Giriş
İslam dünyasının dünyaya yön veren ihtişamlı günleri moderniteyle birlikte sarsılmaya başlamıştır. Modernlik her bakımdan hem dünyada hem de Müslüman toplumlarda ciddi bir kırılma ve travma yaratmış; bunun akabinde çok boyutlu arayışlar kendisini göstermiştir. Bu arayışlarla birlikte düşünsel, siyasal, ekonomik, sosyal alanda bir dizi reformlar gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Fakat modernitenin güçlü hakimiyeti ve tüm dünyaya yayılarak kuvvet kazanması, en azından Müslüman toplumlarda bir müddet sonra yüzeysel tedbirlerle sonuç alınamayacağının daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
Diğer yandan Müslümanların modernlikle karşılaşması, eşzamanlı olarak onların siyasal ve toplumsal anlamda zafiyet geçirdikleri bir zamana tekabül etmektedir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve yıkım sürecine girmesi, onun uhdesindeki farklı etnik, dinî ve mezhebî yapıların dağılmasını, kurulan yeni devletlerle birlikte siyasal istikrarsızlığı birlikte getirmiştir. Özellikle Orta Doğu ve çevresi o günden bu yana belirtilen siyasal istikrarsızlığı yoğun bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. Bu siyasal dağınıklık aynı zamanda ekonomik anlamda bir zafiyeti de tetiklemiştir. Orta Doğu’nun zenginlikleri henüz devlet tecrübesi olmayan ülkeler üzerinden Batı sömürgesinin hakimiyetine girerken, genelde ekonomik ve siyasal anlamda yönetemezlik problemi Batı hegemonyası ile birlikte pekişmiştir.
Tüm bu travmalar karşısında İslam dünyasında farklı arayışların özellikle düşünsel zaviyeden kendisini gösterdiğini görmekteyiz. Osmanlı’nın son döneminde Said Halim Paşa’dan Namık Kemal’e, Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’tan Hasan Hanefi’ye, yine farklı ülke ve coğrafyalardan Fazlurrahman, Malik B. Nebi, Muhammed İkbal, Cabiri gibi isimler bu arayışların sadece ilk akla gelen birkaç ismidir. Bu bağlamda çağdaş dönemde Suriye’de bir düşünce adamı olarak Cevdet Said’i görebilmekteyiz. Said, bir ilim adamı ve entelektüel sorumluluğuyla içinde yaşadığımız çağda öne çıkan isimlerden birisidir. Bu makalede, onun çağdaş İslam düşüncesi içindeki konumu, düşünceleri ve bu düşüncelerinin İslam düşüncesi açısından nasıl bir projeksiyon çizdiğini analiz etmeye çalışacağız.
Cevdet Said’in Hayatı ve Eserleri
Suriye’nin Golan bölgesinde daha çok Çerkes muhacirlerin yaşadığı Bi’ru’l-Acem köyünden olup, 1931 tarihinde annesinin köyü olan Ayn Ziwan’da dünyaya gelmiştir. Orta ve lise eğitiminin ardında Ezher Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. Daha sonra eğitim fakültesinde ihtisasını tamamlamıştır. Said’in resmî görevi olmamış, resmî görev tekliflerini de kabul etmemiştir. Bu anlamda daha çok sivil bir çalışma faaliyeti sürdürdüğü söylenebilir. Hayatında sürekli düşünce sorunlarıyla meşgul olan Said, 1950’lerin sonlarından itibaren başlattığı yazma, araştırma, inceleme ve konferans verme gibi faaliyetlerini vefatına kadar sürdürmüştür. Düşüncelerinde özellikle İslami şuurun tashih edilmesi, şiddetin reddi, değişim kavramı, afaki ve enfüsi ayetlerin araştırılması, anlaşma, uzmanlaşma, birlikte yaşama gibi konular üzerinde yoğunlaşırken, diğer yandan çağdaş Arap ve İslam aleminin yaşadığı fikrî sorunlar üzerinde eserler vermiştir. İslam dünyasında bilinen düşünürlerden olan Cevdet Said, çağdaş dönemde düşünce özgürlüğünü savunan isimlerden birisidir. Küçük yaşlardan itibaren İslam aleminin sorunları ile ilgilendiğini söyleyen Said, fikrî yapısının İbn Teymiyye, Efgani, Reşid Rıza, Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi yazarlardan etkilenerek şekillendiğini ifade etmektedir. Suriye’de iç savaşın ardından Türkiye’ye göç eden Cevdet Said, İstanbul’da ilmî faaliyetlerine devam etmiştir. 30 Ocak 2022 tarihinde İstanbul’da 91 yaşında hayatını kaybetmiştir.
Cevdet Said’in Türkçeye de kazandırılan birçok eseri mevcuttur. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
İslam Dünyasının Krizleri, (Çev. Fethi Güngör, İst., Pınar Yay., 2021)
Şiddet Erdemi Öldürür, (Çev. Fethi Güngör, İst., Pınar Yay., 2019)
Dirilişin Şartları, (Çev. Abdi Keskinsoy, İst., Pınar Yay., 2016)
İslami Mücadelede Şiddet Sorunu, (Çev. H. İbrahim Kaçar, İst., Pınar Yay., 1995)
Adem’in Oğlu Habil Gibi Ol-Yeni Bir Kimliğin İnşası, (Çev. Abdi Keskinsoy, İst., Pınar Yay., 2000)
Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, (Çev. İlhan Kutluer, İst., İnsan Yay., 2020)
Ademoğlunun İlk Mezhebi, (Çev. H. İbrahim Kaçar, İst., Pınar Yay., 2000)
İslam’dan Neden Korkuyorlar? (Çev. R. Gökbayrak Ömün, İstanbul, Beyan Yay., 2016)
Değişim Rüzgarları, (İstanbul, Pınar Yay., 2003)
Din ve Hukuk, (Çev. Abdi Keskinsoy, İstanbul, Pınar Yay., 2004)
Düşüncede Yenilenme, (İst., Pınar Yay., 2016)
Güç, İrade, Eylem, (Çev. H. İbrahim Kaçar, İstanbul, Pınar Yay., 2000)
Oku; Kerem Sahibi Rabbinin Adıyla, (Çev. Abdullah Kahraman, İstanbul, Pınar Yay., 2015)
Bir Çıkış Yolu, (İstanbul, Pınar Yay., 2016)
Makaleler, (İstanbul, Pınar Yay., 2006)
Cevdet Said Düşüncesinde Temel Parametreler
Cevdet Said’in eserlerine bakıldığında, dert edindiği problemler, bunlara yaklaşım ve çözümleme tarzı ile hangi sabitelerden hareket ettiği gibi sorular etrafında düşünce dünyasını çözümlemek daha metodolojik bir yol olacaktır. Bir kere Said’in ilk bakışta belki net anlaşılamayacak olan entelektüel bir duruşu ve düşünce biçimi vardır. Bu durum meselelere yaklaşımında daha açılımcı bakış açısıyla net bir şekilde görülebilir. Bilindiği üzere İslam dünyası özellikle 19. yüzyılda açık işgallerle somutlaşan sömürge hareketlerine maruz kalmıştır. Batı sömürgeciliği Haçlı Seferlerinden sonra coğrafi keşifler ve ardından modernizmin verdiği ivmeyle farklı coğrafyalara açılmıştı. Bu arada Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Orta Doğu coğrafyası Batı işgali ve sömürüsüne uğramıştı. Said’in doğduğu Suriye de bundan payını alan bir ülkedir. Bu tür ülkeler açık işgaller sona erdikten sonra da halkları ve bilhassa aydınları üzerinde “zihinsel sömürgeleşme” bağlamında bir bakiye ve maraz bırakırlar. Bir açıdan kendi kendini sömürgeleştirme olan bu durumda, bu ülke aydınlarının Batı ile kendi aralarında kurdukları hiyerarşi belirleyici olmaktadır. Aslında Edward Said’in Oryantalizm’inde belirtilen ruh hali yaşadığından, esas sorun bu aydınların bir türlü kendi kendilerini sömürgeleştirmekten kurtulamamalarıdır. Doğrusu Cevdet Said düşüncesi böyle bir sorunla malûl değildir. Batı düşüncesine kaprisli bir biçimde yaklaşmadığı gibi “olgu”, “gerçeklik” kriterlerinde Batı’yı değerlendirir ve oradan yararlanır. Daha da önemlisi Said’de kendi kendini zihinsel sömürgeye uğratmış bir zihin ve yaklaşım görülmez.
