Giriş
Seyyid Ebul A’la Mevdudi, çağdaş Müslüman düşünce ve hareketinde etkili bir isimdir. Mevdudi hem bilgi hem de ilham kaynağı olmuş ve onun metodu ve hareketinde farklı metot ve hareketleri takip edenler bile onun yaptığı katkının değerini sorgulamamıştır. Mevdudi’nin çekiciliği, geçerliliği başta kendisinin de bizzat parçası olduğu tarihî durum üzerindeki etkisinden kaynaklanmaktadır. İslam’ın değerini ve önemini ortaya koymuş ve Müslüman kardeşlerine İslam’ın canlandırmaları ve hayatlarına tatbik etmeleri çağrısında bulunarak onları bu noktada teşvik etmiştir. Devletin önemi, siyasi otoritenin meşruiyeti, inanç ve fiiller arasındaki kırılmaz ilişki, İslami yeniden canlanma için bağlılık, dürüstlük ve çabalamaya olan ihtiyaç gibi üzerinde durmuş olduğu konular, çağdaş İslami hareket içerisinde yer alanlar ve yine aynı zamanda dünya çapında Müslümanların yeniden uyanışının artan hareket gücünü anlamak isteyenler için hayati önem taşımaktadır. Mevdudi’nin fikirlerinin şekillendiği Güney Asya’da, onun bıraktığı etki daha bariz olmuştur. Hiç tartışmasız Mevdudi’nin fikirleri, Hindistan Alt Kıtası’ndaki İslami siyasal düşünceye hükmetmektedir. Pakistan laik milliyetçiliğinin birbiri ardına başarısızlık yaşaması ve böylece kendisini artan İslami siyasal düşünce ve fiil dalgasından geri çekmesi ile birlikte bu durum daha da belirginleşmiştir. Bu sosyopolitik çalışma, Mevlana Mevdudi’nin fikirlerinin değerini ve geçerliliğini araştırmakta, bu fikirlerin günümüz Pakistan ve Müslüman dünyasıyla ilişkilerini değerlendirmektedir.
Müslüman Kimliğinin Oluşumu
Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi, 25 Eylül 1903 yılında, Hindistan’ın Haydarabad eyaletine bağlı Evrengabad kasabasında güçlü bir dinî geleneğe sahip saygın bir ailede dünyaya gelmiştir. Mevdudi’nin eğitimi kısa sürmüş ve o, sistematik bir eğitime tabi olmamıştır. El-Ezher gibi çok büyük kurumlarda eğitim almamıştır. Aslında düzenli eğitim kurumları dışında İslami bilimler alanında derin bilgiler elde etmiş ve Delhi’deki Aliye Arabiye Fatehpuri Medresesi’ndeki üç meşhur hocadan ruhsat almıştır. Mevdudi, bir kısmı uzunlukları ve derinlikleri itibarıyla muazzam olan toplamda 67 eser ortaya koymuş ve iki derginin editörlüğünü yapmıştır. 1941 yılında Cemaat-i İslami’yi (İslam Partisi) kurmuş ve 1972’ye kadar partiye liderlik etmiştir. Cemaat ideolojisini somutlaştırmış ve Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Sri Lanka ile birlikte Basra Körfezi, Büyük Britanya ve Kuzey Amerika’da yaşayan Güney Asya topluluklarının tarihinde ve siyasetinde önemli bir rol oynamıştır.
Seyyid Mevdudi, İslam dünyasının kendi kimliğini savunmak noktasında derin bir ihtiyaçla karşı karşıya kaldığı varsayımıyla başlamıştır. Her zaman olduğu gibi bu şartlar altında da insanoğlu mefhumu ile onun amacı ve kaderi, azami öneme sahip konular olmuştur. İslam’ı ilerici bir bakış açısıyla yorumlayan Mevdudi, bu sorulara kesin cevaplar vermiştir. İnsanoğlu Halık, Melik ve Hakim olan Allah’ın halifesidir. İtimat edip güvendiği Kur’an ve İslam’ın son peygamberinin sünneti içerisinde yer alan değerlere uygun olarak dünyayı dönüştürmek, onun görevi ve sorumluluğudur.
Âdemoğlunun bu şekilde Allah’ın halifesi olarak tanınması, insanın kendisini, yaşamını, faaliyetlerini ve insanlarla olan ilişkilerini yüceltmekte ve kutsallaştırmaktadır. İnsanların hepsi halife olduklarından hepsi eşitlerdir. Bu da adaletsizlik, baskı, nefret ve açgözlülüğe yer bırakmaz. O zaman İslam’ın zaferi için çokça mücadele etmek Müslüman’ın görevidir. Amaç, insanlığın yükselmesi olduğundan bu amaca ulaşmak için kullanılan metotların da buna tabi olması gerekir. Yoksulluk, sömürü ve adaletsizliğin ortadan kaldırılması ve yaşam kalitesini iyileştirmeyi amaçlayan faaliyetler, başlı başına bir amaç değil bir araç olarak görülmelidir. Açıkçası hayata böylesi bir bakış açısıyla bakılması, insanoğlunun kardeşleri olan diğer insanlarla, çevre ile ve etrafındaki cansız nesneler ile olan ilişkisi açısından çok büyük bir öneme sahiptir.
Halife olma kavramının başka bir anlamı daha var. Halife ve emanetçi olan Müslüman, kendisinden ve bir bütün olarak bütün insanlıktan daha büyük olan Allah’a hizmet etmektedir. Onun nihai amacı, insanın kibir ve egosunu kontrol etmeye yardımcı olan aşkın bir güç Allah’a sadakattir. Bu durum insana kâinatın bütünü içerisindeki acziyetini hatırlatır. Farklı boyutlarıyla gücün her zaman tarihteki büyük çatışmaların tam merkezinde olduğu gerçeği göz önüne alındığında, insanın mevcut durumunu hatırlatması, onun aklı başında, akılcı bir toplum oluşturabilmesi için hayati bir önem arz etmektedir.
İnsanın aynı anda hem Allah’ın halifesi hem de Allah’ın kölesi şeklinde bir kimliğe sahip olması, Mevdudi’nin düşünce planının temeli olan ve bir devrim niteliği taşıyan tevhid kavramında somutlaştırılmıştır. Bu kavram sayesinde Mevdudi, insanlara maddi ve manevi olanın, bu dünya ile ahiretin tek bir bütünü oluşturduğunu hatırlatmıştır. Öyle ki biri tevhide diğeri ise şirke (Allah’a ortak koşmaya) dayalı iki temel toplum biçimi vardır ve bu ikisi sürekli bir çatışma içerisindedir. İşte halife olarak insanın görevi de Allah’a itaat ederek ve onun rızası dâhilinde aktif olarak ve İslam’ın zaferi için çalışmaktır. Mevdudi tüm hayatını bu fikri insanlara iletmeye ve insanın ruhsal özü manasına gelen insanlığını keşfetmesine yardımcı olmaya adamıştır.
Mevdudi’nin ifade ettiği şeyler aslında İslam konusunda bilgili kişilerce (âlimler) ifade edilebilirdi. Fakat bu âlimler “ya muska ya tonlama ya da tespihlerle” meşguldüler ve böylece Müslüman cemaatin canlılığını baltaladılar ya da fıkıh (dinî hukuk) ayrıntılarını ilgilendiren sorularla meşguldüler ve Müslümanları, İslam’ın temellerinden “onlar ne için yarattıklarını unutacak ve İslam’ın dayandığı yüce amaçları görmezden gelecek” şekilde uzaklaştırdılar (Mevdudi, 1962). Bu nedenle Mevdudi, sert hücumlarını insanlara ihanet etmekle suçladığı, geleneksel otoriteyi temsil eden bu şahsiyetlere karşı harekete geçirmiş ve bunun karşılığında bu geleneksel otoriteler tarafından “ortaya bir İslam yorumu koyabilecek en az niteliğe sahip kişi” olmakla itham edilmiştir. Âlimlerin Mevdudi eleştirisi, genellikle ispat edilememiş suçlamalar içeren bir polemikten fazlası değildi (Afaqi, 1976).
Âlimlerin geneliyle ilgili sorun, İslam’ı anlamamaları değil onların çok açıkça gördükleri gerçeğin modern zamanlarda yeniden canlandırılması gerektiğinin farkında olmadıklarıydı. Başarısızlıkları, İslam’ı modernite ile ilişkilendirme, onu etkili bir şekilde tebliğ etme ve imanın manevi gerçekliğini modern insan için anlaşılır veya erişilebilir kılmadaki başarısızlıklarıydı. İşte Mevdudi, bu modern eğilimi temsil etti ve güçlü bir şekilde ileri taşıdı. Yazıları, onun öncelikli kaygısının modern insan olduğunu göstermektedir. Şaheseri olan Tefhimü’l Kuran’ı “orta sınıf eğitimli Müslümanlar” için kaleme almıştı. Dolayısıyla Urduca’yı bir ifade aracı olarak kullanarak Kur’an’ın “kusursuz Arapça’sını kusursuz bir Urduca’ya tercüme etmeye” çalışmıştır (Mevdudi, 1978). Nesirde usta olan Mevdudi, günümüzün en çok okunan Müslüman yazarlarından biridir.
Mevdudi, âlimlerin çoğunun aksine Müslüman dünyasının karşı karşıya kaldığı modernite sorunlarına karşı hassasiyet göstermiştir. Bütün yazıları, çağın durum ve sorunlarıyla ilgili hassas farkındalığının kanıtıdır. Argümanlarını desteklemek adına bulduğu her fırsatta fizik, tıp, arkeoloji, ekonomi ve benzeri alanlardaki son araştırmaları referans göstermiştir. Meseleyi yalnızca etik ve manevi açıdan değil ele alınan meseleye uygun ekonomik, politik ve sosyolojik açılardan da bakarak İslam’ın konumlandığı yeri ispat eden çok geniş bir konu yelpazesini ele almıştır. Modern okuyucu için İslami yaklaşımın boyutlarını netleştirmiş ve İslam’ın siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel konularda insanoğluna nasıl şaşmaz bir rehberlik sağladığını anlatmıştır. İslam’ın modern zamanlara uygunluğunu açıklamadaki başarısı tartışılabilir ve modern bilimler konusundaki anlayışının analitik derinliğinde hatalar ve kusurlar bulunabilir fakat onun, modern zihnin karşılaştığı mesele ve sorunların öneminin farkında olduğuna şüphe yoktur. Mevdudi’nin çekiciliği ve cazibesi, toplumun modernleşmiş olması beklenen eğitimli katmanlarının büyük bir kesimi arasında geometrik bir şekilde artmıştır.
