Giriş
Garbzedeler (1962) başlıklı modern İran düşüncesinin en etkili polemiklerinden birini yazan İranlı yazar ve eleştirmen Celal Ali Ahmed (1923-1969), aydınların ve hükûmetin, otantik İran kültürünün altını oyma pahasına giderek Batı kültürünü aktarma çabasında olduklarını söylüyordu. Ona göre bu bir zedelenmeydi. Ahmed, Garp kültürü ile zehirlenmiş zihinlerin İran toplumundan kopuk olmaları sebebiyle aslında kültürel bir sömürgeleşme deneyiminden bahsetmekteydi. Ona göre bu tipin iflah olmaz bir yanı vardı ve İran’ın geleceği bu tiplerden kurtulmakla mümkün olacaktı. Benzer şekilde muhtemelen ondan etkilenen Daryush Shayegan ise Yaralı Bilinç isimli eserinde bir bölünmüş benlikten bahseder. Bu bölünmüşlük, bir benlik krizine yol açmakta ve geçmişi ve bugünü anlayamayan geleceğe dair bir umudu olmayan avare bir insan yaratmaktadır. Bu avare insan, Ali Şeriati’nin eşekleştirme dediği şeye maruz kalmıştır ve artık kendi gözleri ile göremeyen bir yabancı gibidir. Bu kendisine yabancılaşma hâline karşı duyulan kolektif öfke, son büyük devrime yol açmıştır. Ancak bugün devrim sonrası konuşulan mevzuların da hâlâ bu minvalde devam ettiğini görmek ilginçtir.
İran kimliğinin ve düşüncesinin bileşenleri bazı tarihî süreçlerden beslenmektedir. Evvela bu kimlik üzerinde eski İran kültürünün büyük bir etkisi bulunmaktadır. Bu etki, toplumun karakterine dair derin sosyal tahayyülü şekillendirmede bir hayli kapsamlı izler barındırır. Bu etkinin üzerine İslam’ın etkisi gelir. İslamlaşma sürecinde İslam kültürü kadim İran kültürüyle birleşerek Müslüman dünyanın en otantik kültürel birleşimlerinden birisini oluşturmuştur. Teoride sorunsuz gibi görünen bu birleşme, uygulamada çok ciddi sorunlar üretmiştir. Bu birleşmenin problemleri bir yana Türkmen Safevi Hanedanı, 1500’lerden itibaren Şiiliği kendi siyasi egemenliklerini tanımlayan ortak bir kimlik olarak teşvik etmiş ve İran’ı bugünkü manasıyla Şiileştirmiştir. Bu dönüşüm başından beri Müslüman düşüncesinin ana havzası olan bu coğrafyayı ana İslam kültüründen yalıtmıştır. Bu yalıtılma durumu sadece kısmi yerel bir kopuşu değil İslam kültürünün farklı cenahlarının da birbiri ile aktarım ve etkileşimini sekteye uğratmıştır. İran’ın içe kapanması ve yerel bir kimlik ile kendisini kurması, Doğu İslam’ı (Maveraünnehir) ile Batı İslam’ını (Mağrip) birbirine bağlayan hattı koparmıştır. Belki de Müslüman toplumların bu dönemde Avrupa’da yaşanan gelişmelere bir cevap verememesinin arkasındaki en önemli sebeplerden birisi bu kopuştur. Safevi ve Kaçar Hanedanları eliyle siyasal bütünlüğünü sağlayan İran, kültürel ve dinî kimliğiyle de bunu pekiştirmiştir. Bütün bu gelişmelerin üzerine 19. yüzyıldan itibaren modernleşme sürecinin etkileri gelmiştir. Güney ve batıdaki komşularına göre Avrupa’nın genişlemesinin tehditlerinden nispeten daha geç etkilenen İran aynı zamanda bu tehditlerle daha korunaklı bir hatta karşılaşmıştır. Örneğin; İran, Avrupa’da önemli miktarda toprağı olan Osmanlı Devleti gibi bir cephe ülkesi veya Mısır ve Mağrip gibi Batılı güçler için doğal ve birincil bir genişleme alanında değildir. Ancak öncelikle Rusya akabinde de Hindistan üzerinden İngiltere tehdidi ile birlikte İran da modern güçlerle karşılaşmış ve bir modernleşme sürecine girmiştir. Osmanlı’da ve Mısır’da olduğu gibi bu modernleşme öncelikle bürokrasi ve orduda gerçekleşmiştir. Akabinde ise buralarda başlayan değişimler yavaş yavaş toplumun farklı alanlarına sirayet etmeye başlamıştır. Bu merkezî modernleştirme çabaları, İran’da çeşitli sosyal, siyasal ve iktisadi tepkilere yol açmıştır. Avrupa menşeli sağ ve sol ideolojiler kadar geleneksel ulema tepkisi ve yükselen İslamcılık da modernleşmenin meydana çıkardığı problemlere bir cevap arayışı içinde olmuştur. Bu cevap arayışları, çağdaş dönemde İran’da çeşitlenen bir düşünce yaşamına etki etmiş ve nihayetinde ulema ve entelektüellerin iş birliği, esnaf ve halkın desteklediği İslam Devrimi ile neticelenmiştir. Günümüzde İran düşüncesi; antik kökenler, Şii düşüncenin katmanları, modernleşme serüveni kadar Devrim sonrası çalkantılar etrafında meydana çıkan geniş bir fikrî spektrumu da kapsamaktadır (Boroujerdi, 1998).