Cevdet Said aynı zamanda Suriye’ye göç eden bir ailenin çocuğudur ve bir Çerkez geleneğine sahiptir. Burada vurgunun etnik olmayıp içinde büyüdüğü kültüre gönderme olduğu belirtilmelidir. Bu durum Said’in içinde yaşadığı koşulların filtrelenmesi gibi bir işlev görmektedir. Bilindiği üzere Suriye Şii ve Sünnilerin birlikte yaşadığı bir coğrafya olmakla birlikte Nusayri azınlığın geçen yüzyılın erken zamanlarına kadar giden kıpırdanışları ve Esed ailesinin yönetime damga vurduğu bir ülkedir. Burada süregelen sıkı yönetim, aydınların başkalaşması ile de sonuçlanmıştır. Cevdet Said’in bütün kitaplarında İslam düşüncesinin şiddetten uzak konumlandırılması gerektiğine dair kuvvetli vurgularının Batı sömürgesi kadar bu iç politikanın da bir yansıması olduğu söylenebilir. Diğer yandan Suriye’de iç savaş ve karışıklıkların ardından İstanbul’a göç eden Said, farklılıkları tecrübe edebilmiştir. Bu arada kitabında Suriye’de yönetimle ilgili eleştiriler de yapmıştır. Hasılı Cevdet Said büyük oranda içinde yaşadığı mekanın koşulları ve konjonktürünü mutlaklaştırmamış; tam tersine bu tecrübelerden daha ayakları yere basan bir düşünsel zemin üretebilmiştir.
Cevdet Said düşüncesinde İslam ile Batı düşünceleri arasında bir denge hali ve etkileşim gözlemlenmektedir. Said eserlerinde batı düşüncesi ve paradigmasına öykünen bir profil olarak ortaya çıkmaz. Ancak bu durum, neo-selefi ya da reddiyeci bir tutumu göstermez. Batı düşüncesine tamamıyla kapıları kapatıp İslam dünyası ve düşüncesini kendine ait bir kapalı sistem ideolojisi şeklinde konumlandırmaz. Özellikle çağdaş dönemde ortaya çıkan bu tür tavırlardan uzak durur. Fakat Said Batılılaşmacı bir entelektüel olarak da karşımıza çıkmaz.
Burada onun İslam düşüncesini yapılandırmada önceliği İslami sabitelere, paradigmaya verdiğini görmekteyiz. Dolayısıyla meseleleri çözümleyiş biçiminde İslam’ın şemsiyesi belirgin bir şekilde tezahür etmektedir. Tevhidi bir dünya görüşüne sahip olması bunların başında gelmektedir. Said, tevhidi diğer ideoloji, din ve düşünce biçimlerinden İslam’ı ayıran ve son kertede bir dünya inşa eden en temel kavram olarak görür. Üstelik onun açısından “Tevhid semavi bir problem değildir, bilakis insani ve toplumsal bir problemdir; yeryüzüne aittir ve siyasidir. Adaleti reddeden imtiyaz sahipleri olduğu sürece ne tevhide ulaşabiliriz ne İslam’a” (Said, 2019, s. 106) ifadesinde izleneceği üzere insan ve evreni kuşatıcı anahtar bir kavramdır. Dolayısıyla dinî, diğer yaşam alanlarından yalıtan modernist bir zihne sahip değildir.
Diğer önemli bir nokta da Said’in temel İslami ve Kur’ani kavramları kullanarak açıklama ve analizler yapmasıdır. O, Müslümanların ve hatta insanlığın sorunlarını olgusal bir şekilde tespitten sonra, Kur’an kavramlarının bakış açılarını analizlerine yansıtmaktadır. Hatta İslam’a dair bu kavramların içeriğini çözümlerken içinde yaşanılan dünyanın sorunlarını tespit etmektedir. Ayrıca Müslümanların farklı coğrafyalarda bulunmaktan mütevellit sorunlarındaki benzer noktalara değinirken, bir coğrafyayı merkezileştirmemektedir. Bu da meseleye bir ümmet ve daha ileri düzeyde insanlık sorunu şeklinde genel baktığını göstermektedir.
Cevdet Said’in eserlerinde sıkça zikretmesiyle öne çıkan bir ayet vardır ki, o bu ayetin içeriğini bir yöntem olarak görüyor gibidir: “Enfüs (iç) ve afaktaki (dış dünya) ayetlerimizi onlar için ortaya çıkana dek göstereceğiz. Rabb’inin her şeye şahit olması yeterli değil mi?” (41/Fussilet, 53) Said bu ayetten yola çıkarak gerek insanın içinde gerek onu kuşatan çevredeki olgusallıklara ve kurallara dikkat çekerek, olgu ve ilkelerden hareketle doğru çözümlemelerin yapılacağı kanaatindedir.