Mevdudi’nin “Müslüman kimlik oluşumu” noktasındaki temel amacı, İslam’ı, ümmetin sosyal ve politik yaşamını düzenleyen en üst düzey ilke hâline getirmek olmuştur. Bunu dayandırdığı kavram, sözlük anlamıyla “dinin kurulması” anlamına gelen ikamet-i din olmuştur. Bu düşünceye göre tüm sivil toplum ve devlet kurumları, Kur’an’da bildirildiği ve Hz. Muhammed’in uyguladığı ilahi kanunların otoritesine tamamen bağlı olmalıdır. Evrensel ve kapsamlı bir yaşam biçimi olan İslam, tüm sorunlara cevap veren tutarlı bir bütün ve düzenli bir sistemdir. İslam’ın temel talebi ve esası, tevhiddir. Öngördüğü yaşam şekli şeriat olarak bilinir ve inancın temel esasları üzerine kuruludur. Ahlaki, sosyal, politik ve ekonomik sistem yapılarının üzerine bina edildiği temel budur. Mevdudi’ye göre ideal İslam toplumu, İslam’a inanarak, kendilerini Allah’a olan bağlılıkları dışındaki tüm bağlılıklardan kurtarmış olan insanlardan oluşur. Böyle bir toplum özgür ve “teo-demokratik” olacaktır ve vatandaşları bir tarağın dişleri gibi eşit olacaktır.[1]
Mevdudi’ye göre Müslümanlar, ümmet-i vasata (adil ve dengeli bir toplum) aittirler. Bu nedenle onların görevi; iyiliği emretmek ve kötülükten menetmektir. Tefsir ettiği Kur’an, tekke ve zaviyelerde ve üniversitelerde ortaya çıkarılacak soyut teoriler ve dinî gizemlerden oluşan bir kitap değildir. O kitap, insanları Allah’ın tek doğru yoluna davet etmek amacıyla ortaya çıkan hareket ve galeyanın kitabıdır. Sonuç olarak İslam, İslami siyasal düzeni kurarak yarı tanrıların kutsallığı efsanesini paramparça etmeyi ve Allah’ın her şeyin müsebbibi olduğunu ortaya koymayı amaçlayan devrimci mücadelenin ve azami gayretin (cihad) dinidir. Bu nedenle İslam, dünyayı, insanlığın yararına olan öğretileri ve ilkeleri ile uyum bir hâle dönüştürme noktasında kararlı olan dinamik bir güç ve dünya çapında bir devrimci harekettir. Cihad, ilahi düzeni kurma girişiminin bir başka ismidir. Bu nedenle Kur’an, cihadın inancın mihenk taşı olduğunu ilan eder (Mevdudi, 1984). Bu mücadelede sadece izlemekle yetinenlere, seyirci kalanlara ve dönüp arkasına bakanlara yer yoktur ve cihada teşebbüs etmek o kadar önemlidir ki onu reddeden kimse için artık Allah’ın memnun edebileceği başka hiçbir yol kalmamıştır. Mevdudi’ye göre cihad; baskıyla, kalemle ve kamu işlerinde yer alarak mücadele etmek anlamına geliyordu. Zamana ve menfaatlere aldırmayan Mevdudi, hayatını İslam davasına adamıştır. Kendisinin kurduğu ve yönettiği rönesans hareketine karşı hükûmetin süregelen iğnelemeleri ve birçok kez Pakistan cezaevlerinde yatmış olması ile burada yaşadığı sıkıntılar ve kişisel rahatsızlıkları (4 Ekim 1948-28 Mayıs 1950, 28 Mart 1953-25 Mayıs 1955, 6 Ocak 1964-10 Ekim 1964, 29 Ocak 1967-16 Mart 1967) ve bir dönem (9 Mayıs 1953) askerî mahkeme tarafından ölüm cezası tehdidi altında olmuş olması belki de bu adamın ve fikirlerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyan göstergelerdir.
Mevdudi’nin fikirleri ve yazıları yeni şeyler değildir. Yani Mevdudi bu anlamda özgün bir düşünür değildir. Kendisi de herhangi bir yeni ilke veya doktrin keşfettiğini reddetmiştir. Onun yaptığı şey sadece Kur’an ve sünnetin öğrettikleri şeyi ortaya koymak olmuştur. Müslüman kardeşlerine, yaratıcı ile yarattığı arasındaki en eski anlaşmayı, Kur’an’da adlandırıldığı üzere bir “satın alma işlemini” hatırlatmıştır: “Şüphesiz Allah, Mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır” (Tevbe Sûresi, 9:111). Mevdudi, geçmişi reddetmemiş, onu basitçe yenilemiş ve onu şimdiki zamanla ve gelecekle uyumlu hâle getirmiştir. Bu manada Mevdudi, modern İslam’ın en sistematik düşünürü olarak ortaya çıkmaktadır. Onun büyük katkısı, Hurşid Ahmed tarafından çok yerinde ifadelerle şu şekilde özetlenmiştir:
(Onun katkısı) kendisini İslam’ın sosyopolitik ve kültürel yönüne adamış ve yakın geçmişte İslam üzerine yazanların uzun süredir kaçınmış olduğu sorunları tartışmış olmasıdır. Batı’nın yeni entelektüel meydan okumasına karşılık vermeye çalışmış ve İslam’ı bugünün diliyle temsil etmiştir. Mevdudi’nin siyasal düşünce noktasındaki asıl katkısı ise İslam’ın öğretilerini açık, kesin, akıcı ve ikna edici bir şekilde sunmakla kalmayıp aynı zamanda onları zamanımız için yorumlaması ve İslami ilkeleri alarak 20. yüzyılın dünyasında kristalleşeceği şekle dair tezleri ileri sürmeye çalışmasıdır (Mevdudi, 1967).
İki Ulus Teorileri
Mevdudi’nin siyasi düşüncesi, yaşadığı ve faaliyet gösterdiği sosyopolitik ve dinî ortam tarafından şekillendirilmiştir. Bağımsızlık öncesi Hindistan’da üç büyük siyasi güç egemen olmuştur: İngiliz Yönetimi, Hint Ulusal Kongresi ve Tüm Hindistan Müslüman Birliği. Britanya yönetimi, kararlılık ve etkili güç anlamında sürekli bir şekilde zayıflarken Hindistan Ulusal Kongresi, Hintlileri bağımsızlık noktasında birleştirmek konusunda çabalıyordu. İngilizler ve Kongre, (farklı nedenlerle olsa da) Hindistan’ın birliğini korumaya kararlıydılar. Ancak Tüm Hindistan Müslüman Birliği, Kıta’daki Müslümanlara vatan talebinde bulunulan bir Müslüman milliyetçiliği kavramına bağlı kalmıştır. Gerçekten de İslam’ın şair filozofu Allame Muhammed İkbal (1876-1938) de 1930 yılında ayrı bir Müslüman vatanı şeklinde bir öneride bulunmuştur. İkbal, konsolide bir Müslüman eyaletinin kurucu birimi olduğu federe bir Hindistan kurulması fikrine sahipti. Bir zamanlar Hindu-Müslüman Birliği’nin elçisi olarak bilinen Muhammed Ali Cinnah (1876-1948) da bundan on yıl sonra İkbal’in ayrı bir Müslüman vatanı fikrini benimsemiş ve “iki ulus” teorisi olarak bilinen teoriyi ileri sürmüştür. İslam ve Hinduizm’den ve bu dinlerin takipçilerinin hiçbir zaman “ortak bir milliyete” evrilemeyeceği iki farklı ve birbirinden ayrı sosyal düzen olarak bahsetmiştir. Buna ek olarak “Müslümanların, herhangi bir millet tanımına göre bir millet olduğunu ve kendi vatanlarına, kendilerine ait bir bölgeye ve devlete sahip olmaları gerektiğini” ifade etmiştir (Ahmad, 1974). Bu noktadan hareketle Müslüman Lig, 23 Mart 1940’ta Lahore’da gerçekleştirilen yıllık oturumunda -daha sonra “Pakistan Kararı” olarak adlandırılacak bu kararı kabul etmiştir. Bu kararda Alt Kıta’da Müslümanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu kuzeybatı ve doğu bölgelerinde bağımsız Müslüman devletlerin kurulması çağrısında bulunulmuştur.
Ancak Mevdudi, seküler olan veya Müslüman milliyetçiliğine dayanan bir ulusal hükûmetin niteliksel olarak Hindistan emperyalist hükûmetinden farklı olmayacağını savunmuştur. Milliyetçilik, sömürgecilik tarafından ithal edilen, Müslüman dünyasının birliğini bozan yabancı bir kavramdır. Aynı şekilde Batı, para birimlerini, etkisini, düşüncesini ve her türlü sapkınlık ve dalaletini, İslami yaşam biçiminin içerisine enjekte etmiştir. Bölücü bir fenomen olarak bir ulus-devlet, İslami sosyopolitik sistemin ortaya çıkmasına yardımcı olamaz. Bu nedenle Mevdudi, evrensel olan İslam’la bağdaşmaz olduğu için Müslüman milliyetçiliğini reddetmiştir. Onun ilgilendiği konu, ikamet-i din yani İslami yaşam tarzını tesis etmek olmuştur. Mevdudi, İslam’ın üstünlüğünün milliyetçi mücadele yoluyla tesis edilemeyeceğini savunmuştur. Ulusal bir mücadelenin, Hintli Müslümanlar için bir ulus-devlet yaratabileceğini ancak kesinlikle bir İslam devleti oluşturamayacağını savunmuştur. Ayrıca Batı’nın bilgi, kültür ve felsefe alanındaki üstünlüğünü kabul ettiği için Müslüman Birliği’ne karşı sert eleştirilerde bulunmuştur. Bu nedenle Cemaat-i İslami ve Tüm Hindistan Müslüman Birliği, Müslüman sorununa birbirinden farklı iki farklı bakış açısıyla çözümler önermiştir: Biri, bağımsızlık ve Müslümanlar için yeni bir vatanın tesis edilmesi adına ulusal bir mücadelenin içerisinde tutkuyla yer almışken diğeri, İslam’ın bozulmamış aslının eksiksiz bir yaşam biçimi olarak tahakkümü için mücadele etmiştir.
