Giriş: Edebiyattan Topluma Bakmak
Edebiyat ve ağırlıklı olarak roman eksenli bu metin Türkiye’nin sosyal, kültürel dünyasını ve evrimini anlamayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla meseleyi ağırlıklı olarak edebi ölçütlerle değerlendirmekten ziyade tarihsel ve sosyolojik kimi tahliller ve saptamalar yapmayı amaçlamıştır. Bir anlamda edebiyata bakarak toplumsal gelişim dinamiği anlaşılabilir. Bu manada Türkiye’nin düşünsel dünyasını özellikle eski dönemler söz konusu olduğunda edebiyat üzerinden okumak daha sahici bir fotoğrafın ortaya çıkmasına vesile olabilir. Bu çerçevede bizim edebiyatçılarımızın önemli bir kısmını has entelektüel olarak nitelemek hiç de yanlış görünmemektedir.
Türkiye’nin tarihini, sosyal, kültürel hayatını özellikle edebiyat alanı da dahil olmak üzerine sanatından kalkarak anlamak, anlamlandırmak mümkündür. Divan edebiyatına ve halk edebiyatına bakmak bu coğrafyanın haletiruhiyesini anlamanın yolunu açar. Haliyle tabii ki klasik Türk müziği, Türk sanat müziği ve halk müziği ve yine bunlarla koşutluklar arz eden çağdaş Türk şiiri de bu imkânı verir... Türkiye’de insanların düşünsel yönelimlerini diğer sanat alanlarına göre çok daha derinden gelen, çok daha güçlü bir birikim arz eden Türk şiirine yönelerek anlamlandırmak düşünülebilir. Son döneme gelindiği zaman da Türk romanı ile şiir arasında da bariz koşutluklar kurulabilir. Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl bu noktada çağdaş Türk edebiyatı için önemli mihenk taşları olarak da düşünülmelidir. Yahya Kemal’de Türk kültürünün derinliklerine ulaşmak, Türk kültürünün derinliklerini keşfetmek, ona vakıf olmak aşikârken; Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’te daha güncel, daha siyasi çağrışımlara ulaşmak ve son dönem Türk insanının ruh halini şekillendirici unsurları yakalamak olasıdır. Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’ndeki “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” mısraı bir dönem bir tür insanın ruh halini tam tekmil verirken -ki Türkiye’deki otoriter yönetimler dolayısıyla daha doğru deyişle her dönemde her tür insanın haletiruhiyesini tam tekmil verirken- Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı bir mücadele sırasındaki Türk insanının portresini gayet canlı bir şekilde yansıtmaktadır. Hatta aradaki, o metindeki mısralar çok daha başka insan hallerini, bir somut durumun ötesindeki insani halleri yansıtmaktadır. Çok yaygın olarak Türk insanının sosyalizme ve/veya İslamcılığa yönelmesinde bu ruh haline dokunmanın yarattığı kültürel unsurların etkisi vardır. Yine aynı zamanda Nazım Hikmet’in ve Attilâ İlhan’ın divan şiiri geleneğine yaslanmalarının kültürel beslenme, geçmiş kültürden beslenme konusunda önemi bulunmaktadır.
Türk Romanı: Düşüncenin Dünyası
Edebiyat alanında, ağırlıklı olarak da Türk romanı alanında genel gelişim dinamiği Yahya Kemal’in “Mektepten Memlekete” başlıklı metninde yakalanabilir. Bir bakıma Türkiye’de sosyal bilimlerin olduğu kadar edebiyatın da meselelerini anlamak bakımından en ufuk açıcı metin olarak “Mektepten Memlekete” gösterilebilir. Bu metnin izdüşümünü ve temel meselesini, Türk romanı yazmak, Türk romanını oluşturmak düşüncesinin/eyleminin çerçevesinde mütalaa etmek gerekmektedir. “Roman romandır, Türk romanı diye bir şey olmaz” düşüncesi hem eski dönemde hem de 1980’li yıllardan itibaren oluşan ortamda, boy veren bir düşüncedir. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1936 yılında kaleme aldığı, “Bizde Roman” makalelerinden de benzeri bir sonuç çıkarmak mümkün olduğu gibi bizde romanın bir başka potansiyeli olduğunu kavramak da imkân dahilindedir. Bu tartışmanın çerçevesinde Kemal Tahir’in Devlet Ana (1967) romanını yazdığı dönemde Türk romanı konusunda hassas olması da aynı tartışmaya net sayılabilecek bir yanıt çabası olarak görülebilir.
Memleket edebiyatında sözü edilen tartışma, net bir şekilde dile getirilmese de eskiden beri vardır. Modern Türk edebiyatının, romanının başlangıcı olarak Halit Ziya Uşaklıgil’i görmekle, Ahmed Midhat Efendi ve Hüseyin Rahmi’yi önemsemenin çelişkisi de temelde bir noktayla bağlantılıdır. Memleketin muhafazakârlarının Ahmet Midhat Efendi, memleketin kimi solcularının Hüseyin Rahmi Gürpınar saplantısı, modernistlerin Halit Ziya güzellemesi de bu problemle bağlantılıdır. Tam da 1960’lı yılların sonlarında yayınlanan Hüseyin Rahmi’den Fakir Baykurt’a Marksist Açıdan Türk Romanı (1969) kitabı ile Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ölümünden hemen sonra çıkan neredeyse Hüseyin Rahmi dosyalı denilebilecek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dergisi nüshası ve Halit Ziya’yı önemseyen metinlerin fazlalığı, sözü edilen yazarların türevleri tabir edilecek yazarları da kapsayacak şekilde üç ayrı düzlemde gelişen edebiyat tarihi, roman tarihi yazmayı mümkün kılmaktadır. Bu tür metinlerin başat olduğu tarihler farklı olmakla beraber her farklı eğilim her dönem varlığını korumuştur. Türkiye’nin somut durumunun fotoğrafı, daha Türkiye’ye dönük metinlerin öne çıktığı dönemlerde de Türkiye’de çeviri romanların daha bir revaç gördüğü şeklindedir. Örneğin 1967 yılında Yaşar Nabi Nayır’ın neredeyse bütün yayıncıları topladığı bir yuvarlak masada Türkiye’de çeviri romanların yaygın olarak okunduğu buna mukabil, telif romanların fazla rağbet görmediği şeklinde bir kanaate ulaşılmıştır. Daha doğrusu böylesi bir tespit yapılmıştır. Böylesi bir ortamın oluşmasında elbette 1940’lı yıllardaki geniş çaplı ve köklü tercüme faaliyetinin büyük etkisi olmuştur. Zaten devletin tercüme süreci bittiğinde de bu uğraşı büyük ölçüde Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları üstlenmiştir. Ancak Yaşar Nabi’nin yayıncılığı hem dünya edebiyatının, hem de Türk edebiyatının her türüne açıktır. Türkiye’de edebiyat yayıncılığı hep önyargılar ve sınırlılıklar içerirken Yaşar Nabi bunları da önemli ölçüde aşmıştır. Onun yayıncılığının içinde Türkiye dışındaki Türk edebiyatı da önemsenecek ölçüde vardır. Onun yayın anlayışında hem Batı romanına hem de memleket realitesini fazla estetik kaygı gütmeden yansıtan edebi metinlere yakınlık ve yatkınlık vardır.
Erken sayılabilecek bir tarihte Kemal Tahir “Türkiye’de biraz Ahmed Midhat Efendi olmak gerekmektedir” demiştir. İlgintir ki Murat Belge de sosyalist olmak için Ahmed Midhat Efendi olmak gerekliliğinden bahsetmiştir. Bu durum memleket gerçeğine yönelmenin gereği olarak ifade edilmiş görünmektedir. Kemal Tahir memleketin sosyolojik gerçekliğinin anlaşılmamasını ve ciddi tarihsel araştırmalar yapılmamasını bunun gerekçesi olarak gösterirken Murat Belge çok daha sonraki bir tarihte kendi yazdıklarının mahiyetini tamamlamak için böylesi bir ifade kullanmıştır. Aslında Kemal Tahir’in söylediklerinin romancıya daha bir düşünür kimliği vermek amacıyla telaffuz edildiği anlaşılır bir durumdur. Ahmed Midhat Efendi, Hüseyin Rahmi ve Mizancı Murat’ın yazdıklarında Türkiye’nin somut gerçekliklerinin anlaşılma ve açıklanma eğilimi vardır. Hatta Ahmed Midhat Efendi’nin oğluna vasiyetinde sosyal bilimlerin disiplinlerarası mahiyetine ve uzmanlığa yönelik gönderme sayılabilecek unsurlar bulunmaktadır. Bu vasiyette Türkiye’nin temel meselesi olarak Doğu/Batı sorunu gündeme getirilmiştir. Nitekim bu izlek etrafında Ahmed Midhat Efendi’nin oryantalistler kongresinde sunduğu bir bildiri de vardır.
1950’li, 1960’lı yıllar belki de gereğinden fazla önemsendiği için o dönemde romandaki gelişme gerektiğinden fazla öne çıkarılmıştır. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (1983, 1990, 1994) kitaplarında 1950’li yıllara kadar Türk romanının temel konusunun Doğu-Batı meselesi ondan sonra da sınıf sorunu olduğunu ifade etmiştir. Aslında kimi nitelemeler birtakım düşüncelerin örtük olarak belki de farkında olmadan telaffuzunu beraberinde getirmektedir. Mesela sınıf sorunu Türkiye’de sosyal bilimlere nazaran romana daha erken ve net olarak girmiştir. Ancak Türkiye’de sosyal bilimlere sınıf sorunu abartılı bir şekilde girdiğinde bile Türk romanında kültür sorununun köklü bir biçimde devam ettiğini görmek gerekir. Bu anlamda da kimi önemli unsurlarla Türk romanı Türkiye’nin sosyal gerçekliğini anlama ve aktarma bakımından Türkiye’deki sosyal bilimlerden daha ileri bir noktadadır.