Düşünce Barış Ortamında Gelişir
Cevdet Said’in düşüncesinde Müslüman toplumların gerek içinde bulunduğu handikaptan kurtulmak gerekse yeniden bir devlet, toplum, düşünce inşa etmek için şiddetten uzaklık ve barışçıl ortam bir gerek şart olarak görünmektedir. Şiddete yönelik uyarılarının kuvveti ve düşünsel zeminin inşası kitaplarında nicelik yönünden de tezahür etmektedir. Said, şiddeti bir sorun olarak görmekte ve farklı boyutlarıyla ve özellikle İslamilik ve mücadele anlamında analiz etmektedir.
Cevdet Said şiddet sorununu öncelikle epistemolojik bir mesele olarak yorumlamaktadır. Ona göre, İslam dünyasında bir iç çatışma vardır ve bu “iç çatışma”, -sorunun çözümünün olmayışından değil tam tersine Müslümanın eşyaya bakış açısı da ister mutlak manada isterse öncelikle olsun- devanın ancak şiddetle yayılacağının zannedilmesinden kaynaklanmaktadır (Said, 2005, s. 25). Dolayısıyla Müslümanların ilkin eşyaya bakış açılarını değiştirmeleri bir zorunluluktur. Said, İslam dünyasının mevcut durumunda atılacak ilk adımın Müslümanların kendi aralarında barışı temin olması gerektiğini düşünmektedir: “Bizler dünyanın gözü önünde İsrail barışı kabul etmiyor diye ağlıyoruz. Oysa ben size diyorum ki, barışı önce kendi aranızda yapın; o zaman dünyanın nasıl saygı duyacağını, sizinle dostluk kurma talebinde bulunacağını …göreceksiniz.” (Said, 2015, s. 13) Hatta şiddetin bir sorun olarak tüm dünyadaki yaygınlığından bahisle, bunu salt İslam dünyasının bir problemi görmez. Dolayısıyla insanlığın şiddet dışında yeni bir söyleme ihtiyacı bulunmaktadır. Said’in doğrusu bu konuda önerdiği bir yöntem vardır. Bu da sonuçlara bakarak tasavvuru yeniden oluşturma yöntemidir. İnsanlığın hayrına sonuçlar veren (ki daha önce tecrübe edilenler vardır[1]) tasavvur ve anlayışlar insanlara aktarılsın ve anlatılsın (Said, 2021, s. 50).
Müslüman toplumlarda şiddet ve çatışmanın devam etmesi, eşyaya bakış açısının yanı sıra her türlü iktidara gelme, siyaset etme ve insanları hizaya getirmenin ancak bu yöntemle mümkün olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktadır. Said’e göre, İslam dünyasında bir yandan siyasi boyut diğerlerine öncelenirken, siyasi boyut da şiddete dayalı olarak gerçekleşmiştir. Tam da bu sebeple sorunlar bitmemiştir (Said, 2004, s. 22). Said’e göre buradaki hedef iktidardı ve değişimin yolunun mutlak anlamda iktidardan geçmesi gerektiği düşünülmüştür. Fakat iktidarın da aslında bu değişimlerin bileşeninde ortaya çıkan bir form (meyve) olduğu anlaşılamamıştır (Said, 2005, s. 26). Aslında Said burada iktidar hedefinin öncelenmesi ve iktidara gidişin şiddete dayalı olmasının, son kertede iktidarın da Müslümanları dönüştürmesi döngüsü ve olgusundan bahsetmektedir. Dolayısıyla İslam dünyasında iktidar tecrübeleri Pirus zaferi gibi olmuştur.
Said’in bir toplumun inşasında, değişimde fikir ve düşünceyi iktidara göre öncelediği anlaşılmaktadır. Ona göre, Firavun gibi saltanat sahipleri kaba kuvvetten ziyade fikirden ve onun oluşturduğu kuvvetten korkmuşlardır. Fikirler gönüllerde karşılık bulduğu oranlarda iktidar sahipleri şiddete sarılmışlardır (Said, 2005, s. 47). Nihayetinde şiddeti eksen alıp fikirden önce tutan mantalite iki hatayla malul olacaktır. Onlar ya şiddetle karşı tarafı hizaya getirmeye çalışacaklar ya da eşit oranda bir maddi güce sahip oluncaya kadar güce boyun eğmek zorunda kalacaklardır (Said, 2005, s. 90). Said’e göre, düşüncelerin güç olmadan başarılı olamayacağını düşünenler, neticede güç olmadan hakkın sadece hurafeden olduğunu kabul etmektedirler. Halbuki hak olmadan güç şeytanlık ve tağutluktan ibarettir (Said, 2019, s. 17). Üstelik hak ve güç ilişkisi ve dengesi sadece İslam dünyası ile Batı arasındaki bir sorun değildir. Esasen Said bu noktada iki önemli iç soruna dikkat çekmektedir. Birincisi, Allah’ın dininin insanları susturma aracı haline getirilmesidir. Bunlar Allah’a atıflarla sadece muhatabının dilini değil aklını da susturmak istemektedirler. Buna bağlı olarak Şii-Sünni gerilimine de değinen Said, esas kaygısının ümmetin Şii ya da Sünni şekilde ayrılmaları değil; her iki tarafın kılıç zoruyla iktidarın el değiştirebileceğine inanmalarıdır. O, ortadaki bu mevcut sağlıksız durumu harici zihniyetin hakimiyeti olarak yorumlamaktadır (Said, 2019, ss. 109-119).
Yani siyasi ve toplumsal alanda güç ve şiddet merkeze alınmaya devam edilmektedir. Bu noktada Said’in önceliği fikre, düşünceye ve toplumsal inşaya verdiği görülmektedir. Said Müslümanların “Raşit toplum” şeklinde isimlendirdiği bir inşa yöntemini yeterince analiz etmediklerini belirtmektedir. Raşit toplum ise, iktidarın verasetle, güç yoluyla ve kazara el değiştirmesinden ve hatta iktidarı öncelemeksizin Rasülullah (sav) nübüvvet dönemini tanımlamaktadır (Said, 2021, s. 54). Said Kur’an ve İslam anlayışından iki devlet türü olduğu fikrine ulaşmaktadır. Bunlar; dayatma ve şiddet yöntemi ya da enbiyanın yöntemi olan davet ve ikna yöntemi. Bu iki tür sırasıyla “baskı ve yanlışlık devleti” ya da “eşitlik ve adalet devleti” şeklinde de adlandırılmaktadır (Said, 2021, ss. 54-55).