Ancak Mevdudi, Müslümanları, seküler demokratik değerler sistemi içerisinde seferber etmeye ve tamamen ekonomik meseleler konusunda onları Müslüman Birliği’nden uzaklaştırmaya çalışan Kongre’ye şiddetle karşı çıkmıştır. Kongre, Mevdudi’nin gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğunu düşündüğü, birlik temelli Hindu-Müslüman “karma milliyetçilik” için çağrıda bulunmuştur. Mevdudi, Müslümanların bu tür bir milliyetçiliği kabul edip kongreye katılmaları durumunda Hindu çoğunluğu içerisinde yok olup asimilasyona uğrayacaklarını savunmuştur. Mevdudi: “En çok dert edindiğim şey, Müslümanları kendi ayrı varlıklarını hissetmeleri açısından canlı tutmak ve Müslüman olmayan bir topluluk içerisinde asilime olmalarını engellemekti.” diye yazmıştır (Mevdudi, 1976). Mevdudi’ye göre Müslümanlar, dünyaya takdim etmek üzere kapsamlı bir yaşam sistemine sahip olan bir “kardeşlik” oluşturmuşlardır. İslam’ı sadık bir şekilde uygularlarsa ulusal bir vatan meselesi “kesinlikle önemsiz” hâle gelecekti. Müslüman topluluğun bir zamanlar kendisine güç, zafer ve refah sağlayan geleneklere dönmesini ve bunları yeniden canlandırmasını savunmuştur. Hacimli yazılarında Mevdudi, Hindistan Müslümanlarının bir topluluk olarak varlıklarını devam ettirmeleri için İslam’ı yalnızca bir inanç ve ibadet sistemi olarak değil “yaşam biçimi” olarak yaklaşmaları gerektiğini savunmuştur. Kişiliklerini ve varlıklarını İslam’la birleştirmelidirler. Sahip oldukları bütün rolleri, tek bir role, Müslüman olma rolüne tabi kılarlar. Mevdudi’nin yaşadığı döneme yaptığı en büyük katkı, Müslümanların kendi kimliklerini tanımalarını sağlamış olması ve onların içerisinde idare biçimlerini İslam’ın ilkeleri doğrultusunda organize etmek için bir iştiyak oluşturmasıdır. Mevdudi, Müslüman milliyetçiliğine karşı çıkarken iki ulus teorisine katkıda bulunmuş oluyordu. Hatta kendi iki ulus teorisini dahi ortaya koymuştur. Hindistan’ı bir federasyon veya gevşek bir konfederasyon olarak işlev gören kültürel olarak özerk iki demokratik birliğe ayırmayı önermiştir. Bu etki için yazdığı yazılar, üç cilt olarak Urduca kaleme alınan Musalman awr Mawjudah Siyasi Kashmakash (Müslümanlar ve Mevcut Siyasi Kriz) adlı kitabında toplanmış ve yayınlanmıştır. Yazıları, Müslüman Birliği’ne, milliyetçi hareketle savaşmak için çokça ihtiyaç duyulan entelektüel mühimmat sağlamıştır. Mevdudi bu nedenle iki ulus teorisinin arkasında ve birleşik Hint milliyetçiliğine karşı olan bir entelektüel güç olarak tanınmıştır. Kureyşi’ye göre: “Mevdudi’nin vermiş olduğu sert cevap mantıklı, otoriter, kibar ve yıkıcıydı. Bu cevap kendisine çok fazla taraftar ve takipçi kazandırmamış olsa da çoğu Kaide-yi Azam’ın takipçileri olarak Müslüman Birliği’ndeki safları dolduran samimi ve zeki Müslümanları, Kongre’den uzaklaştırmak amacına hizmet etmiştir” (Qureshi, 1974).
Hâkim görüşün aksine Mevdudi, Pakistan’a karşı çıkmamıştır. Ancak Müslüman Birliği ve liderliğine karşı çıkmıştır. Onun tek kaygısı, İslam ve onu temsil etmek isteyenlerin bu noktadaki kabiliyetleri olmuştur. Cemaat’in 1941’de kurulması ile 1947’de Pakistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi arasında geçen süre, Hindistan’ı bir İslam meskenine dönüştürmek amacıyla kamuoyunda İslami ideolojik mefhumun yayılması ve benimsenmesi için harekete geçirmek için harcanmıştır.
Pakistan’da İslam
1947’de Hindistan’ın bölünmesinin ardından Mevdudi, birçok parti lideriyle birlikte Pakistan’a taşınmış ve Lahor’da Cemaat-i İslami’nin Pakistan’ın merkezini kurmuştur. Pakistan’ın kuruluşu aşaması sırasında ortaya çıkan birçok güçlü bölünme, elit anlaşmazlığı ve çarpık ve karmaşık siyasi manevralar belki de Cemaat liderlerinin Pakistan siyasetinde aktif olmalarına yol açmıştır.
Israr Ahmed’e göre Cemaat aşağıdaki iki maddeli programı kabul etmiştir:
Yeni kurulan Pakistan Devleti’ni İslami bir devlete dönüştürmek için İslami ideolojinin uygulanmasına yönelik kapsamlı bir harekete girişmek.
Ülkenin siyasal liderliğinde devrimci bir değişime neden olarak devletin kaynaklarını İslam’ın hizmeti için kullanmak.
Israr Ahmed, Mevdudi’yi, Cemaat’in faaliyetlerinin kapsamını Müslüman olmayanları dışlayarak sadece Müslümanlar için sınırlandırmakla ve Cemaat’i, Pakistan’daki İslam davasına hizmet eden milliyetçi bir organizasyona dönüştürmekle itham etmektedir (Ahmad, 1990). Mevdudi’nin “Pakistan’da İslam” tezini kabul etmesinin arkasındaki sebepler iki yönlüdür. Birincisi, bir ideolojinin faydalı olması için ampirik bir öneme sahip olması ve belirli vakalara veya örneklere referans vermesi gerekir çünkü yalnızca soyutluk içerisinde bir yaşam biçimi oluşturmak imkânsızdır. İkincisi, bir ideolojinin dünya çapında dikkatleri üzerine çekmesi için bu ideoloji, mutlu ve başarılı bir yaşam sistemi geliştirerek sahip olduğu değeri göstermeli ve işleyişinin temelinde yer alan sahip olduğu teori ve temel ilkeleri ortaya koymalıdır. Sonuç olarak Mevdudi, daha sonra dünya çapında örnek alınmak üzere ilk olarak bir ülkede bir İslam devletinin kurulmasının gerekli olduğunu düşünmüştür.
Cemaat bu iki amacın ilkini gerçekleştirmek için organize bir kampanya başlatmıştır. 6 Ocak ve 19 Şubat 1948 tarihlerinde Mevdudi, Lahor’daki Hukuk Fakültesi’nde iki konferans vermiş ve burada Pakistan Kurucu Meclisi’nin şu dört talebi kabul etmesini istemiştir:
Hâkimiyet yalnızca Allah’a aittir ve devlet otoritesini Allah’ın temsilcisi olarak kullanmalıdır.
Şeriat, bu toprakların temel yasası olacaktır.
Şeriat ile ihtilaf hâlinde olan yasalar kademeli olarak yürürlükten kaldırılacak ve gelecekte bir daha böyle bir yasa çıkarılmayacaktır.
Devletin yetkilerini kullanması, İslam’ın öngördüğü sınırları aşmayacaktır.
Lahor Konferanslarını, Nisan ve Mayıs 1948 tarihlerinde gerçekleştirdiği Pakistan turu izlemiş. Bu turda Kurucu Meclis üyeleri ile geniş kapsamlı lobicilik faaliyetleri ile birlikte yukarıdaki maddeleri Pakistan anayasasına dâhil etmek için liderleri baskı altına alan sıkı bir kamuoyu kampanyası yürütmüştür. 7 Mart 1949’da Kurucu Meclis bu dört maddelik talebi içeren Hedefler Kararı’nı kabul etmiştir. Karar’ın kabul edilmesiyle birlikte Pakistan, Mevdudi’ye göre prensipte İslami bir devlet şeklini almıştır. Bu devleti, İslam Devleti yapan şey tek başına bu karar değil insanların oy birliğiyle İslami bir yaşam tarzının yolunu açacak bir İslam devleti talebinin hükûmet tarafından benimsenmesi gerçeği olmuştur. Bu başarıyı yalnızca Mevdudi ve örgütüne yüklemek abartı olur. Bununla birlikte Cemaat’in, Mevdudi’nin önderliği altındaki örgütlü gücü büyük bir rol oynamıştır. Dolayısıyla bu, Mevdudi’nin ve Cemaat-i İslami’nin bir zaferi olarak yorumlanabilir.
İdealleri ve değerleri ortaya koyan Karar, Pakistan’da 1956, 1962, 1972 ve 1973’te anayasa yapıcıları için ülkede İslami bir düzenin oluşturulması noktasında yol gösterici olmuştur. Bu Karar, küçük değişikliklerle Pakistan’ın bütün anayasalarına dâhil edilmiştir. Amaç Kararı, 2 Mart 1985 tarihinde yürürlüğe konan bir anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı General Ziyaülşahin tarafından anayasanın önemli bir parçası hâline getirilmiştir.
Amaç Kararı istenen sonucu vermemiştir. Kolayca anlaşılacağı üzere İslam’ın Pakistan’da kurumsallaşması, feodal ve kapitalist güçlerin ve sivil-asker bürokrasisinin çıkarlarını tehlikeye atacaktı.
Sonuç olarak Cemaat, kamu toplantıları, milletvekilleri ile temasa geçme ve Pakistan’ı gerçekten İslami bir cumhuriyet yapmak için güçlü bir kamuoyu baskısı yoluyla çabalarını yoğunlaştırmıştır. Mevdudi, İslami siyaset teorisi, İslami hukuk ve anayasa, İslami hukuki ve yasal yapılar ve Pakistan İslami siyasal sisteminde kullanılmaya yönelik yöntemler hakkında çeşitli çalışmalar yapmıştır. İslami deyimleri ve kavramları ortaya çıkarıp ulusal politik söylemin içine sokulmasını başaran ve Pakistan’ın İslamlaştırılması için güçlü bir kampanya başlatan kişi Mevdudi olmuştur. Mevdudi “İslami ideoloji”, “İslami politikalar”, “İslami anayasa”, “ikamet-i din”, “Nizam-ı Mustafa” ve “İslami yaşam tarzı” gibi kavramları icat etmiş ya da popüler hâle getirmiştir. Bu kavramlar, Pakistan’daki İslamcı söylemin kilit unsurları hâline gelmiştir.