Hatta Türkiye’de Frankfurt Okulu ve İngiliz kültürel çalışmalarına ilgiden beslenen yazarların/aydınların Tanpınar’a yönelmeleri, tabiri caizse Tanpınar’ı keşfetmeleri başka düşünce insanına odaklanmamaları bir hususun anlaşılmasını sağlayabilir. Örneğin Ünsal Oskay ve Besim Dellaloğlu bu kültür eksenli yaklaşımların karşılıklarını Türk entelektüel hayatında değil Türk edebiyatında görmektedir. Belli bir döneme bakılınca Tanpınar pür bir edebiyatçı olarak değil, aynı zamanda bir entelektüel olarak algılanmaktadır. Bu durum kurmaca metinleri dışındaki metinlerine yönelince değil, bizatihi kurmaca metinleri incelendiğinde de böyledir.
Zaten zamanlama olarak da Tanpınar romanı Berna Moran’ın belirlediği tarih kesitinin ortamını yansıtmamaktadır. Bu noktada altı çizilmesi gereken iki husus bulunmaktadır. Bunlardan biri Türk romanının başlangıç tarihinden itibaren, bu coğrafyanın kültürünü çok canlı olarak yansıttığı gerçeğidir. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de sosyal bilim yapma heyecanı yaşayanlar adeta bu toplumu tanımadıklarını, bu toplumu tanıma cehdine girmeleri gerektiğini ifade ederken böylesi bir zorunluluk edebiyat alanında, roman alanında kendisini hissettirmemiştir. Yahya Kemal’in deyişiyle edebiyat zaten mektepten memlekete yoğun olarak yönelmiştir. Türkiye’de başta sosyoloji olarak sosyal bilimlerin çoğu kollarının memleket gerçeğini teğet geçtiğini rahatlıkla söylerken benzeri bir nitelemeyi edebiyat ve roman alanı açısından belirtmek mümkün görünmemektedir. Bir ikinci husus da romancıların roman yazarken bile memleket gerçeğine uzak olmamalarıdır. Onun ötesinde romancılar roman dışında düşünsel metinler de yazmaktadırlar. Bunun en başta gelen örneklerinden biri Tanpınar’dır. Orhan Okay’ın adeta bir Tanpınar Mehmet Kaplan kıyaslaması olan Silik Fotoğraflar (2001) kitabındaki “İki Hocam” başlıklı yazısı dar akademisyenliğin övgüsüne dönüşmektedir. İşte tam da bu noktada sosyal bilim alanında dar uzmanlığa dayanan akademisyenlik öne çıkarken entelektüel hayat bir başka mecrada akmaktadır. Meseleyi daha doğru bir şekilde anlatmak adına örneğin Kenan Akyüz’ün Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1969) kitabı ile Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış kitapları Tahir Alangu’nun Cumhuriyet Döneminde Hikâye ve Roman (1959,1965) antolojisine göre Türk edebiyatına daha donuk ve özellikle ikincisi açısından söylemek gerekirse daha teknik bir şekilde yaklaşmaktadır. Tahir Alangu’nun değerlendirmeleri dönemin şartlandırılmış yaklaşımlarına göre daha dinamik bir nitelik taşımaktadır. Zaten Türkiye’de edebiyat incelemeleri son dönemde daha biçimci bir mahiyet arz etmeye başlamıştır.
Ayrıntılara girmeden bizatihi entelektüel olan Türk romancılarından bahsederken üç önemli romancıdan söz etmek anlamlı olabilir. Bunlara örnek olarak Halide Edip, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa’yı vermek anlamlıdır. Halide Edip’in Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesisleri (1929,1935, biraz farklı olan Türkçesi 1955) kitabı tarzındaki metinler Türk aydınlarının ancak 1960’lı yıllardan sonra yazmaya yöneldikleri mahiyetteki çalışmalardır. Hatta o dönemde de bu tarz çalışmaları akademisyenler değil genellikle entelektüeller yapmışlardır. Hatta 1960’larda bu tarz çalışmalarda Osmanlı dönemi incelenmediği gibi Batı literatürüne de neredeyse hiçbir şekilde girilmemiştir. Ancak Halide Edip’in eserlerinde yoğun olarak bu iki husus da vardır. Bu iki hususun önemli ayırt edici özelliğinden daha öncelik arz eden, 1960’lı yıllar entelektüellerine/aydınlarına göre Kemalizm’e yaklaşım şekli ve feminizm konularındaki yorumlarıdır. 1990’lı yılların sonlarından itibaren Kemalizm eleştirisi ve bir on yıl önceki dönemde de Halide Edip Adıvar’ın düşünceleri yankı bulmaya başlamıştır. Halide Edip’in romanları ise pek bu gözle okunmamıştır. 1940’lı yılların sonlarındaki Sonsuz Panayır (1946) da Türkiye’deki sosyo-kültürel değişime çok boyutlu bir yaklaşım olarak tezahür etmiştir. Daha önceki tarih kesitlerinde Halide Edip pek fazla ne kelime neredeyse hiçbir iz bırakmamış gibi görünmektedir. İnsanlar Vurun Kahpeye (1926) üzerine odaklanmışken Sinekli Bakkal (1936) Doğu-Batı meselesini siyasal anlamda köşeli romanlardan, 1950 yılı öncesi romanlardan ve bu anlamda Fatih-Harbiye’den (1931) de daha gelişkin bir şekilde çözümleme denemesidir. Peyami Safa’nın da Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) kitabı dönemin tahlillerinden bir ölçüde farklı ve daha kapsamlı yorumlar yapan bir metin olarak nitelenebilir.
Bu anlamda Doğu-Batı sorununa dair yaklaşımları sadece romanlarından anlaşılabilecek bir yazar/aydın da değildir. Sonraki dönemde de Kemal Tahir temel yaklaşımını doğu/batı çatışması üzerine kurmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın metinleri ise esnek bir üslupla temel düşünsel meseleleri sorgulayan çalışmalar olarak tezahür etmiştir. Köy edebiyatının ve köy araştırmalarının yoğun olarak gündemi işgal ettiği bir dönemde sözü edilen üç entelektüelin her iki tarzdaki metinlerine yönelik ilginin olmaması da doğal görülmelidir. Tanpınar ve Halide Edip Adıvar’a yönelik ilginin de ilkine romancı ve entelektüel, ikincisine de sadece entelektüel olarak yönelinmesinin konu ve yaklaşım değişiklikleriyle bağlantılı olduğu aşikârdır.
Peyami Safa’nın Kemal Tahir’le takas edilmesi düşüncesinin ve 1930-1960 yılları arasında Türk muharrirlerini inceleyen yazarın Peyami Safa’nın düşünsel konumuna dair yorumunun geç tarihlerde oluşmasını da benzer bir şekilde değerlendirmek anlamlı olabilir. Nasıl Türkiye’de feminizm çalışmaları Osmanlı geçmişi ve Erken Cumhuriyet dönemi büyük ölçüde yanlış, eksikli bir şekilde değerlendiriyorsa Cumhuriyet öncesi edebiyat da aynı şekilde tahlil edilmektedir. Geçmiş edebiyatı tahlil etme anlamında Selim İleri’nin serbest bir tarzda yazdıkları genellikle Batı dili ve edebiyat alanlarından gelenlerin yazdıklarından daha önceki tarihte yazılmıştır. Üstelik uzmanların yazdıkları daha ağırlıklı olarak biçim üzerinde oluşmaktadır. Başkalarının yazdıklarını olduğu gibi Selim İleri’nin yazdıklarını da fonda Türkiye fotoğrafı olan bir tarihsel süreci okur gibi okumak mümkündür.
Romandaki Tarih ve Toplum
Tarihsel romanlar çerçevesinde Osmanlı en merkezi bir yerde bulunmaktadır. Türk romanında erken Cumhuriyet döneminde Osmanlıya bakış tarzının tipik örneğini/örneklerini Musahipzâde Celal’in oyunlarında görmek mümkündür. Bu noktada en belirgin farklılaşma 1930’lu yılların sonlarında ve 1940’lı ve 1950’li yılların başlarında gerçekleşmektedir. Hem akademik anlamda hem de roman alanında da değişik özellikler içeren metinler gündeme gelmektedir. O dönemde Sultan Hamid Düşerken (1957) en çarpıcı bir örnek olarak belirmektedir. Bu eserde oldukça mesafeli bir şekilde bir dönem değerlendirilmektedir. Sözü edilen romanda Sultan Hamid’e yaklaşım dönemin başat iki yaklaşımından, aşırı övgü ve yergiden uzak bir şekilde gerçekleşmektedir. Nitekim romanın oyunlaştırılarak şehir tiyatrolarında sahneye konulmasının 1970’li yıllarının ortalarında gerçekleşmesi anlamlı görünmektedir. Oyunu Kemal Bekir sahneye koymuş, 1996 yılında da Selim İleri, Cemil Şevket Bey ve Aynaya İki El Revolver (1996) başlıklı bir romanla bir Nahid Sırrı portresi çizmiştir. 1970’li yıllarda gerçekleşen bu değişim Sultan Hamid Düşerken’in yeni baştan gündeme getirilmesine vesile olmuştur. Aynı atmosfer Midhat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unun (1938) televizyon dizisi olmasının ortamını yaratmıştır.
