Giriş[1]
Sosyal bilim dünyasında kültürel ve medeniyet değerleri üzerine yoğun çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalar genellikle batı merkezli olup, yani batı sosyo-ekonomik anlayışına göre yapılmaktadır. Bu sebeple medeniyetleri temel olarak birbirine çatışan birliktelikler olarak gören Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması gibi çatışma eksenli çalışmalar batı akademik dünyasında büyük rağbet görmektedir. Oysa Türk Dünyası için medeniyet, birbiri ile ortak özellikleri olan toplumları bir araya getiren ve diğer toplumlar ile birlikte insanlığın yararı olan kültürler ve değerlerin paylaşımı ile oluşur. Bu medeniyet anlayışı ile hareket eden Türk Müslüman toplumları ve kurdukları devletler diğer halklar ve toplumlar ile etkileşime açık bir medeni yapıları farklı coğrafyalarda kurmuşlardır. Bu coğrafyaların bütününe de Türk Dünyası adını verebiliriz.
Türk Dünyası adını verdiğimiz temelde aynı sosyal, kültürel ve kimlik kodlarına sahip fakat farklı coğrafyalara dağılmış topluluklardan, bu topluluklarının yaşadığı coğrafyadan bahsetmekteyiz. Bugün daha sıklıkla Orta Asya olarak tanımlanan fakat yüzyıllar içinde sadece o coğrafyada yaşayanların değil, 19. yüzyılın ikinci yarısında o toprakları ele geçiren Rus Çarlığının da bir idari birimi olan Türkistan, adı üzerinde Türklerin ve diğer halkların bir arada yaşadığı mekan olmuştur. Mekan olarak ifade etmemizin temel sebebi de coğrafyaya üzerinde yaşayan halkların kattığı değeri de vurgulamaktadır. Nitekim, son iki yüzyıl Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliğinin egemenliği altında olmalarına rağmen Türkistan coğrafyasına ruh veren medeniyetlerini ve kimliklerini bütün baskılara rağmen unutmadılar. Medeniyetlerini ve kimliklerini unutturmaya yönelik bütün baskı ve sosyal mühendislik çalışmalarına rağmen mücadele ettiler. İşte bu mücadelenin önemli aktörlerinden Kırım Türklerinden Gaspıralı İsmail, Ceditçiler ve bugün Türkistan coğrafyasında devam eden etkilerini bu bölümde inceleyeceğiz.
Gaspıralı İsmail ve Ceditçi Düşünce
Türk Dünyası düşüncesinin, 20. yüzyılın başında, bir medeniyet ülküsü olarak ortaya çıkışında Gaspıralı İsmail’in Cedit Hareketinin önemli bir yeri vardır. Çünkü Gaspıralı İsmail, ortak değerler, dil, kültür ve eğitim ile insanlığa olumlu katkı sağlayacak “İslami Türk” medeniyetinin canlandırılabileceğine inanıyordu.
19. yüzyılın milliyetçilik akımlarının Avrupa’daki siyasi ve kültürel hayat üzerinde etkisini gören Gaspıralı İsmail ve diğer Ceditçiler, Rusya Türkleri ve Müslüman halklarının da bu gelişmelerden yararlanmaları, ortak kimliğe, kültüre vurgu yapmak ve siyaseten de birlikte olmanın, ancak Türk toplumların eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve ortak bilincin oluşturulması ve bir arada hareket edilmesine dayandığını görmüş ve fikirlerini “Dilde, Fikirde ve İşte Birlik” düsturu çerçevesinde ilan etmiş ve bu yolda da adımlar atmışlardır. 1883’te yayınlanmaya başlanan “Tercüman” gazetesi Kırım dışında Rusya Türklerinin yaşadığı bütün bölgelerde ve Osmanlı Devleti içinde de okunmaktaydı (Eroğul, 2013, ss. 156-157).
Cedit Hareketi adından anlaşılacağı gibi, eskinin zıttı yani yenileşme anlamına gelmektedir. Bu anlamda Cedit Hareketinin önderleri “Kadim”, eski metotların yetersiz olduğunu ve kullanılan yöntemin değiştirilmesi gerektiği ve bu değişikliğin nasıl yapılması konusunda da önerileri dayanmaktadır. Bir yenileşme hareketi olarak Rusya Türkleri aydınları arasında tartışmalara da sebep olmuştur. Nitekim “Usul-i Cedid” eğitimde yeni metot, reforma dayanan bir yaklaşım, hatta uygulanması sebebi ile yeni bir düşünce okuldur. Kadimciler ise, yani eski eğitim metotlarını kullanan, medreselerdeki eğitim metotlarının değiştirilmesine karşı çıkanlardan oluşmaktaydı. Ceditçilerin bu karşı olma tutumu, sadece kullanılan eğitim metotları için değil, Rusya Türklerinin dünyadaki siyasal ve kültürel değişimlerden habersiz olmaları, ortak tutum belirleyememeleri üzerine idi. Nitekim başta Şehabeddin Mercani, Gaspıralı İsmail olmak üzere Rusya’daki Türk aydınları arasında, asrın gereklerine ayak uydurulması, yeni eğitim metotlarının geliştirilmesi, medreselerin ıslah edilmesi konusunda yazılar yazdılar, uyarıda bulundular. Eğitim ile ilgili metot tartışmaları dışında, Rusya Türklerinin siyasi, kültürel olarak birlik oluşturabilmeleri için ne yapmaları gerektiği de tartışılır oldu. O dönemin Rus Çarlığındaki siyasi koşullarını da göz önüne alarak eğitim ve basın alanından başlanması düşüncesi ile harekete geçtiler (Zeki, 2019, ss. 11-22).