Mevdudi’nin İslami sisteme yönelik çabalarını yoğunlaştırması, onun yetkililerle sert çatışmalara girmesine neden olmuştur. Bu çatışmalar birçok farklı biçime bürünmüştür: 1953 azınlık Ahmedi topluluğuna karşı çıkan ayaklanmalar ve bunu müteakiben Sorgu Mahkemesi’nin pozitif İslami devlet görüşüne tamamen zıt olan seküler muhalif laik bakış açısına keskin bir biçimde odaklanan raporu ve İslam devletinin temel ilkelerinin 31 âlim tarafından formülize edilmesinden önce gerçekleşen ve 1956 Anayasası üzerinde yapılan tartışmalar. Bu, İslam anayasasının niteliği hakkında ulemanın oy birliği ile ortaya koyduğu beyana karşılık hükûmetin meydan okuyuşuna bir cevap niteliğindeydi. İslami bir anayasa üretmek için toplanan âlimler konferansında, Mevdudi liderliği üstlenmiş ve üretken ve iş birlikçi bir çabanın temelini atmıştır. Mevdudi, ilk önce ilkelerini okumuş ve bu ilkeler yönetim kurulu üyeleri tarafından yapılan bazı eklemelerle birlikte desteklenmiştir (Binder, 1963, s. 216). Ayrıca başta ülkenin ismindeki “İslami” ibaresinin kaldırıldığı 1962 Anayasası üzerine ateşli bir tartışma çıkmıştır fakat daha sonra ülkenin ismi Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak kalarak eski hâlini korumuştur. Bu, büyük ölçüde bu fikrin Mevdudi tarafından anayasada bu kadar değişiklik yapılmasının yeterli olduğunun savunulmuş olmasına dayanıyordu (Brohi, 1980).
1956 Anayasası, devletin yasasını ve idaresini “modern hatta kapsamlı olarak laik” şeklinde nitelendirmesine rağmen bir İslam devleti kavramını onaylamış ve Pakistan’ı, İslam Cumhuriyeti olarak nitelendirmiştir. Devlet başkanının bir Müslüman olmasını zorunlu tutmuş, Amaçlar Kararı’na dayanan bir önsöz içermiş ve Kur’an ile sünnete muhalif olan yasanın geçersiz kılınmasını sağlamıştır. 1962 Anayasası, devletin İslami karakterini önemli ölçüde yumuşatmasına rağmen benzer hükümler içeriyordu. Bu, büyük ölçüde Eyüb Han’ın askerî rejiminin zorba yönteminden kaynaklanıyordu.
Bu anayasaların İslami hükümleri, inkâr edilemez bir biçimde ülkenin sosyopolitik ve yasal düzenlemeleriyle hiçbir şekilde uyuşmayan “şatafatlı ifadelerden” ibaretti. Bununla birlikte bu hükümlerin İslam’ın devletin çerçevesi olduğunun bir göstergesi olarak önemini göz ardı etmek zordur. Bu hükümler ayrıca Mevdudi ve destekçilerinin, İslam’ın Pakistan anayasasının temeli olarak kabul edilmesi noktasındaki başarısının da kanıtlarıdır. Herhangi bir hükûmetin bu kararı değiştirmesi mümkün değildir (Ijaz, 1982).
Bir İdeoloji Olarak İslam
Çağdaş zorluklarla yüzleşmek için vaazlar vermek ve insanları yüksek ahlaki standartları benimsemeye davet etmek yeterli değildir. Bunun yerine geleneksel yaşam normlarından esaslı bir kopuş meydana getirmek gerekir. Mevdudi, İslami sistemin bütünlüğü içinde düşünülmesini ve günümüzdeki durumla uyumunun kabul edilmesini inatla savunmuştur. İçindeki ve onu oluşturan ahlaki değerler olmadan, sistem doğru yoldan saparak İslam’a aykırı düşen bir etik geliştirmek zorundadır. Sonuç olarak hükûmet ve siyaset daireleri, kendi kendini tatmin etmenin ve gücün kaba bir şekilde kullanılmasının aracı hâline gelmiştir. Günümüzdeki bu rahatsızlık ancak insanlar seferber edilirse ve toplumda toptan bir dönüşüm gerçekleşirse düzeltilebilir. Bu, yabancı ideolojileri ödünç almakla değil diğer laik ideolojilerin kitlelerin afyonu olarak gördüğü gelenek yoluyla yapılabilir. Fakat bunu başarabilmek için İslam’ın modern gerçeklik terimleriyle sunulması gerekmektedir. Mevdudi’nin büyüklüğü, imanın gerçek doğasını açıklama gibi görevi üstün gayretleriyle yerine getirmesinde yatmaktadır.
Mevdudi, İslam’ın, Batı’da yaygın olarak anlaşıldığı anlamda bir din olmadığını kesin bir surette belirtmiştir. Yani İslam, Batı’da anlaşıldığı üzere çeşitli inançların, ritüellerin ve duyguların toplamından ibaret değil insanın varlığının ve fiiliyatının tüm yönleriyle ilgilenen bir yaşam sistemidir. O bir inanç sistemi, eksiksiz bir yaşam biçimi, bir mesaj ve İslami bir düzenin kurulması için bir harekettir. Allah’a ibadet, ahiret inancı ve Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılıktan oluşan “devrimci bir ideoloji”dir. Kapsamlı ve bir bütündür. Ahirete bakan boyutuna ek olarak bu dünyaya yönelik boyutu da güçlüdür. Mevdudi, İslam dünyasına hâkim olan kısmi İslam vizyonuna karşı haklı bir şekilde hoşnutsuzluk ve kızgınlık göstermiştir. İslam’ın bu dünyayla ilgili kültürel, politik, ekonomik, yasal, adli ve diğer meselelerle hiçbir ilgisi olmadığını düşünenleri hor görmüştür. Kur’an sadece İslam’ı “vaaz etmeyi” değil “İslam üzerine hareket etmeyi, İslam’ı teşvik etmeyi ve yaymayı ve onu hayata uygulamayı” öğretir.
Mevdudi’yi, iktidar, siyasi otorite ve eylemin hor ve aşağı görerek bunlardan kaçınmak isteyen diğerlerinden ayıran şey, onun İslami düzenin insan hayatı açısından sosyopolitik yönüne yaptığı bu vurgu olmuştur. Mevdudi için dinin ve siyasetin birleşmesi, İslam’ın emridir ve göz ardı edilemez. Bu sistemde öyle yaratıcı ile Sezar arasında bir ayrım ortaya çıkmaz. İslam’a göre Sezar yoktur sadece Allah ve Resulü vardır. Şeriat, maddi ve geçici olanı manevi olan ile bir araya getirir. Mevdudi’nin siyaset ve otoriteye vurgu yapmasının bir başka nedeni daha vardır. Bilginlik ve insan düşüncesinin bütün dallarında ideolojik yönelimler ve hareketler bulunurken ideolojiye toplumsal deneyimini, pratik eklemlenmesini ve anlamını veren şey politikadır. Bu pek de şaşırtıcı bir şey değildir. Çünkü ideoloji ve politika birbirlerinden ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş ve karmaşık bir yapıya sahiptirler. Siyaset, kendisine işlevsel bir çerçeve sağlayan ve anlam kazandıran bir ideolojiye sahipken ideolojiye, onun pratik eylemlere çevrildiği bir tarz sağlar. Bu, fikirlerin gerçek dünya ile pratik ilişki kurmasını sağlar.
İnsan ilişkilerinde iktidar ve otoritenin merkezde olması aynı zamanda medeniyetin başlangıcından beri siyasi ve ekonomik yapılar hakkındaki tüm tartışmalara hâkim olan eşitsizlik ve baskı sorunlarına da bir cevaptır. Mevdudi’ye göre ne zaman dünyada yolsuzluk ve yozlaşma serbest bırakılmış, her türlü adaletsizlik yapılmış, zulüm ya da baskı ortaya çıkmış, insan kültürü, ekonomik yaşam ve siyasetin damarlarında herhangi bir zehir akmış, kaynaklar ve insan bilgisi, refah ve aydınlanma yerine yıkım amacıyla kullanılmışsa bunların nedeni hep kötü liderlik olmuştur (Mevdudi, 1984).
İktidar ve otorite, insan ilişkilerinde belirleyici faktörlerdir. Trenin sürücünün istediği yönde hareket etmesi gibi insan uygarlığı da iktidar merkezlerini kontrol edenlerin belirlediği yönde hareket eder. Doğru, dindar bir liderlik, iyi ve sağlıklı bir toplumun önünü açar. Asilerin elindeki bir toplum, Allah’a isyan etmeye, insanın insan tarafından sömürülmesine ve ahlaki yozlaşmaya ve kültürel kirlenmeye yol açar (Mevdudi, 1978). Bu nedenle insanın kurtuluşu, güç ve otoritenin zorla kontrolüne ve onu, ilahi rehberliği izlemeye münasip ve bu noktada kararlı olanların ellerine vermeye bağlıdır. Yetki ve otorite bizzat kendisi için değil Mevdudi’nin dediği üzere: “Dünyada bulunan tüm kötülüklerin kökü yozlaşmış yönetimlerdir.” şeklinde ifade ettiği insanlığı etkileyen kötülüklerin kökünü kazımak amacıyla talep edilmektedir.
Mevdudi’nin İslam’ı “siyasallaştırma” motivasyonu, birçok kişi tarafından yanlış anlaşılarak yanlış yorumlanmış ve özellikle geleneksel âlimler tarafından eleştirilmiştir. Mevdudi, “Mevdudiyatı” yani yalnızca kendisine ait öğretileri tanıtmak ve İslam’da heterodoksiyi (genel olarak kabul gören inançlardan veya düşüncelerden sapmayı) teşvik etmekle suçlanmıştır. Pek çok âlim, Mevdudi’nin geçmişte bireysellik eğilimlerini destekleyen entelektüel temelleri ve İslam inancının manevi tabirlerini feda ettiğini ileri sürmüştür (Zakaria, 1976). İslam’ı siyasal bir formüle indirgemek şöyle dursun Mevdudi, siyaseti, İslam ile kavuşturarak siyaseti güçlendirmeye çalışmıştır.
Öyle ki onun anlayışında, insanın siyasal yaşamı her zaman dinî ve manevi yaşamının daha büyük çerçevesi içinde yer alıyordu. Politikanın yozlaştırıcı etkisine karşı en güvenilir savunma budur. Mevdudi, Allah’ın Müslümanlara güç ve iktidarın peşinde olmalarını veya yöneten otoritenin desteğini almalarını emrettiğini şu şekilde açıklar:
Böylece ben, devletin zorlayıcı güçlerinin de desteğiyle, fazileti tesis edebilir, kötülüğü ortadan kaldırabilir, yolsuzluk ve görgüsüzlük dalgalarını ortadan kaldırabilir, insanlığı sarsan yıkımı düzeltebilir ve açıkladığınız kanuna göre adaleti uygulayabilirim (Mevdudi, 1985).