Dönem açısından bakıldığı zaman Osmanlı toplumsal yapısı ve ATÜT meselesi özellikle Kemal Tahir’in girişimiyle başlamış ve gelişmiştir. Bu noktada en kritik metinlerden biri, daha doğrusu başta geleni Devlet Ana romanıdır. Kemal Tahir’in meseleyi tarih ekseninde Osmanlı’ya götürerek tartışmasının izdüşümlerini onun 1950’li yıllarda yayınlanan romanlarında da görmek mümkündür. Daha ATÜT meselesi onun açısından ve Türkiye’de gündeme gelmeden başlattığı tartışma tarihsel süreç içerisinde Büyük Mal (1970) romanıyla da kendi literatürü anlamında sonlanmıştır. Aslında düşünsel, bu anlamda makro düşünsel perspektiften olmasa da İlhan Tarus da Osmanlı son dönemi üzerine yoğunlaşmıştır. Türkiye üzerine tartışmalar Türkiye’de tarihsel roman yazılmasını gündeme getirmiştir. Popüler ve popülist romanlar fazlasıyla olmakla beraber 1960’lı yılların getirdiği dinamizm öncelikle yakın dönemden erken döneme yönelen süreci belirlemiş gibi görünmektedir. Bu noktada verilecek örneklerden en çarpıcı olanı kesinlikle Tarık Buğra ve Attilâ İlhan’ın metinleridir. Tarık Buğra ve Attilâ İlhan, Kemal Tahir’e nazaran daha net olarak güncelle ilgilidirler. Nitekim üçünün de temel meselesi biraz geniş yorumlandığı zaman Milli Mücadele dönemi olmuştur. Bu anlamda Esir Şehrin İnsanı (1958), Esir Şehrin Mahpusu (1961) romanları ile Küçük Ağa (1964) ve Kurtlar Sofrası (1964,1965) arasında bariz bir paralellik görünmektedir. Aslında Kâmil Bey’in millici abi olarak portresi dönemin haletiruhiyesini iyi sayılabilecek bir şekilde yansıtır. Nitekim Kurtlar Sofrası ve Küçük Ağa’nın temel karakterleri bütünüyle olumlu tipler olarak tezahür ederken Kâmil Bey daha hakiki bir roman karakteridir. Ayrıca siyasal ve sosyal meselelere yöneldikten sonra yazdıkları ilk metinler/kitaplar itibariyle Tarık Buğra ve Attilâ İlhan Cumhuriyetin ilk dönemleri üzerine odaklanmışlardır. Zaman içinde Tarık Buğra tabiri caizse Devlet Ana’ya paralel bir şekilde Osmancık’la (1987) Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna yönelmiştir. Yine Tarık Buğra Yağmur Beklerken’le (1981) Serbest Fırka’yı somutlaştırmıştır. Attilâ İlhan Bıçağın Ucu (1973) ve Tarık Buğra Dönemeçte (1978) ile Demokrat partinin değişik dönemleri üzerine yoğunlaşmışlardır. Attilâ İlhan gene Dersaadette Sabah Ezanları (1981) ile mütareke dönemi ile 1960’lı yılları arasında koşutluklar kurmaktadır. Aslında Buğra ve İlhan’ın aynı zamanda Siyah Kehribar (1955), Yalnızlar (1981) ve Dünyanın En Pis Sokağı (1989) ile Sokaktaki Adam (1954) ve Zenciler Birbirine Benzemez (1957) gibi romanlarının temel yönelimlerinin dışında metinleri de vardır. Bu anlamda Kemal Tahir belirgin olarak daha net sayılabilecek amaçlara kilitlenmiştir. Bunun ötesinde Buğra ve Attilâ İlhan’ın köy romanı yokken, Kemal Tahir’in romanlarının önemlice bir kısmı da köy romanıdır. Aslında benzeri bir durumu Adalet Ağaoğlu’nun romanlarında da yakalamak kabildir. Onun daha 1973 yılındaki Ölmeye Yatmak romanı 1968 hareketini değerlendirirken Cumhuriyetin kuruluş yıllarına gitmekte ve Buğra ve İlhan’da olmayan bir biçimde konuyu işlemekte ve Kemal Tahir’in eleştirel tutumuna yatkın bir yorum içermektedir.
Adalet Ağaoğlu da Tarık Buğra ve Attilâ İlhan gibi daha yakın tarih kesitlerine gelmiştir. Bir Düğün Gecesi (1979) biraz da budur. Hatta Üç Beş Kişi (1984) dönemin genel yaklaşımına daha yatkın bir biyografik boyutu da olan bir romandır. Daha güncel olması anlamında Hayır… (1987) da yazıldığı zamanın duyarlılıklarına açık, duyarlılıklarıyla bağdaşık bir roman olarak belirmektedir. Romantik Bir Viyana Yazı (1993) da tıpkı Tarık Buğra ve Attilâ İlhan gibi eski tarihe, Osmanlıya geç bir tarihte ulaşmanın bir işareti olarak anlaşılmalıdır. İşte Türkiye’de sosyal bilimler alanında olduğu gibi aydınların çalışmalarının daha geç bir zaman aralığında tarihe yönelmesini edebiyat alanında da görmek mümkündür. Bu noktada yine Kemal Tahir’in metinlerinin farklılığının ve özgünlüğünün altını çizmek gerekmektedir.
Bu anlamda Oğuz Atay’ın farklılığına, bir ölçüde farklılığına da dikkat etmek gerekmektedir. Onun Tutunamayanlar (1972) romanını bir ölçüde bunun örneği olarak görmekten daha çok tiyatro oyunu Oyunlarla Yaşayanlar’ın (1976) bariz bir biçimde Romantik Bir Viyana Yazı’nı tetiklediği rahatlıkla söylenebilir. Adalet Ağaoğlu’nun tiyatro oyunlarına da Tarık Buğra ve Attilâ İlhan’ın ana mecrasından farklı metinler olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Aslında aynı çerçevede güncele aşırı bağımlı bir mecrada seyreden Erol Toy romanlarını da yorumlamak mümkün görünmektedir. Onun da süreç içinde yaşanan dönemde geçmişe yöneldiği rahatlıkla belirtilebilir. Güncele mahkumiyetinin belki de daha doğru ifadesiyle güncel ile geçmişin daha bir iç içe geçirilmiş hali, daha bir birleştirilmiş şekilde gündeme getirilmiştir. Şeyh Bedrettin’le Deniz Gezmiş arasında kurulan paralellikten öte özdeşlik bunun bir ifadesi olarak görülebilir. Onun Şeyh Bedrettin eksenli metni, romanı bir ölçüde, belki de bir ölçünün ötesinde Nazım Hikmet’in zihniyetinden, onun Şeyh Bedrettin Destanı (1936) kitabından beslenmiştir. Hatta dönemin haletiruhiyesini yansıtmak bakımından Hilmi Yavuz’un Bedrettin Üzerine Şiirler (1975) metnini de aynı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Hatta onun Felsefe ve Ulusal Kültür (1977) kitabında gelenekten devrimci bir şekilde yararlanmak üzerine makalesini aynı çerçevede yorumlamak yeğlenmelidir. Ataol Behramoğlu’nun Mustafa Suphi Destanı (1979) metni ile Selim İleri’nin Pastırma Yazı kitabındaki Mustafa Suphi eksenli öykü de benzeri tarzda yorumlanabilir. Ancak dönemin mantığı açısından geçmiş, tarih çağrışımlı metinler güncel yorumları desteklemek amacıyla kaleme alınmış görünmektedir. Güncel bağlantının Erol Toy’da en somut görüntüsü Zor Oyunu (1980) romanında daha birkaç ay evvel, romanın piyasaya çıkmasında birkaç ay önce Türkiye’nin en temel figürlerinden biri olan Kenan Evren’in de portresini içermesidir.
Kemal Tahir’in eserlerinin sözü edilen bu metinlerden temel farkı geçmiş dönemden sınırlı olumlu dayanaklar aramak değildir. Merkezine Osmanlı’yı oturttuğu geçmişin bütünsel bir yorumlama denemesidir eserleri.
1980’li yıllar sonrası bir biçimde romanda da tarihsel geçmişe yönelme eğilimi belirmektedir. Resimli Dünya (2000) ve Boğazkesen (1995), Nedim Gürsel’in bu anlamda arada kalan örnekleriyken son dönemin temayülü olarak İhsan Oktar Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası (1995) başlıklı kitabına benzeyen pür edebiyat eksenli metinler gündeme gelmiştir. Nitekim 1980 yılı sonrası belli ölçüde siyasetten arınmış tarih sosyal bilimlerde öne çıkarken, tarihsel roman alanında görülen de söylenilen tarzda romanlar olmuştur. Geçmiş döneme dair akademik tarih metinleri de makro tahliller içeren metinler olmaktan çıkmış daha önceki dönemde ayrıntılarda boğulduğu eleştirisini yaptıkları tarzda metinler yazmışlardır tarihe yeni yönelen akademisyenler. Bir anlamda Türk Tarih Kurumu yayınları ile Tarih Vakfı yayınları arasında bazı noktalardaki düşünsel yönelimler dışında mikro alanlarla iştigal etmek anlamında paralellikleri aşan yakınlıklar oluşmuştur.