Rus Çarlığı egemenliği altındaki topraklarda Cedit Hareketi çok hızlı bir şekilde yayıldı. Türkistan dâhil Rusya Türklerinin yaşadığı topraklarda 5000 yakın Cedit okulu kuruldu. Kurulan okullarda yeni yöntemler ile okuma yazma seferberliği başlatıldı. Rus Çarlığı idaresi Ceditçileri sıkı takibe aldı. Zaman zaman faaliyetlerini sınırladı. Fakat Türkistan bölgesindeki faaliyetlerine müsemma göstererek, yerel ulemanın gücünü kırmak için kullanmaya da çalıştılar (Golden, 2014, ss. 202-203).
Gaspıralı’nın yayınladığı kitaplar, çıkardığı Tercüman gazetesi ve bunlardan daha önemlisi olarak Rus Çarlığı idaresi altındaki Türk Dünyası topraklarında açtığı Cedit okulları ile ortak medeniyet bilincini yeşertmeye çalıştı. Bu sebeple, Türk Dünyası düşüncesinin, 20. yüzyılın başında, bir medeniyet ülküsü ve aksiyon olarak ortaya çıkışında Gaspıralı İsmail’in Cedit Hareketinin önemli bir yeri vardır. Çünkü, Gaspıralı İsmail, ortak değerler, dil, kültür ve eğitim ile insanlığa olumlu katkı sağlayacak “İslami Türk” medeniyetinin canlandırılabileceğine inanıyordu. Özellikle dilde, fikirde ve işte birlik düsturu hem Gaspıralı’nın yaşadığı döneme (19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başı) hem de günümüz dünyasının gerçekliğine de uygun düşmektedir.
Gaspıralı’nın yetiştiği Kırım, Çarlık Rusya’nın işgalinden sonra sadece siyasi alanda değil sosyal, demografik ve yabancı bir kültür tarafından kuşatılmış ve asimilasyona tabii bir sömürülen toprak ve toplum haline dönüşmüştür. 1853-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşı sonrası Ruslar arasında Panslavizm duyguları güçlenmeye ve Rus aydınları arasında yayılmaya başladı. Misyonerlik faaliyetleri yanında, Kırım’ın nüfus yapısını değiştirme çalışmaları artmıştır (Türkyılmaz, 2018, s. 51). Bu özellik sadece Kırım için değil diğer batı devletlerinin sömürge imparatorlukları tarafından da dünyanın batı dışındaki diğer halklarına karşı da yapılmıştır. 19.yüzyıl bu anlamda batı tesiri ve hegemonyasının dünyaya yayıldığı bir asırdır. Müslüman topluluklar olduğu kadarı ile Türkistan coğrafyası ve Türk halkları da, Osmanlı Devleti hariç, bundan etkilenmiştir.
Gaspıralı İsmail, İslam kültürünü özümsemiş ve kendisi İslam medeniyeti dairesinde gören biri olarak Rus ve Batı düşüncesine de uzak değildir. Bu kültürler arasında karşılaştırma yapabilecek ve “Müslüman halkların geri kalmışlığı” sorunun nasıl çözüleceği üzerinde kafa yormuştur. Bunu gerçekleştirmek için en iyi aracında eğitim olduğuna kanaat getirmiştir (Akpınar, 2014, s. 825).
Gaspıralı, cehaletin en büyük sosyal sorun olduğunu kabul etmiş ve eğitimin bir toplumdaki değişik sosyal sorunların üstesinden gelmek için önemli bir araç olduğunun farkındaydı. Bu sebeple, çocukların temel eğitimlerini kısa zamanda tamamlamalarını sağlayacak metotlar geliştirdi. Böylece ortak bir dilin oluşması için çaba sarf etti. Ortak dil sayesinde, toplumların sorunları çözebilmek için fikir birliğinde daha kolay yapabileceğine inandı. Fikir birliğine sahip toplumların sorunlarını çözmede el ele vererek yaptıkları işleri ile sorunları çözebileceklerine ve çağdaş toplumlar ile bir medeniyet seviyesine gelebileceklerine düşünüyordu. Bu düşüncesini de ‘dilde, fikirde ve işte birlik’ şeklinde özetlemiştir.
Gaspıralı fikirlerini yaymak için önce Rusya egemenliği altındaki Türk dünyasında gezilere çıkar, gittiği bölgelerdeki aydınlar ile görüşür. Böylece yapacağı çalışmalar için bir zemin oluşturmaya çalışır. Gaspıralı’nın ülküsü ise, Tercüman gazetesi ve okuyucuları ile oluşturduğu “Boğaziçi’ndeki balıkçıdan Kaşgar’daki deveciye kadar” herkesin kullandığı ortak bir dil ve benimsediği ortak medeniyetin tekrar canlandırılması düşüncesidir. Gerçekten de Tercüman gazetesi ve Cedit Hareketi Türk dünyasında ortak edebi dilin oluşmasında çok önemli bir rol oynamış, bugün Orta Asya Türk devletlerinde siyasi elit ve aydınlar arasında az da olsa görülen Türk dünyası vurgusuna Sovyetler Birliği dönemindeki tüm engellemelere karşın katkıda bulunmuştur (Akpınar, 2014, s. 833).
