdir edeceği şeyler olmaktan öteye gidememiştir. Dönemin İslamcı aydınları kadim olanı keşfetmeyi, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve çok daha kalıcı bir çaba olarak görmektedir. Bu yüzden de aydının öncelikli görevi keşf-i kadim olmalıdır. Bu anlamda ilk kuşak düşünürlerin daha evrensel (zaman zaman moderniteyi de kuşatan) tahlil ve çözüm önerilerine mukabil zamanla İslamcılık düşüncesinin daha dar siyasi projelere dönüştüğü görülmektedir. Bu değişim hiç şüphesiz Osmanlı Devleti’nin kozmopolit imparatorluk dünyasından ulus-devletin dar sınırlarına çekilmesi ile açıklanabilir. Aynı zamanda modern Türkiye’de dini devletin ve toplumun dışına, bireysel alana itme siyasetinin baskıcı tabiatı da bu daralmada etkili olmuştur. Çok uzun bir süre devletin bütün bürokratik müesseseleri ile baskılanan İslami hassasiyet bu sebeple savunmacı bir reflekse dönüşmüştür. Günümüzde küreselleşme ve toplumlar arası artan etkileşim bu savunmacı refleksin yeniden kurucu bir fikre dönüşmesinin de önünü açmış gözükmektedir.
Muhafazakârlığın Sembolik Dünyası
Türkiye’de muhafazakârlığının sosyal ve siyasal hayatta oynadığı roller ne kadar fazla tartışılmışsa düşünce hayatındaki yeri de o kadar az ele alınmıştır. Bu anlamda hem geleneksel düşünce formlarının devam ettirilmesi hem de hızlı değişime bir tepki olarak muhafazakârlık son yüzyılın ana düşünce ekollerinden birisidir. Aslında her kurumlaşmış yapı kendi sürekliliğini sağlamak için muhafazakâr reaksiyonlar gösterir. Bu sebeple muhafazakârlığın ihmal edilen konumunun açığa çıkarılması aynı zamanda temel formların anlaşılmasına da imkân sağlayacaktır.
Aslında tek bir muhafazakârlıktan değil farklı biçimler alan ve farklı vurgulara sahip değişik muhafazakârlıklardan bahsedebiliriz. Muhafazakârlığın birbirine oldukça mesafeli pek çok görünümü aynı zamanda onun ele alınıp incelenmesinde de önemli zorluklar meydana getirmektedir. Bu anlamda Çağdaş Türkiye’de siyasal muhafazakârlık, halk muhafazakârlığı ve entelektüel muhafazakârlık şeklinde üç ana muhafazakârlık formundan bahsetmek mümkündür.
Çağdaş dönemde muhafazakârlık modernleşmenin getirdiği hızlı değişimlere bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Mesela Avrupa’da Fransız Devrimi ve sanayi dönüşümünün neticesinde ortaya çıkan hızlı toplumsal değişimlerin oluşturduğu karmaşa ve düzensizlik, eskiye özlemi bir düşünce olarak karşımıza çıkarmıştır. Osmanlı toplumunda da modernleşmenin kaybedenleri ya da daha doğru bir tabirle modernleşme ile tasfiye edilenler muhafazakar bir duruş ve duyuş oluşturmuşlardır. Türk modernleşmesinin kendine mahsus bürokratik tavrı aslında muhafazakârlığın biçimini de belirlemiştir. Bu yönüyle modernleşme dinin kamusal hayattan dışlanmasını, dinsel konum ve fikirlerin itibarsızlaştırılmasını içerdiği için muhafazakârlık da tabii olarak dine ve geleneğe dayanarak kendisini inşa etmiştir. Bu manada Türk muhafazakârlığının temel arayışının devletin din ile barışması olduğunu söylemek mümkündür.
Cumhuriyet modernleşmesi Fransız Devrimi’nden taşınan laiklik ilkesine bağlı olarak oluşmuştur. Bu anlamda radikal denebilecek bir şekilde İslam’ın kamusal alandaki görünümü ve etkisi olabildiğince azaltılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet eliti kendisinin varoluş ilkesi olarak kabul ettiği laikliğe ve pozitivizme bağlı olarak yeni bir “ulusal kültür” oluşturmayı hedeflemiştir. Böylece sadece siyasi ve iktisadi alanda değil aynı zamanda gündelik hayatta da modernleşme adına çok kesin değişimlere uğratan bir kopuş söz konusu olmuştur. Buna bir tepki olarak muhafazakârlık siyasi olarak halkın taleplerinin demokrasi yoluyla iktidara yansıması kanalıyla devletin dine müdahalesini azaltmayı; kültürel olarak da geleneksel kültürel ve edebi öğelerin öne çıkarılmasını talep etmektedir. Bu anlamda radikal laiklik yerine, ılımlı laikliğin; Batılı kültür ögeleri yerine de milli kültür unsurlarının öne çıkarılmasını savunmuştur. Bu anlamda muhafazakârlığın modernleşmeye yönelik olarak İslamcılık kadar sistematik bir eleştirisinin ve alternatif önerisinin olmadığı görülebilir. Ancak aynı zamanda İslamcılığın kültürel söylem ve bakışını şekillendirmede önemli katkılar sağladığı da göz ardı edilemez.
Akın’ın yazısında “halk muhafazakârlığı” olarak tanımladığı bakış gelişen ekonomiden, siyasetten, bürokrasiden ve oluşan yeni sosyal konumlardan halkın (büyük oranda köylülerin) pay ve hak talebinin temel bir formu olarak karşımıza çıkmıştır. Bu anlamda göçün şehirlere taşıdığı kitleler kendi inanış ve değerleriyle uyumlu bir yaşam inşa etme gayretiyle yeni kültürel ve fikrî müesseseler inşa etmiştir. Cumhuriyetin geleneksel İslami kurum ve sembolleri tasfiye etmiş olması da bu anlamda halk muhafazakârlığının yeni kurumsallaşmalarına ve fikrî çerçevesine önemli etkiler oluşturmuştur. Zira şehirlere gelen kitlelerin buluşacağı, içinde yer alacağı devam edegelen canlı fikrî yapılar ve sosyal müesseseler olmayınca sembollerin toparlayıcılığında daha yüzeysel bir muhafazakârlık meydana çıkmıştır. Türkiye’de etkiler ve tepkiler bakımından muhafazakâr düşünceyi belirleyen modernleşme siyasetidir. Muhafazakârlığın entelektüel çerçevesini kuran Yahya Kemal, Semiha Ayverdi, Arif Nihat Asya, Fuat Köprülü ve Ali Fuat Başgil gibi isimlerin modernleşme karşısında takındıkları tutum bu anlamda bir gösterge olarak kabul edilebilir. Bu anlamda daha ziyade kültürel unsurların muhafazasını gündem eden bu entelektüel çevreler aynı zamanda bir tür modernliğin de aktörüdürler.