Said, barışçıl yöntemi ve fikirsel düzeyi ve inşayı öncelemeye yönelik iki eleştirinin de doğru olmadığını düşünmektedir. Bunlardan ilki, bu metodun İslami cihadı devre dışı bıraktığıdır (Said, 2005, s. 75). Barışçıl yöntemin zorbalık ve zalimlik karşısında sessiz kalma anlamına gelmediğini de belirtmektedir. Zira ona göre bu zilleti içselleştirmektir.
İslam Düşüncesinin Hareket Noktası ve Yöntemi
Cevdet Said’in analizlerinden anlaşıldığı kadarıyla, düşünce ve pratiklerde metafizikleştirmeye yer yoktur. Bir başka deyişle, Said insanı dünyayı ve toplumu saran ilişkiler manzumesi etrafında sistemin işlediğini, Müslümanların bu ilkeleri bilerek ve ona uyarak teori ve pratikler gerçekleştirdikleri taktirde başarılı olacaklarını belirtmektedir. Bu ilkeler en kaba hatlarıyla Said’in eserlerinde şu şekilde belirtilmektedir. İlki, insanı içeriden belirleyen (enfüs) ve onu kuşatan ilkeler ki (afak), tabiat kanunları bunların başında gelmektedir. Üçüncüsü de değişim yasasıdır. Esasen Cevdet Said İslam düşüncesini bir rastgelelik ve metafizikleştirme üzerine değil, bir sistem içinde ilkelere dayalı olarak kurmak istemektedir.
Bu bağlamda Said’in merkeze yerleştirdiği ve kitaplarında sıkça atıf yaptığı ayet şudur: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (41/Fussilet, 53) Said’in yorumlarında ufuk insanı dışarıdan kuşatan tabiat kanunu gibi ilkelerdir. Enfüs ise, insana dair ilkelerdir ki buna sosyal bilimsel ilkeler diyebiliriz. Tam da bu sebeple Said gözlerin olgular (fenomenler dünyası, şehadet alemi) dünyasına çevrilmesini istemektedir. Çünkü gerçekliğin elde edilmesinde en güvenilir şey olgulardır (Said, 2015, s. 50). Ona göre Müslümanlar bu zamana kadar gerçeklik dünyasına ayak basmadıkları gibi gerçeklik ve şahsiyetlere dair bir duygu geliştirmediler; muhayyileleri hayalet ve mitlerle doludur (Said, 2015, s. 77). Gerçekte dinin delilleri gayb değildir; dinde gayba dair bilgiler olsa da onların delilleri içinde yaşadığımız şehadet alemindeki afaki ve enfüsi delillerdir. İşte insanların afaki ve enfüsi yöneltilmiş olmalarıyla din, her zaman ve mekana uygun sosyal bir gerçek olmuştur (Said, 2004, s. 172). Bu durum Said’in veciz ifadeleriyle “Allah indirdiği kutsal kitabın güvenirliğini göstermek için gerçek dünyayı kullanmıştır.” (Said, 2015, s. 18).
Fakat olgular dünyası din ve metafizikten kopuk değildir. Bu bağlamda Allah ile fenomenler dünyası arasında bağ kurarak dikey bir ilişki geliştirmektedir. Said’e göre, Allah’ı tanımak için onun yarattıklarını tanımaktan başka yol yoktur. Bu bir yandan evreni diğer yandan insanı tanımaktan geçmektedir (Said, 2013, s. 77). Onun ifadelerinden dolaylı olarak Batı dünyasının bu dikey ilişkiyi kuramadığını anlamaktayız. Fakat Said’e göre Batı’nın başarısının arkasında Allah’ın koyduğu yasalara sarılmak varken, Müslümanlar bunu yapamamaktadır (Said, 2004, s. 24). O, aşkın ile içkin, din ile dünya, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi dengeli bir biçimde kurmaya dikkat ederken, “ilahi” ve “tabii” olana aynı anda yer vermektedir. Said’in vurguladığı üzere, Hz. Peygamber (sav) bir başka hadislerinde hidayeti suya, toplumları da toprağa benzetmiş ve su-toprak arasındaki ilgi ile hidayet-toplum arasındaki ilgiyi her ikisinin hem ilahi hem de tabii kanunlara boyun eğmesi şeklinde açıklamıştır (Said, 2004, s. 28). Said dinin öngördüğü ahlaki ilkeler ile söz gelimi tabiat kurallarını amaç, içerik ve gerçekleştirim olarak birbirinden bağımsız ve kopuk görmemektedir. Bu bağlamda “dine dayalı ahlak kuralları, hayatın bizzat istediği kuralların tıpatıp aynısıdır. Onun için ahlaka dayalı sistemden uzak durmanın tabiat kanunlarına karşı koymaktan farksız bir tavır olduğunu kabullenmek lazım geliyor.” (Said, 2004, s. 129)
Cevdet Said farklı yerlerde hem buna dair temel kavramsallaştırmaları netleştirir hem de açımlar. Ona göre yasa ilahi kanunu yani sünnetullahı ifade etmekte olup ilim de bu yasaları bilmektir. Teshir ise bu bilginin bir sonucudur (Said, 2004, s. 59). O, Sünnetullaha dair, iki önemli niteliği zikreder. Birincisi bunlar sabit olup değişmezler. İkincisi de Kur’an’ın kastettiği kanunlar yani sünen, toplumsal ve dışsal kanunlar değildirler (Said, 1997, s. 81). Cevdet Said gerek Batı dünyasının gerekse Müslümanların enfüsi kurallara yeterince önem vermedikleri görüşündedir. Ona göre Batı ilim kavramının anlam ve içeriğini sadece dış dünya ve fenomenlerle (afak) sınırlamış olup, bu durum İslam dünyasına da sirayet etmiştir (Said, 1997, s. 83). Esasen İslam dünyası da her türlü iktisadi, siyasi vb. değişimin esası olan enfüsi/sübjektif yasalardan ciddi bir şekilde yararlanmak suretiyle bireysel bir değişim yapamamıştır (Said, 2005, s. 41). Said problemi şu örnekle daha da açımlamaktadır: “Müslümanlar ‘kuvvet hazırlayın’ emrini yerine getiremediğinde kusurunu fark ederek kendisini kınamaktadır. Oysa aynı Müslümanlar ‘yeryüzünü gezip inceleme’ ve ‘önceki toplumların çöküşlerine yol açan toplumsal yasaları keşfetme’ emrini yerine getiremediğinde vicdanlarında en ufak bir sızı bile duymamaktadırlar.” (Said, 2021, ss. 58-59).