Bu dört tarihsel katman, zannedildiği gibi (Bayat-Philipp, 1978) birbirini mutlak manada dışlayan kategoriler olmaktan ziyade birbiri ile iç içe geçmiş alanları ifade etmektedir. Bugün İran’a seyahat eden birisi, İslam öncesi İran uygarlıklarına verilen önem ve değeri gördüğünde zihnindeki “İslam Cumhuriyeti” imgesinden ötürü şaşırabilir. İranlı entelektüeller arasında İran’ın tarihsel kökenlerini benimseme bakımından büyük bir konsensüs bulunmaktadır. Hangi cenahtan gelirse gelsin İranlı entelektüeller, İran medeniyetinin kökenlerinde ve geçmişinde yer alan neredeyse her şey ile gurur duymaktadırlar. Büyük Süruş’un fetihlerini, Nuşirevan’ın yönetimini veya Persepolis’in yüceliklerini anmayan birisi yok gibidir. Mesela; Persepolis, millî kimliğin çok önemli bir unsuru olarak sunulmaktadır. 1971’de Persepolis’te büyük törenlerle gerçekleştirilen Pers İmparatorluğu’nun 2500. yıl dönümü kutlamalarının yankıları, Devrim sonrasında da korunmuştur. Bu kalıntılar, Mısır’daki piramitlere benzer bir konumdadır ve bunlara modernleşme döneminden daha fazla önem verilmektedir. İran müzeleri, Pers ve Sasani dönemi eserlerini gururla sergilemektedir ve bunların İran kimliği ile telifi çok ciddi bir biçimde göze çarpar. Farsça da İran ulusal kimliğini oluşturma ve sürdürmede önemli roller oynamıştır. Bu anlamda mesela; İran, Mısır ve Türk modernleşmeleri, bu bakımdan birbirinden ayrılır. İlk ikisinde dil üzerinden bir süreklilik, her türlü sorunlarına rağmen süreklilik arz eden bir fikrî hayat inşa ederken Türk modernleşmesi bir kopuş hikâyesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda edebiyat ve şiirin de önemli bir rolü bulunur. İran’da halkın estetik zevkleri ile entelektüellerin estetik zevklerini birbirine bağlayan bir edebiyat geleneği mevcuttur. Bugün ne kadar seküler olursa olsun bir İranlı entelektüel Firdevsî, Mevlana ve Şirazi’den ezbere dizeler okumakta bir beis görmez ve bunu kendi kimliğinin ve varlığının ayrılmaz bir unsuru olarak görür. Dolayısıyla İran’da kimliğin katmanları arasında çekişmeler olsa da büyük kopuşlar gözükmez. Bu süreklilik bir taraftan da siyasal sisteme egemen olan ulemanın aynı zamanda halkın inanışları üzerindeki etkisi ile de desteklenmektedir.