Gaspıralı İsmail medeniyet anlayışının temellerinden biri de Türk Müslüman toplumlarının çağa ayak uydurabilmek için birlikte değişmesi ve ortak üretme kapasitesine sahip olmasıdır. Bu anlamda zamanın ruhuna uygun medeniyeti değerlere ve ortak değerler üzerinden inşa etmeye odaklanmıştır. Dil ve bilgi birikimi medeniyet temelini oluşturur. Cedit okulları da hem ortak kendi dilinde eğitim sağlarken hem de Türk Müslüman toplumların iktisadi yeniliklere ayak uydurmasını, Batı tekniklerini kullanabilmesini hedeflemekteydi.
Rus Çarlığı ve Ceditçiler
Rusların hâkimiyeti altında yaşayan Müslümanlar çeşitli dönemlerde baskıya maruz kalmışlar, dinlerini değiştirmeye zorlanmışlardır. Bu özellikle, Kazan ve Astarhan Hanlıkların Rus hâkimiyeti altına girdiği 16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etmiştir. Rus Çarlığında Aydınlanmanın etkisi görülmesi ile bu baskılar azalmış ve II. Katerina döneminde ise özellikle Tatar Müslümanları imparatorluğun genişlemesi için bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum 19. yüzyıl ile birlikte hâkim Batı Medeniyeti ve onun getirdiği değerler karşısında Müslümanlar kendi kabuğuna çekilmiş ve eziklik içindeydi. Ne kendilerinin sahip olduğu medeniyeti ve bu medeniyetin meziyetlerini öne çıkarabilmişler ne de Batı medeniyeti dairesi içine girmişlerdir. İşte böyle bir durumda, Gaspıralı düşünceleri ile önce toplumu aydınlatmak ve güçlü bir medeniyet duygusuna sahip yeni bir aydın sınıfı oluşturmayı hedeflemiştir. Böylece hem siyasi olarak hâkim olan Rusya yönetimi ile hem de Batı medeniyeti ile rekabet edebilecek bir hareket meydana gelecekti. Bunu yaparken de hâkimiyeti altında yaşadığı Rus devletinin kanunları çerçevesinde hareket etmiştir.
Nikolay İlminski, kendisi Hristiyanlaşmış bir Tatar ailenin mensubu, Rus Çarlığına tamamen itaatkar bir eğitimci olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Rus Çarlığında yaşayan Türk-Müslüman halklar arasında potansiyel birlikte hareket etmelerinin Rus Çarlığı için tehdit olduğunun farkındaydı. Bu gelişmeyi engellemek için ne yapılması gerekir düşüncesi ile Rus Çarlığı idarecilerine bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Bu tavsiyelerinde Türk halklarının dil ve düşünce birliğinin bozulması, sahip oldukları ortak din ve kültür anlayışının parçalanması gibi düşünceler ve bir bakıma eylem planları vardı (Geraci, 2009, s. 150). Fakat bu tavsiyelerinin uygulama fırsatı olmadı. Aksine, 19. yüzyılın son çeyreğinde şekil almaya başlayan Rusya içindeki medeniyet-milliyetçi uyanışın Rus Çarlığı içinde yaşayan Türk ve Müslüman halkları arasında da hareketliliğine sebep oldu.
Rus Çarlığı altındaki Türk topluluklar arasındaki uyanışa sebep olan, yaygın ve bir ölçüde de başarılı olan Ceditçiliktir. Aslında, Cedit Hareketi Rus Çarlığı egemenliği altındaki Türk halklarının aydınları arasında da yeni bir arayışın adıdır. Gaspıralı İsmail ve çevresindekilerin şahsiyetinde ortaya çıkan bu hareket “Dilde, İşte ve Fikirde Birlik” şiarı ile hareket ettiler. Gaspıralı’nın gayreti ile Ceditçiler Türk lehçeleri arasında farklılıkları en aza indirgeyerek ortak bir dil çerçevesinde aydınları bu düşünceler çerçevesinde bir araya getirmeye çalıştılar. Özellikle de 1905 Devrimi ile daha aktif hale geldiler. Temelde eğitim kurumları açarak ve basın-yayın çalışmaları ile gündeme geldiler. Bu çalışmaları 20. yüzyılın başında Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliği’nin ilk on yılında Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk aydınları Türk toplumlarının kültürel, sosyal ve siyasal olarak gelişmesine büyük katkıda bulundular. Örneğin, Türkçe eğitim verilmesi, kültürünün yaşatılması amacıyla okullar, kültür merkezleri açıldı, gazete ve dergiler yayınlandı. Böylece Türk kültürünü ve dilini koruma, Türk toplumunun eğitim ve kültürel hayatını geliştirme amacına matuf faaliyetlerde bulundular. Yaptıkları çalışmalar ile farklı ve geniş coğrafyalara dağılmış Rusya Çarlığı ve sonrasında Sovyetler Birliği egemenliği altındaki Türk halkları arası ortak bir kimlik ve fikir birliğinin inşa edilmesi için mücadele ettiler.