Said’in neredeyse İslam dünyasındaki tüm sorunları analizinde “enfüs” ve “afak”a dair ilke ve kanunlara atıfları vardır. O insanın enfüs ve afak alemindeki ilahi yasaları iyice düşünmesi, buna göre kendi konumunu belirlemesi ve daha da önemlisi müdahale edemeyeceği alanlar (ilahi sınır) ile müdahale edeceği alanı (teshir) tespit etmesini ister (Said, 2004, s. 132). Ancak kimilerinin bu yasaları anlamaya çalışmanın imandan çıkaracağı korkusuyla hareket ettiklerini belirtmekte; bu tür çabaları bir materyalist eğilim olarak görmektedir (Said, 2019, s. 99). Diğer yandan bu tür bilimlerden çekilmesinin bir diğer nedenini de kutsallık atfedilen insana dair tasavvurların doğru olmadığının ortaya çıkması korkusu olduğu onun tarafından vurgulanır (Said, 2015, s. 23). Bir başka deyişle kendine bir güvensizlik hali söz konusudur.
Önce İlim ve Tefekkür (Teshir ve Kudret)
Said bu bilgilenmenin bir güç ve iktidar sağladığını kabul etmektedir. Nitekim o, insanın evren hakkındaki bilgisi arttıkça, ondaki yasaları keşfettikçe, evreni kendisine hizmet ettirme gücünün artacağına dikkat çekmektedir (Said, 2004, s. 56). Dolayısıyla bilginin iktidarı elde edildiği taktirde onun gücü sahiplenilecektir (Said, 2015, s. 48). Said’in bu görüşü modernitenin erken zamanlarında Bacon’ın analojilerine benzemektedir. Fakat ondan farkı hiç kuşkusuz bu gücün Tanrı’dan kopmaması ve insanın Tanrı’dan azade yeryüzünü mutlak olarak temellük etmemesidir. Öte yandan Said, ilimle ahlak arasının ayrılmasını sorunsallaştırmaktadır (Said, 2004, s. 45). Bilindiği üzere Batı düşüncesi olgu ve değer arasındaki ayrımla maluldür ve doğrusu Said bu vurgusuyla Batı’ya eleştiri getirmektedir. Tüm bunlardan sonra Said, bugünkü medeniyetin yaşadığı sorunlar, dünya savaşları vb. olumsuzlukların tabii kanunlara isyanın bir cezası olduğu fikrindedir (Said, 2004, ss. 29-30). Dolayısıyla Allah’ın kurmuş olduğu sistem, bütün boyutlarıyla çalışmakta, insanların buna yönelik ihmal ve itaatsizlikleri ise kendilerine dönen negatif sonuçlar üretmektedir. Said’in bu analizleri gerek evrendeki tabii ve fiziki boyutu gerekse sosyal hayatı, ilkeleri olan ve insanın gücü oranında ilimle açıklanabilir bir sistem olarak görmekte, bu bağlamda yaşanan aksaklıkları ise yine ilme müracaatla halletmeye çalışmaktadır. Doğrusu bu durum, bilhassa günümüzde Müslümanların bilim alanını metafizikleştirmeye yönelik tavırlarını bir düzen ve ilkeler bütünü içine alma girişimi olarak olumludur.
Said’in bu bağlamda öne sürdüğü iki kavramın altını çizmek gereklidir. Bunlar; teshir ve kudrettir. Ona göre teshir, yani emri altına alma, insanın kanunu yani sünnetullahı bilmesiyle meydana gelir. Burada ilmin varlığı, bir şeyin olacağını önceden bilmek ve o şeye hâkim olmaktır (Said, 1997, s. 117). Said içinde yaşanılan dünyada İslam dünyasının en asli probleminin ilmî kudretler olduğu tespitini yapmaktadır. Onun ilmî kudretler kavramı ile kastı ise; İslam dünyasının sahip olduğu maddi ve beşeri tüm imkanlarını faaliyete geçirecek yasaların bilinmesidir. Kudret de iki düzey olup, maddi enerji ve akli enerji düzeyidir (Said, 2004, ss. 146- 147). Buradan anlaşılmaktadır ki, kudret ile İslam dünyasının maddi ve beşeri tüm potansiyelleri ve yapabilme gücü kastedilmektedir. O, ısrarla bugünkü Müslümanların ihlastan ziyade isabete ihtiyacı olduğunu vurgular ki (Said, 2004, s. 148) isabet sünnetullahı bilerek eylemde bulunmaktadır. Nihayetinde uhrevi mükafat niyetlere göre gerçekleşirken, dünyevi mükafat ya da başarı, eylemin doğruluk yani isabet derecesine göre tecelli etmektedir (Said, 2004, s. 207). Fakat Said, bugün bu bilginin (ilmi), büyük oranda derinden kavrama ve tahlil etmekten daha çok ideoloji, karşıdaki muhatabı zorla boyun eğdirme, korku ve sindirme için kullanıldığına dikkat çekmektedir (Said, 1997, s. 11). Diğer yandan, Said, İslam dünyasında bu ilkelerin yerini “baba”ların, zihinsel düşünceleri de dış gerçeklerin alması sebebiyle ilkeler yerine kişilerin ikamesi söz konusudur ki, sünnetullah yerine şahısların açıklamalarda devreye girdiği görülmektedir. Ona göre, bu da bir nevi dinî putçuluktur ve halledilmesi gereken bir problemdir (Said, 1997, s. 110).
İslam dünyasının yaşadığı mevcut sorunu bir geri kalmışlık problemi olarak değerlendiren Said, bunun çözüm yolunun gücü yeten herkesin bir şekilde tefekkürle katkısı olduğunu düşünmektedir (Said, 2005, s. 21). Hatta bu konuda fikir öncüsü olarak Cemalettin Efgani’yi zikretmesi aslında meseleye bakış açısına dair fikir de vermektedir. Fakat Müslümanlar bu konuda iki boyutlu bir zafiyetin içindedirler. İlkin, eylemlerini (ki buradan ortaya koydukları düşünceler ve geliştirdikleri pratikler anlaşılmaktadır) ibret nazarıyla tefekkür etmemektedirler. İkincisi de ayıp ve kendilerini teşhir gibi anladıkları özeleştiriden uzaklıkları söz konusudur (Said, 2005, s. 103). Bunlara ilaveten Müslümanlar içinde bulundukları konjonktürel koşulları aşamamış olduklarından hâlâ klancı, kabileci bir zihniyetle hareket etmekte; İslam düşüncesine evrensel bir boyut getirememektedirler. Aslında insanlık tarihini entelektüel gelişim ve ilerleme açısından ele alan ve insanları tek bir millet gören yaklaşımı modern fikre sahip şeklinde nitelerken, tefekkürün evrensel boyutta olması gerektiğine dikkat çekmektedir (Said, 2021, s. 53).