Semboller etrafında örgütlenen ve gündelik olana talip olan muhafazakârlık sistematik bir düşünce oluşturamadığı gibi, zamanla radikal modernleşme karşısında ılımlı modernleşmenin bir stratejisine dönüşmüştür. Bu da aslında muhafazakârlığın siyasal olarak içeriksizleşmesine ve tepkisel bir kültürcülüğe dönüşmesine yol açmıştır. Mesela son zamanlarda öne çıkan “tekno-muhafazakârlık” kavramı tam olarak bu çelişkiyi anlatmaktadır. 1980 sonrasında (aslında benzer bir durum 1950’lerde de mevcuttur) iktisadi kalkınma, bürokratik organizasyon, şehirleşme ve tüketim alışkanlıklarındaki değişimi bir gelişme olarak gören ve buralardaki bazı sembolik etkenlerle (mesela isimlendirme ile) yetinen muhafazakârlığın anlam dünyası bu bakımdan çelişkilidir. Zaten tepkisel bir düşünce olarak kalmış, kültürelci bir forma dönüşmüş bir düşüncenin kurucu ve sistematik bir bakışa sahip olması söz konusu olamayacağı için bu tür çelişkiler de her daim varlığını sürdürecektir. Bu yönüyle Türkiye’de muhafazakârlığın teorisi olmayan bir “yaşam tarzı” olarak mücessemleşmesi kaçınılmazdır.
İmparatorluktan Ulus-Devlete: Milliyetçiliğin Dönüşümleri
Türkiye’de çağdaş dönemde temel düşünce ekollerinden biri de milliyetçiliktir. Türkiye’de milliyetçiliğin Turancı, Türkçü, Kemalist, sol, üçüncü dünyacı, kültürcü, Anadolucu, etnik, İslami gibi pek çok formu ve görünümü mevcuttur. Bu yönüyle milliyetçilik Türkiye’deki tüm düşünce formlarından bir miktar etkilenmiş hemen hemen hepsinin içine bir miktar karışmıştır. Esasen Türkiye’de milliyetçiliği ele alan birisinin ilk görevi onun süreç içerisinde şekillenmesini ve geçirdiği değişimleri incelemektir. Bu bağlamda Türkiye’de milliyetçiliğin geçirdiği evrimleri yedi ana biçim altında sıralayabiliriz:
Osmanlı’da milliyetçilik akımı ilk olarak edebiyat sahasında çıkmıştır. Şinasi, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa gibi isimler yazdıkları eserlerle milliyetçiliğin gelişimine katkı sağlamışlardır. Fakat siyasi bir proje olarak milliyetçilik II. Meşrutiyet döneminde gelişmiştir. İmparatorluğun son döneminde Balkan savaşlarından itibaren Osmanlıcılığın bir program olarak çöküşü ile birlikte ortaya çıkan dil temelli millet tanımlamasına dayalı Turancı düşünce oluşmuştur. Rusya kökenli Türk düşünürlerin beslediği bu akım imparatorluk bünyesinde evvela gayrimüslim unsurların bir ayrışma düşüncesi olarak belirginleşmiştir. Buna tepki olarak Osmanlı elitleri birleştirici bir fikir olarak Osmanlılık düşüncesini ve kimliğini öne çıkarmıştır. Ancak Balkan harplerinden sonra gayrimüslim unsurların artık tamamen Osmanlı’dan kopması ile birlikte özellikle Kırım/Kazan kökenli aydınların da etkisi ile Turancılık düşüncesi şekillenmiştir. Bazı araştırmacılara göre Türk milliyetçiliğinin kurucularından olan Akçura, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin de fikrî temellerini atan isimdir. Onun milliyetçilik fikirleri büyük ölçüde Rusya Müslümanları arasında gelişmiştir. Akçura İmparatorluğu, Osmanlılık etrafında birleştirmenin, kaynaştırmanın artık mümkün olmadığını düşünür. Zira Balkan milletlerinin bağımsızlık kazanması ile Osmanlıcılık da aslında fiilen çökmüştür. Aynı şekilde Akçura dinin de devleti ve toplumu birleştiren bir unsur olamayacağını düşünmektedir. Zira ona göre Müslüman unsurlar arasında da artık bir kavmiyet fikri mevcuttur. Aynı zamanda Akçura, dinin yeni dönemde etkisini yitirdiğini, dinlerin ancak ırklarla birleşerek ırklara yardımcı hatta hizmet edici yan bir unsur olarak siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebileceklerini iddia etmektedir. İsmail Gaspıralı’dan önemli ölçüde etkilenen Akçura büyük ölçüde dil merkezli bir millet düşüncesi geliştirmiştir. Bu yönüyle Akçura’nın modernleşmeci bir devlette birleştirici bir kimlik unsuru olarak pragmatik bir milliyetçilik fikrine sahip olduğu görülmektedir.
1920’lerin ortasından itibaren Cumhuriyet’in modernleşmenin kültürel destekçisi olarak konumlandırdığı milliyetçilik ulus inşası çerçevesinde gittikçe ırk temelli bir anlayışa doğru evrilmiştir. Akçura’nın bu görüşlerini rafine ederek yeni devletin temel ideolojisine dönüştüren Ziya Gökalp, etnik temelden ziyade kültürel temele dayanan bir milliyetçilik oluşturmuştur. Gökalp aynı zamanda modernleşmenin oluşturduğu kültürel tehditleri aşmak üzere İslami unsurların sosyal hayatta işlevsel kullanımını savunmaktadır. Gökalp milleti, ırki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi bir zümre olarak değil dil, din, ahlâk ve estetik bakımından ortak bir duyuşa ve anlayışa sahip bir topluluk olarak görmektedir. Bu anlamda modernleşmecilik, milliyetçilik ve İslam arasında serbest bir sentez yapan Gökalp, Cumhuriyet modernleşmesinin temel manzumesini oluşturmuştur. Gökalp bu anlamda dini dışlamamıştır fakat onu modernleşmenin doğurduğu kimlik sorunlarını aşmada bir yan unsura dönüştürmüştür. Ona göre zamanla yeni bir sentetik ulus kültürü oluştuğunda buna daha az ihtiyaç olacaktır. Bu yaklaşım 1930’lardan itibaren ulus inşası çerçevesinde Türk tarih ve dil tezleri çerçevesinde gittikçe ırkçı bir değerlendirmeye evrilmiştir. Dönemin yaygın havasından etkilenerek tamamen kana ve ırka dayalı bir illet tanımı yapılma uğraşı başlangıçta Hüseyin Nihal Atsız, Afet İnan ve Sadri Maksudi Arsal gibi isimler tarafından desteklenmiş ve yeni bir kültür oluşumunun temeline dönüştürülmeye çalışılmıştır. Kemalizm ulus inşası çerçevesinde milliyetçiliği aperatif bir unsura dönüştürmüştür.
Temelleri Zeki Velidi Togan tarafından atılan kültürel milliyetçilik anlayışı dinle açılan mesafeyi bir miktar daraltmıştır. 1950’lerde Anadoluculuk şeklinde ortaya çıkan bu yaklaşım aynı zamanda manevi değerlerin önemsendiği bir anlayışın oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu anlamda Togan milleti tanımlarken ırk, etnisite vurgusu yapmamakta, milleti kültürel ve tarihî bir birliktelik olarak düşünmektedir.
1960’lardan itibaren Kemalizm’in sola kayması, sosyalizmin yükselişi ile birlikte üçüncü dünya bağımsızlıkçılığı şeklinde de tanımlanabilecek antiemperyalist vurguları güçlü bir milliyetçilik biçimi meydana çıkmıştır. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisinde kendisine zemin bulan bu fikirler aslında 1930’lardaki Kemalist tezlerin revize edilmiş bir biçimidir. İktisadi olarak devletçiliğin sosyal ve siyasi olarak da halkçılığın ileri bir tonu olarak sosyalizm ile sentezlenen milliyetçilik bu dönemde özgül özellikler kazanmıştır. Temelde devlet milliyetçiliği olarak adlandırılabilecek bu yaklaşım 1990’lardan itibaren şekillenen ulusalcılık fikrinin zeminini oluşturması bakımından da önemlidir.