Modern dönemde İran’da dört farklı entelektüel kuşak ortaya çıkmıştır. İlk kuşak, 1800’lü yıllarda Osmanlı ve Rusya toplumlarından etkilenen saray mensuplarının teşkil ettiği düşünsel çerçevedir. İkinci kuşak ise Pehlevi Hanedanlığı döneminde modernleşme hareketleri içerisinde ortaya çıkmıştır. Bu kuşakta radikal modernleşmeciliğin oluşturduğu bir fikrî kopuş göze çarpmaktadır. 1960’lardan itibaren kendisini gösteren hem devrimci hem de radikal özelliklere sahip olan üçüncü kuşak ise yerlileştirme ve köklere dönüş gibi kavram ve fikirler çerçevesinde yaygın bir düşünce oluşturmuştur. Bu kuşakta din adamları da artık kamusal mecralarda düşünce üretimine katılmıştır. Çağdaş İran düşüncesinin şekillendiği bu kuşakta genellikle tarih, kültür ve din konuları, düşünce hayatının merkezinde yer almaktadır. Devrim sonrasında meydana çıkan dördüncü kuşak düşünürler ise kendilerinden öncekilerin eleştirel bir değerlendirmesi üzerinden çeşitlenmiş bir düşünce çerçevesi meydana çıkarmıştır. Bu anlamda yukarıda belirtildiği gibi Batılılaşma siyaseti, ulus devletin teşekkülü, millî kimliğin oluşumu ve siyasi hayatın organizasyonu gibi etkenler çerçevesinde bu kuşakların ilk ikisinde modernist söylem egemenken son ikisinde İslamî söylem daha baskındır. İlk iki kuşak temelde Batı’nın üstünlüğünü kabul edip bir aktarımı savunurken üçüncü kuşak, Batı’dan nefret etmiştir. Bu kuşakta milliyetçilik, sosyalizm ve İslamcılık, İran entelektüel yaşamını şekillendiren ideolojik söylemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Sentezci bir kuşak olan dördüncü kuşakta ise Batı düşüncesi daha çeşitlilik içeren bir şekilde değerlendirilmiş ve Batılı tecrübe dışlanmaksızın bir düşünce üretimi söz konusu olmuştur. Yazının devamında bu kuşaklar içerisinde çeşitlenen düşünce sistemleri ve tartışılan meseleler ele alınacaktır.
İslam’ın İran Kimliğindeki Yeri
İran kimliğindeki ikilik aslında İran’ın ilk İslamlaşma dönemine kadar gider. Ancak aradan geçen bin dört yüz yıla rağmen bu konu bugünlerde de hâlâ bir tartışma konusudur. Rıza Şah döneminde bu ikilik, modernleşme ve sekülerleşme siyaseti ile öne çıkarılmış ve gittikçe yoğunlaştırılmıştır. Onun hükümdarlığı altında İran’da devlet eliyle modernleşme ve sekülerleşme zirveye çıkmıştır. Bu dönem aynı zamanda Araplaşma etiketi altında İslam kültürünün eleştirilmeye başlandığı ve millî bir İran kimliği oluşturmak üzere ulusalcılığın özellikle de dil ve tarih tezleri etrafında yaygınlaştırıldığı bir zamandır. Örneğin; Mirza Ağa Han Kirmânî ve Ahundzade, Arap kültürüne ve İran üzerindeki etkisine karşı olumsuz bir tavır sergileyerek etnik temelli bir modern ulus inşasının imkânını aramışlardır. Bunu bir Araplaşmama sendromu ile açıklayan tarihçiler olsa da İran kimliğinin esasen bir mozaikten ibaret olduğunu ve bugünkü İran kimliğini kuran temellerin de ciddi bir biçimde Türkmen aşiretleri olduğunu unutmamak gerekir. Tabii olarak bu etnik temelli tarih ve toplum anlayışı çok fazla kabul görmemişse de etkileri sürmektedir.