İslam Düşüncesinin Toplumsal ve Siyasal Bunalımları
Cevdet Said’in tüm düşünce ve analizlerinde temel probleminin İslam dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık, zayıflık ve buradan kaynaklanan bir utanç olduğunu düşünmektedir (Said, 2021, s. 65). Bu bağlamda büyük ve önemli sorunların hâlâ yaşanıyor olması, Müslümanlar üzerine galip gelmesi, yaşanılan hastalıkların hâlâ onulmaz türden olduğunu göstermektedir. Burada yaşanan sorunlardan ilki, düşüncede yüzeysellik şeklinde tanımlanan tefekkür eksikliğidir (Said, 2005, ss. 18-24). Diğer önemli bir sorun ise, Müslümanların kendilerinde herhangi bir eksiklik görmemeleri ve buna dayanarak tüm başarısızlıklarını harici sebeplere bağlamalarıdır. Söz gelimi; olanları Allah’ın takdiri ya da emperyalizmin icraatlarına bağlamak gibi (Said, 2004, s. 90).
Üçüncü ciddi problem; Müslümanların hayatının büyük çoğunluğunda yaşadığı sosyal çevre ve kültürün belirleyiciliğinden çıkamamasıdır. Said’e göre insanlar bu sosyal çerçeve içinde tutsak kalmakta, aslında bunun doğal bir sonucu olarak geçmişi ve kültürel mirası kutsamaktadır. Bu durum yeni dünyaya uyum sağlama, kendisini dünyaya kanıtlama ve bu uğurda dayanışmayı gerçekleştirme yetkinliği gibi kavramları Müslümanlar için dışarıda bırakmaktadır (Said, 2021, s. 69).
Elbette Said, dünya sisteminin işleyiş biçimi ve ona egemen olan kişi ya da grupları bilmiyor ya da dikkate almıyor değildir. Ona göre dünya sistemi ırkçı bir anlayış üzerine dayanmakta olup, dünyanın sağlıklı gelişimini engellemekte, dünyadaki diğer tiranlara zulümlerini uygulamak için haklılık ve meşruluk gerekçesi sunmaktadır. Çarpıklık ve adaletsizliğin en büyük göstergesi ise sadece bazı ülkelere tanınan veto hakkıdır. Bu ise gerçekte Batı’nın kendi söylemi ve iddiası olan demokrasi ve insan haklarını açık bir ihlaldir (Said, 2021, s. 103). Onun ifadesiyle dünyanın müstekbirleri ve onlara ittifak eden yerel despotlar kötü durumların devam etmesinden yararlanmaktadırlar. Düşünsel ve bedensel hastalıklar yayan bu sistemin devamından ise Said dünyayı yeterince tanımayan, tembel aydınları sorumlu görmektedir (Said, 2019, 70). Aydın, ona göre, içinde yaşadığı milletin aklı ve vicdanı olup yaşadığı toplumun paradigmasını oluşturmaktadır. Milletin önderleri ve ahalinin içinde yaşadığı yapı da budur (Said, 2016, s. 26). Said aydınları ve işlevlerini genel düşüncesinde merkezi bir yer işgal eden “ilim” kavramıyla bütünleştirmektedir. Aydınların ürettiği yapı ve ilim, ona göre iktidarın da takip edeceği ve izleyeceği olgudur. Said’e göre iktidar bilinçaltını izlemektedir; dolayısıyla iktidar olgusu herhangi bir teknik gibi doğrudan bilgiye tabidir ve ondan doğmaktadır. Bunu şu cümleyle özetler: İktidar bilgidir (Said, 2015, ss. 46-47). Dikkat edilirse Said, burada bilgi-iktidar ilişkileri açısından Foucault’dan farklı düşünmekte olup, iktidarı bilgiye bağlı görmektedir. Nihai olarak da bu bilgiler üzerinden (ilmin, tabii ve beşeri yasaların arayıcısı[2]) aydının fonksiyonu da merkezileşmektedir.
Çağdaş dönemde İslam düşüncesinin sorunlarına dair analizler yapan birçok eserin, özellikle aydınlar üzerine eleştiri geliştirdiği bilinmektedir. Mevcut sorunların devamı genel olarak batılılaşmış, kendi toplumundan zihin ve pratik olarak kopmuş aydınlara bağlanmaktadır. Elbette çağdaş dönemde tarihsel süreçte bu eleştirileri haklı kılan birçok pratikler söz konusudur. Fakat Said sorunların devamında sadece aydınları değil, avam tabakasını, halkı ve mazlumu da eleştirmektedir. Bu diğer düşünürlere göre onun bir farklılaşmasını ifade eder görünmektedir. Said’e göre “asıl hastalık avam tabakasının cehalet ve uyuşukluğunda düğümleniyor ki, bu durum, onları yönlendiren davetçileri sıkıntıya sokmaktadır.” (Said, 2005, s. 86). Diğer yandan Kur’an-ı Kerim’e göndergeleri ile yaşanılan problemleri “kendine zulüm” ile tanımlamaktadır. O, kendine zulmetme kavramının ilginç bir Kur’an kavramı olduğunu belirttikten sonra, Kur’an’ın denklemi tersine döndürdüğünü; dolayısıyla sadece zalimi değil mazlumu da kınamanın adresi olarak gösterdiğini belirtmektedir. Said’e göre bu yaklaşım, siyasal ve toplumsal meselelere önerilmiş yeni bir modeldir (Said, 2021, ss. 90-92). O, düşünce yoksunluğunu da Kur’an’ın ümmilik şeklinde tanımladığından hareketle (Said, 1997, s. 14), halk ya da mazlumların da bu noktada sorumlu olduklarını ima etmektedir.