Türkiye’de Marksizm’in sınırlı anlayışı ve örtük etkisiyle gerçekçilik anlayışı neredeyse hayatı birebir yansıtan metinlerin has edebi ürün olarak anlaşılmasının yolunu açmıştır. Özellikle köy edebiyatı, net edebi ürün olarak yazarı tarafından da nitelenmeyen Bizim Köy’den (1950) beslenen edebiyat sosyal gerçekliği yansıttığı savıyla köklü etkiler yapmıştır. Yıllar, daha doğrusu on yıllar sonra Cumhuriyet gazetesinde Selim İleri’nin başlattığı edebi anlamda tuhaf ancak gerçekçilik anlayışı bakımından son derece anlamlı soruşturmanın sorusu alenen “Huzur mu, Bizim Köy’mü?” şeklindedir. 1990’lı yıllardaki bu soruşmaya aralarında önemli romancılardan Tahsin Yücel’in de dahil olduğu hatırı sayılır bir grup “Bizim Köy” diye cevap vermişlerdir. Nitekim sözü edilen 1950’li yılların ortalarında 1960 yılında Turhan Tükel’in yönettiği köy romancılarıyla, Enstitü kökenli köy romancılarıyla Orhan Kemal ve Kemal Tahir’in katıldığı Beş Romancı Tartışıyor (1960) metni bu konunun tartışıldığı bir belge olmuştur. Yaşar Kemal’in katılmaktan imtina ettiği bu oturumda köy romancıları hayatı olduğu gibi yansıttıklarını değil aktardıklarını, değişik yörelerin romancıların da hayatı aktarmaları halinde Türkiye fotoğrafının çok net bir şekilde ortaya çıkacağını ifade etmişlerdir. Bu noktada Orhan Kemal’in yaklaşımı da “Goriot Baba” örneğinde somutlandığı üzere köy romancılarından hiç de farklı değil gibi görünüyor. Nitekim Yaşar Kemal’in İnce Memed (1955) hakkında söyledikleri de onların yaklaşımına bariz bir şekilde yaklaşmaktadır. Edebi anlamda ne kadar tartışılırsa tartışılsın İnce Memed’in bariz bir sosyolojik vaka olduğunu belirtmek gerekmektedir. Kemal Tahir’in yaklaşımı bu noktada çok farklı bir yerde durmakta olup has bir yazarın köyü beş dakika görmesi halinde gerçekçi köy romanı yazılabileceği şeklindedir. Çok sonraları yayınlanan Sanat/Edebiyat Notları (1989,1990) dünya romanı ve roman yazma eylemi konusunda ciddiyetle düşündüğünü göstermektedir. Köy romancıları köyde odaklandıklarında daha sahih ve şehre indiklerinde daha yüzeysel bir bölge, yöre fotoğrafı vermektedir. Orhan Kemal’in köy ve kent romanları daha bir gerçekçilik arz etmektedir. Bu durum daha çok Orhan Kemal’in daha hareketli bir yöreyi, Çukurova’yı anlatmasından dolayıdır. Ve anlattığı kent genellikle/çoğunlukla İstanbul olmasından ötürü onda daha sahih bir Türkiye fotoğrafı belirmektedir. Diğer sosyologlara göre Mübeccel Kıray’ın farkı neyse Orhan Kemal’in de köy romancılarından farkı odur. Aslında Orhan Kemal’in kent romanlarıyla örneğin, belki değil muhakkak en iyi karşılaştırılacak metin herhâlde Talip Apaydın’ın Kente İndi İdris (1981) değil, Fakir Baykurt’un Kara Ahmet Destanı’dır (1977). Nitekim ortama uyumluluk açısından onun Bereketli Topraklar Üzerinde’yi (1954, 1964) sonraki bir tarihte yeniden farklı bir yorumla yazmasının 1960’lı yılların ortamından beslenmesiyle bir bağlantısı vardır. Aynı yorum çok daha vurgulu bir biçimde Fakir Baykurt’un Irazca’nın Dirliği’ni (1961) bambaşka bir hale sokmasında görülebilir. Yaşar Kemal ise kendi söylediği gibi hep Anavarza’yı yazmıştır. O yazamadığı Anavarza romanı da o yazageldiği romanlardan biri olacaktı. O dönem içinde en çarpıcı metnin Bizim Köy olması nedeniyle Enstitü kökenli köy edebiyatı daha bir etkileyici oldu. Hatta 1975 yılında Ant yayınlarından Bizim Köy (1975) kitabı yayınlandı. Hatta sinemaya uyarlanan metinler ağırlıklı olarak köy edebiyatının metinleri oldu. Biraz daha ileri bir tarihte Kemal Bilbaşar’ın Cemo (1966) romanı sinemaya uyarlandı. Orhan Kemal’in köy romanlarının uyarlanması daha sonrasıdır. Enstitü kökenli köy edebiyatından sonradır. Belki de bu durumu tetikleyen unsurların başında o dönemde Köy Enstitüleri’nin en dinamik eğitim kurumu ve Türk köyünü ekonomik ve sosyal açıdan değiştirecek bir kurum olarak algılanması bulunmaktadır. Ve dönemin sosyologlarının o dönemde yoğun olarak köy çalışmaları yaptıkları görülmektedir. Kalkınmanın köyden başlayacağı şeklinde bir söylem de yaygın etkide bulunmuştur. Bol miktarda da Köy Enstitüleri üzerine kitap ve hatırat yayınlanmıştır. Biraz daha erken tarihlere bakıldığı zaman örneğin 1958 Yunus Nadi Roman Yarışması’ndan da anlaşılabileceği üzere tercih başat bir biçimde köy edebiyatından yanadır. Sözü edilen yarışmayı Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü (1958) kitabı kazanmıştır. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam (1958) romanı ise ikinci olmuştur. Bu tarz bir değerlendirme 1980’li yıllardaki başat yaklaşıma göre olağanüstü farklıdır. Aslında bu köy edebiyatının bir süre sonraki en başat türevi Bekir Yıldız’ın ilk döneminin Güney Doğu anlatımında somutlaşan öyküleridir. Nitekim bir yirmi yıl sonra köy edebiyatının etkisi hepten ortadan kaybolurken Kürt sorununun en yakıcı sorun olarak algılandığı dönemde de Bekir Yıldız’ın edebi metinlerinin etkileri neredeyse hepten silinmiş görünmektedir. Nasıl bu alanda böylesi bir eğilim oluşmuşsa zaman içinde köy edebiyatı da sadece edebiyatın bir unsuru olarak anılıp önemsenmemiştir. Aslında edebi ve sosyolojik açıdan eski dönem köy edebiyatı daha önemli olarak nitelenebilir. Zaten güncele takılıp kalan edebiyatın geçmiş dönem edebiyatından ve Cumhuriyet birikiminden öğrenecekleri vardır. Bunu sadece köy edebiyatı ekseninde düşünmek anlamlı görünmemektedir. Bir de köylüyü, taşrayı değerlendirme konusunda Kemal Tahir’in insana yaklaşımının farklılığının altını çizmek gerekmektedir. Kemal Tahir’in köylüye olumsuz yanlarıyla da yaklaşması Fethi Naci’nin Kemal Tahir’in romanlarına kimse kimseyi sevmiyordu diye yaklaşmasına ve Orhan Kemal’in ileriden umutvar olma adına aydınlık gerçekçilikten bahsetmesine yol açmıştır. Bir de Kemal Tahir’in farklı olmasının başka yönlerinden biri Kemalizme eleştirel yaklaşması diğeri de özellikle Bozkırdaki Çekirdek’le (1967) köklü bir köy enstitüsü eleştirisi yapmasıdır. Onun Köy Enstitülerine yönelik eleştirisi açık bir şekilde söylenmese de zaman içinde örtük olarak yaygın kabul görmüştür. Onun köy enstitüsü eleştirisi bir kurum eleştirisi olmanın ötesinde köy ve köylülük değerlendirmesidir. Ondan öte bariz bir tarihsel süreç yorumlamasıdır.