Böylece ehlileştirilmiş güç yalnızca sözlü davet ve vaaz vermek yoluyla yapılması imkânsız olan İslami sistemin hayata geçirilmesine yardımcı olur. Bu nedenle İslam’ın insan yaşamındaki her bir parça ile olan ilişkisini tanımlayarak hayata geçirmek ve İslam’ın bütünlüğünün işlevsel hâle getirilebileceği evrensel bir düzen oluşturmak her Müslümanın vazifesidir. Mevdudi, İslam’ın mesajının özünü anlamış ve aktarmıştır. Bu belki de onun dünyadaki tüm Müslüman entelektüellerin fikirlerini etkileme noktasındaki önemi ve başarısının nedenidir.
Mevdudi’nin insancıl bir dünya düzeni yaratma konusunda coşkulu bir göreve teşebbüs etmek üzere harekete geçme iması, bu dünyanın özünde, içindeki yaşam kalitesi ile derin bir ilişkiye sahip olan doğru bir sosyoekonomik ve siyasi biçimin olduğu ve dinamizmin anlamının, bunların ne derecede gerçekleştiği ile ilgili olduğunun kabul edilmesidir. Bununla birlikte Müslümanların bu durumda hayata geçirilebilir bir siyaset, ekonomi ve toplum teorisi olarak hizmet edebilecek bir İslam yorumunu üretme konusunda çok bariz bir başarısızlıkları olmuştur. Müslümanların içinde bulunduğu hareketsizlik ve sükûnet çıkmazını kırmak ve kabul edilebilir bir çerçeve oluşturmak, bugün Müslüman entelektüellerin karşısındaki en büyük zorluktur. Mevdudi çok çalışmış ve bir İslam devletinin şeriatı çerçevesinde şekillenen anayasal ve yasal özellikleri ayrıntılarıyla ortaya koyan bir İslami düzenin açık ve anlaşılır bir planını ortaya koymuştur. Mevdudi, yöneticilerin seçilmeye haiz olması ile ilgili ilkeleri, yönetilenlere karşı hesap verebilirlikleri, halkın seçilmiş temsilcilerine danışma yükümlülükleri ve sıradan vatandaşların iktidardaki herkesi eleştirme hakkı ve yetkisi konularındaki duruşu açısından çağdaşlarının büyük bir çoğunluğundan daha açık bir pozisyona sahiptir. Mevdudi’nin, bir uzmanın teknik dünyasına girmese de ancak İslami yaklaşımın ekonomik, politik, kültürel ve diğer faaliyet alanlarındaki temellerini ortaya koyduğu belirtilmelidir. İslam’ın nihai sosyal, ekonomik ve politik hedefi, adaletin tesis edilmesi ve tiranlığın ve baskının ortadan kaldırılmasıdır. Bireysel özgürlüğü, toplumsal saygınlığı ve evrensel eşitliği kısacası iyi ve doğru olan her şeyi teşvik etmeyi ve zararlı ve kötü olan her şeyi önlemeyi amaçlar.
İslam ve Ekonomi
İslam yalnızca politika ile organik bir bağa sahip değildir. O aynı zamanda devletin ekonomik yapısının da bir parçasıdır. Mevdudi, özel mülkiyet, girişim özgürlüğü, laissez faire (bırakınız yapsınlar ideolojisi) vb. kavramlardan modern kapitalizmin temel ilkeleri olarak bahsetmiş ve bu ilkelerde bir gerçeklik unsuru olduğunu kabul ettiğinden Pakistan’ın “Müslüman Adam Smith”i olarak adlandırılmıştır (Malik, 1971, s. 75). Bununla birlikte kapitalizmin kişisel çıkar ve kâr güdüsü konularında yaptığı aşırı vurgu ve yaygın dert ve mahrumiyetlere yol açan tefeciliği (ribâ), kanunen düzenleme yoluyla bu ilkeleri çok uç bir noktaya taşıdığını düşünür. İnsanlık dışı bir kötülüğün hâkim olduğu kapitalist ekonominin bir tefecilik olduğunu yazmıştır. Ticaret döngüsü, yüksek faizli bankacıların, brokerlerin, sanayicilerin ve kodamanların elindedir bunun yanında çok sayıda işsiz vardır ve bu kadar bolluğa rağmen yoksulluk vardır. Öte yandan komünist sistem, sosyal refah ve devlet planlaması alanında bazı başarılar göstermiş ancak bunun maliyeti, insan hayatı açısından çok büyük olmuştur. Komünizm, insanları özgürlüklerinden mahrum etmiş ve ahlaki değerleri reddetmiştir. Yolsuzluk yaygınlaşmış ve aşırı baskılayıcı önlemlerin alınmasına yol açan totaliter bir rejim kurulmuştur. İslam, kapitalizmin köklerini kesmekte ancak komünizmin aksine insanın özgürlüğünü ve Allah ile olan ilişkisini korumaktadır. Bir başka deyişle İslam, kapitalizm ile komünizm arasındaki altın orandır.
İslam, belirli sınırlar içinde özel mülkiyeti kabul eder ve üretim araçları ile üretim güçleri arasında bir ayrım yapmaz ve servetin eşit dağılımını amaçlamaz. Mevdudi, materyalist ekonomik eşitlik kavramının doğaya aykırı olduğunu ve böyle bir eşitliğin suni olarak herhangi bir şekilde hayata geçirilmesinin kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlanacağını savunmuştur. Bu nedenle İslam, toplumda refahın adil ve hakkaniyetli bir şekilde dağılmasını gerektirir. İslam, sürekli yerinde sayan statik sınıfların veya grupların oluşmasını imkânsız kılan bir fırsat eşitliği sağlayarak ekonomik adaleti sağlar. Ekonomik adaletle birlikte İslam, sosyal dengesizliğe ve çelişkilere son veren iki yöntem kullanır. Birincisi, servet kazanma ve biriktirme konusunda bazı kısıtlamalar getirir. Örneğin; zenginlik edinme araçlarında, izin verilen ve yasaklananlar arasında bir ayrım yapar ve değişen oranlarda zorunlu zekât (zenginlik vergisi) uygular. Ayrıca İslam, Allah yolunda gönüllü harcamalar (sadaka) yapmayı da emir buyurur ve böylece devletin ve tüm toplumun bir bireyin serveti üzerindeki haklarını belirler. İkincisi, İslam, geçimlerini kazanamayanlar için sosyal güvenliği garanti eder. Tüm vatandaşlar için istihdam, giyim, eğitim ve benzeri düzenlemeler yapmak, İslam devletinin görevidir (Mevdudi, 1969).
Diğer konularda olduğu gibi ekonomi konusunda da Mevdudi, bireyin özgürlüğü ve ahlaki ve etik gelişimini güvenceye alma şeklindeki ekonomik olmayan hedeflere öncelik vermiştir. Sosyal adalet, fırsat eşitliği ve iş birliği konuları ise onun İslami ekonomik sisteminin öncelikli hedefleri listesinde daha sonra gelmektedir. Mevdudi’nin ekonomik düşüncesindeki bir eksiklik, gaip (kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeyen) toprak sahipliğinin özellikle Pakistan’daki insanların özgürlüğünü kısıtlamadaki rolünün ihmal etmiş olmasıdır. Mevdudi parasal ribâ tehdidinin farkında olarak bu ribânın İslam’da yasaklanmasının arkasında yatan gerekçeyi açıklarken gaip toprak sahipliğinin aslında tarım arazileri açısından gizli bir ribâ şekli olduğunu anlayamamıştır. Bu eksiklik, Pakistan’daki İslami hareketten en çok ihtiyaç duyulan devrimci ruhun ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Mevdudi bunu fark etmiş olmalıdır ki Cemaat’in Pakistan’daki 1970 seçimleri için yayınladığı manifesto hem bu toprak sahipliğine hem de modern Batı kapitalizmine karşı çıkan kategorik bir açıklama ile başlamıştır.
Her hâlükârda İslam ekonomisinin ilan edilen amacı, İslami yazıtlara (Kur’an ve hadislere) ve geleneklere uygun bir ekonomik düzen tanımlamak ve oluşturmaktır. Bu türde bir ekonominin ana pozisyonları 1940’lı yıllarda şekillenmiş ve otuz yıl sonra birçok ülkede bunları uygulamak adına çeşitli gayretler ortaya konulmuştur. Pakistan, Malezya ve başka yerlerde, hükûmetler şimdi zekât olarak bilinen merkezî bir İslami yeniden dağıtım sistemi işletmektedirler. 70’ten fazla ülkede, geleneksel bankacılığa karşı faizsiz bir alternatif sunduğunu iddia eden İslami bankalar bulunmaktadır. Pakistan, İran ve diğer birkaç ülke her türlü faizi yasa dışı kılmıştır. Yabancı iştirakler de dâhil olmak üzere tüm bankaları en azından resmî olarak İslami mevduat oluşturma ve kredi alma yöntemlerini benimsemeye ikna etmişlerdir. Ayrıca fiyat belirleme, pazarlık ve ücret belirleme konularında dinî normlarını yayma girişimleri de devam etmektedir.
Reform ve Devrim
Mevdudi tutum ve değerlerde köklü bir değişiklik olmadığı sürece ahlaki olmayan ve insanlıktan çıkaran mevcut hâkim düzenin, insani bir düzen ile değiştirilemeyeceğini fark etmiştir. Mevdudi, bir gecede toplumsal dönüşümü sağlamanın mümkün olduğunu ve bunun arzu edilebilir bir şey olduğunu dahi düşünmemiştir. O, yeni bir düzene giden yolun yalnızca dua ve iyi niyetle döşenebileceği yanılgısına da düşmemiştir. Düşmanı suçlamak ya da suçu kadere yüklemek bir işe yaramaz. Ancak şartlar çok ağır olsa da inançlı bir kimseye düşen vazife hiçbir zaman aciz hissetmemektir. İnançlı bir kişinin öncelikle yapması gereken şey, kalbinden bencilliği çıkarıp atarak kendine yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu durum değişimin, değişen temsilcinin ahlaki gücüne bağlı olduğunu göstermektedir. Mevdudi’nin cesurca ortaya koyduğu üzere insan hayatı fiziksel yasalara değil ahlaki yasalara tabidir.
… insanın yükseliş ve gerilemesinin temel nedeni ve kaderi üzerinde en büyük etki, ahlaki gücünün kapsamı ve kalitesidir (Mevdudi, 1984, s. 94).