Cevdet Said’in buraya kadar analizlerinden düşünce özgürlüğüne önem verdiği ve “ötekileştirme”yi eleştirdiği anlaşılacaktır. O, “Kur’an’a göre öteki, orman kanununu uygulamadığı, eşitlik söylemini ve adalet fikrini kabul ettiği, insanları belirli bir dinî ya da belirli bir düşünceyi benimsemeye zorlamadığı müddetçe, bizim ne kadar sorumluluğumuz varsa onun da o kadar hakkı vardır, bizim ne kadar sorumluluğumuz varsa onun da o kadar sorumluluğu vardır,” (Said, 2021, s. 107) ifadesiyle farklı inanç ve düşünceden insanlarla aynı toplumda, hak ve sorumluluk dengesine atıfta bulunmaktadır. Bu görüşünü de aslında temel bir ahlaki ilkeye yaslanarak temellendirmektedir. Ona göre, diğerine hayat hakkı tanımayanlar kendi hayat haklarından da vazgeçmiş demektir. Çünkü insanın kendisine tanıdığı hak başkasına tanıdığı haktır. Aynı şekilde başkası için yasakladığı hak ise aynı zamanda kendisine yasaklanmış anlamına gelir; Said, insanlara görüş, düşünce, analiz, inanç ve uygulamalarından dolayı baskı yapılmasını reddeder (Said, 2021, s. 83). O, Müslümanlara hitap ederek “Kafir olmanın dünyevi bir yaptırımı olmadığını anlamak zorundayız; inanmayan inanmaya, kafir mümin olmaya zorlanamaz.” (Said, 2021, s. 66)
Bu noktada Müslümanlar için kimi zaman bir reddin konusu olan Batı ve Batı düşüncesini de ötekileştirmez. Said, öncelikle Batı’nın dünyaya ve insanlığa yaptığı katkıları hatırlatarak olumlu boyutlara dikkat çekmektedir. Ona göre, Batı insanlık tarihinin bir parçası olup insanlığa katkılarda bulunmuştur. Yaklaşık beş yüzyıldır öncülük yaptıkları gibi dünyayı da yönetmektedirler. Geliştirdikleri en önemli merhale de eksikleri ve problemlerine rağmen demokrasi düşüncesidir. Diğer yandan insanlığın ilerlemesini sağlayan bazı yasaları bulmayı ve onları uygulamayı başarmışlardır. Bu açıdan Müslümanların saplantılardan kurtularak Batı’nın ne şeytan ne de ilah olmadığını anlamaları gerekir. Said bu betimlemelerden sonra, özellikle Müslüman gençlerden Batı medeniyetini toplumsal yapı açısından incelemelerini, onların ilerlemelerinin sadece teknik boyutlu olmadığını ve meselenin daha büyük olduğunu dikkate almalarını rica etmektedir (Said, 2021, ss. 127-129). Görüleceği üzere Said, analizlerinde merkezileştirdiği ilim, bilgi, yasalar ve derin tefekkür kavramlarını Batı’yı açıklamada da kullanarak ilkeli ve tutarlı bir düşünce geliştirmeye çalışmaktadır.
Cevdet Said’in Düşüncelerinin Kritiği
Hiç şüphesiz çağdaş Müslüman düşünürler kendi tarihsellikleri içerisinde var olan sorunlar üzerinde dururlar. Cevdet Said’de yaşadığı dönem itibarıyla Müslümanların önündeki sorunlarla ilgilenmiştir. Bu da İslam dünyasının sömürge koşulları başta olmak üzere nedenselliğin sosyal, siyasal, ekonomik düzlemde meydan okumasının çoklu sorunlarıdır. Doğrusu Cevdet Said’in İslam düşüncesine ilk adımda iki önemli katkısından bahsedilebilir. Birincisi, dağılmış olan İslam dünyasının ve bu arada zayıflayan İslam düşüncesinin kendisine bir yapı kurabilmek için bir düzleme ve ikincisi orada sağlıklı ilerleyebilmek için bir sükunete ihtiyaç bulunmasıdır. Said’in İslam düşüncesinin teorisine verdiği ağırlık ve şiddete yönelik karşı duruşu bu işlevleri sağlıyor görünmektedir. Fakat bu noktada Said’in yaklaşımında bu teorilerin nasıl pratize edileceğine dair bir zemin çizilmektedir. Hatta burada İslam dünyasının kendi sosyal, ekonomik ve siyasal gerçekliği tartışılıyor değildir.
Cevdet Said’in İslam düşüncesine yaklaşımlarında daha çok bir ana çerçeve ve metodolojiyi görmekteyiz. Doğrusu modern zamanlarda belki işe yeniden başlamak anlamında Said’in “mukaddime” türünden analizleri önemlidir. Fakat kitaplarında bu yönde çok tekrarlar bulunmakta ve daha derin konulara girememektedir. Söz gelimi; İslam düşüncesinin geleceğe projeksiyonunda kavramlar ve onların içerikleri bugün ciddiyetle işlenmelidir. Said’in eserlerinde kavramsal analizleri yeteri kadar bulamamaktayız. Bu durum belki de İslam düşüncesinin temel sorunlarının aşılamamış olması kadar siyasal konjonktürün belirleyiciliğinden de kaynaklanmış olabilir.
Cevdet Said’in çalışmalarını değerlendirme yönünde çabaların oldukça yetersiz olduğunu görmekteyiz. Özellikle Türkçede Said’in birçok eseri yayımlanmasına rağmen hakkındaki tez çalışmalarının sınırlı ve daha geniş düzlemde onun eserlerini ve düşüncelerini değerlendirme yazılarının neredeyse bulunmadığını söyleyebiliriz. Bilhassa İslam düşüncesinin metodolojik izleklerini oluşturma çabalarında, ona müracaatların gerekli olduğu belirtilmelidir. Bu durum aynı zamanda Said’in İslam dünyasında tanınması açısından eksikliği de göstermektedir. Esasen İslam düşüncesinin geniş coğrafyalarda fikrî takibinin zayıf olduğu bu bağlamda saptanmalıdır.
Cevdet Said’in özellikle bilgi-iktidar ilişkisine dair yaklaşımlarına dikkat çekmek gereklidir. Burada birinci nokta, onun zaman zaman Bacon gibi bilgiyi mutlak güç olarak eşitleyen söz ve yorumları bulunmaktadır. Elbette “bilgi”nin belirli oranda iktidarı sonuçladığı durumlar vardır. Fakat bilginin mutlak anlamda güce eşitlenmesi ve bu yönde işlevselleştirilmesi, bir noktada sonra gücün egemenliğini sonuçlamaktadır. Halbuki İslam düşüncesinin temel başlangıç noktası, bilgi ve (hak)ikat arasındaki kopmaz ilişkidir. Dolayısıyla burada paradigmal bir paradoks kendisini göstermektedir. Diğer yandan Said gerek Suriye’de kendi tecrübesi gerekse siyasal düşünce itibarıyla ağırlıklı olarak “güç” ve şiddetle mesafeli bir düşünsel teori inşa etme çabasındadır. Özellikle siyasi analizlerinde bu görünmektedir. Belki onun yaklaşımı Müslümanların “bilgi”ye ağırlık vermelerinin zaruretine işaret olarak okunabilir.