Bir taraftan Kemalizm’in sola kayışı bir taraftan da İslamcılığın yükselişi milliyetçiliğin sağa doğru evrilmesine yol açmıştır. Temelde antikomünizm çerçevesinde oluşan bu kayış ile birlikte milliyetçilik gittikçe kültürel nitelikler kazanmaya başlamıştır. Bu tepkisellik özellikle bürokratik elitlerin sosyalizme meyline yönelik eleştiriler çerçevesinde milliyetçiliğin Kemalizm’le mesafesinin açılmasına yol açmıştır. Osman Turan’ın temsil ettiği bu değişim ile birlikte etnisite ve ırk temelli bir milliyetçilik anlayışından daha siyasi tarihsel ve İslami motiflere sahip bir milliyetçiliğe doğru bir değişim söz konusu olmuştur. Turan’a göre demokrasi ve sosyal adalet milliyetçiliğin ayrılmaz unsurlarıdır. Onun geliştirdiği “mutedil sosyalizm” kavramı bu anlamda daha ılımlı ve kapsayıcı bir milliyetçilik fikrinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Turan aynı zamanda milliyetçiliğin modernleşmeciliğin yedek gücü olmasını eleştirir ve kimliğin asli unsuru olarak İslam’a vurgu yapar.
1980’den sonra ise Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan İslami öğelerin daha fazla belirginleştiği yeni bir milliyetçilik yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde yükselen İslamcılığın milliyetçiliğin dilini ve söylemini kendisine doğru çektiği görülmektedir. Bu durum İslami referanslara daha fazla sahip olmaya başlayan bir sentezlemenin meydana çıkmasını beslemiştir. Bu dönemde dini ve manevi vurguları daha güçlü bir milliyetçilik akımı meydana çıktı.
Günümüzde ise yükselen etnik terörün ve küreselleşmenin oluşturduğu tehditler karşısında milliyetçiliğin siyasal ve fikrî yaşamın çok güçlü bir zeminine dönüştüğü görülmektedir. Bu anlamda bütün dönüşümlerin hasılasını bünyesinde barındıracak şekilde milliyetçiliğin modernleşmeciliğin, muhafazakaârlığın, Kemalizm’in, devletçiliğin ve İslamcılığın bir sentezi olan “süper bir ideolojiye” dönüştüğü görülmektedir.
Kemalizmin Dönüşümleri: Devlet İdeolojisi ve Diğerleri
Kemalizm ima ettiği gündelik siyasal tavırların ötesinde Türkiye’de çeşitli görüşleri sentezleme yoluyla meydana çıkmış bir devlet ideolojisidir ve ideolojiler arasındaki geçişliliklerin anlaşılması için de önem arz eder. Kemalizm aynı zamanda çeşitli versiyonları ile devletin düşünce alanına müdahalesinin bir resmidir. Düşünce yaşamının devletle girdiği her ilişkide ve girişimde Kemalist tonlar açığa çıkmaktadır. Bu anlamda Kemalizm’i belki de bütünlüklü bir ideoloji olarak değil, bir tavır olarak görmek daha yerinde olacaktır.
Kemalizm’in oluşumunda çeşitli katkılar söz konusu olsa da bunlardan hiçbiri 1930’larda Kadro Dergisi/Hareketi etrafında meydana çıkan kadroculuk kadar belirleyici değildir. Ocak 1932 – Aralık 1935 tarihleri arasında yayın yapan bir derginin adı olan Kadro aynı zamanda hareketin adı olarak da kullanılmıştır. Kadro, Mustafa Kemal’e yakın birtakım “eski sosyalist” aydınlar grubunun yayınladığı bir dergidir. Derginin ideologluğunu ve başyazarlığını Şevket Süreyya Aydemir yapmıştır. Onunla ortak bir geçmişe sahip olan Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin de dergide önemli rol üstlenmişlerdir. Derginin yayınlandığı dönemde büyük bir sansür ortamı egemen olduğu için, bir derginin tutunabilmesi Mustafa Kemal nezdinde ve CHP çevrelerinde kabul görmesine bağlıydı. Bu şartı sağlamak için derginin sahipliğini Mustafa Kemal ve CHP’ye yakın bir isim olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu üstlenmiştir. Dergi, CHP’nin önde gelen seçkinlerinin siyasal baskısı nedeniyle yazarları tarafından 1935 yılının Aralık ayında kapatılmıştır. Kadro kapatıldıktan sonra yazarları, diplomaside ve devlet kademelerinde yüksek görevlere atanmışlardır.
Kadro hareketi bugünkü Türk devlet ideolojisi ve aydın kesimi üzerinde derin ve güçlü etkiler bırakmıştır. Türkiye’de ulus-devlet oluşturma sürecinde yeni bir politik ve sosyal düzenin inşa edilmesi sürecinde Kadro önemli bir rol üstlenmiş ve Atatürk ulusçuluğu üzerinde şekillenen bir devlet doktrini kurmak için çalışmışlardır. Türk devlet ideolojisinin/Kemalizm’in pek çok tezi Kadro dergisi tarafından ortaya konulmuş veya geliştirilmiştir.
Kadro hareketinin ortaya çıktığı yıllarda Türkiye’de ve dünyada son derece önemli olaylar olmaktaydı. Türkiye’de rejim hızlı ve dramatik bir biçimde değişmekte; toplum, farklı tipteki sosyal, ekonomik ve politik organizasyonlarla yüzleşmekteydi. Öte yandan dünyada da birtakım önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Kapitalizme alternatif olarak Rusya’da sosyalist bir sistem kurulmakta, Avrupa’da faşist hareketler yükselmekteydi. Diğer taraftan dünya ekonomik sistemini derinden etkileyen 1929 Büyük Buhranı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni iktisadî arayışları doğurmuştu. Aslında Kadro dergisinin en esaslı işlevi 1929’daki büyük ekonomik buhranın ardından hükümete alternatif fikirler sunmak olmuştur. Zira büyük buhran sonrasında denenen liberal politikalar uygulanamamış ve iktisadi siyasette boşluklar meydana gelmiştir.
Bu bağlamda Kadro Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal, ekonomik ve siyasi sahalarda birtakım arayışlarının olduğu bir dönemde, kurucularının kendi görüşlerini bir alternatif olarak ortaya koymalarıyla oluşmuş bir harekettir. Ortaya çıkarken kendisine biçtiği birincil ve öncelikli rol Türk Devrimi’nin ideolojisini yapmak, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı teorik bir çerçeve dahilinde formüle ederek özgünleştirmek, derinleştirmek ve dünya milletleri arasında öncü bir konuma taşımaktır. Derginin analizlerinin derinliklerinde sosyalist geçmişlerinden kaynaklanan birtakım toplumsal ve siyasi analizler bulunur. Bu çerçevede Kadrocular daha sonra Türk düşüncesinde yerleşik bir hal alacak şekilde Kurtuluş Savaşı’na, Türk inkılâbına, toplumsal yapıya dair tanımlamalar yapmışlardır. Bu yönüyle Kadrocular Kemalizm’in toplumsal ve siyasal bakışının şekillenmesinde etkin bir yer edinmiştir.