Bu noktadan kalkarak iki hususun değerlendirilmesi mümkündür. Bunlardan biri Türk romancılarının Osmanlı geçmişini de hesaba katarak, onu da nazarı dikkate alarak değerlendirme yapmasıdır. Bu kapsayıcı değerlendirmede en kapsamlı tahlili yapan romancılar Halide Edip Adıvar ve Kemal Tahir’dir. Birinin feminist diğerinin kadın düşmanı ve gene birinin anlamsız ve diğerinin anlamlı Kemalizm eleştirisi yaptığı şeklindeki açık ve örtük kanaat da ilginç görünmektedir. Halide Edip Adıvar’ın yazdıklarının önemi zaman içinde anlaşılsa da Kemal Tahir’in yazdıklarına dikkat edilmemiştir. Aslında son otuz yıldır tartışmaların ana noktasının yeni isimlendiriliş şekliyle Erken Cumhuriyet Dönemine getirilmesi Kemal Tahir’in çalışma gündemine yerleşmesi anlamına gelmektedir. Ve Türkiye’de daha önceki dönemde de, 1960’lı yılların ortaya çıkardığı atmosferden önce de Türk modernleşme sürecini kapsamlı bir şekilde yazmaya yönelen edebiyatçılar ve romancılar olmuştur. Yakup Kadri’nin romanlarında bu durum çok daha net, Reşat Nuri’nin romanlarında ise örtük olarak vardır. Yakup Kadri’nin Yaban’ı (1932) bir anlamda köy romancıları üzerine büyük etki yaptığı gibi köylüye olumsuz bir şekilde yaklaştığı, hatta bir tarz oryantalist nitelik taşıdığı şeklinde yorumlanmıştır. ATÜT’ün bir tür oryantalizm olarak yorumlanması gibi Kemal Tahir’in de Türk insanını, özellikle de Türk köylüsünü olumsuz olarak anlattığı vurgulanmıştır. Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore (1928) romanı da Mütakere dönemi İstanbul’unu anlatmak, Ankara (1934) ise Milli Mücadele öncesi ve sonrasını yorumlamak çerçevesinde erken dönem üzerinde odaklanmaktadır. Aynı sıralarda 1933’te yazdığı “Büyük İnkılap Küçük Politika” metni de Cumhuriyet dönemi değişimin kapsamlı olmadığı, bir anlamda Tanzimat’ın üçüncü dönemi olarak algılamanın daha doğru olduğu şeklinde bir niteleme yapmıştır. Aynı şekilde bürokrasinin devamı, sürekliliği anlamında Osmanlı’yla, Cumhuriyet arasında bir süreklilikten söz etmiştir. Nitekim 1800’lü yılların sonlarında ve 1900’lü yılların başlarında doğanların, o dönemi yaşamış aydınların meseleyi toptan bir kopuş olarak nitelemelerini sağlamak mümkün görünmemektedir. Aslında Kemalist inkılapların köklülüğü olmadığı, bariz bir nitelik değişimi yaşanmadığı, “İnkılap dediğin kağıtlara yazılan yazıymış” diye değişimin lidere rağmen kapsamlı bir şekilde gerçekleşmediği Yakup Kadri’nin Panaroma (1953-1954) başlıklı romanında ciddi tahlillerin eşliğinde anlatılmaktadır. Nitekim İdris Küçükömer’in Kemal Tahir hakkında yaptığı belki de tek niteleme romanlarının kalkış noktasının Yakup Kadri’nin metinleri olduğu şeklindedir. İdris Küçükömer’in Kemalist döneme en köklü eleştirileri yönelten entelektüelin Yakup Kadri’nin, düşüncelerini olağanüstü önemsemesi ve onun düşüncelerine yaslanması dikkate alınmalıdır. Reşat Nuri’nin de meselenin/ dönüşümün o kadar kapsayıcı olmadığına, olamayacağına dair nitelemesi de dikkate alınmalıdır. Onun direktifle yazıldığı söylenen metni, Yeşil Gece’de (1927) Şahin Usta İnkılap, dediğin şeyin üç beş günde olmadığını, olamayacağını anlatmaktadır. Önceden aktarılan yoruma uygun bir tarzda meseleye bakmaktadır. Aslında Yeşil Gece’de irdelediği bir sürecin tam tersini Gökyüzü (1936) romanında vermektedir. Reşat Nuri belki de dönemi en gerçekçi bir şekilde Çalıkuşu (1922) romanında vermektedir. Çalıkuşu’nun Feride’si Cumhuriyet dönemi öğretmenin haletiruhiyesini, hatta onun ötesinde Cumhuriyet döneminin aydınının haletiruhiyesini vermektedir. Üzerinde zaman içinde oynanmasından kalkarak N. Ahmet Özalp’in Teknik Okumalar-Bağa Destursuz Girenler (2017) kitabında “Edebiyatta Dirijizm: Çalıkuşu Operasyonu-1 ve 2” başlığı altında farklılaşmaya, kitabın yeni baskısındaki değişikliklere gönderme yaparken bunun örneğin Halide Edip’in metninde de olduğunu düşünmesi ve yaşadığımız dönemde de insanların son bir iki senede yazdıkları metinleri ne tarz değiştirdiklerine dikkat etmesi gerekmektedir. Onun ötesinde Türkiye’nin her dönemin yazarlarının konunun hassasiyetine nispetle ne ölçüde otosansür uyguladıklarına göz atmak lazım gelmektedir. Reşat Nuri’nin Anadolu Notları Türkiye gerçekliğiyle iç içe geçmiş yaklaşım tarzını somutlaştırmaktadır. Reşat Nuri’nin önemi, Reşat Nuri ve Yakup Kadri’nin önemi, köy romancılarından çok daha önemli oldukları belli ölçüde geç fark edilmiş görünmektedir. Fethi Naci ve Taylan Altuğ’un edebi metin yazma süreçlerinin daha geç dönemlerinde Reşat Nuri üzerine kitap yazmaları üzerinde durulmak gereken bir konudur. Reşat Nuri, Yakup Kadri’nin aksine tarihsel gelişim içinde Türk modernleşme sürecini, tarihsel süreci incelemese de Türk modernleşmesinin en kritik meselelerine değinmiştir. Daha sonraki dönemde sözü edilen süreç, Attilâ İlhan, Tarık Buğra ve Adalet Ağaoğlu tarafından belki de daha bir sathi tarzda değerlendirilmiştir. Bu noktada Attilâ İlhan ile Adalet Ağaoğlu’nun Erken Cumhuriyet dönemini değerlendirmeleri temelde farklılık arzetmektedir. Köy romancıları ve Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’de Erken Cumhuriyet dönemi önemli olarak telakki edilmemiştir. Belki Milli Mücadele’ye odaklanan tek roman, o da köylüler üzerine onların Milli Mücadele’deki konumlarını anlatan Talip Apaydın’ın Köylüler (1991) romanıdır. Adalet Ağaoğlu’nun özellikle Ölmeye Yatmak romanı ve bir ölçüde takip eden romanları da Attilâ İlhan ve Tarık Buğra’ya göre, Kemalizm’le, daha genel anlamda Batılılaşma ile daha bir problemlidir. Nitekim romancılar, Türkiye’nin Düzeni (1968) ve tetiklediği metinlerden daha yoğun bir şekilde modernleşmeyle hesaplaşmaktadır. Uzunluk anlamında sınırlı metinleri hesaba katmamak yanlışından uzak durarak Sabri Ülgener’in Zihniyet Aydınlar ve İzmler’de (1983) Ziya Paşa’nın bir terkibi bendinden ve Şerif Mardin’in “Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma” makalesinde Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanından kalkarak Batılılaşma meselesini değerlendirmeleri önemlidir. Her anlamda bu tarz tahlillerin sanat eserleriyle daha gelişkin bir şekilde yapılacağının bir göstergesi olarak da yorumlanabilir.
Türkiye’de edebiyatta temel ayrışmayı Sait Faik-Sabahattin Ali farklılaşması üzerine, belki de daha doğru ifadeyle belli ölçüde, bir ölçüde yapaylaştırılmış bir karşıtlaştırma eylemi üzerinden anlamaya çalışmak yeğlenmelidir. Aslında Sabahattin Ali’nin metinlerinin yorumlanışı ve Sabahattin Ali’nin en fazla önemsenen metinleri/metni zaman içinde değişmektedir. Erken dönemde, 1960’lı yıllarda -belki 1965 yılına kadar- metinlerinin de henüz yayınlanmamış olmasının da etkisiyle Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf (1937) romanı belirgin bir biçimde daha fazla önemsenmiştir. Hatta belki de temel yaklaşımını kanıtlamanın da etkisiyle Berna Moran, Sabahattin Ali’den inceleyeceği roman olarak Kuyucaklı Yusuf’u seçmiştir. 1960’lı yılların ortamında, edebiyat alanını da kapsayan düşünce ortamıyla frekansı en fazla uyan roman o olmuştur. Bir otuz kırk yıl sonrayı hesaba katınca da Sabahattin Ali’nin en öne çıkan romanı olarak Kürk Mantolu Madonna (1943) görülmüştür. Zira, Kuyucaklı Yusuf 1965 yılından sonra yayınlandığında Enstitü kökenli yazarlar bariz bir biçimde temel metinlerini, temel romanlarını yayınlamışlardı. Bu yazarlar, dünyayı yorumlamak konusunda da farklı saiklerden kaynaklanarak yorum yapıyorlardı. Aynı zamanda bu yazarların Cumhuriyet ile de hem yaşantı hem de yorum olarak çok fazla problemleri yoktu. Hatta Sabahattin Ali’nin yazdığı öykünün birini yayınlarken öyküde anlatılan olayın Osmanlı döneminde geçmiş olduğunu belirtmesi tedirginliğinin temel işaretidir. Dönemi anlamlandırmak bakımından Refik Halid Karay’ın Kirpi’nin Dedikleri’ni (1940) yayınlarken döneme cuk oturacağını düşündüğü metinleri çıkarması yaşanılan tarih kesitinin duyarlılıklarını göstermektedir. Bununla bağlantılı olarak dönemin yazarlarının dönemin zihniyeti ile aralarındaki mesafenin önemli olduğunu düşünmek gerekecektir. Bu anlamda aynı ölçüde olmamakla beraber Sait Faik’in de dönemin gerçekliğiyle belirgin bir mesafesi olduğu görülmektedir. Belki de 1930’lu yıllar ve 1940’lı yıllar yazarlarının zihniyet dünyası önemli ölçüde farklıdır. Bunu Sabahattin Ali’nin belki de en fazla güncel çağrışımı olan İçimizdeki Şeytan (1940) romanının hiç öne çıkarılmamasıyla bağlantılı olarak görmek gerekecektir. İçimizdeki Şeytan’ın odaklandığı konu 1970 ve 1980 yılı sonrası ortamda dikkat çekecek, ancak bu etki aydınlar üzerinde değil, sokakta mücadele eden gençler üzerinde olacaktır. Belki de 1990’lı yıllar Sabahattin Ali’nin sözü edilen metninin konusunun yeniden gündeme getirilmesini sağlayacaktır. Sabahattin Ali’nin kısmen müesseleşmesi, hep belli bir noktada durdurulması ile sonuçlanmıştır. Sabahattin Ali’nin romancılığı konusunda sınırlı olumlu tespiti bariz bir biçimde Kemal Tahir’in, romanı bir ölçüde geliştirdiği, kendi ifadesiyle yazım yırtık bir noktaya getirdiği saptamasıyla doğrulamak mümkündür. Sabahattin Ali’nin romanlarının öneminin altını muhtemelen en erken tarihte Nurettin Topçu çizmiştir. Mustafa Kutlu’nun bir kez basılan Sabahattin Ali (1972) kitabının birçok başka kitaba, solcu yazarların kitaplarına takaddüm etmesi de bu nedenledir. Sabahattin Ali’nin metinleri üzerine yoğunlaşmanın belli bir sınırda durmasının nedeni de 1970’li yılların sonlarında Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle ilgili olarak başlayan tartışmanın onun düşünsel kimliğine olumsuz olarak yaklaşmanın vasatını yaratmasıdır. Bu tarih kesitine gelene kadar genellikle Sabahattin Ali Sait Faik karşılaştırması yapılmış, Sait Faik’in metinlerinin burjuva duyarlılığını buna mukabil Sabahattin Ali’nin metinlerinin proleter duyarlılığını yansıttığı şeklinde bir kanaat kökleşmiştir. Sait Faik’in metinlerine yönelik ilginin de 1980 yılı ve 2000 yılı sonrasında belirmeye başladığı, ortaya çıktığı ve/veya artma temayülü gösterdiği söylenebilir. 1980’li yıllar kentin/şehrin edebiyatın merkezine girmeye başladığı yıllar, 2000’li yıllar ise etnik çeşitlilik ilgisinin fazlasıyla öne çıktığı yıllardır. Aynı zamanda İstanbul da belirgin olarak sadece sosyal bilim alanının değil edebiyatın da esas konularından biri olmuştur. Orhan Pamuk’un İstanbul – Hatıralar ve Şehir (2003) anlatısı da söz konusu dönemin ürünü olarak tezahür etmiştir. Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar rüzgarının esmesinin de sözü edilen süreçle bağlantısı bulunmaktadır. Dünya edebiyatına açılmanın ve romanın mahiyetinin farklı şekilde anlaşılmasının da dönemin ortamıyla bağlantısı bulunmaktadır. Türkiye’de toplumcu gerçekçi edebiyat konusunda katılık ile 1980’li yıllardan sonraki açılım iç içe geçmiş gibi görünmektedir. Türkiye’de 1980’li yıllardan önce yazan edebiyat eleştirmenlerinin zaman içinde oluşan akıl almaz başkalaşmalarını dönemin koşullarının dışında izah etmek mümkün değil gibidir.