Buna karşılık tam tersi bir yaklaşım da mevcuttur. Bir grup dinî yaklaşımın takipçisi, İran’ın İslam öncesi tarihinin toplumsal adaletsizlik ve cahiliye dönemi olduğunu ileri sürmekte ve İslam sonrası dönemde özellikle Safevi döneminde, İran’ın zirveleri yaşadığını düşünmektedir. Bu kesimler, İran kimliğinin yalnızca İslam kültürüne ve medeniyetine dayandığının propagandasını yapmaktadırlar. Aslında İslam’ın dinî yaşamda Müslümanlaşan toplumların örfüne müsaade eden çerçevesinin İranlılık olarak görünen unsurlarının da İslam kültürü içerisinde erimesine ve yeniden şekillenmesine yol açtığı söylenebilir. İslam kültürünü bir Arap kültürü olarak görmek ve ayıklamak yönündeki modernleşmeci ulusçu söylemin aslında İran’ı kimliksizleştirdiği yönünde eleştiriler bu anlamda günümüz İran düşüncesini şekillendiren önemli unsurlardan birisidir. Dolayısıyla modern dönemde milliyetçilik ve sekülerleşme ile birlikte ortaya çıkan İran kimliğinin İslam ile çatışma üzerinden kurulması arayışlarının tarihe yansıtılması yanıltıcı olabilir.
İslam’ın İran kimliğindeki yeri ile ilgili diğer bir önemli mevzu ise Şiiliğin tarihsel oluşumu ve konumudur. İran’ın güney bölgelerinde mevcut olan Şiilik, 16. yüzyıldan itibaren Safeviler eliyle bir devlet ideolojisinin unsuru olarak imparatorluk uygulamasına dönüştürülmüştür. Bu anlamda tarih boyunca İran coğrafyasında önemli etkileri olan Sünni grupların ayıklanması ile birlikte gittikçe Şiilik, İran kimliğinin resmî bileşenlerinden biri hâline gelmiştir. Bu bileşen ile birlikte İran, Müslüman dünya ile arasında aşılmaz engelleri de inşa etmiş görünmektedir. Şeriati’nin “Safevi Şiası” olarak adlandırdığı bu gelişme, İran’da ulemanın devlet ile entegrasyonunda önemli bir zemin hazırlamıştır. On İki İmam Şiiliğinin kendi teolojik çerçevesi içinde özellikle kayıp imam inanışı etrafında ulema, Sünni benzerlerinde olduğu gibi siyasi otorite karşısında bir sessizlik siyaseti benimsemiştir. Safevi yöneticilerinin kendi meşruiyetlerini sağlamak karşılığında ulemaya vermiş olduğu mali ve dinî özerklik gittikçe bu gruplar ile devlet yönetimi arasında ayrılmaz bir iş birliğine dönüşmüştür. 1850’lerin ortasına kadar gelen bu karşılıklı dayanışma bu dönemde hayata geçen modernleşme siyaseti ile dinin toplumsal ve siyasi hayatın organizasyonunda önemini yavaş yavaş kaybetmesi neticesinde kopmaya başlamıştır. Böylece İran modernleşmesi, devletin söylemsel temeli olan Şiiliği zayıflattıkça kendi meşruiyetini de sorgulanır hâle getirmiştir. Bunu ilk kez 1890’lardaki Tütün Ayaklanmalarında ve 1900’lerin başındaki Meşrutiyet hareketinde görmekteyiz. Bu iki harekette ulema, daha geniş toplumsal unsurları harekete geçirerek siyasal bir gücü elde etmeye başlamıştır. Bu gelişme kendi içinde çeşitli gerilimleri taşımakla birlikte ulemanın konumunu ciddi bir biçimde öne çıkarmış ve sonuçta yeni bir toplumsal süreci başlatmıştır. Devrime giden yolu açan gelişme, ulemanın medresesinden çıkmaya başlamasına yol açan modernleşme sürecidir.
Çağdaş İran’ın Başlangıcı: Anayasa Hareketi
Elbette modernleşme sürecinde yükselen tek ses ve sosyal görüş ulemanınki değildir. Aynı zamanda bu süreçte ülkeye giriş yapan yeni yapılar, kurumlar ve aktörler eliyle modern düşünceler kendilerine yaygın bir alan bulmuştur. 20. yüzyılın başındaki Meşrutiyet hareketi, İranlıların modernite ve liberalizme aşina olmaları için bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu anlamda Meşrutiyet’in önde gelen siyasal aktörleri, yeni ideolojilerin de taşıyıcılarıydı. Bu dönemde ortaya çıkan liberal, ulusalcı ve sosyalist akımlar, İran’ın İslamî kimliğine dayalı olan ulemanın oluşturduğu ana akım düşünce ile rekabet hâlinde kendilerine alan açmaya çabaladı. Farklı düzeylerde Batılılaşma ve modernleşme yanlısı olan bu görüşler yöntemde ve dayanılacak ana sosyal gruplarda birbiriyle ihtilafa düşmekteydi.