Kadro hareketi, seçmiş olduğu konum ve siyasi duruş açısından seçkinci bir görünüm çizmektedir. Partiye yakın durarak yönetici kesimin düşüncelerini etkileyip üstten bir değişim önermeleri bakımından Kadrocular tipik birer halka rağmen halk için anlayışı temsilcisidirler. Bu aslında onların Türk Devriminin yapılış tarzına dair tanımlarında daha fazla göze çarpmaktadır. Buna göre bir avuç aydın eldeki kısıtlı imkânlara rağmen hem bağımsızlığı sağlayacak mücadeleyi örgütlemiş hem de devrimin önündeki engelleri kaldırmıştır. Bu tanım, özellikle Şevket Süreyya’nın yazmış olduğu Mustafa Kemal (Tek Adam) ve İnönü (İkinci Adam) biyografileri ve İsmail Hüsrev Tökin’in Köy İktisadiyatı adlı kitapları vasıtasıyla Türk düşünce dünyasına uzun bir süre egemen olmuştur. Daha sonraki dönemlerde Kadro’nun bu seçkinci dönüşüm teorisi hâkim Türk düşünür tipini belirlemiş ve Kadroculuk diye bilinen bir düşünce tipi yaratmıştır.
Kadrocuların Türk siyasal hayatına en temel etkileri devletçiliğin formülasyonudur. Sadece iktisadi alanda değil, kültürel ve siyasi alanda da devletçiliği bir model olarak öneren Kadrocular, Türk devlet sisteminin şekillenmesine önemli katkılar yapmışlardır. Kadrocuların fikrî alandaki en önemli etkileri ise Kemalist ulusçuluğun formülasyonu ve Türk devriminin anlamına dair geliştirdikleri çerçevedir. Bu çerçeve ile Türk devriminin elitist yapısı tasarlanmış ve devrimin sürdürülmesi için bir elit formasyonu fikrî merkeze oturmuştur. Kadro’nun diğer bir etkisi ise Türk toplumuna dair geliştirdikleri analizlerde ortaya çıkmaktadır. Türkiye toplumunun kaynaşmış sınıfsız bir kitle olduğu dolayısıyla kapitalizm ve sosyalizm dışında ayrı bir sistemin gerekli olduğu düşüncesi yerleştirilmiştir.
1960’larda Kemalizm’in sola eklemlenmesinde, üçüncü dünya milliyetçiliğinin belirginleşmesinde, devletçi kalkınmacılığın, bürokratik kanallarla kontrol edilmiş demokrasinin oluşumunda Kadrocuların önemli bir etkisi ve rolü mevcuttur. Bugün Türkiye’de Kemalizm’in oluşumunda Kadrocuların 1930’larda geliştirilmesine katkı verdikleri düşünme biçiminin önemli bir yeri mevcuttur.
Sosyalizmin Serüveni ve Kaderi
Çağdaş dönemde Türkiye’de düşüncenin temel bir başka ekolü de sosyalizmdir. Sosyalizmin Türkiye’deki macerası çok ilginç dönüşümleri bünyesinde barındırır. Bu maceranın önemli bir kısmı yer altında geçmektedir. Zaman zaman etkili olsa da sosyalizm toplumda hiçbir zaman bir yaygınlık kazanamamıştır. Sosyalistik bazı fikirlere ve temayüllere imparatorluğun Balkan halkları arasında rastlanmaktadır. Zira Batı kaynaklı bir düşünce olarak sosyalizm uzunca bir süre gayrimüslim topluluklar arasında etkili olmuştur. Bu da Müslümanların ona mesafeli kalmasına yol açmıştır. Bu dönemde bazı parçalı tartışmalar hariç sosyalizmin bir fikrî akım olarak tanındığını söylemek güç görünmektedir.
Sosyalizmin görünür bir temayül olarak ortaya çıkışı II. Meşrutiyet döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönemde yayımlanan İştirak Dergisi etrafında toplanan isimler Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kurmuşlardır. Ancak bu parti uzun ömürlü olmamış, baskıya uğrayarak kapatılmıştır. Bu süreç boyunca sadece bireysel düzeyde sosyalist fikirlerin dillendirilmesi söz konusudur. Rusya’da Bolşevik Devrimi’nin başarılı olması ve Sovyetler Birliği’nin kurulması Osmanlı kamuoyunda sosyalizme yönelik bir merakın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her ne kadar Rusya kökenli aydınların milliyetçiliği kurarken faydalandıkları en önemli unsur Rus tehdidi ve düşmanlığı olsa da Mütareke döneminde ortaya çıkan sosyalist hareketler, Bolşevik Devrimi’nin Rusya’yı Birinci Büyük Savaş’tan çıkarmasının ve Milli Mücadele’yi desteklemesinin Osmanlı entelijansiyasında yarattığı prestijden de faydalanmışlardır. Mütarekeden sonra İstanbul’a gelen İştirakçı Hilmi, Türkiye Sosyalist Fırkası’nı kurmuş ve çıkardığı İdrak dergisinde İslam ile sosyalizm arasındaki benzerliklere temas etmiştir. Türkiye’nin ilk Marksist partisi ise Almanya’da bulundukları zaman diliminde Spartakist akımdan etkilenen gençler tarafından kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’dır. Bu dönemde Mustafa Suphi’nin ekibinden bir grup ise Türkiye Bolşevik Partisi’ni kurmuşlar fakat İngilizlerin baskılarına dayanamayıp Bakü’ye kaçmışlardır. Milli Mücadele’nin merkezinin Ankara’ya taşınmasından sonra Anadolu’da da parti teşkilatlanmaları artmıştır. Bunlardan birisi 1920 haziranında Ankara’da kurulan Türkiye Komünist Partisi’dir. Bu parti Bakü’de kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisi’nin Anadolu şubesi olarak düşünülebilir. Yine 1920’lerde Rusya’nın desteğini almak için kurulan bazı oluşumlar vardır. Bunlardan birisi Mustafa Kemal’den ziyade Enver Paşa’yı destekleyen Yeşil Ordu Cemiyeti’dir. Cemiyetin varlığı Milli Mücadele dönemi boyunca psikolojik destek ve direnç sağlamıştır. Fakat Çerkes Ethem’in bu cemiyete dahil olmasından sonra topluluk lağvedilmiştir. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele dönemi boyunca sosyalist hareketlerle iş birliği yaptığı bilinmektedir. Bu hareketleri SSCB ile iletişim kurmak için araçsal olarak kullanmış ancak ülke içerisinde çok güçlenmelerini önlemeye çalışmıştır. Yine aynı amaçla kendi arkadaşlarına güdümlü Türkiye Komünist Partisi’ni kurdurmuştur. Uzun uğraşlar sonucunda Mustafa Kemal ile görüşmeye gelecek olan Mustafa Suphi ve ekibi suikastle öldürülünce sosyalist hareketin etkinliği büyük oranda azalmıştır. 1925 yılına kadar yarı gizli bir örgüt olan TKP, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra tamamen bir yer altı örgütüne dönüşmüştür. 1927 tevkifatından sonra partiden ayrılan bir grup 1930’larda Kadro hareketini oluşturmuştur. Türkiye’ye uygulanabilir bir devletçiliğin teorisini oluşturmayı deneyen Kadrocular sosyalizmin uzun vadede Kemalizm ile ittifak çizgisini oluşturması bakımından önemli izler bırakmışlardır.