Sovyetler Birliği ve Ceditçiler
Bu mücadele Rus Çarlığının yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin kurulması ile de devam etti. Sovyetler Birliği ve onun kurucu Lenin, Rus Çarlığını “milliyetler hapishanesi” olarak tanımlaması Sovyetler Birliği’nde yaşayan halklara kendi kaderini tayin etme hakkı vereceklerini ilan etmesi ve sosyal eşitlik üzerine vurgu yapması bazı Ceditçilerin desteğini de almasına yol açtı. Her ne kadar kendi aralarında Ceditçi önde gelen aydınlar Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı ele geçirmelerine ilişkin iki farklı tutum taşısalar da ortak düşünceleri Türk kimliğinin korunması ve bu kimliğe dayanan kültürel ve siyasal tutum alınması konusunda aynı fikre sahiptirler.
Cedit Hareketinin siyasi olarak devrimci bir karakteri yoktur. Fakat Ceditçilerin bazıları devrimci Bolşevikler ile de beraber hareket etmiştir. Açıkçası, uzun ve meşakkatli bir mücadele öngörmekteydi. Bunu gerçekleştirmek içinde ortak kimlik ve hedefin sıkı bir şekilde korunması gerektiğine inanmaktaydı. Bu özelliği ile Gaspıralı’nın fikir babası olduğu Ceditçiler farklı rejimler (hem Rus Çarlığı hem de Bolşevik rejimleri) altında çalışmalarına devam etmişlerdir. Yani var olan rejimler ile de işbirliği yapmışlardır. Bu sebeple 1920’lerde ve 1930’ların başında Orta Asya’daki Sovyet yerel yöneticileri arasında Ceditçiler ve Ceditcilerden etkilenmiş olan aydınları görürüz. Bu yönetici ve aydınlar Orta Asya’da kurulan birlik cumhuriyetlerin fikir babaları ve kurucuları olmuşlardır. Bu cumhuriyetlerin kimliklerin oluşmasında önemli katkıda bulunmuşlardır. Fakat ne yazık ki, 1930’larda Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin’in baskı ve sindirme politikalarının kurbanı olarak milliyetçilik, Turancılık ve Pan- Türkçülük ile suçlanarak ortadan kaldırılmışlardır (Eroğlu, 2013, s.10).
Bir tarafta, daha muhafazakâr ve milliyetçi çizgide hareket eden, Sovyetler Birliği’nin kurulmasına ve Türk coğrafyasında egemen olmasına karşı mücadele eden Mustafa Çokay, Zeki Velidi, Münevver Kari gibi aydın-siyasetçiler vardı. Nitekim, bu aydınlar Bolşeviklerin bütün eski Rus Çarlığı topraklarında egemenlik kurması sonucu, bu toprakları terk edip bir kısmı Türkiye, bir kısmı da Avrupa ülkelerine gittiler. Mücadelelerini ve fikirlerini yaymaya devam ettiler.
Diğer taraftan, Bolşevik devriminin lideri Vladimir Lenin’in kendi kaderini tayin hakkının “milletler hapishanesi”nde yaşayan milletlere verileceği ve ayrımcılığının, eşitsizliğin ortadan kaldırılacağı, insanların ve toplumların kendi kimliklerine dayanan siyasi yapılar oluşturabilecek özgürlükler tanınacağı sözüne inanan özgürlük merkezli sol değerleri taşıyan Turar Rıskulov, Feyzullah Hocayev, Kasım Tınıstanov gibi Türk kökenli sosyalist aydın ve siyasetçilerde bulunmaktaydı.
Bolşevikler ile işbirliği yapan Ceditçilerin, daha doğru bir ifade ile sol Ceditçiler baktığımızda sosyalizmin ana ilkelerini benimsemelerine rağmen kendilerini Türk, Müslüman ve Turani olarak da tanımlamaktadırlar. Bunların Sovyetler Birliğine bağlı adında Türk, Müslüman veya Turan geçen sosyalist birlik cumhuriyetleri kurmak istedikleri ve bu fikirlerini çeşitli platformlarda ifade ettikleri bilinmektedir. Bu Ceditçiler hayatlarının sonuna kadar hem milli kimlik ve değerlerini hem de sosyalist inançlarını taşıdılar. Kurmak istedikleri Türkistan, Turan, Müslüman karakterli Sosyalist Cumhuriyet fikirlerini 1920’li yılların göreceli özgürlük ortamında açıkça ifade ettiler. Bu durum, Sovyet merkezi hükümetini rahatsız etmeye başladı. Özellikle önce Milletler Komiseri, sonra da Sovyetler Birliği’nin tartışmasız tek lideri olan Josef Stalin hareket geçti ve Sovyetler Birliği içinde sosyalist Moskova merkeze tam olarak bağımlı sosyalist cumhuriyetler oluşturarak, Türkistan coğrafyasını beş parçaya böldü. Oluşturulan her cumhuriyette de kendi yerel etnik, lehçe ve kültürüne göre parçaladı. Lehçeler arasındaki farkı vurgulayan politikalar ve çalışmalar desteklendi. Türk halkları tarafından kullanılan alfabe önce Arapçadan Latinceye sonra da Latinceden Rus Kiril alfabesine çevrildi (Saray, 2021, ss. 61-62). Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu destekleyen Sol Ceditçi aydınlarda 1920’lerin sonundan itibaren Josef Stalin’in direktifi ile başlayan tutuklamalar ve infazlar sürecinde ortadan kaldırıldılar. Böylece baskılanmış, aydınları katledilmiş, dil, kültür ve medeniyet birliği bozulmuş Türk-Müslüman halkların Ceditçiler tarafından oluşturulmaya çalışılan birliği de imkansız hale geldi.