Meşrutiyet hareketi sırasında, özgürlük gibi bazı modern kavramlar da İran siyasal yaşamına girmiştir. Ancak İran’da liberalizmin diğer Müslüman ülkelerde olduğu gibi tek başına bir siyasi ideoloji olmaktan ziyade çoğu kez diğer siyasi ideolojileri besleyen ve onlarla iş birliği içerisinde kendisine hayat alanı bulan bir fikrî çerçeveye sahip olduğu görülebilir. Bu manada liberalizm, sömürgeciliğe karşı ulusalcılığın, mollalara karşı solcuların, devlete karşı sokak hareketlerinin geçici ideolojisi gibi görünür ve bir siyasal bedene sahip değildir.
Sosyalizm de Meşrutiyet hareketi sırasında İran’a girmiştir. Ancak sosyalizmin İran’daki seyri bir hayli ilginçtir. Bir işçi sınıfı hareketi ve düşüncesi olmaktan ziyade entelektüellerin ve öğrencilerin bir protest hareketi olmuştur. Öte yandan en başından beri milliyetçilik ve İslamcılıkla iç içe geçerek İran düşüncesinde bir senteze dönüşmüştür. Siyasal kimliğini Batı sömürgeciliği karşıtlığı ekseninde biraz da milliyetçilik ile yoğurarak oluşturan sosyalizm öte yandan düşünsel kimliğini de geleneksel İslamî ögelerin yeniden yorumlanması yoluyla geliştirmeye çalışmıştır. Bu anlamda özellikle Şeriati’nin önemli bir yeri mevcuttur. Şeriati geleneksel ulemayı, özgürlük ve emek gibi kavramlarla tanıştırırken sosyalist kesimleri de İslam kültürünün sağladığı yorumlama imkânları ile tanıştırmıştır. Zamanla fikrî bir hareket olma ivmesini kaybeden sosyalist akımlar gittikçe gizli bir suikastçı örgüte evrilmiştir. Ancak düşünsel varlığını İslamcılığın bir damarı içerisinde sürdüren sosyalizmin İran düşüncesindeki yeri bu sebeple tam olarak tespit edilememektedir.
Batı Karşıtlığının Derinliği
Bugün İran düşünsel ve siyasal hayatının Batı ile özellikle de ABD ile olan bir karşıtlık üzerine kurulduğu yönünde yaygın bir inanış bulunmaktadır. Bu karşıtlığın kökleri İran tarihinde birkaç olayda barınmaktadır. Birincisi, II. Dünya Savaşı sırasında İran, müttefiklerin arz hattında Sovyetler Birliği’nin petrol ihtiyacı için kritik önemi olan bir tedarik kaynağı ve bağlantı noktası olmasıdır. Rıza Şah’ın Alman sempatisi sebebiyle İran, güneyden İngiliz ve Hint güçleri ve kuzeyden de Sovyet güçleri tarafından işgal edildi. Bu gerilim savaş sonrasında işgalin sürdürülmesi ve İran’ın bazı bölgelerinde bağımsız devletçikler kurdurularak koparılması girişimleriyle devam etti. Savaş sonrasında ise gerilim Başbakan Muhammed Musaddık’ın, İngiliz petrol endüstrisini kamulaştırma girişimi ile artmıştır. Ekonomik bir abluka dâhil petrollerin millîleştirilmesi İngiliz baskısına rağmen devam etmiştir. Şah’ın eski İçişleri Bakanı ve eski Genelkurmay Başkanı Zahedi’nin İngiliz ve ABD istihbarat servislerinin aktif desteğiyle gerçekleştirdiği askerî darbe, Musaddık’ı devirmiştir. Bu gerilimler ve müdahaleler İran’da milliyetçi, sosyalist ve İslamcı kesimlerde bir Batı karşıtlığının ciddi bir biçimde billurlaşmasına yol açtı. Bu billurlaşma belki de İran Devrimi’ni etkileyen en önemli zemini teşkil etmiştir. İslam Devrimi’nin zaferinden sonra başlayan ambargo, Batı tarafından kışkırtılan ve aktif olarak desteklenen Saddam’ın başlattığı savaş ve dünya kamuoyunda İran’ın dışlanması rejimin siyasal politikasının ve devletin kimliğinin bu karşıtlık ekseninde şekillenmesine yol açmıştır. Bugün nükleer teknoloji müzakereleri ve karşılıklı restleşmelerle bu karşıtlık iyice politik bir vakaya bürünmüş durumdadır. Bu karşıtlık bir taraftan güçlü bir dayanışma duygusu ile bir tarih ve kimlik ögesi oluştururken öte yandan da kapalı bir düşünce yaşamının sınırlılıklarını beraberinde getirmektedir.