Kadın Yazarların Dili ve Dünyası
1950’li, 1960’lı yılların kadın yazarlarının ürünleri Türkiye’de kökleşen köy edebiyatının dışında ve zihniyet olarak ona karşıt bir mecrada seyretmiştir. Köy edebiyatçılarının kültürel anlamda muhafazakâr yönelimlerine göre kadın edebiyatçıların metinleri belirgin olarak modernist görünümdedir. Bunun ötesinde köy yazarlarının/romancılarının otobiyografik ve büyük ölçüde gözleme dayanan metinleri yanında kadın yazarların metinleri bariz olarak kurmaca metinler mahiyetindedir. Ancak bu öykü ve romanların toplum gerçekliğiyle de yoğun bağlantısı bulunmaktadır. Hatta bu durumun 1970’li yıllarda yazılan metinlerde de böyle olduğu rahatlıkla söylenebilir. Leyla Erbil, Nezihe Meriç ve Sevgi Soysal’ın metinlerinin bu anlamda ciddi işlevleri bulunmaktadır. Tante Rosa ile Yürümek (1970) ve Gecede (1968) ve Hallaç (1981) ile Tuhaf Bir Kadın (1971) arasında net olarak ifade edilebilecek farklar vardır. Hatta Yürümek’ten daha aşikâr olarak Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde (1974) daha bir toplumcu-gerçekçi tutum vardır. Zaten Türkiye’de toplumcu gerçekçilik ve sosyalist gerçekçilik kavramlarından önce toplumsal gerçekçilik ya da Mavi dergisinin sözleriyle sosyal realizm kavramı kullanılmıştır. Toplumcu gerçekçiliğin bir unsuru olarak düşünülecek şekilde Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde bir işçi figürü gündeme gelmiştir. Tıpkı buna benzer bir şekilde aynı yapaylıkta Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi metninde işçi Ali Usta vardır. Buradaki bu yapay roman kişileri Orhan Kemal’in öykü ve romanlarında çok daha sahici bir tarzda verilmektedir. Sevgi Soysal’ın son romanı, Şafak’ta (1975), bu durum daha belirgin bir hal almaktadır. Toplumcu-gerçekçi olarak nitelenebilecek unsurlar daha çok Leyla Erbil’in metinlerinde somutlaşmaktadır. Onun önce uzun hikâye daha sonra roman olarak yayınlanan metni Tuhaf Bir Kadın döneminin en sıra dışı metni olarak tezahür etmektedir. Nezihe Meriç, Leyla Erbil ve Sevgi Soysal’ın öykü ve romanları sonraki dönemlerin feminist olarak nitelenebilecek sanatsal metinlerine de kaynaklık etmektedir.
Dönemin özelliklerini yansıtmak bakımından Demirtaş Ceyhun’un öykü ve romanlarının da adı anılan kadın yazarların metinleriyle koşutlukları bulunmaktadır. Hatta onun düşünsel mahiyette önemli metinleri de vardır. Onun daha 1967 yılında yayınlanan Haçlı Emperyalizm metniyle Ah, Şu Biz Karabıyıklı Türkler (1988) metni, romanlarının çerçevesini de çizmiş olmalıdır. Onun yazdıkları toplumcu-gerçekçi yaklaşıma daha yakın bir yerde durmaktadır. Aslında daha genel anlamda 1950 kuşağının düşünce ve sanat serüvenini zaman içinde toplumsal gerçekçiliğe, toplumcu-gerçekçiliğe yönelen bir gelişim içinde düşünmek gerekmektedir.
Ancak kadın yazarların, o dönemin yazarlarının ve eskiden beri yazanların metinlerinin 1980’li yıllardan itibaren estetik boyutun belirginleşmesi bakımından daha bir gelişkin olduğunu belirtmek mümkündür. Nitekim Türk edebiyatına rahatlıkla oturtulabilecek bir şablon vardır. 1960’lı yılların başından itibaren estetik endişesinin bariz bir biçimde azalması ve 1980’li yıllardan itibaren de ağırlıklı olarak artması ya da edebiyatın bütünüyle estetik bir mesele olarak anlaşılma eğiliminin belirmesidir. Bunun en net göstergelerinden biri İkinci Yeni şairlerinin 1960’lı yılların başlarından itibaren sosyalistleşmesi, şiirlerine bu değişimin de sinmesi; gene paralel bir şekilde 1980’li yıllardan itibaren de yaygın olarak İkinci Yeni’ye yönelik olumlu bir bakış açısının oluşmasıdır. Bu minvalde bir dönemler Attilâ İlhan’ın Gerçekçilik Savaşı (1983) ve Asım Bezirci’nin İkinci Yeni Olayı (1974) kitapları meseleye genel yaklaşımı yansıtırken 1980’li yıllardan itibaren genel yaklaşımın dışına düşmüşlerdir. Bir de adı anılan ve başka kadın yazarların metinleri gene 1980’li yıllardan itibaren feminist olarak nitelenebilecek edebi eğilime kaynaklık edecek ve onu besleyecektir. Tabii bu noktada bu işlevi taşıyacak metinler olarak Adalet Ağaoğlu’nun ilk dönem tiyatro oyunları da dahil olmak üzere romanlarını da saymak gerekmektedir. Hatta burada bir yere Attilâ İlhan’ın 1970 yılı sonrası romanlarını da koymak düşünülebilir.
Yapay Bir Toplumcu Gerçekçilik
Bir temel ayrışmayı anlamlandırmak açısından Vedat Türkali ile Demirtaş Ceyhun’un romanlarını ve düşüncelerini karşılaştırmak aynı mecrada aktığı düşünülen sürecin serencamına bakmak gerekmektedir. Meseleyi anlamlandırmak bakımından neredeyse 1980’li yıllara kadar edebi metinler arasında ayniyete yaklaşan benzerlikler kendisini hissettirmektedir. Özellikle 1960’lı yılların sonlarında iyice şekillenen toplumcu gerçekçi anlayış metinlere yapay bir şekilde sinmiş bulunmaktadır.
Bu durumun özellikle iki yazarın metinlerinde daha net somutlaşması da ikisinin net politik kimliklerinden, hatta ondan öte örgütsel bağlılıklarından kaynaklanmaktadır. İkisinin bir ölçüde genel mecradan farklı vasıfları Demirtaş Ceyhun’un Haçlı Emperyalizm metnini yazmasının Türkali’nin de Bir Gün Tek Başına (1974) romanındaki Raşit Ataşlı kimliğinin çağrıştırmasının paralelliğinde somutlaşmaktadır. Böylesi bir farklılık tarihsel yorum konusunda duyarlılığı beraberinde getirmektedir. Bu anlamda yazdıkları edebi metinlerde ve Demirtaş Ceyhun’un düşünsel metinlerinde nispeten farklılaşan yorumlar kendisini göstermektedir.
Nitekim Demirtaş Ceyhun bir dönemler net bir şekilde bilimin ancak edebiyatla yapılacağını belirtmiştir. Romanları ve öykü kitaplarında toplumu yorumlaması anlamında farklılığın izleri vardır. Ancak Asya (1970), Yağmur Sıcağı (1976) ve Cadı Fırtınası’nda (1982) bu farklılaşma kendisini sınırlı bir şekilde göstermektedir. Onun toplum hakkındaki farklı yorumları daha çok yazdığı kurmaca olmayan metinlerde bulunmaktadır. Ana hatları itibariyle de 1960’lı, 1970’li yılların zihniyetini sınırlı bir şekilde değiştirerek sürdürmektedir.
Yeni dönemin yeni yönelimlerine yönelme bariz bir biçimde Vedat Türkali’nin romanlarına yansımaktadır. Hatta bu anlamda Vedat Türkali’nin çok net bir şekilde çizilmiş bir Türkiye fotoğrafı bulunmaktadır. Yeşilçam Dedikleri Türkiye (1986) tam tekmil budur. Orada senarist Gündüz olarak Türkiye’den soyutlanmamış kendi hikâyesi bulunmaktadır. Bir Gün Tek Başına (1974) konu açısından meselenin askerî ayağına bakmış olmaması anlamında daha sahih bir 27 Mayıs anlatımı sunmasına rağmen Attilâ İlhan’ın Bıçağın Ucu romanıyla aynı konu üzerinde odaklanmaktadır. Bir anlamda her iki roman da 12 Mart ve 12 Eylül romanlarının başlatıcısı olarak görülebilir. Belki de değerlendirme farklı olduğu için de daha soğukkanlı sayılabilecek bir yaklaşım söz konusudur. Bunun en net göstergelerinden biri Vedat Türkali’nin daha sonraki dönemde yazdığı Mavi Karanlık (1983) romanı ile yorumlanabilir. Hatta onun girişine Vedat Türkali metnin daha sonraki dönemlerde farklılaştırılarak yayınlanabileceği ibaresini yerleştirmiştir. Belki de edebi metinlerin zaman içinde pür edebiyata doğru kayarken aynı zamanda aşırı politikleşmeye yöneldiğini görmek mümkündür.