Sovyetler Birliği yönetimi de sadece milliyetçi-muhafazakâr Türk kimliği ifade edenleri değil, sosyalist eşitlikçi yaklaşım ile kimliğini özgürce ifade etmek isteyenleri de hedef alması ve onları ortadan kaldırmasının temel bir amacı vardı. Tek kimlik olarak “Homo Sovetius” yani Sovyet insanı vurgusu oluşturulması ve milli kimlik ve değerlerin Sovyetler Birliği’nin bütünlüğüne bir tehdit olarak görülmesidir. Cedit aydınlarının ortadan kaldırılması ile Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk halkları ile Sovyetler Birliği dışındaki Türk toplumlar arasındaki ilişki de kesildi. Bu Sovyetler Birliği’nin son yıllarına kadar böyle devam etti. Nikita Kruşçev’in Stalin’in yaptığı zulümler ifa ettiğini 1956 yılındaki 20. Sovyetler Birliği Komünist Partisi toplantısı sonrası bazı Ceditçi aydınlar sosyalizm düşmanı, milliyetçi olarak suçlamalar tekrarlandı. Bu durum Gorbaçov’un açıklık (glasnost) politikası sonucu 1987 yılında Özbekistan’da Ceditçi aydınlarını anan toplantılar yapılmaya başlandı. Ceditçi aydınlar, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra yeni kurulan Türk devletlerinde, özellikle de Özbekistan ve Kazakistan’da, kahramanlar olarak adları ve fikirleri yaşatılmaya, düşünceleri de yayılmaya başlandı (Zeki, 2019, ss. 19-21). Bu süreçte, Ceditçi düşüncelere sahip olanlar “Pan-Türkist”, sosyalizme ihanet suçlamaları ile tevkif edildiler.
Nitekim, 1980’lerin sonuna doğru başta Azerbaycan, Özbekistan ve Kazakistan olmak üzere Türk dünyasında 20.yüzyılın başındaki Ceditçi hareketten etkilenen aydınlar, siyasi ve kültürel yapılar ortaya çıktı. Örneğin, 1930’larda Stalin’in soykırımına uğramış Abdurrauf Fırat, Münevver Kari gibi Özbek, Turar Rıskulov, Muhammed Tınışnay gibi Kazak Ceditci Türkistanlı aydınları ortak kimliğinin önemini vurgu yapan çalışmalar yapmış, Sovyetler Birliği’nin ilk on yılında çeşitli görevler yapmışlardır. Fakat 1930’lardaki Stalin’in milli aydınlara yönelik ortadan kaldırma politikasının kurbanları olmuşlardır. Fırat’ın 1956 yılında suçlamalardan aklanmış ve 1991 yılında kendisine öldürülmesinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş Fırat’a Ali Şir Nevai Devlet ödülü layık görülmüştür (Şimşir, 2008, ss. 156-157).
Sovyet Sonrası Ceditçilerin Etkisi
Sovyetler Birliği’nden kalma Glasnost (açıklık) ortamı yeni bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk devletlerinde bir süre daha devam etti. Sovyetler Birliği’nin sosyalist ve Rus karakterli eğitimini almış ve Partide de üst düzeyde görev almış (dönemin Kırgızistan Cumhurbaşkanı hariç) yeni bağımsız Cumhuriyetin liderleri kısa sürede hem siyasal hayatı hem de sosyal hayatı kontrol almaya başladılar. Yönetici elitin Sovyet eğitimini almış ve yönetim kademelerinden çalışmış siyasal elitler olarak otorite yaklaşım benimsediler. Sovyetler Birliği tarzı Rusya’nın önderliğinde yeni bir siyasal yapılanmanın beklentisi ve korkusu içinde bütün siyasal ve kültürel talepleri kontrol altına almaya çalıştılar. Örneğin, Kazakistan ilk Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, 1994 yılında Moskova Devlet Üniversitesinde yaptığı konuşmadan Rusya önderliğinde yeni bir “Avrasya” birliğine ihtiyaç olduğunu ilan etti. Nazarbayev’in ortaya koyduğu “Avrasya Birliği” düşüncesi Rus-Tatar Etnograf Lev Gumilev’in Avrasya steplerinde yaşayan halkların aynı coğrafi topraklarda yaşamalarından dolayı aralarında geliştirdikleri düşünülen barış için ortak yaşama ve birbirilerini kültürel olarak etkiledikleri düşüncesine dayanıyor ve dönemin siyasal konjonktürüne de uygun düşüyordu (Karasar ve Kuşkumbayev, 2009, ss.56-62).