1946’da çok partili yaşama geçilmesi sürecinde iki sosyalist parti teşekkül etmiştir. Bunlardan birisi Türkiye Sosyalist Partisi, diğeri ise Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’dir. Bu iki parti de altı aydan fazla faaliyet göstermemiştir. 1954’te sonra kurulan Vatan Partisi de 1957’de kapatılmıştır. 1961 yılında bir kısım sendikacı tarafından Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruluncaya kadar Türkiye’de sosyalizmin örgütsel bir yapısı mevcut değildir. Yurt dışında örgütlenen TKP ise Türkiye’de toplumsal bir etki oluşturmada başarısız olmuştur. Dolayısıyla 1960’lı yıllara kadar Türkiye’de sosyalist solun takip edilebilir bir düşünce ve siyasi bir görünüm ortaya koyduğu söylenemez. Bu anlamda erken dönemden itibaren Türkiye için bir tehdit olarak görülen Sovyetlerin düşünsel bir uzantısı olarak görülmesi de sosyalizminin topluma ulaşmasına önemli engeller teşkil etmiştir. Sovyet sosyalizminin çerçevesi dışına çıkamayan sol düşünce Kemalizm ile entegre olarak fikrî özgünlüğünü kaybetmiştir. 1970’lerden itibaren dünyada gelişen yeni sol akımların etkisiyle sosyalist düşünce içinde fraksiyonel bir parçalanma başlamıştır. Öte yandan bu tarihlerde başlayan illegal silahlı sosyalist örgütlerin de düşüncenin yapısında büyük çaplı etkiler oluşturduğu söylenebilir.
Sosyalizmin bir düşünce olarak en belirgin şekilde kendisini gösterdiği dönem 1960-1980 yılları arasıdır. Bu dönemde üniversite çevrelerinde, doğmakta olan işçi sınıfı hareketi dahilinde, devlet bürokrasisinde, şehirleşme ile ortaya çıkan yeni entelektüel tabakada sosyalizmin etkilerini görmek mümkündür. Bu dönemde özellikle Mehmet Ali Aybar, Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’ın temsil ettikleri farklı düşünceler sosyalist düşüncenin farklı tonlarını takip açısından önemlidir.
Bu anlamda 1962 yılında TİP genel başkanı olan Aybar’ın ayrıksı ve özgün bir yeri mevcuttur. Dönemindeki yaygın anlayışın aksine sosyalizmin yukarıdan aşağıya doğru bürokratik bir yöntemle değil aşağıdan yukarıya doğru kurulacağını düşünen Aybar bu görüşleri dolayısıyla dışlanmış ve partiden atılmıştır. Özgün ve yerli bir sosyalizm arayışında olan Aybar, ilk başta Kemalizm’i temel referans noktası olarak alırken zamanla Kemalizm’e karşı daha mesafeli yaklaşmıştır. Ancak buna rağmen Aybar 1960’lı yıllarda yaygın olan üçüncü dünyacı sosyalist milliyetçilikle ve antiemperyalizmle ilişkili olarak Kemalizm’e ve milliyetçiliğe daha olumlu yaklaşmıştır. Ona göre geri kalmış ülkelerde sosyalizm ve milliyetçilik aynı anlama gelir. Aybar halkın dışında ve üstünde bir konumda olan devletin dönüştürülmesini birinci gündem olarak görmektedir.
CHP ve aydın tabaka üzerinden yürüyen sosyalizm tartışmalarının bir diğer önemli ismi Behice Boran’dır. ABD’de doktorasını tamamlayarak Ankara DTCF’ye dönen Boran devlete karşı bir komünist komplo hazırlığında olduğu gerekçesiyle üniversiteden atılmıştır. 1962’de TİP’e katılan Boran farklı bir örnek oluşturur. Gittikçe daha radikal devrimci fikirler geliştiren Boran 1960’lardaki Milli Demokratik Devrim tartışmalarına karşı eleştirel bir duruş takınmıştır. Ona göre bürokrasi ne ilerici ne de büsbütün ağalık gibi emekçi halk için tehlikeli bir unsurdur. Aynı şekilde sosyalizme giden yolda milli burjuvazi ile ittifak yapılamaz. TKP içinde kalarak çalışmalarını sürdüren Boran Leninizm’e ve Sovyetlere bağlılığını sonuna kadar sürdürmüştür.
Sosyalist düşünce içindeki en canlı ve tartışmalı konu devrim süreçlerinde ordunun (zinde güçlerin) konumudur. Bu konuda en ilginç fikirlere sahip olan isim ise Hikmet Kıvılcımlı’dır. Askerî Tıbbiye mezunu olan Kıvılcımlı erken yaşlarda komünist harekete dahil olmuş, bu konuda yayınlar yapmıştır. 1954’te Vatan Partisi’ni kurarak TKP ve TİP’ten ayrı bir çizgide durmuştur. Orduyu vurucu bir güç olarak gören Kıvılcımlı, bugünün Türkiye’sini anlamak için Osmanlı’yı incelememiz gerektiğini vurgulamıştır. Türkiye’deki devrim hareketlerinin gençlik ve ordu ile iç içe olması bakımından dünyadaki emsalleri arasında özgün olduğunu ve bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını söyler. Kıvılcımlı, 27 Mayıs’ı demokratik bir devrim ve İkinci Kurtuluş Savaşı olarak tanımlar.
1980 sonrasında Sovyet temelli devlet destekli Marksizm’in yerine Batı Marksizm’i geçmeye başlamıştı. Türkiye’de ise darbenin yarattığı kırılma, sosyalist solda parti tartışmasının 1984’e kadar sarkmasına neden olmuştur. Bu tartışmayı başlatan yine Aybar olmuştur. 1988 yılında Sosyalist Parti kurulmuştur. Bu dönemde yine Kemalizm tartışmaları devam etmiştir. Bu bağlamda Birikim dergisi Kemalizm’e karşı radikal bir eleştiri geliştirmiştir. Bu dönemde kimlik kavramının gittikçe sınıf ve devrim yaklaşımlarının yerine geçtiği görülmektedir. 1990’lı yıllarda birleşme gündemi olsa da sosyalist hareketler bölünerek çoğalmaya devam etmiştir. Sovyetlerin yıkılması, küreselleşme ile birlikte sosyalist düşünce iki zıt milliyetçileşme yönünde hareket etmiştir. Birincisi gittikçe etkisini artıran Kürtçüleşme eğilimidir; diğer ise Kemalist söyleme eklemlenme yönelimidir. Bunun ötesinde kimlik temelli pek çok hareket (kadın, çevre, insan hakları, hayvan hakları) başlangıç koşullarını sosyalist hareketlerden edinmiştir.