Fakat bu arada Said’in başta siyaset olmak üzere kültür, toplum ve ekonominin kendi düşüncesi içerisinde nasıl yapılandırılacağına dair bir çerçeve sunmamış olduğunu da görmekteyiz. Daha çok olmaması gerekenlerden bahsederken, metodolojinin bu alanlara nasıl uygulanacağına dair analizleri daha soyut kalmaktadır. Ayrıca Said’in gerek Müslümanların ağırlıkta olduğu coğrafya olan Orta Doğu, gerekse diğer coğrafyalardaki İslam düşüncesine dair tecrübeleri yeterince analiz etmediğini de görmekteyiz. Sık sık Malik B. Nebi’ye başvurmakla birlikte, diğer isim ve tecrübeler pek söz konusu edilmemektedir. Bu da İslam düşüncesi açısından nasıl bir pratik öngördüğünü muğlak bırakmaktadır.
Cevdet Said’in Katkıları ya da Sonuç
Çağdaş İslam düşüncesi kendi doğal tarihi sürecinde karşılaştığı sorunlar yanında, Batı modernitesinin tüm dünyaya yayılması ve gerçekleştirdiği dönüşümlere cevap üretme gibi bir manzara ile karşı karşıya kalmıştır. İşgal edilmiş, sömürgeye uğramış, askerî ve teknik yollarla temellük edilmiş olan İslam dünyası, içinde yaşadığı çok boyutlu sorunları aşmak üzere düşünsel ve pratik çabalara girişmiştir. Batı medeniyeti ve modernitesinin bugün hakimiyeti düşünüldüğünde, sömürge ve işgaller sonucu oluşan negatif zihinsel bakiyelerin geride bırakılarak sağlıklı bir İslam düşüncesi inşa etmek, zannedildiği kadar kolay değildir. Üstelik bu bakiyelerin yarattığı travmalar siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel tüm boyutlarda tezahürlerini derinden göstermeye devam ederken, İslam düşüncesinin kendisine ait geometriyi temellük etmesi henüz gerçekleşmemiş görünmektedir. Bunun anlamı; İslam düşüncesinin daha çok başkasının arazisinde gecekondulaşma aşamasını yaşadığıdır.
Said böyle bir konjonktür içerisinde, üstelik yetiştiği coğrafyanın fazladan sorunlarını da karşılamaya çalışarak modernizmin hamleleri karşısında nasıl bir strateji geliştirileceğine dair bir düzlem kurmaktadır öncelikle. Bunun ilk adımını Said’in şiddet üzerine yoğunluklu durmasından anlamaktayız. Bir kere Batı hegemonyasının dünyanın farklı coğrafyalarında ve bilhassa Orta Doğu’da yarattığı çatışma alanları, bu bölge insanlarının bir müddet sonra şiddeti bir yöntem olarak benimsemeleriyle sonuçlanabilmektedir. Aslında Said eserlerinde açık ve örtük biçimlerde bunu işlemektedir. Said şiddetin bir yöntem olamayacağını ısrarla belirtirken, gerçekte ortamı soğutmaya çalışmaktadır. Üstelik bu şiddetin kaynağı sadece Batı hegemonyası ve sömürgesi olmayıp, Orta Doğu coğrafyasında uzun süredir hüküm süren despotik yönetimlerdir. Doğal olarak böyle bir konjonktür İslam dünyasında düşünsel boyutu dumura uğrattığı gibi şiddeti de körükleyebilmektedir. Said tüm bunlar karşısında düşüncenin yaratacağı etki ile ancak İslam dünyasının içinde bulunduğu handikaptan kurtulacağını önermektedir.
İkinci önemli nokta, tevhid dolayımlı olarak Tanrı tüm yaratımların kaynağı olduğundan tabiat, insan, dünya vb. tüm fiziki, tabii, insani düzeyde evrende işleyen ilke ve kurallara dikkat çekmektedir. Bu ilke ve kuralların kaynağı Tanrı olduğundan aralarında bir çelişki olmayıp birbirini desteklemektedir. Said, buradan hareket ederek, İslam dünyasının yüz yüze geldiği sorunların sebebinin, çok geniş anlamda sünnetullahı dikkate almamaktan geçtiği kanaatindedir. İslam dünyası kendi sorunları karşısında metafizikleştirme içine girmektedir. Halbuki öncelikli olarak yapılması gereken şey; olgular dünyasına gözleri çevirerek gerek tabii ve fiziki alanda gerekse beşeri düzlemde hangi ilkelerin işlediğini keşfetmek, neden-sonuç ilişkilerini ortaya çıkarmak ve nihayetinde ilgili sorunların bu düzlemde tefekkür ve analizlerle çözümünü sağlamaktır. Said’in anlatımlarından İslam dünyasının bu açıdan oldukça zayıf olduğunu anlamaktayız.
Cevdet Said eserlerinde İslam düşüncesinin kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasal çok boyutlu sorunlarına değinmektedir. Bunları çok sistematik biçimde sunmamakla birlikte, İslam düşüncesini bütünsel bir sistem düşüncesi olarak konu edinmektedir. Dünya sisteminin işleyişi, egemenlik, siyaset, yönetim, kültürel belirleyicilik, öteki vb. birçok çağdaş tartışma konusu, onun eserlerinde kendisine yer bulmaktadır. Bu bağlamda Said çağdaş sorunlar ile olguların kesiştiği noktadan hareket ederek ve İslam’ı paradigmatik bir merkez kabul ederek analiz yapmaya çalışmaktadır.
Neticede Cevdet Said’in altını çizmeye çalıştığımız bu yaklaşımında barışı önceleyen, tabii, fiziki ve beşeri düzlemde işleyen ilkeleri tespitte olgulara dikkat çeken; şiddet yerine düşünceyi ve tefekkürü ikâme eden; bu bağlamda İslam dünyasının temel sorunlarına işaret eden göndergeler, İslam düşüncesinin de ihtiyacı olarak görünmektedir.
Kaynakça
Cevdet, S. (2005). Ademoğlunun ilk mezhebi-İslam ve şiddet üzerine (H. İ. Kaçar, Çev.). Pınar Yayınları, İstanbul.
Cevdet, S. (2021). İslam dünyasının krizleri. (F. Güngör, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları
Cevdet, S. (2014). Güç, irade, eylem. (H. İ. Kaçar, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları
Cevdet, S. (2015). Adem’in oğlu Habil gibi ol (A. Keskinsoy, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
Cevdet, S. (2013). Düşüncede yenilenme. İstanbul: Pınar Yayınları.
Cevdet, S. (1997). İslami mücadelede bilginin gücü (A Kahraman, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
Cevdet, S. (2019). Şiddet erdemi öldürür (F. Güngör, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
Cevdet, S. (2016). Dirilişin şartları (A. Keskinsoy, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
Cevdet, S. (1995). Cevdet Said, İslami mücadelede şiddet sorunu. (H. İ. Kaçar, Çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.
[1] Parantez içindeki bu ifade yazara aittir (Editörün notu).
[2] Parantez içindeki bu ifade yazara aittir (E.N).