Türkistan coğrafyasının diğer önemli ülkesi Özbekistan’da Ceditçi düşünceleri bağımsızlık sonrası dile getirenler ve bunu Muhammed Salih gibi siyasete taşıyanlar ile Özbekistan’ın kurucu Cumhurbaşkanı İslam Kerimov arasındaki siyasi mücadele, Ceditçi muhalefetin Özbekistan iç siyasetinden silinmesi ile sonuçlandı. Kerimov istikrar odaklı mevcut siyasal yapıyı tamamen kontrol eden yaklaşımı sadece siyasi oluşumlar için değil, siyasi düşünceleri de tehdit olarak görüyordu. Fakat zaman ile, Özbekistan hem Türkistan coğrafyasındaki önemli tarihi manevi merkezlere sahip olması, hem de Özbekistan’ın merkezi konumu sebebi ile “Türkistan” kavramı Özbekistan’ın dış politikasında önemli bir söylem haline geldi (Karasar ve Kuşkumbayev, 2009, ss. 68-72). Nitekim, Kerimov bu söylemi sık sık kullanmaya başladı. Bu matuf edebi ve ilimi çalışmaların da önü açıldı. Özbekistan Latin alfabesine geçti. Fakat bütün bu açılımlara rağmen, Özbekistan ile Türkiye arasındaki siyasi gerilimler akademik çalışmalara da olumsuz etkisi oldu. Özbek siyasi elitleri Türkiye ile Türkistan arasındaki kültürel ortaklığı görmeyen ayrıştırıcı dil kullanmaya devam ettiler.
Bu süreç 2000 sonrası değişmeye başladı. Zaman ile ülkelerinin bağımsızlığı konusunda, üzerlerindeki Rusya’nın etkisinin azaldığını gören Orta Asya Türk Cumhuriyetlerin liderleri (Türkmenistan hariç) tutumlarını yumuşattılar. Örneğin, Nazarbayev, 2009 yılında Nahcivan Antlaşması ve Türk Konseyinin kurulması ile ilgili olarak yaptığı konuşmada, Avrasya coğrafyası, Türk halkları ekseninde tarif eden yeni bir yaklaşım benimsedi. İslam Kerimov’un vefatı ile yerine gelen Şavkat Mirziyoyev hem Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken hem de Sovyet zulmüne uğrayan Ceditci aydınları kahraman olarak ilan ederek, onlar ve fikirleri hakkında çalışmalarına destek vermektedir.
Devlet-inşasına paralel milliyet-inşası sürecinde siyasal elitlerin yeni arayışlara girmesi ile Ceditçi düşünceler tekrar gün yüzüne çıkmaya başladı. İşte bu ortamda, Ceditçi geleneği taşıyan Türkistanlı aydınlar fikirlerini toplumlarında seslendirebilmek için farklı yollar benimsediler ve bunların sonucu olarak da Ceditçi düşünürlerin ve fikirlerinin yeni kurulan Türk devletleri ve aydınları üzerinde üç açıdan etkisi görmekteyiz: Alfabe tartışması, ortak Türk tarihi ve medeniyeti düşüncesi ve ortak siyasal ve ekonomik tutum oluşturulması.
Dil’de Birlik-Ortak Alfabe
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile yeni arayışa giren ve devletleşme süreci ile paralel milletleşme ve kimliklerini yeniden tanımlama çabasına da girdiler. Bu çabaların ilk adımlarından bir tanesi ise alfabe çalışmalarıdır. Rus Kiril alfabesinden, Türkiye’nin de kullandığı Latin alfabesine geçiş Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan’da 1990’lı yılların ilk yarısında gerçekleşti. Kazakistan’da alfabenin değiştirilme çabaları 2010’ların son yıllarına başladı. 2019 yılında alınan karar ile de süreç resmen başlamış oldu. Alfabenin değiştirilmesi konusu yeni değildir. Alfabe konusunda 20. yüzyılın başında benzer bir durum vardı, Türk aydınları arasında konu ile ile ilgili yoğun tartışmalar söz konusu idi (Rustamov, 2020, ss. 81-87).
Benzer tartışma Türkistan coğrafyasında bağımsızlık sonrası devam etmektedir. Alfabeyi değiştirmek isteyenlerin iki temel argüman sahiptiler. Birincisi, alfabe değişikliği ile Türkler arasında dil birliğinin sağlanacağı düşüncesidir. Örneğin, bağımsızlık sonrası yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimine muhalefetin adayı olarak da katılan Özbek yazarı Muhammed Salih, Ceditçilerin temel fikirlerini benimsemiş bir Türk aydını olarak ülkesinin en kısa zamanda Latin alfabesine geçmesini Türklerin dil birliğinin sağlanması için önemli bir aşaması olarak tanımlamaktaydı (Can, 2022, s.128). Nitekim, Türk devletleri liderlerin 1990’lı yılların başında yaptığı toplantılarda konu gündeme gelmiş, alfabenin değiştirilmesi, ortak alfabenin oluşturulması konusunda Türk dünyasının farklı ülkelerinden gelen uzmanların olduğu toplantılar yapılmış, komisyonlar kurulmuş, raporlar hazırlanmıştır. Son olarak da Kasım 2021 yılında kurulan Türk Devletleri Teşkilatında konu gündeme tekrar gelmiştir.