Modernlikle İlk Yüzleşme: Hüviyetçilik
Diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi İran’da da geleneksel düşüncenin yenilenmesi meselesi son dönem düşünce yaşamında önemli bir alanı meşgul etmektedir. Bu bağlamda, Mohsen Hashemi Rafsanjani bu kitapta yer alan İranlıların Modern Batı’yla Yüzleşmeleri ve Yenilik Girişimleri başlıklı incelemesinde, İran’ın Batı ile karşılaşması sonucu ortaya çıkan tartışmaları, modernleşme ve geri kalmışlık düşüncelerini, Devrim öncesinde ve süreç içerisinde ortaya çıkan düşünce akımlarını ve devrimden sonra yetişen aydın nesli anlatıyor.
Safeviler döneminde İranlılar ilk kez yeni sömürgecilik maksadıyla gelen Portekiz gemileriyle Basra Körfezi’nde karşılaştıkları zaman modern Batı’yı tanımaya başlamışlardır. İlk askerî çatışmalarını da modern Batılılarla tecrübe etmek durumunda kalmışlardır. Böylece zamanla Batı’nın galip güçlerine karşı zayıflıklarını görmeye başlamışlardır. Bu da İranlı idarecileri, Avrupa’nın bilgisine, sistemine ve modeline ihtiyaç duydukları yönünde bir düşünceye sevk etmiştir. Eskiden beri belli bir ilmî kurumsallaşma ve düşünce geleneğine sahip olan İranlılar, karşı karşıya kaldıkları yeni dünyanın fikrî temellerini tanımak için çaba göstermeye başlamışlardır. Kaçarlar döneminde yapılan reformlar ve seferberlik çabaları pek de başarılı olmamış ve bu dönemde ülke, Rusya’ya karşı sürekli toprak kaybederek daralmıştır. İşte bu noktadan itibaren İranlılar, geri kalmışlıklarının sebebini sorgulamaya başlamışlardır. Bazı düşünürler, geri kalma nedeni olarak İslam’a işaret ederken bazıları da istibdada dayalı siyasi yapılanmaları eleştirmiş ve kanunlara dayalı yönetim modelini savunmuşlardır. Geri kalmışlığa dair bu tartışmalar günümüzde de hararetli bir şekilde devam etmektedir.
Kaçar dönemi reform düşüncesi hem halkı değiştirip uyandırma hem de yönetimi ıslah etme gayretinde olmuştur. Bu nedenle hem halkın hurafeleri ile hem de yönetimin yapısı ile mücadele etmişlerdir. Bu amaçlar doğrultusunda geleneksel eğitim kurumlarının yanı sıra modern eğitim müesseseleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yenilenme faaliyetlerinin ülkedeki en belirgin neticesi kuşkusuz Meşrutiyet Devrimi’dir. Meşrutiyet Devrimi’nde geleneksel saltanat yerini anayasaya dayalı ve onunla sınırlandırılmış bir monarşi modeline bırakmış fakat işlevsel olmadığı için yıkılmıştır. Bu süreçten sonra da yenilik girişimleri artık yukarıdan gelen bir emrivaki ile yürütülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde aydınların rolü de değişmiş ve aydınlar, eleştirel bir yaklaşımda bulunmaktan ziyade İran’ın yenileşmesini hızlandırmak için çalışmışlardır. İran’da modern kurumların emrivaki ile hızlı bir şekilde tesis edildiği Rıza Şah dönemi istibdadi yanıyla toplumun hem yenilikçi hem muhafazakâr kesiminin tepkisini çekmiştir.