Ona göre ahlaki varlık insandır. Ahlak, yozlaşma ve suistimal ayartmalarına karşı bir kalkandır. İktidarın yozlaştırıcı etkisinin ahlaki ilkelere bağlı kalarak kontrol altına alınabileceği inancı, pratikte işe yaramayacak kadar ütopik görünebilir. İslam’ın son peygamberinin Medine devletini yöneten 400 arkadaşının başarılı bir şekilde “insanlığı olabilecek en iyi şekilde” temsil etmiş olması ve Mevdudi’nin, İslam’ın davası için kişisel bütünlük ve tartışmasız fedakârlık gücü ile nitelendirilen bir grup insanın üretilmesindeki başarısı, Mevdudi’nin yönteminin işe yarayabileceğini söylemek için yeterli olmuştur. Her hâlükârda bu, Mevdudi için tek yöntemdi. Zalimlik, sömürü ve adaletsizlik sorunu ancak bu sorunların köküne inerek çözülebilirdi. Mevdudi’ye göre en iyi yol, cihada katılmalarını ve dünyada Allah’ın hükmünü tesis etmelerini sağlamadan önce hizmet için gönüllü olan herkesi eğitmektir. Mevdudi’nin ahlaki olarak dürüst olanlar tarafından üretilen hayır etkisi üzerine yaptığı vurgu, bu niteliklerin olmadığı herhangi bir duruma ve sonuçta sürüklenmesi kaçınılmaz eşi benzeri görülmemiş bir felakete dair bir işarettir.
Mevdudi’nin savunduğu sosyal dönüşüm, insanların zihinlerinde ve kalplerinde değişiklikler olacağını öngörmüştür. Fransızlar, Naziler ve Rus devrimleri, nefret ve şiddet araçlarını benimsemek ve statükoya ve onun toptan yıkımına açıkça tepki göstererek insanları değiştirmeye çalışmak noktalarında yanılgıya düşmüşlerdir. İhtiyaç, insandaki değişim sorununu onun düşünceleri, amaçları ve davranış modeli içerisinde ele almaktır. Bu tür değişiklikler öyle bir gecede gerçekleştirilemezler. Olması gerektiğinden daha hızlı da gerçekleşmezler. İnsan organizmasında olduğu gibi toplumda da güvenli bir değişim hızı vardır. Gönüllü ve barışçıl değişiklikler yavaş olabilir ancak daha kalıcı da olabilir. Tarih boyunca şiddet içermeyen katılımcı değişimler meydana gelmiştir. Erich Fromm’un işaret ettiği üzere “işçi sınıfının acımasız sömürü nesnesi olma durumundan Batı sanayi toplumunun etkili ekonomik ortaklarına dönüşmesi, şiddet içermeyen bir değişimin örneğidir” (Fromm, 1964, s. 5). Ancak bu tür değişiklikler, kuraldan ziyade istisna olmuştur. Fakat Mevdudi’nin hedeflediği şey de istisnadır. Toplumun toptan dönüşümünü amaçlayan İslam devrimi, bireyin kişisel reformuyla başlayarak yavaş yavaş gerçekleştirilmelidir. Yaşamını sosyal belirsizlik, sömürgecilik ve ulusal ön yargı ile mücadele ederek geçiren Mevdudi, büyük ve kalıcı değişikliklerin öyle istenildiği zamanda anında ve kısa sürede nasip olmayacağını biliyordu.
Şiddet ve Devrim
Dolayısıyla Mevdudi, şiddeti, devrimin belirleyici bir özelliği olarak gören gelenekten keskin bir biçimde farklı bir düşünceye sahipti. Bu gelenekten temel sapma noktası, evrimsel süreç anlayışına dayanıyordu. Devrimi, politik bir rejimin devrilmesinin ötesinde bir şey olarak görüyordu. Devrim, her şeyden önce insanın kendisinin, bakış açısının, motivasyonunun ve kişiliğinin, sistemin değişmesini gerektirecek şekilde kapsamlı ve temel bir değişime uğrama sürecidir.
Mevdudi, sosyal değişimin gerçekleşmesi için evrimsel yaklaşım konusunun üzerinde ısrarla durmuştur. Hukuka, anayasaya aykırı ve yıkıcı eylemlere ve her türlü güvenilmez siyasi radikalizme karşı olmuştur. Yasaya ve düzene saygı, medeni toplum için vazgeçilmezdi ve bu nedenle devrimcileri “gizli hareketler ve kanlı devrimler”in yöntem ve tekniklerine başvurma cazibesine kapılmama noktasında uyarmıştır. Mevdudi, toplumsal düzeni bozarak olumlu bir şeye ulaşılabileceğine inanmıyordu. Ayrıca düzeni bozmak, “Allah’ın isteğine aykırıdır.” İslami hareket, Allah davası içindir ve sıkıntı ve sefalet riski altında olsa bile açıkça ve barışçıl bir şekilde yürütülmelidir.
Yaptığım ne olursa olsun bunu açıkça yasaların ve mevcut anayasanın sınırları dâhilinde yaptım öyle ki o kadar şiddetle karşı çıkarak mücadele ettiğim yasaları bile ihlal etmedim. Onları, yasal ve anayasal yollarla değiştirmeye çalıştım ve asla yasanın ihlali yolunu kabul etmedim (Jamelah, 1978).
Mevdudi, şiddet içermeyen bir yaklaşım konusundaki tercihine teorik ve pratik gerekçelerle meşruiyet kazandırmıştır. Mevdudi bir şeyleri değişmeye zorlamanın onların doğal düzenine aykırı olduğu yönünde bir teorik argümana sahipti: “İnsanların kolektif yaşamındaki tüm istikrarlı ve geniş kapsamlı değişikliklerin aşamalı olarak ortaya çıktığı temel doğa kanununu gözden kaçırmamalıyız.” Pratik açıdan ise değişimin kalıcı olması gerekiyorsa yavaş bir şekilde yapılması gerektiğini savunuyordu: “Bir değişiklik ne kadar ani olursa o kadar kısa ömürlü olur.” Kur’an ve hadis tetkik edildiğinde, İslam’ın son peygamberinin İslami idealleri gerçeğe dönüştürmek için aşamalı ama etkili bir yaklaşım benimsediği ortaya çıkmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in zora başvurduğunu ancak bunu yalnızca zulme karşı koymak amacıyla yaptığını kabul etmiş ve Hz. Peygamber döneminde bütün savaşlarda iki taraftan da en fazla 1200 insanın öldürüldüğünü ifade etmiştir. Dünyadaki şiddetli devrim tarihi göz önüne alındığında, peygamberlik devrimi “kansız bir devrim” olarak adlandırılmayı hak etmektedir. Devrimci yaklaşım konusunda ısrar ederken Mevdudi, istisnai durumlarda zora başvurma olasılığını da bütün bütün göz ardı etmemiştir. İslam’ın barışçıl bir şekilde yayılmasını imkânsız kılan acımasız bir zulme direnmek için güç kullanılacaktır. Kimseyi iradesinin dışında İslam’ı kabul etmeye zorlamak için asla güç kullanılmaz. Güç kullanmanın amacı yalnızca İslam’ın özgürce yayılmasına elverişli koşulları sağlamaktır.
Güç de insanlarda İslami bir karakter yaratmada da rol oynar ancak bu yalnızca son çare olarak kullanılmalıdır. İslami hareketteki öncelik sırası, ilk olarak, insanların zihinlerini eğitim ve vaaz etme yoluyla düzeltmek olacaktır. İkincisi, karakterlerini İslami çizgiler çerçevesinde inşa etmektir. Üçüncüsü, iyiliği teşvik edip kötülüğü bastıran güçlü bir kamuoyu hazırlamak için adımlar atmaktır. Dördüncüsü ise iyi işler yapmayı ve tüm kötü uygulamalardan kaçınmayı kolaylaştıran bir sosyal, ekonomik ve siyasi düzen oluşturmaktır. Bütün bu girişimler başarısız olursa o zaman güç sadece “son çare olarak” kullanılmalı ve tüm suç eğilimlerini engelleyecek kadar açık ve acımasız bir biçimde kullanılmalıdır.
Mevdudi’nin toplumsal dönüşüm meselesine evrimsel yaklaşımı, ülkenin siyasi liderliğinde yaşanacak bir değişime öncelik vermiştir. Böylece devletin kaynakları, İslam’ın hizmetinde kullanılacaktır. Mevdudi’nin savunduğu devrimci hareketin, devlet otoritesini ele geçirmekten başka çaresi yoktur çünkü onsuz, İslam’ın öngördüğü dindar düzen asla tesis edilemez. Ek olarak devrimci partinin kendisine yabancı bir devlet sistemi altında kendi ideallerine göre hareket etmesi imkânsız hâle gelir.
Komünizme inanan bir adam, İngiltere veya Amerika’da yaşamını komünizmin ilkelerine göre düzenleyemez. Çünkü kapitalist devlet sistemi tüm gücüyle onu bastıracak ve o kişi için o ülkedeki iktidarın vereceği cezadan kurtulmak imkânsız olacaktır. Aynı şekilde bir Müslüman’ın İslami olmayan bir hükûmet sisteminin yetkisi altında İslami yaşam biçimini hayata geçirme niyetinde başarılı olması da mümkün değildir (Mevdudi, 1981).
Bununla birlikte Mevdudi, devlet iktidarının ele geçirilmesinin, anayasal yollarla yani seçimler yoluyla gerçekleştirilmesi gerektiğini çünkü şeriatın siyasi sistemin dönüşümü için anayasaya aykırı yollara başvurmayı yasakladığını açıklamıştır. Bu karara bağlı olarak Cemaat neredeyse bütün seçimlerde yer almış fakat iktidarı ele geçirmek noktasında sefilce başarısız olmuştur. Cemaat’in seçim siyasetine katılımı, üyelerinin ahlaki davranışlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Cemaat, ideal bir İslami devrimci partiden sağcı bir siyasi partiye dönüşerek dejenere olmuş, İslami bakış açısı tarafından sakıncalı görülebilecek ancak belki de tamamen partizan bir seçim kampanyası yürütmek için kaçınılmaz olan tüm uygulamaların parti içerisinde benimsenmesine yol açmıştır. Mevdudi’nin takipçilerinden bazıları özellikle Cemaat’in öğrenci kanadı şiddete başvurmuştur. Bu, seküler siyasal elitlerin zorba ve holiganları kullanılmasına sebep olarak misilleme kabilinde önlemler aldığı ve İslami güçleri açık siyasi katılım ve rekabet için bir alan olarak reddetme noktasında kararlı oldukları şeklinde yorumlanmıştır. Ancak genel olarak Cemaat ve destekçileri, şiddet içeren yollarla iktidara gelmek için demokratik yöntemi geçici olarak terk etmemişlerdir. 2002 seçimlerinde Cemaat, İslam temelli partilerle ittifak kurmuş ve Pakistan’ın Kuzeybatı bölgesinde bir hükûmet kurmayı başarmıştır.