Fikirde Birlik-Ortak Medeniyet ve Tarih Düşüncesi
Gaspıralı İsmail’in Ceditçi düşüncesinin temelini Türk ve Müslüman halklarının ortak kimlik ve kültür vurgusu yapan, ortak tarihi dikkate alan, ama aynı zamanda var olan dünyanın koşullarını da dikkate alan kültürel ve sosyolojik yaklaşım oluşturur. Bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri, ilk yıllarında kendi yerel tarihlerine dayanan bir tarih anlayışı benimsediler. Bu anlayışın iki temel kökeni vardı. Birincisi, 1920’lerde Türkistan coğrafyası Sovyet merkezi yönetim tarafından etnik, lehçe temelli siyasi yönetimsel parçalara ayrılırken, her bir cumhuriyeti için kendi yerel tarihini merkez alan, bazen abartıların kullanıldığı, bazen de farklılıkların derinleştirildiği yaklaşımlar benimsenmişti. Fakat Stalin döneminde yerele vurgu yapam aydınlarda yok edildi. Bu süreç akamete uğradı.
Stalin sonraki Sovyet liderleri Kruşçev ve özellikle de Brejnev dönemlerinde Sovyetler Birliği içindeki Cumhuriyetlerde yönetim kademelerinin yerelleştirilmesi (Korenizatsiya) sürecinde uzun süre aynı yerel kişilerin iktidarda kalması ile yavaşta olsa, 1920’lerdeki yerel kültürel değerler ve bu değerler ekseninde yapılan çalışmalar da teşvik edildi. Cengiz Aytmatov’un çalışmaları buna örnektir. Her ne kadar, yazdığı eserlerinin önemli bir kısmını Rusça yazsa da seçtiği konular ve geçmişe dönük yaptığı vurgular sebebi ile romanlarında ve hikayelerinde yerel vurgusu vardır.
Böylece, her ne kadar Türkistan coğrafyası Stalin’in 1930’larda gerçekleştirdiği aydınların soykırımından olumsuz etkilense de Cedit Hareketi bir kültürel birikim olarak ileriki nesillere edebiyat yoluyla aktarılabildi. Örneğin, Muhtar Şahanov ve Cengiz Aytmatov’un yaptığı gibi sanat, edebiyat üzerinden medeniyet ve milli kimlik çalışmaları yapılmıştır. Her iki yazarda zamanın ruhunu çok iyi okumuş yaşadıklarımı dönemde meydana gelişmeleri ile toplumlarının değerlerini, geçmişin kültürünü yansıtan eserler verdiler. Çünkü her ikisi de ortak değerlerin ve dilin fikirleri birbirlerine bağlayan köprü olduğunu bilincine sahiptirler. Her ne kadar her iki yazarda eserlerinin önemli bir kısmını Rusça yazsa da Türkistan toplumunun sosyal hafızasını, hatırasını ve vicdanını yansıttığı için bir Türk Dünyası yazarı kabul edilebilir.
2009 yılındaki Nahcivan Antlaşması ile Türk Dili Konuşan Ülkeler konseyi oluşturuldu, Kazakistan’ın başkenti Astana’da Uluslararası Türk Akademisi kuruldu. Türk Akademisinin kurulmasının amaçlarından biri de ortak tarih, ortak medeniyet anlayışını vurgulayacak çalışmaların yapılmasıdır. Bu Ceditçilerin hedeflerinden biri idi.
İşte Birlik-Ortak İş
Ceditçiler, dilde ve fikirde birlik sağlanması ile Türk toplumları ve devletler arasındaki ortak iş yapma bilincinde yapılabileceğine inanıyordu. Ortak iş yapmanın birliği ve beraberliği arttırdığı gibi, aynı zamanda hedefledikleri birliğin kurulmasının da en önemli aşaması olarak görüyorlardı. Nitekim, 20. yüzyılın başında uluslararası sistemdeki rekabetin ekonomi üzerinden ve ekonomik olarak güçlü ülkeler arasında yapıldığı görmüşlerdi. Fakat o dönemde ne Osmanlı İmparatorluğu ne de Türkistan coğrafyası güçlü bir ekonomik yapıya sahip değildi, aralarındaki ticaret de çok sınırlı idi.
Siyasal bağımsızlıklarını kazanan Türk cumhuriyetlerinin, sömürge merkezi olan Moskova’ya ekonomik olarak bağımlılıkları devam ediyordu. 1990’lı yıllar Türk Cumhuriyetlerinin ekonomik olarak dönüşüm geçirdikleri ve arayış içinde oldukları bir dönem oldu. 2000’li yıllardan itibaren, ekonomilerini belli ölçülerde dengeli hale getiren Türk devletlerinin Türkiye ile olan ekonomik ilişkileri de gelişmeye başladı. Tabii ki uluslararası ekonomik sistem içindeki değişim ve bu ülkelere komşu olan Çin’in de ekonomik olarak güçlenmesi, bu ülkeleri etkiledi. Her ne kadar bu ülkelerin Rusya ve Çin ile olan ekonomik ilişkileri ağırlıklı olsa da Türkiye ile ilişkileri de güçlenmektedir. Bunda sadece var olan ekonomik avantajlı durumun değil, aynı dilin ve kültürün parçası olmasının da işte birliği kolaylaştırdığı söylenebilir.