Belirtildiği üzere dini ıslah etme çabaları, toplumun geri kalma sebeplerinin düşünülmeye başlandığı Kaçarlar dönemine kadar gitmektedir. Bu dönemden itibaren İranlı düşünürler, entelektüeller, aktivistler, Batı’nın maddi gücüne karşılık İran’ın kadim geleneklerini, zengin edebiyatını ve manevi kuvvetlerini vurgulamışlardır. Bu yaygın inanışa göre toplumun tüm kesimleri bu güce dayanarak Batı’yı ve moderniteyi reddetme imkânına sahiptir. Ancak nihayetinde bu temel fikir zamanla aşağıda ele alınacağı üzere çok ciddi bir biçimde çeşitlenmiştir.
Kaçarlar döneminde başlayan yenileşme hareketleri çoğunlukla sosyal bir boyuta sahipti. Rıza Şah döneminde ise kurulan üniversitelerle bu durum değişmiştir. Bu çabalar sayesinde İranlılar, ilk defa Farsça çağdaş felsefe tarihine sahip olabilmiş ve ekonomiden sosyolojiye beşerî bilimler alanında başka metinlerle de tanışma imkânı bulabilmişlerdir. İran, Pehlevi Hanedanı’nın iktidarında radikal modernleşme çabasına rağmen tarihsel süreklilik duygusunu korumuştur. Rıza Şah döneminde bir tür eskiye dönüş eğilimi vardır. Fakat zaman zaman radikal yenilikçi fikirler çok artınca hoşnutsuzluk meydana gelmiştir.
İran’da 20. yüzyıla girerken en dikkat çekici fikir hareketlerinin arasında hüviyetçi düşünce yer almaktadır. İran’ın sosyal ve siyasi kimliği ve aidiyeti hususundaki bu tartışmalar ciddi bir tarihsel ve siyasal değerlendirme çerçevesi oluşturmuştur. Bu anlamda öne çıkan dikkat çekici isimlerden birisi olan Seyyid Ahmet Ferdid, modernlik ile geleneği birleştirme arayışındadır. Ona göre içinde bulunulan durum Batı zehirlenmesidir (Garbzedelik). Ferdid, Batı’yı her durumda bir batılın temsilcisi olarak görür ve Şii inanışındaki kayıp imamın geri dönüşü fikriyle birleştirerek bir kıyametçi düşünce meydana getirir. Onun fikirleri; Heidegger, İbn Arabî ve Marx’ın düşüncelerinin garip bir sentezidir. Ferdid’in bu düşünceleri daha sonra Celal Ali Ahmed’e ilham kaynağı olmuş ve onun çağdaş İran düşüncesinin en etkili metinlerinden birisi olan Garbzedeler kitabının zeminini teşkil etmiştir. Ayrıca yine benzer şekilde Dâryûş Âşûrî, İhsan Nerâkî ve Daryush Shayegan gibi düşünürler, Ferdid’in düşüncelerinden yola çıkarak kitaplar yazmışlardır. Bu dönemde genel tutum, İran’ın geleneksel düşüncesini ihya etmek ve bu düşünceyi ortak manevi değerler üzerinden Doğu’yla birleştirmektir. Böylece yenilikçilik ile Batı’nın modern kültürünü eleştiriye tabi tutmak amaçlanmaktadır. Bu kimlik arayışının sonucunda gelenek beklendiğinden farklı bir şekilde doğacak ve bu fikirler, İran İslam Devrimi’ne temel teşkil edecektir.
Cemâleddin Efgânî, Kaçarlar döneminde siyasette ve ulema arasından aktif olan bir isimdir. Şiirlerini Farsça yazması sebebiyle İran üzerinde büyük bir etkiye sahip olan diğer bir düşünür ise Muhammed İkbal’dir. İrfani yönü güçlü şiirler yazan İkbal, İslam düşüncesini yenileyerek Batı taklitçiliğini aşmaya çabalamıştır. Ona göre Batı’nın fen ve tekniğinden faydalanırken ahlak ve maneviyat, İslam’a göre kurulmalıdır. Bu tür ortak etkilenme ve gündemlere rağmen İran, kültürel ve mezhepsel olarak dünyanın farklı diyarlarındaki Müslüman yenilikçilerle bir ortak zemin inşa edememiştir. Fakat bu, İran’da özgün bir yenilikçi düşüncenin ortaya çıkmadığını göstermez. Mehdi Bezirgan, Seyyid Mahmud Talegânî, Murtaza Mutahhari, Şeriati gibi özgün ve derinlikli isimler, moderniteye bir cevap verebilecek şekilde İran’da İslam düşüncesinin yenilenmesi hususunda önemli çalışmalar yapmışlardır.