1980’li yılların ortalarından itibaren belli konulara bakış biçimi değişmiştir. Belki de değişmenin ötesinde belirli düşüncelerin telaffuz edilmeye başlandığı görülmektedir. 1980’li yılların sonlarında Vartan İhmalyan’ın otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü (1989) yayınlanır. Onun otobiyografisinin yayınlanması Türkiye’de TKP eleştirisini artırır ve güçlendirir. İlginç olan noktalardan biri bu kitabın iki önsözle, Mete Tunçay ve Vedat Türkali’nin önsözleriyle yayınlanmasıdır. Bu metnin rüzgârı Vedat Türkali’nin Tek Kişilik Ölüm (1989) romanının, aynı konudaki eleştirel bir metin olarak yayınlanmasına vesile olur. Bir on yıl sonra da TKP’yi anlattığı iki ciltlik Güven (1999) romanı yayınlanır. Aslında TKP eleştirisinin Vedat Türkali’yi çok daha önceki tarihlerde, ilk romanını daha yayınlamadığı tarihlerde Hikmet Kıvılcımlı’nın eleştirel metinlerinin tetiklemesi gerekirdi. Bu tarz eleştiriye Attilâ İlhan’ın erken tarihte yayınladığı metinler takaddüm etmektedir. Attilâ İlhan hem Hangi Sol’la (1970) TKP’ye daha köklü bir eleştiri getirmekte, hem de o dönem ortamını O Karanlıkta Biz (1988) romanıyla daha bir soğukkanlı ve mesafeli bir şekilde anlatmaktadır. Aynı Attilâ İlhan son dönemlerinde gene Milli Mücadele döneminde odaklanmakta ve Gazi Paşa (2005) ile meseleye daha savunucu bir mantıkla yaklaşmaktadır. Vedat Türkali ise Attilâ İlhan’ın düşünsel mecrasından farklı bir yöne doğru yönelmektedir. Onun Yalancı Tanıklar Kahvesi (2009) ile İdris Küçükömer’in yaklaşımı gündemine girmekte ve son dönemin asıl belirleyicisi olarak ise Ermeni tehcirini işlediği Bitti Bitti Bitmedi (2014) romanı belirmektedir. Son döneminde Kürt meselesi en başat konusu olurken Kayıp Romanlar (2004) da etnik farklılıkların daha açık olarak işlendiği bir roman olarak belirmektedir. Bu yaklaşım tarzlarının tam da Oya Baydar’ın Kayıp Söz (2007) ve Kürt meselesini Dersim olayları bağlamında işlediği O Muhteşem Hayatımız (2012) romanı Türk romanındaki farklılaşma mecrasının nereye doğru yöneldiğinin açık işareti olarak görülmektedir. Attilâ İlhan’da görülen mecranın benzerinin Demirtaş Ceyhun’un düzyazılarında da yankı bulduğunu hesaba katmak gerekmektedir. Benzeri bir ikili yönelimi daha yeni kuşakta gözlemlemek de olası görünmektedir. Zaten artık, yazılırken kullanılmayan “yerli ve milli” nitelemesi geçmiş dönem, 1960’lı yıllar aydınları için rahatlıkla kullanılmaktadır. Hatta Attilâ İlhan’ın romanları ve düzyazıları arasında 1960’lı yıllarla 1990’lı, 2000’li yıllar kıyaslandığında bariz bir süreklilik yanında ihmal edilmemesi gereken farklar da bulunmaktadır.
Toplumcu Gerçekçilikten Kopuş
Halen süregiden dönem açısından iki ayrı kolu, Orhan Pamuk ile Mehmet Eroğlu’nun yazdıkları arasında kısmi bir karşılaştırma yaparak anlamlandırmak mümkündür. Orhan Pamuk’un temelde düşündükleri açısından en fazla önemsediği hususun iki yüz yıl sonra da okunmak olduğu aşikâr. Pamuk kendi romancılığını Huzur (1949) romanının “aşırı derecede etkilediğini” söylemektedir. Değişik romanları değişik yönelimleri çağrıştırsa da Orhan Pamuk romanları hem 1980 sonrası romanda biçimi, tekniği önemseyen ve fakat biçim, teknik vurgusunu işin tamamı olarak görmeyen bir durumu işaret etmektedir. Meselenin toplumsal boyutu da hiçbir şekilde atlanmıyor, ıskalanmıyor. Beyaz Kale (1985), Benim Adım Kırmızı (1998), Kara Kitap (1990) Doğu’yu anlatmaktadır. Nitekim romancıya yönelik eleştiriler ve doğal olarak olumlamalar daha çok bu metinlerden kaynaklanmaktadır.
Onun 1979 yılında tamamlanıp 1982 yılında yayınlanan Cevdet Bey ve Oğulları Türkiye’deki tarihsel roman geleneğinin bir devamı olarak nitelenebilecek bir metin olarak görülebilir. Bu anlamda da Huzur’un aşırı etkisi altında kalan bir metin olarak nitelenemez. Cevdet Bey ve Oğulları metni Meşrutiyet’ten 1970’li yıllara kadar bir Türkiye panoraması çizmektedir ve belki de dönemin ruhuna uygun sayılabilecek bir biçimde ağırlıklı olarak 1930’lu ve 1940’lı yıllar üzerinde durmaktadır. Bu anlamda da 1960’lı yılların temel romanlarına göre ayrıksı sayılabilecek bir yerdedir. Sessiz Ev (1983) ise elinde Cumhuriyet gazetesi olduğu için öldürülen Nilgün somutunda güncel çağrışımlarla yüklü ve düşünsel karşıtlara soğukkanlılıkla bakamayacak bir yaklaşım içindedir. Kafamda Bir Tuhaflık’ta (2013) ise bu sıcakkanlılığı bariz bir biçimde aşmış bir durumdadır. Ve metin İstanbul’un imara açılan bölgesi üzerinde odaklaşmaktadır.
Bu romanlara Kar (2002) ve Masumiyet Müzesi’ni (2006) de ekleyerek Orhan Pamuk romanının aktığı mecrayı görebiliriz. Onun romanlarının bir başka özelliği de Oğuz Demiralp’in deyişiyle “Batı’dan daha Batılı bir Türk’ün gözüyle Batı’ya bakması”. Burada üzerinde durulan romanları ise bu yaklaşımın belirgin olarak dışındadır. Pamuk’un yazdıkları Türk roman geleneği içinde belirgin bir biçimde bir yere oturur. Eğer toplumcu-gerçekçi romanla bir bağlantı kurulacak olursa onun romanında bu özelliğin belirgin olarak törpülenmiş olduğunu görmek mümkündür.
Aslında bir dönemde küfür romanları olarak tabir edilip eleştirilen metinler tam da 1980’li yıllarda Türkiye’deki siyasallaşmış toplumcu-gerçekçi romanları eleştirmek üzere, romanı bir başka şekilde mütalaa eden kitaplardır. Meselenin iki yanını da anlamak bakımından Murat Belge’nin 1980’li yılların sonlarında Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm (1983) kitabını adeta Türk romanında bir dönüm noktası, bir devrim olarak yorumlaması önemlidir.
Aslında toplumcu-gerçekçi romanın belki de 1980’li yıllarda en mütekamil metinlerini 12 Mart ekseninde şekillenen Mehmet Eroğlu romanlarında görmek düşünülebilir. Issızlığın Ortasında (1984), Geç Kalmış Bir Ölü (1984) ve Yarım Kalan Yürüyüş (1986) romanlarının üçü de yaşadığı döneme tanıklık eden romanlar olarak tezahür etmiştir. Onun bu romanları olduğu gibi Fay Kırığı (2009/2011/2013) üçlemesi de dönemin en güncel sorunlarına dönük metinler olarak nitelenebilir. Ancak onun Kürt sorunu eksenindeki romanlarının Vedat Türkali’nin Bitti Bitti Bitmedi romanı ile 12 Mart eksenli romanlarının da çok içinden 12 Mart-12 Eylül romanları arasında kesinlikle önemsenmesi gereken farklar vardır.
12 Mart romanları arasında Pınar Kür’ün Yarın Yarın (1976) metni kısmi eleştirelliği çerçevesinde farklı bir yerde durmaktadır. Pınar Kür’ün son romanı Sadık Bey (2016) sıradan bir insanın toplumdan sanki soyutlanmış intibaını veren sahici bir fotoğrafını sunmaktadır. Türkiye’nin sancılı ortamı genelde romanı Türkiye’den soyutlarken toplumsal cinsiyet ve etnik meseleler Türk romanında en abartılı şekilde işlenen konular olmuştur. Tabii sadece Türk romanında değil. Bu durum da bir yönü itibariyle romancılar da dahil olmak üzere Türk aydınını yeniden memleketten mektebe yöneltir hale gelmiştir.