İslam, Modernite ve Gelenek
Mevdudi, İslam devriminin başarılı olması için münevver Müslümanlara duyulan ihtiyacı fark etmiştir. Ne yazık ki Müslümanlar gerilemekteydi. Onların zihinleri ve ruhları, Batı’nın saltanatı altına girmişti. Düşünceleri, Batı fikirleri tarafından şekillendiriliyor ve entelektüel güçleri, Batı düşüncesi ilkelerine uygun olarak gelişiyordu (Mevdudi, 1966). Bu tehlikeli durum, iki aşırı tepkiye yol açmıştı; durağan ve yenilgiyi kabul eden. Teknolojiye ve bilimsel ilerlemeye karşı çıkan “durağan” Müslüman literatürü, Batı’nın ahlaki başarısızlığını ortaya koyarak bir bütün olarak İslam mirasının geçerliliğini savunmuştur. Bunlar esas olarak kendinden emin bir İslam ifadesinden ziyade Batı eleştirisine bir tepki idi. Mevdudi, sıkı şekilcilikleri ve Batı’nın yeni medeniyetinin ilkelerini ve temel özelliklerini kavrama ve bu yeni ilerleme araçlarını İslam’ın ilkelerine uygun olarak Müslümanların eğitim sistemine ve sosyal hayatına uygun hâle getirme noktasındaki isteksizlikleri nedeniyle durağan dindar muhafazakârlara serzenişte bulunmuştur (Mevdudi, 1966, s. 11).
Yenilgiyi kabul edene tepki ise Batılılaşmış seçkin modernist Müslümanlardan gelmiştir. Batı kültürünün ve değerlerinin üstünlüğünü kabul etmişler ve İslam’ı, Batı’nın çizgileri çerçevesinde şekillendirmeye çalışmışlardır. Bu iki duruş zamanda daha da sertleşmiş, birincisi dogmatizme yol açmış, ikincisi ise İslami değer sistemlerinin, bilimin ve aklın soyut değerlerine tabi olduğu bir dejenerasyona uğramıştır. Müslümanların mevcut sosyoekonomik ve politik gerçekleri hakkında az endişe duydukları için Müslüman toplumun ve tüm insan ırkının refahı konusuna yalnızca çok ufak bir ilgi göstermişlerdir. Modernistlerin benimsedikleri eğitim sistemi, yabancı bir eğitim sistemidir ve İslam ümmetine hadsiz zarar vermektedir. Mevdudi’nin hayıflandığı bu eğitim sistemi “kahverengi İngilizleri”, “Anglo-Muhammedileri ve “Anglo-Hintlileri” üretmiştir (Mevdudi, 1966, s. 16). Dolayısıyla Mevdudi herhangi bir ayrıma tabi tutmadan modern olan her şeyi kabul etmenin bütün ümmeti psikolojik zayıflamaya maruz bırakacağından millet için en büyük tehlike olduğunu savunmuştur.
Geçmişte pek çok Müslüman reformcu bu hastalığı tedavi etmeye çalışmıştır. Seyyid Ahmed Han (1232-1316/1817-1898) ve Muhammed Abduh (1260-1323/1845-1905) bu konuda meşhur olan kişilerden yalnızca ikisidir. Bu kişiler, sistemin ihtiyaç duyduğu şeyin mevcut İslami disiplinler müfredatımıza Batı bilimlerinin eklenmesi olduğuna inanıyorlardı. Görüşleri, Batı bilimlerinin tarafsız olduğu ve İslami değerlere zarar vermeyeceği varsayımına dayanıyordu. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır, el-Ezher’in yapısını değiştirerek bu fikri hayata geçirmiş ancak modern bilimler ve teknoloji alanında verimli sonuçlar alınmamıştır. Daha da kötüsü, aşırı derecede reforma ihtiyacı olan geleneksel İslami öğretiler her zamanki gibi akim kalmıştır. Batılılaşan Müslüman modernistler, İslam’ı savunma noktasında iyi niyetli olsalar bile aslında kesik ve deforme olmuş bir İslam ortaya koymuşlardır.
Mevdudi’ye göre bu tür eğitim reformları, verimsiz hatta zararlı olur. Ona göre ihtiyaç duyulan şey, sisteme yeniden yön vermek ve bilgi ve ilmi İslamlaştırmaktır. Mevdudi’ye göre İslamlaştırmak; Batı beşerî ve doğal bilimlerini eleştirel bir biçimde analiz etmek ve onları İslam’ın öğretilerine uygun hâle getirmektir (Mevdudi, 1966, ss. 17-18). Bu kör taklitlere karşı eleştirel bir değerlendirme ve bir yandan Batı düşüncesinin toptan reddine öte yandan bir yıkıma karşı eleme, filtreleme ve yeniden yapılandırma sürecidir. Amaç, sosyal bilimleri, İslami çerçevede eleştirel olarak değerlendirmek ve yeniden düzenlemektir. Mevdudi’nin 1936 yılında yapmış olduğu bilgiyi ve onun özelliklerini İslamileştirme tanımının, 1982 yılında Dr. İsmail Raci el-Faruki (1346-1406/1921-1986) tarafından çığır açıcı Bilginin İslamlaştırılması risalesinde öne sürülenlerle benzer olduğuna dikkat çekmek önemlidir. El-Faruki’ye göre; “bilgiyi, İslam ile bağdaştığı şekliyle yeniden biçimlendirmek, onu İslamlaştırmaktır.” Bu “verileri yeniden tanımlamak, verinin gerekçesini ve ilişkisini yeniden düşünmek, sonuçları yeniden değerlendirmek, hedefleri yeniden belirlemek ve bu disiplinlerin vizyonunu zenginleştirmek ve İslam davasına hizmet edecek hâle getirecek şekilde yapmak” anlamına gelmektedir (Al Faruqi, 1402/1982). Mevdudi’nin tasarladığı şekliyle bilginin İslamlaştırılması, Batı bilgi müktesebatı sorununa ve İslam’ın bilgi mirasına değinerek Müslüman aklın krizini hafifletmeyi amaçlamaktadır. Amacı, İslam ümmetinin günümüzdeki zorluklarla yüzleşmesini sağlamak ve kaybedilen ihtişamını geri kazanmak için ideoloji odaklı ve geçerli bir metodoloji sunmaktır.
Bilimi ve aklı vurgulayan Mevdudi hem Müslüman mirasının hem de Batı biliminin eleştirel bir değerlendirmesini yapmıştır. Müslüman mirasının tarihsel arka plan bağlamında analiz edilmesini ve mirasın yetersiz veya yanılgı içerisinde olduğunun tespit edilmesi durumunda, Kur’an’ın ilahi statüsü ve sünnetin normatifliği (kuralcılığı) ve bunların bugünkü sorunlara olan ilgisi tashih edilmelidir. Toplumu İslami bir kalıba sokma girişimleri, mirası hesaba katmasaydı ve seleflerin irfanlarından faydalanmasaydı daha perişan ve güçsüz olurdu. Toptan reddetme veya yüceltme şeklindeki aşırı uçlar, ya mirasın modern zihne ulaşamamış olmasından ya da geleneksel bir eğitime tabi tutulmuş âlimlerin, bu mirasın günümüzdeki problemlerle olan ilişkisini keşfetmemesi ve bu ilişkiyi kurma noktasındaki yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Mevdudi’nin çağrısı, dünya düzeninin yeniden yapılandırılmasını kolaylaştırmak amacıyla bu çıkmazın içinden çıkmaktır. Aynı şekilde Batı medeniyeti de İslami açıdan eleştirel analize tabi tutulmalıdır. Metodolojisi, temel prensipleri, tarihî gelişimi ve başarıları incelenmeli ve analiz edilmelidir. Sonrasında Batı medeniyetinin bilimsel ve teknolojik ilerleme bakımından elde ettiği yararlı kazanımlar, değer yargısız ve İslami ilkelere uygun olduğu sürece İslami yaşam düzenine kazandırılmalı ve özümsenmelidir. Bu fikirler Raci El-Faruki ve başka Müslüman aydınların “Bilginin İslamlaştırılması” projelerini Mevdudi’nin kilit noktalarından yararlanarak daha ileri taşımalarını mümkün kılmıştır.
Mevdudi tarafından kavramsallaştırıldığı şekliyle Bilginin İslamlaştırılması sürecinin eğitim sorunuyla başa çıkması gerekir. Ümmetin gerçekten yeniden canlanışının ancak eğitim sisteminin yenilenmesi ve sistemin hatalarının düzeltilmesi durumunda mümkün olduğunu kuvvetle hissetmiştir. Aslında gerekli olan, sistemin yeniden şekillendirilmesidir. Bu amaçla Mevdudi, ilk, orta ve yükseköğrenim seviyeleri için eğitim reformları önermiştir. Ancak vurgusu daha çok reformların uygulanması için yaklaşımını bir bir anlattığı üniversite düzeyi üzerine olmuştur.
Mevdudi’nin öngördüğü “model üniversite”, 1980’li yıllarda Müslüman dünyasının birçok yerinde özellikle Uluslararası İslam Üniversitesi, İslamabat’ta uygulamalı tezahürlerini bulmuştur. Aynı zamanda iyi yönetilen Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (IIUM) tarafından da ortaya konulmuştur. 1983 yılında kurulan IIUM’un felsefesi; “İnsan bilgisinin İslamlaştırılması vizyonu ile birlikte dinî bilginin ve dünya bilimlerinin entegrasyonudur… Bu nedenle üniversite, ilahiyat çalışmalarıyla sınırlı değildir ancak tüm bilgi alanlarındaki eğitimlerin İslami değerler ve İslami bilgi felsefesi ile beraber aşılandığı, kapsamlı bir yükseköğrenim kurumudur.” (Hassan, 1995, s. 211). Bu tamamen yerleşmiş ve dünyanın her yerinden gelen öğrencilere açık bir üniversitedir. Öğrenci ve öğretmenlerin davranışları denetime tabidir. Onlardan, İslami yaşam tarzını takip etmeleri beklenir. IIUM’da “Tüm mesleki kurslar İngilizce olarak verilmektedir ancak bir yandan öğrencilerin ileri düzeyde Arapça yeterlilik seviyesine ulaşması gerekmektedir. Şeriat, Arapça ve Ortaya Çıkan Bilgi derslerini alan öğrencilerin elbette bu dersleri Arapça almaları zorunludur. Ancak yan dersler İngilizce olarak verilir.” (Hassan, 1995, s. 212). Üniversitede her türlü araştırmayı teşvik eden ve âlimleri her alanda İslami bir bakış açısıyla ders kitapları kaleme almaya teşvik eden köklü bir “Araştırma Merkezi” bulunmaktadır. Bu nedenle IIUM, ideolojik olarak sağlam bir İslami liderlik üretmeyi amaçlayan türde bir bilginin koruyucusu olarak kabul edilebilir. Aslında üniversite kendisini “Bilgi ve Erdem Bahçesi” olarak ilan etmektedir.