Liberalizmin İmkânsız Tahayyülü
Türkiye’de çağdaş dönemde etkili olmuş bir diğer fikir akımı da liberalizmdir. Her ne kadar görünür bir sosyal karakter ve dışsallaşmış programatik bir mahiyet kazanamasa da liberalizm Türkiye’de bir fikir tarzı olarak (modernleşme içinde oynadığı rol sebebiyle) hep hesaba katılması gereken bir varlık göstermiştir. Bu anlamda Osmanlı’nın son döneminden 1950’lere kadar daha çok şahsi ilgiler ve söylemler çerçevesinde kendisine yer bulan liberalizmi bu dönemde Prens Sabahattin, Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Başar, Ali Fuat Başgil ve Emin Yaman gibi isimler temsil etmektedir. Ancak bu isimlerin zaman zaman kazandıkları etki alnına mukabil liberalizmin bir düşünce ekolü olarak etkinlik oluşturduğu söylenemez. Zira devletin önce kurtarılması sonra da kurulması gündeminin egemen olduğu bir düşünce dünyasında zayıf bir siyasal iktidarı savunan serbest piyasacı bir düşüncenin yayılımı beklenemez. Ancak liberalizm bir başka kanaldan etkinlik oluşturmuştur. Bu etkinlik alanı modernleşmeciliğin meydana çıkardığı dönemsel ihtiyaçlarla kendisini gösterir. Özellikle dünya sistemine dahil olma anlarında (1950’ler, 1980’ler ve 2000’ler) liberalizm geriye çekilen Kemalizm’in ve milliyetçiliğin boşluğunu dolduran işlevsel bir modernleşme enstrümanıdır. Dolayısıyla liberalizmin devlet tarafından büsbütün dışlandığını söylemek mümkün değildir. Zaman zaman yumuşak bir modernleşmeye ve piyasacı bir açılıma ihtiyaç duyulduğunda Batılılaşmanın bir biçimi olarak liberal düşüncenin devreye girdiği görülmektedir. Bu anlamda liberalizmin Türkiye’de etkinliğinin üç dışsal koşulu ortaya çıkmaktadır: (i) Diğer fikirlerle iş birliği yapmak; (ii) farklı fikrî oluşumların arasındaki kesişimlerin geliştiği bir ideolojik yumuşama döneminin varlığı; (iii) küresel finansal ve siyasal sistemlere uyum.
- Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçen Türkiye’de zorunlu olarak liberalizm gündeme gelmiştir. Ancak ilginç şekilde yönetim süreçlerini belirleyen liberal politikalar, fikrî zeminde aynı yaklaşımın gelişmesi sonucunu ortaya çıkarmamıştır. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarıyla nispeten liberal politikalar uygulanmaya başlanmıştır. 1960 ve 1970’lerdeki fikrî hareketlilikten en az etkilenen ideolojinin liberalizm olduğu ifade edilebilir. Bu dönemde liberalizmin yine geri planda kaldığı bir zamandır. Soğuk Savaş dönemi bloklaşması Türkiye’yi de etkilemiş ve giderek güçlenen solun karşısında aynı şekilde İslamcılık yükselişe geçmiştir. Sağ ve sol ideolojilerin hem siyasal arenada hem de fikrî düzlemde şiddetli bir biçimde rekabete girdiği bu dönemde ciddi anlamda öne çıkan liberal isim de eser de neredeyse yok denecek düzeydedir. Çünkü bu süreçte liberalizm halka hala yabancıdır ve taşıyıcı bir entelektüel veya sosyal grubu yoktur.
1980’lerde Türkiye’de liberalizmin siyasal ve iktisadi bakımdan kamusal görünürlüğünü artırdığı görülür. Bu dönemde liberalizmin fikrî açıdan güçlenmesi kurulan siyasi/fikrî ittifaklar aracılığıyla olmuştur. Bu dönemde ilk olarak sol kesimden gelen bazı aydınların liberal fikirleri savunmaya başladığı görülür. Bu durumun ortaya çıkmasında 12 Eylül Darbesi’nin tüm ideolojileri âdeta silindir gibi ezip geçmesinin büyük etkisi bulunur. 1980’lerde iktidarda olan Turgut Özal, liberal politikaları, kendisini bu ideolojiye yakın görmesi nedeniyle fikrî arka planlarına da nüfuz etmiş bir şekilde uygulayarak Türkiye liberalliğinin miladını oluşturmuştur. 12 Eylül Darbesi’nin getirdiği tahrip edici etkinin yanında Sovyet rejiminin totaliterliğine duyulan tepki, Marksistler arasında alternatif eleştirel yaklaşımların geliştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde sol gruplar arasında “sivil toplumcu” olarak nitelenen ve liberal demokratik yaklaşımı belirli ölçülerde kabullenen bir akımın güçlendiği görülmektedir. Böylece “sol liberal” sıfatıyla anılan bir siyasal anlayış baş göstermiştir. Bu çizgi, siyasal açıdan liberal demokratik anlayışa yakın ama ekonomik düzlemde sosyalist görüşlere daha fazla bağlıdır.
1990’lar Türkiye’de liberalizmin gittikçe daha görünür bir hal aldığı, müstakil siyasal etkinlik göstermeye başladığı bir dönemdir. Önce Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi, akabinde Liberal Düşünce Topluluğu ve nihayetinde Liberal Demokrat Parti’nin kuruluşu ile liberal hareket somut siyasal bir görünüm kazanmıştır. 1997 yılında başlayan 28 Şubat sürecinin liberal fikirlerin seslendirilmesi bakımından önemli eşiklerden birini oluşturduğu söylenebilir. Bu süreçte temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılara ve bürokratik vesayete karşı çıkılmasında liberal argümanlar sıklıkla kullanılmıştır. Bu süreç neticesinde Kemalizm’e karşı İslamcılık ile liberalizm birbirine yaklaşmıştır. Başta İslamcılar olmak üzere farklı gruplar, sisteme yönelik eleştirilerini liberal bir çerçeve içinden yapmaya başlamışlardır. Bu yakınlaşma 2000’lerde muhafazakâr demokrasi olarak adlandırılan bir sentez düşüncenin ortaya çıkmasıyla neticelenmiştir. Dinî ve milli değerlere daha saygılı bir liberalizm ile piyasacılığı benimsemiş bir muhafazakârlığın bu ittifakı 2010’lara kadar devam etmiştir. 1980’lerin ortalarından başlayıp yaklaşık yirmi yıl süren bu zaman dilimini liberalizmin belki de Türkiye’deki en güçlü çağı olarak görebiliriz. Ancak takip eden dönemde siyasal alanda yaşanan kutuplaşma neticesinde ideolojiler arası saflar netleşmiş ve bu durum en çok liberalizmin aleyhine olmuştur.
Türkiye’de liberalizmin niçin görünür bir etki kazanmadığı yönündeki tartışmaların odağında burjuvazinin ve bireyin gelişmediği tezleri bulunmaktadır. Buna göre Osmanlı Devleti’nin merkezi yapısı ve bunu devam ettiren bürokratik Türk modernleşmesi bağımsız bir burjuvazinin oluşumuna müsaade etmemiştir. Aynı şekilde toplumsal kültür ve gelenekler kendi kendine yeten ve kaderine hâkim bir “birey” fikrinin ortaya çıkışını engellemiştir. Böylece temel taşıyıcı aktörleri oluşmadığı için liberalizmin de oluşumu söz konusu olamamıştır.
Türk Düşüncesinin Sorun Alanları
Türkiye’de sığ modernleşmeden ve toplumsal zeminle bütünleşemeyen bir düşünceden ötürü bir entelektüel kimlik krizi yaşanmaktadır. Bu kimlik krizinin ana hatlarını aşağıda şu yedi etken etrafında ele alacağız: (i) Köken ve süreklilik sorunu, (ii) sentetikleşme, (iii) zayıf tarihsellik, (iv) gelenek eksikliği/geleneğin inşa edilememesi, (v) popülizm, (vi) yabancılaşma marjinalleşme ve (vii) siyasal kutuplaşma.