Kimlik ve Milliyetçilik Temasının Yükselişi
Türk edebiyatının hatta Türk edebiyatından öte Türk düşüncesinin şekillenmesi, son dönemde belli ölçüde mahiyet değiştirmesi noktasında çevirilerin edebi ve akademik çevirilerin kritik bir önemi vardır. Bu süreç Türkiye’de gittikçe belirginleşen bir başka süreci başlatmış görünmektedir: Nazım Hikmet’e, onun metinlerine yönelik tutum bariz bir biçimde farklılaşmıştır. Eskinin aksine milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı çevreler Nazım Hikmet metinlerine olağanüstü olumlu yaklaşmaya başlamıştır. Buna paralel olarak da sol ya da liberal sol olarak nitelenebilecek çevrelerde Nazım Hikmet metinlerine yönelik eleştiri fazlalaşmış ve şair milliyetçi olarak nitelenir olmuştur. Meseleyi anlamak bakımından bir başka unsur da zaman içinde fazlalaşan Ömer Seyfettin eleştirileridir. Bunun belirgin olarak fazlalaşmasında Lütfi Akad’ın devlet televizyonuna uyarladığı Ömer Seyfettin metinlerinin etkisi vardır. Bu tarz bir girişim karşısında aralarında Selim İleri ve Ahmet Oktay’ın da bulunduğu bir kesim aydın onun metinlerini faşizmle özdeşleştiren bir tutum içine girmişlerdir.
Yukarıda sözü edilen çevirilerin fazlalaşması sonrasında da Ömer Seyfettin’in metinleri milliyetçi bakış açısının en somut örnekleri olarak nitelenmiştir. Bu çerçevede yaygın kabul gören bir yaklaşım oluşmuştur. Bu noktada önceden yayınlanan bir yapıt da Türk edebiyatının kimi örneklerinde örtük, kimi örneklerinde de aleni bir milliyetçi vurgu olduğunu vurgulamıştır. Sözü edilen metin Herkül Millas’ın Türk Romanı ve Öteki-Ulusal Kimlikte Yunan İmajı (2000) başlıklı çalışmasıdır. Sait Faik’in bu eğilimin dışında bir yazar olarak nitelense de onun “Türk Ülkesi” öyküsü kabul gören genel mantalite çerçevesinde milliyetçi nitelikte bulunabilir. Son dönemde böylesi bir yönelim olduğu gibi değişik dönemlerde de Türkiye’de hep bir milliyetçilik-hümanizm tartışması/gerilimi olmuştur. 1940’lı yıllar bunun örneklerinin görüldüğü tarih kesitidir. 1960’lı yılların genel çerçevesini bulmak/anlamak bakımından “ulusal olmadan evrensel olunmaz” mantığını bilmek gerekmektedir. Kısmi değişiklikten sonra “yerel olmadan evrensel olunmaz” anlayışı yerleşmiştir. Zaman içinde bu da kalkmıştır. Türkiye’de mantalitenin değiştiğini bu sürece bakarak kavramak mümkündür.
Ayrıksı Hatlar
Sait Faik’in gerçekçiliğinde sonraki dönemde önemsenmemesinin de somutlaştırabileceği gibi bariz bir sınırlılık vardır. Bu nedenle de 1960’lı, 1970’li yıllarda önemsenmemekten öte dışlanmış görünmektedir. Hatta bu çerçevede bakılıp değerlendirildiği zaman Sabahattin Ali’nin 1960’lı, 1970’li yıllarda önemsenmeyen metinlerini de bu bağlamda değerlendirmek mümkün görünmektedir. Bu tarzda değerlendirme yapıldığında Sait Faik ile Sabahattin Ali arasında birlikten, süreklilikten de söz etmek mümkündür. Meseleyi köy ve kent farklılaşması çerçevesinde ele almak problemli olup Kürk Mantolu Madonna bağlamında Almanya da bariz bir biçimde gündeme girmektedir. Dolayısıyla Sait Faik ve Sabahattin Ali ile enstitü kökenli köy yazarları arasında bağ kurmak yerine Sait Faik ve Sabahattin Ali ile Orhan Kemal arasında ilişki kurmak, böylesi bir süreklilikten bahsetmek daha doğru görünmektedir.
Belki de köşeli yorumlardan en azade bir şekilde gelişen roman Orhan Kemal romanıdır. 1950’li yılların başlarından 1970 yılına kadar süreç kısmen Türkiye coğrafyasının dışında gelişse de önemli otobiyografik özellikler taşımaktadır. Öykü ve roman serüveni neredeyse Türkiye’nin bütününü kapsamaktadır. 1960’lı yılların ortalarındaki tespitlere göre Türkiye’nin en fazla okunan romancısıdır Orhan Kemal. Orhan Kemal sinemaya uyarlanan metinleri de dahil olmak üzere toplumcu-gerçekçi olarak nitelenemeyecek popüler romanlar da yazmıştır. Onun metinlerinin izdüşümünü, onun metinlerinin benzerlerini yeni dönem edebiyatında görmek mümkündür. Bir zamanlar Sait Faik ve Sabahattin Ali üzerine metin yazsa da Mustafa Kutlu’nun öyküleri bariz sayılabilecek bir şekilde Orhan Kemal’in metinlerini çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımın izlerini belki de daha güçlü bir biçimde Ercan Kesal’i ve Mustafa Çiftçi’nin metinlerinde de görmek olasıdır. Özellikle Mustafa Çiftçi’nin metinleri bu mecrada seyretmektedir. Bir ölçüde kasaba anlatımı açısından Hasan Ali Toptaş’ın romanlarıyla belirgin bir akrabalığı vardır. Cinselliğin romanlarda rahat kullanılması anlamında belki de Orhan Kemal anlatımının en fazla yakınlaştığı metinler Mahir Ünsal Eriş’in öyküleridir. Toplumcu-gerçekçi anlayışla mesafeli olmak anlamında Sait Faik ve Orhan Kemal metinleri aynı mecrada gelişmiş görünmektedir. Toplumcu-gerçekçiliğin belli ölçüde, hatta önemli ölçüde törpülenmiş olması son dönem edebiyatını daha bir bu mecraya sokmuş gibidir. Türkiye’de sosyolojik metinlerde köy, kasaba daha genel anlamda taşra olumsuz bir şekilde değerlendirilirken bu temel mecrada taşra olumlu bir görünüm vermektedir.
Yukarıdaki anlatımda toplumcu-gerçekçiliğin törpülenmiş olmasını ilk metni Cumartesi Yalnızlığı (1967) da dahil olmak üzere Selim İleri’nin bütün metinlerinde zaman içinde daha belirgin olarak hissetmek imkân dahilindedir. Orhan Kemal’in dünyasıyla beslenen sözü edilen metinler ağırlıklı olarak kasabada odaklanmaktadır. Ancak Selim İleri’nin öykü ve romanları kent eksenlidir. Ve zaman içinde toplumsal gerçekçiliğin törpülenmesinden öte belli bir tarihten sonra Selim İleri Cumhuriyet öncesi edebiyatın izlerini de ciddi sayılabilecek bir şekilde sürdürmektedir. Romancı olarak tercihinin Orhan Kemal olması ve Türk edebiyatının bütününden beslenmesi onun birikiminden yararlandığının işaretidir. Cemil Şevket Bey Aynalı Dolaba İki El Revolver kitabı da roman dünyasının Nahid Sırrı’yla paralellik taşıdığını da göstermektedir. Bu nedenle değişik romancıların yaratıcılıklarını da hesaba katarak Türk romanının gelişim seyrini bir ölçüde bir bütünlük çerçevesinde mütalaa etmek mümkün görünmektedir.
Edebiyatın, daha doğrusu romanın, sinemaya yansıması ise kırıktır. Ali Gevgilili, Lütfi Akad’ın yazamadığı/yazmadığı romanların filmini çektiğini söyler. Benzer hususu yine aynı şekilde net olarak Metin Erksan hakkında da söylemek mümkündür. Dolayısıyla Fransa’daki yeni roman-sinema ilişkisinin benzerini Türk sineması açısından da ama tersinden belirtmek gerekmektedir. Bu bakımdan Lütfi Akad’ın filmlerini anlattığı Işıkla Karanlık Arasında (2004) metni çok renkli bir Türkiye fotoğrafı vermektedir. Lütfi Akad ve Metin Erksan filmleri, belki de hiçbiri köşeli tutum takınmamakta, hatta ne köşeli olması toplumsal-gerçekçi nitelikte olduğu şeklinde bir izlenim dahi vermemektedir. Nitekim Türk sinemasının ortalaması tipik bir Orhan Kemal romanı tadı vermektedir. Belki de ortalaması yerine Türk sineması önemli oranda Orhan Kemal romanının havasını yansıtmaktadır demek daha doğru görünmektedir.
Kaynakça
Alangu, T. ( 1965). Cumhuriyet döneminde hikâye ve roman (3. Cilt). İstanbul: Varlık Yayınları.
Belge, M. (1994). Edebiyat üstüne yazılar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Demiralp, O. (2018). Orhan Bey ve kitapları–Bir Orhan Pamuk okurunun notları. İstanbul: Kırmızı Kedi Yay.
Lukacs, G. (1969). Çağdaş gerçekçiliğin anlamı. C. Çapan (Çev.). İstanbul: Payel Yayınları.
Moran, B. (1994). Türk edebiyatına eleştirel bir bakış (3. Cilt). İstanbul: İletişim Yay.
Naci, F. (1981). 100 soruda Türkiye’de roman ve toplumsal değişme. İstanbul: Gerçek Yayınları.
Oktay, A. (1986). Toplumcu gerçekçiliğin kaynakları. İstanbul: BFS Yayınları.
Tatarlı, İ. ve Mollof, R. (1969). Hüseyin Rahmi’den Fakir Baykurt’a Marksist açıdan Türk romanı. İstanbul: Habora Kitabevi Yayınları.
Tanpınar, A. H. (2000). Edebiyat üzerine makaleler. İstanbul: Dergah Yayınları.
Tükel, T. (1960). Beş romancı tartışıyor. İstanbul: Düşün Yayınları.
Yavuz, H. (1977). Felsefe ve ulusal kültür. İstanbul: Bilgi Yayınları.