Sonuç
Mevdudi’nin temel meselesi, İslami değerlerin, eğitim, yasama ve reform yoluyla yeniden tesis edilmesi olmuştur ve bu mesele bugün tüm Müslüman dünyasında büyük ilgi görmektedir. Mevdudi’nin anavatanı olan Pakistan, Nizam-ı Mustafa kavramına uygun olarak toplumun bütün alanlarında İslami değerleri gelişigüzel bir şekilde yeniden tasdik etmektedir.
Aynı şekilde görülebilecek olan bir diğer şey de Müslüman düşüncesinde ekonomik ve yasal meseleler üzerine ortaya çıkan yeni eğilimlerdir. Mevdudi’nin sadece ekonomik problemler üzerine yazmakla kalmayıp aynı zamanda İslami ekonomik modellerin geliştirilmesinde ön sıralarda yer alan birçok yazara ilham verdiği gerçeği de unutulmamalıdır. Mevdudi’ye göre yeni ekonomik düşüncenin özü, İslam’da tamamen yasaklanan tefecilik (ribâ) meselesi etrafında dönmektedir. Tefecilik ve faiz arasındaki ayrım üzerine on yıllarca süren tartışmalardan sonra Müslümanlar artık faize ribâ hükmü vermekte ve faiz ile İslam’da yasaklanan diğer tür işlemlerin kullanılmasını önleyen İslami bankacılık sistemlerini denemeye başlamışlardır. 1975 yılında İslam Kalkınma Bankası ile başlayan bu süreçte dünya çapında 97 İslami banka kurulmuştur. Benzer şekilde mevcut medeni, ceza ve şahsi kanunları şeriatta mevcut olan hükümler yardımıyla değiştirmeye yönelik girişimlerde de bulunulmaktadır. Mevdudi’nin Kur’an ve sünnetteki temel ilkelere dönme ve günümüzde karşılaşılan sorunların onların ışığında nasıl çözülmesi gerektiği konusunda üzerinde iyice düşünülüp çalışılmış bir fikre ulaşma yöntemi giderek daha kabul edilebilir görünmektedir. Fakat İslamiyet’in anayasada koruma altına alınma derecesi ile Kur’an ve sünnette yer alan değerlerin, Müslüman sosyal doku içerisindeki boşluklara ne derece girdikleri hususunda farklılıklar bulunmaktadır. Kanun ve mevzuatların şeriata dayanması, toplumun tam bir dönüşüme uğramadığı müddetçe sihirli bir etki yaratmayacaktır. Bu, doğru yolu bilmeyi, günümüz gerçekliğini anlamayı ve birini diğerine tahmil etmeyi gerektirir. İşte Mevdudi’nin vazifesi de bu olmuştur ve bu, Müslüman dünyadaki çağdaş durum hakkındaki düşüncesinin geçerli olduğunu gösterir.
İslam’ı yeniden tasdik etme sürecinin devam ediyor oluşu, dünya ile karşı karşıya kalınan krizlerin belirtisidir. Ayrıca hastalığın hâlâ çözülmediği gerçeğinin de bir göstergesidir. Bununla birlikte bu durum inisiyatif, yaratıcılık ve başlangıç hissini sembolize eder. Şu an İslami kimliği vurgulamak için ortaya çıkan güdüde Mevdudi’nin eserleri dikkate değer bir rol oynamıştır. Yabancılaşmış Müslümanların büyük bir bölümünü İslam’la tekrardan özdeşleşme noktasında motive etmeyi başarmıştır. Cihadını devam ettirmek için takip edilebilecek fikir ve yönleri ortaya koymuştur. Mevdudi, düşünceyi teşvik etmeyi ve eleştirel tutumun norm olduğu bir entelektüel gelenek yaratmayı amaçlamıştır. Müslüman mirasının sahip olduğu derin bilgi ve bunun değerlendirilmesi, Batı medeniyetinin İslami açıdan eleştirel analizi ve bugün İslam’ın dünya ile hususi bir bağ kurması, Mevdudi’nin mirasıdır ve insancıl bir dünya düzeninin dengeli bir şekilde büyümesi için esastır.
Mevdudi’nin öğretilerine dayanan Cemaat-i İslami hem Müslüman olanlara hem de Müslüman olmayanlara ulaşmaya çalışan daha çok siyaseti kullanan bir gruptur. Mevdudi, Müslümanlar arasında İslami prensipleri ve uygulamaları telkin eden evrensel bir İslami hareketten bahsetmiştir. Bu bahisteki üstü kapalı mesaj, Müslümanların yaşadığı her yerde Kur’an’ın eşitlikçi ideallerine dayanan bir İslam toplumu yaratma ihtiyacıdır. Cemaat-i İslami’nin niyeti, toplumun politik önderliğinde bir devrim yaratmak, siyasi ve sosyoekonomik yaşamı, İslami çizgi çerçevesinde yeniden düzenlemek ve son olarak da İslami bir devlet oluşturmaktır. Pakistan kurulduğunda Cemaat-i İslami, şeriatın uygulanmasında halkın desteğini almak için bir kamuoyu kampanyası başlatmış ve bir “İslami Anayasa” talebinde bulunmuştur. Mevdudi sıkı sıkıya bağlı olduğu hedeflerine militan olmayan yollarla yürümüştür. Hareketin amaçlarını gerçekleştirmek için anayasal ve yasal yolların kullanılmasını savunmuştur. Ayrıca taraftarlarına İslami değerleri özümsetmek amacıyla eğitim kamplarını savunmuştur. Onun taraftarlarından bazıları, laik seçkinlerin tahammülsüzlüğüne ve İslami güçlerle uğraşırken şiddete başvurmalarına bağlı olarak şiddet içeren yollara başvurmuşlardır.
Mevdudi’nin vefat ettiği dönemde (22 Eylül 1979), Pakistan İslami yaşam tarzını destekleme konusunda yeterince ilerleme kaydetmişti. İslam’ın kavramsal temeli gelecekte hiçbir hükûmetin görmezden gelmeyeceği bir şekilde kısmen hayata geçirilmişti. Bu, Pakistan’ın İslami bir sistem geliştirmede en büyük başarısıdır. Bu, Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi’nin mirasıdır.
Kaynakça
Afaqi, A. A. (1976). Fitna-e-Mawdudıat per ek aur be lag tabsirah. Jauharabad: Idara Adbastan.
Ahmad, I. (1990). Tehrik-e-Jama’at-e-Islami: Ek tehqiqi mutala’ah (The Jamaat-e-Islami movement: A critical study). Lahore: Markazi Anjuman Khuddam alQur’an.
Ahmad, J. D. (1974). Some recent speeches and writings of Mr. Jinnah. Lahore: Mohammad Ashraf.
Al-Faruqi, I. R. (1402/1982). Islamization of knowledge: General principles and work plans. Virginia: International Institute of Islamic Thought.
Binder, L. (1963). Religion and politics in Pakistan. Berkeley: University of California Press.
Brohi, A. K. (1980). Mawlana Abul A’la Mawdudı: The man, the scholar, the reformer. K. Ahmad ve S. I. Ansari (Ed.). Islamic perspectives: Studies in honour of Mawlana Sayyid Abul A’la Mawdudı içinde. Leicester: The Islamic Foundation.
Fromm, E. (1964). May men prevail. New York: Doubleday.
Hassan, M. K. (1992). International Islamic University at Kuala Lumpur. J. L. Esposito (Ed.). The Oxford Encyclopedia of the modern Islamic world içinde. New York: Oxford University Press.
Ijaz, S. Z. (1982). Selected speeches and writings of Mawlana Mawdudı. Karachi: International Islamic Publications.
Jameelah, M. (1978). Islam in theory and practice. Lahore: Mohammad Yusuf Khan & Sons.
Malik, H. (1971). The spirit of capitalism and Pakistani Islam. Contributions to Asian Studies, 2, 75.
Mevdudi, A. A. (1962). Jihad fi Sabil Allah. Lahore: Islamic Publications.
Mevdudi, A. A. (1966). The sick nations of the modern age. Lahore: Islamic Publications Ltd.
Mevdudi, A. A. (1967). Islamic law and constitution. K. Ahmad (Çev. ve Ed.). Lahore: Islamic Publications.
Mevdudi, A. A. (1969). Islam awr jadid ma’ashi nazariyat (Islam and modern economic systems). Delhi: Markazi Maktabah Jamaat-e-Islami Hind.
Mevdudi, A. A. (1969). Ma’ashiyat-e-Islam (Islamic economics). Lahore: Islamic Publications.
Mevdudi, A. A. (1976). Jamaat-e-Islami ke 29 sal (29 years of Jamaat-e-Islami). Lahore: Jamaat-e-Islami.
Mevdudi, A. A. (1978). Tafhim Al-Qur’an. Lahore: Idarah Tarjumanul Qur’an.
Mevdudi, A. A. (1981). Jihad in Islam. Malaysia: International Islamic Federation of Student Organization.
Mevdudi, A. A. (1984). The Islamic movement: Dynamics of values, power and change. K. Murad (Ed.). Leicester: The Islamic Foundation.
Mevdudi, A. A. (1985). Let us be Muslims. K. Murad (Ed.). Leicester: The Islamic Foundation.
Qureshi, I. H. (1974). Ulama in politics. Karachi: Ma’arif Limited.
Zakaria, M. (1976). Fitnah-e-Maududiyat. Karachi: Kutub Khanah Mazhari.
[1] Mevdudi’nin İslami devleti tanımlamak için kullandığı tabir, Avrupa’nın acı bir tecrübe yaşadığı -rahip bir sınıf tarafından değil- şeriat uyarınca tüm Müslüman nüfus tarafından yönetilen “Allah’ın krallığı” anlamına gelen “teo-demokrasi”dir.