Sonuç
Orta Asya Türk Dünyasının bağımsız devletler olarak ortaya çıkmasından önce Türkiye’de Türkistan bölgesi erişilmesi uzak ve sadece edebi eserlerde geçmişte kalan bir Kızıl Elma olarak görülmekteydi. Hem coğrafyanın hem de Soğuk Savaşın siyasi ortamı Türk toplumları arasındaki iletişimi kopartmıştı. Aynı zamanda her ne kadar Osmanlı devleti ile Türkistan’daki Hive ve Hokand Hanlıkları ve Buhara Emirliği arasında sınırlı siyasal, kültürel ve ekonomik ilişki var olsa da Batı Türkleri ile Doğu Türklerinin etkileşimi yüzyıllardan beri sınırlı idi.
20. yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen siyasal ve teknolojik devrimler Batı-Doğu Türkleri arasında yeni ilişkilerinin geliştirmesine fırsat verdi. Bu fırsat sadece ilişkilerinin geliştirilmesine değil, aynı zaman da Türk toplumlarının kendilerini tanımlamalarında, sahip oldukları ortak medeniyetin, tarihlerinin, dillerinin, dinî anlayışlarının yani ortak noktaları olan toplumları önce millet sonra da medeniyet yapan karakterlerinin bir olduğunu anlamalarına yol açtı. Başka bir ifade ile bir topluluğu millet yapan en önemli ögelerin, paylaştıkları kültür ve medeniyet değerleri olduğunu ve siyasal ve ekonomik konjonktürün de uygun olması halinde bu milletlerin ortak hareket etmelerinin ve medeniyetini tekrar canlandırabilmelerinin mümkün olduğunu göstermektedir.
Gaspıralı İsmail, Türk milletinin, Türk dünyası coğrafyasının medeniyet kodlarının ortak olduğunu ve bu ortak medeniyet kodlarının “dilde, fikirde ve işte birlik” şiarı ile ayağa kalkabileceğine inanmış, Türk halklarının ortak medeniyet değerlerinin gelecek nesillere aktarılması ve yayılması içinde eğitimin şart olduğuna inanmış ve bu yolda çok büyük çabalar sarf etmiştir.
Türk toplulukları arasında tarih, dil, soy ve kültür birliği düşünceden kuvveye dönüşmesini yani 20. yüzyılda çağına uygun tekrar ortak bir Türk medeniyeti oluşması için Gaspıralı İsmail Bey hem fikir hem de eylem adamı olarak mücadele etmiştir. Her ne kadar Gaspıralı ortak medeniyet konusunda beklentileri gerçekleşmemiş ise de bugün Türk dünyasından söz edebiliyorsak şimdilik bunda Gaspıralı İsmail’in katkılarını yad etmemiz gerekir. Özellikle de az daha olsa, Sovyetler Birliği egemenliği altında Türkistan’da varlığını devam ettirebilmiş ortak Türk Dünyası anlayışının oluşmasında büyük katkıları olmuştur.
Kaynakça
Akpınar, Y. (2014). İsmail Gaspıralı ve Türk Dünyası. İçinde B. Sayılır (der.). Türk Dünyası Kültürel Değerleri Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı Eskişehir: Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı.
Alptekin M.Y. ve Çevik Z. (Der.), Türk Dünyasında Ulus İnşası, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
Can, M. (2022). S.S.C.B. hâkimiyeti altındaki Türk topluluklarında yapılan alfabe değişikliklerinin Türk kültürüne etkisi. İstanbul, Akçağ Basım.
Eroğlu, N. (2013). Ütopyalar ışığında Gaspıralı’nın Darürrahat Müslümanları. İstanbul: Bilge Kültür Sanat.
Eroğul, D. (2021). Türk Dünyası kültür birlik çalışmaları. İçinde V. Özdemir (der.). 30 Yılın Ardından Türkiye ve Türk Dünyası Ankara: Pankuş Yayınları.
Geraci, R.P. (2009). Window on the East: National and imperial identities in the late Tsarist Russia. Ithaca: Cornell University Press.
Golden, P.B. (2014). Dünya tarihinde Orta Asya. (Y.K. Taştan, Çev.). 3. Baskı, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Karasar H.A. ve Kuşkumbayev, S.K. (2009). Türkistan bütünleşmesi: Merkez Asya’da birlik arayışları 1991-2001. İstanbul, Ötüken Yayınları.
Saray, M. (2021). Türk Dünyasında birliğin kurulması şart. İstanbul, Boğaziçi Yayınları.
Rustamov, R. (2020). Ortak Türkçenin oluşmasında ortak alfabenin yeri. İçinde O. Yeşilot, Ö. Deniz Yılmaz, Y. Çağlar, B. Gürışık Köksal (Haz.) Türk Dünyasında ortak alfabe uygulamalar, arayışlar, teklifler. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Şimşir, S. (2008). XX. yüzyıl Türk Dünyasında Türk düşünürleri. İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.
Türkyılmaz, S. (2018). İsmail Gaspıralı ve Rusya Türklerinde milli uyanış: Usul-i Cedid eğitim. İstanbul: Ketebe Yayınları.
Zeki, İ. (2019). Türkistan ceditçileri. Konya: Çimke Kitabevi Yayınları.
[1] 26-28 Mayıs 2014 tarihinde Türk Dünyası Kültür Başkenti 2013 Eskişehir’de yapılan Türk Dünyası Bilgiler Zirvesinde sunduğum “Gaspıralı İsmail’den Cengiz Aytmatov’a Türkistan Coğrafyasında Medeniyet” başlıklı bildiriden de yararlanılmış, geliştirilmiş özgün bir çalışmadır.