Köken ve süreklilik sorunu:
Osmanlı’dan Türkiye’ye devreden ve giderek hızlanan ve radikalleşen modernleşme projeleri düşünce yaşamında geriye dönülemez bir köken ve devamlılık sorunu meydana getirdi. Bu durum aslında modern dönemde öyle ya da böyle tüm Müslüman ülkelerde yaşanan bir sorundur. Ancak mesela bu seride ele alınan Mısır, Hindistan ve İran düşünceleri için de benzer bir durum söz konusu olsa da buralarda dil ve kültürden veya kurumsal yapılardan neşet eden bir sürekliliğin olduğu da söylenebilir. Halbuki Türk düşüncesi 1925-1950 arası çeyrek asır boyunca neredeyse bir neslin tarihle ve geçmişle olumlu bir temas söz konusu olmaksızın yetiştirildiği bir ülkedir. Bu neslin oluşturduğu kopuş ve sonrasında geçmişe yönelik oluşan nostaljik ilgi bir daha asla dil ve kültür bağının kopuşunu aşma imkânını vermedi. Tarihle bağını koparmış, hatta onu inkar üzerine kurulu olan bir düşüncenin aynı zamanda Batı ile de yüzleşmek zorunda kalması tam anlamıyla bir içeriksizleşme ve sloganlaşma üretmiştir. Nihayetinde Türkiye’de çağdaş düşüncenin resmi şöyle tanımlanabilir: Batı’ya karşı milli, topluma ve tarihe karşı Batıcıdır. Bu ikircikli tutum aynı zamanda devletin kimliğini oluşturmasında da ciddi zorluklar meydana getirir. Bu anlamda karmaşık referanslar parçalı bir devlet ve toplum kimliğinin oluşumu ile neticelenmiştir. Bugün devletin hem modern hem Türk hem de İslami öğelerden faydalanarak kendisini konumlandırması neticesinde bir imkân gibi gözükse de hibrit ve eklektik bir kimliğin ortaya çıkması söz konusudur.
Geleneğin yokluğu veya inşa edilememesi:
Bu sentetikleşmenin en temel unsuru, Türkiye’de çağdaş düşüncenin hemen hemen bütün formlarıyla bir geleneksizlikle malul olmasıdır. Geçmişle bağların koparılması Türkiye’de düşünce yaşamının kendisine klasik düşünceden bir zemin ve temel, hareket veya istinat noktası bulmasını engellemektedir. Ayrıca düşünce ekolleri kendi içlerinde de süreğen bir gelenek inşa edememişlerdir. Zira Türkiye’de düşünce ekolleri teoriden ziyade siyasete meyillidirler. Teoriye ilgi nadiren, siyasal alan kaybı söz konusu olduğunda gündeme gelir. Bu hiç şüphesiz bir siyasal pragmatizm sorunu meydana getirmektedir. Dolayısıyla tutarlı bir içeriğe sahip bir düşünce gelişimi söz konusu olmamıştır. Böylece birbirinden farklı düşüncelerin ortak problemi zamansal dönüşümlerin büyük bir önem taşıması ve geleneğe sahip olunamamasıdır. Aslında bir düşünce üretimi imkânını toptan ortadan kaldıran bu zaaf dönemsel yamalar ile aşılmaya çalışıldıkça büyümektedir. Bugün halen daha Türk düşüncesinde bir teorileştirme sorununun olduğu görülmektedir. Örneğin Türkiye’den çıkmış ve doğal talepler neticesinde (suni yönlendirmelerle değil) dünyaya tercüme edilmiş düşünce ve teoriler neredeyse hiç yoktur.
Zayıf tarihsellik:
Bu gelenek probleminin en önemli nedeni zayıf tarihselliktir. Zayıf tarihsellik tarihin bütüncül bir şekilde değerlendirilmediği ancak yeri geldikçe vaka eksenli yaklaşımla sembolik ve nostaljik bir tarih okumasına dayalı olarak parçacı bir tarih fikrinin benimsendiği bir durumdur. Bu anlamda tarihin ayağımızda bir bağ olduğu yönündeki Kemalist söylem kadar; tarihin ulaşmamız gereken bir zirveyi teşkil ettiğini düşünen muhafazakar söylem de zayıf tarihselliğin önemli bir destekçisidir. Nihayetinde tarih ve tarihsel figürler bugün Türkiye düşünce yaşamı için bir hayalet gibidirler. Kimileri için iyi kimileri için de kâbus olan bu hayaletlerin bir bedene sahip olmaması onların istenildiği gibi konumlandırılmasına yol açmaktadır. Bir köprüye, bir okula, bir meydana veya bir sokağa tarihsel bir karakterin isminin verilmesi veya dizi filmlerde muhayyel tarihsel karakterlerden bir kimlik nesnesi çıkartılması tarihin “arka odalarında” sıklıkla mahsur kalınmasına veya İstanbul’da Boğaziçi’nde “eşsiz bir tarih gezintisine” çıkılmasına imkân veren şey, tarihin parçalanmış ve ana indirgenmiş olmasıdır. Halbuki zamansal bir bütünlük için bu anları toparlayan bir tarihsel mesuliyet bilincinin ve toplumsal bir sürekliliğin inşa edilmesi gerekmektedir.
Sentetikleşme:
Bu kimlik krizi aynı zamanda düşünce yaşamında ortalamalar ve hibrit formların oluşmasına da yol açmaktadır. Mesela Kemalizm ile solun girdiği ilişki bir sol-Kemalizm’i, milliyetçilikle ile İslamcılığın girdiği ilişki bir Türk-İslam sentezini, milliyetçilik ile Kemalizm’in girdiği ilişki muhafazakârlığı, sol ile liberalizmin girdiği ilişki feminizmin ve batıcılığın farklı tiplerini, İslamcılıkla liberalizmin girdiği ilişki demokratik muhafazakârlığı meydana getirmiştir. Bu sentezlemeleri çoğaltmak mümkündür. Bir taraftan bir imkân gibi görünse de aslında düşüncenin derinliğini zaafa uğratan bir sentetiklik ve senkretizm meydana getirmiştir. Bugün bu sentetikliği aşmak üzere gerçekleştirilen çeşitli girişimlerin karşısında tarihle teoriyi, modernlikle geleneği yoğuracak bir düşünce çerçevesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Yabancılaşma ve marjinalleşme:
Türkiye’de çağdaş düşüncede entelektüellerin konumu ve nitelikleri daima tartışılagelmiştir. Bir “aydın ihaneti” veya bir “münevver sorunu” her zaman ilgi çeken konulardır. Ancak modernleşmenin bu harika çocuğunun toplumdan kritik bir kopuş yaşadığı artık iyice görünmektedir. Zira ona biçilen rol çağdaşlaşmadır. Çağdaşlaşma yolunda toplumdan uzaklaşan Türk aydını neredeyse kendisini sürgüne göndermiş; marjinal ve yabancı bir figüre dönüşmüştür. Bu aslında 20. yüzyılda tüm Müslüman toplumların yaşadığı bir durumdur. İranlı eleştirmen Celal Ali Ahmed’in kavramsallaştırması ile yaşanan bir Garp zehirlenmesidir. Bunu aşmak üzere yola çıkan alternatif entelektüel hareketlerin olmadığı söylenemez. Ancak bu hareketler de yeterince kamusallaşamamışlardır. Aslında devletin belirleyici konumu ile çağdaşlaşmanın dünyaya entegrasyon talebi Türk aydınını tam anlamıyla “devlet ile dünya (Batı)” arasında bırakmıştır. Devletin de dünyaya entegrasyonu takip ettiği dönemlerde (mesela 1950’lerin ilk yarısı, mesela 1980’ler, mesela 2000’lerin ilk on yılı) entelektüeller bu anlamda işlevsel olmakta ancak dünya (Batı) ile entegrasyonun tam işlemediği dönemlerde krize girmektedirler.
Popülizm:
Türkiye’de çağdaş düşüncede yaygın ve yoğun yaşanan bir gelenek sorunu, zayıf tarihsellik, yabancılaşma ve aydınlarının kimlik krizinin en önemli neticesi entelektüel yaşamda bir popülizm sorunudur. Günümüzde daha da belirginleşse de popüler olana yönelme, renkli olanı takip etme, imkânların peşinden gitme Türkiye’de entelektüel gündemin her zaman önemli problemlerinden birisi olmuştur. Milli bir kimliğin ve gündemin oluşmamış olması Türkiye’de çağdaş düşüncenin her zaman Batı’dan alınan ilhamlarla kendisini güncellemesi aslında bu popülerleşmeyi kolaylaştıran bir etkendir. Zira popülizm genel geçer olanın, yeterince derinleştirilmemiş olanın daha fazla ilgi görmesidir. Türkiye’de yaşanan entelektüel kimlik krizi düşünüldüğünde popülizmin bu anlamda bir hareketlilik ve üretkenlik yanılgısı ürettiği görülür. Bu yanılgı düşünsel hayatta önemli ile önemsizin, hayati olan ile arızi olanın karışmasına yol açmaktadır. Böylece çözüm bekleyen önemli sorunlar bir tarafta beklerken yukarıda bahsedilen semboller evreninde bir çatışma jargonu içinde kendisine alan açan bir popülizm söz konusudur. Ayrıca Türkiye’de çağdaş düşünce meseleler, olaylar ve teorilerden ziyade isimler etrafında oluşmaktadır. Bugün mesela Türkiye’de belirli meselelerin, kavramların, teorilerin derinlikli bir incelemesine dayalı monografi yazımında ciddi sorunlar varken belirli isimler etrafında onlarca metin yayımlanmaktadır. Türkiye’de çağdaş düşünce bir “mezarlık listesi” gibidir. Türbe bekçileri mezarların kutsallığı konusunda bizi iknaya çabalıyorlar.
Çatışma ve kutuplaşma:
Türkiye’de çağdaş düşünceyi ele alan herhangi bir çalışmada muhafazakâr ve seküler entelektüel cenahlar arasındaki bir çatışmaya uzun uzadıya yer ayrılması artık bir “gelenek” halini almıştır. “Kutuplaşan bir ülke” imajı 1990’larda Samuel Huntington tarafından Türkiye’nin Garp ile Şark medeniyetleri arasında “yırtılmış bir ülke” olduğu iddiası ile tescillenmiştir. Aslında bu imaj 1990’ların bir mamulü değildir. En başından beri Türkiye’de bir “ilerici-gerici” ayrımı, “çağdaş ve yobaz” karşıtlığı veya “muhafazakâr-seküler” kesimlerin birbirinden kopuşundan bahsedilmesi yaygındır. Mesela 1970’lerde İdris Küçükömer, Cemil Meriç ve Att ila İlhan gibi isimlerin bu ikiliklerde tarafların gerçek konumunu sorgulayarak yaptıkları ters yüz etme hali Türkiye’de çağdaş düşüncenin “bir ikilem” etrafında şekillendiği fikrine katkı yapmıştır. Taraflar nasıl konumlanırsa konumlansın Şerif Mardin’in son dönemlerinde popüler kıldığı haliyle ortada bir “mahalle kavgası” olduğu hususunda yaygın bir kanaat vardır. Zaten Mardin “merkezi kapma” yarışının Türkiye’de çağdaşlaşmanın asıl resmini veren temel çatışmaya karakter kazandıran özellik olduğunu da ısrarla dile getirmektedir. Aslında bu kutuplaşma veya çatışma bastırılanın geri dönmesi etrafında oluşmuş “temel bir korku” ile şekillenen kamusal söylemin kendisini meşrulaştırmak üzere geliştirdiği bir söylemsel şiddetin uzantısıdır. Bu aynı zamanda çağdaşlaşma yönünde uygulanan şiddetin de bir gerekçesine dönüşmüştür. Entelektüellerin konum kazanma yarışını bir toplumsal çatışma olarak kurgulamak; toplumu kendi kimliğine yabancılaştırıcı çağdaşlaştırma baskısı ile toplumsal değerleri açığa çıkarma çabasını aynı ölçekle tartmak aslında yukarıda bahsedilen diğer niteliklerin de oluşmasının temel mantığını oluşturur.
Günümüzdeki Durum ve Geleceğe Bakış
Nihayetinde günümüzde Türkiye’de bir çağdaş düşüncenin bütünlüklü olarak oluştuğunu söylemek güçtür. Ancak katedilen mesafeler ve elde edilen tecrübe ve fikrî birikimler dikkate alındığında yeniden başlamak için de bir zeminin oluştuğu söylenebilir. Eğer toparlarsak Türkiye’de çağdaş düşüncenin ana görünümü şu nitelikler etrafında şekillenmektedir:
- Toplumsal ve siyasal bellekteki yenilgi veya kayıp, fikrî temelde korumacı bir refleks üretmektedir. Bu korumacı refleks fikrî tartışmaların derinleşmesini engelleyen önemli bir etkendir.
- Tepeden inmeci modernleşmenin baskıladığı değişim arzusu ile aşağıdan dirençle şekillenen tutucu muhafazakârlık düşüncenin gelişim alanlarını daraltmaktadır.
- Politik endişeler entelektüel endişeleri öncelemektedir. Türk siyasi hayatına entegre, politik ideolojilere indirgenmiş bir düşünce dünyası yeterince gelişememiştir. Mevcut durum Türk entelektüel hayatının ilerlemesini engellemektedir.
- Türk modernleşmesinin askerî karakteri, sık sık yapılan askerî darbeler düşüncenin kendi seyrinde gelişimini ve süreklilik inşasını imkânsızlaştırmıştır.
- Çözülmesi gereken acil sorunların oluşturduğu “pratik” baskısı teorik düşüncenin gelişimine ket vurmuştur. Aynı zamana teorik düşünce gelişmediği için sosyal sorunlara çözüm bulmak da zorlaşmıştır.
- Entelektüel gelenekten kopuş ve yeni bir geleneğin inşa edilemeyişi Türkiye’de çağdaş düşüncenin boşluklarını artırmaktadır. Bu boşluklar çoğunlukla “Batı’da moda olan teori ve yöntemlerle” doldurulmaktadır. Ancak bu şekilde yapılan ithal dolgular bir sentetikleşmeyi de beraberinde getirmektedir.
- Yeni ve büyük meydan okumalarla karşılaşan Türk düşüncesinin zaten yeterince olgunlaşmamış eski siyasal ideolojileri sentezleyerek aşmaya çabaladığı “fikrî derinlik sorunu” sürekli tazelenmektedir. Sentezin değil, tezin gerekliliğini anlayacak özgün düşünce çevrelerine ihtiyaç her geçen gün artmaktadır.
- Türkiye’de çağdaş dönemde düşüncenin önemli sorunlarından birisi devletin ve sermayenin imkânlarıyla oluşturulan suni düşüncenin, toplumsal katmanlarda oluşan hareketlilik ile şekillenmesi beklenen “organik düşünceyi” boğmasıdır.