Özellikle Şeriati bu anlamda kurucu bir figür olarak karşımıza çıkar. Onun ürettiği fikirler sıklıkla Marksizm’in bir türevi olarak değerlendirilse de yorumlamada ciddi bir İslam düşüncesi zemininin olduğu gözden kaçmamalıdır. Şeriati, geleneksel ulema zümresinin karşısında yer alıp devrimci ruhaniliği savunmuş ve konuşmalarında, dinin tüm boyutlarından etkileyici ve tanıdık yorumlarda bulunarak sunumlar yapmış ve böylece geniş kitlelere ulaşmıştır. Sınıfsız bir tevhid toplumuna ulaşmak isteyen Şeriati’nin fikirleri bu anlamda Ferdid’in son dönemdeki düşünceleri ile kesişir. Fakat aralarında ilkesel anlamda farklılıklar vardır. Şeriati, dinî yenilenmeyi savunurken Ferdid bunu modernleşmenin bir türü olarak reddeder.
İran Devrimi sonrasında Şah’a karşı oluşmuş olan milliyetçi, İslamcı ve solcu ittifak hızla yıpranmış ve nihayete ermiştir. Devrim tüm devrimler gibi farklı fikirleri kendi içinde kaynaştırarak bütünlüklü bir fikir oluşturmaya çalışmıştır. Ancak bu girişim, bir baskıcılık doğurduğu için Devrim öncesi çeşitli fikrî akımların artık kendisini ifade edemediği görülmüştür.
- yüzyılda İran düşünce yaşamına önemli etkiler yapan hüviyetçi düşünürler zengin bir eleştirel çerçeve bırakmışlardır. Özellikle Devrim’den önce vefat eden Şeriati’nin mirasını devralıp paylaşan Süruş, Şebüsteri, Melikiyan gibi düşünürler, İran’da günümüzde en canlı fikrî tartışmaları sürdüren isimlerdir. Aşağıda daha detaylı bir biçimde ele alınacağı üzere bu isimler, geleneksel dinî yaklaşımın kısıtlarını aşmak üzere özel olarak fıkıhta dinamizme ve dinde ise genel bir anlayışa ulaşmak gerektiğini savunmaktadırlar. Ayrıca insan hakları, hukuk, özgürlük ve birey hususunda daha duyarlıdırlar.
Dinî Düşüncenin Biçimleri
Geçen yüzyılın başından beri İran’da dinî düşünce etrafında çok ciddi tartışmalar söz konusudur. Forough Jahanbakhsh kitapta yer alan yazısında bu tarihsel temellerden hareketle Çağdaş İran’da Dinî Düşüncenin Farklı Biçimleri’ni ele almaktadır. Yazıda Şiiliğin modern dönemde yaşadığı değişimler ele alındıktan sonra Şeriati, Bezirgan ve Süruş’un Şiilik bağlamındaki fikirleri incelenerek modern dönemde İran Şiiliğinin geçirdiği değişimler yorumlanmaktadır.
Jahanbakhsh’ın aktardığı gibi son birkaç yüzyılda İran’da fıkıh usulü ve içtihadın gerekliliği etrafında önemli bir tartışma mevcuttur. Bu tartışmalar Ahbârîlik ve Usûlîlik şeklinde iki farklı dinî yorum geleneğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Safevi yönetimi altındaki popülerliklerini ve nüfuzlarını güçlendirmiş olan ulemanın savunduğu Ahbârîlik daha çok mevcut dinî yorum ve bilgilerin değiştirilmeden sürdürülmesi gerektiği fikrindedir. Buna mukabil Usûlîler nihai dinî otorite olan İmam’ın yokluğunda içtihat merkezli bir yorumlama taraftarıdır. 19. yüzyıldan itibaren dinî düşüncede Usûlî Ekolü’nün ve onun müçtehitlerinin hâkimiyet kurduğu görülmektedir. Usulilikte ortaya çıkan en büyük ve en bilgili müçtehitler için belirlenen merci-i taklid konumu, dinî yaşamı yukarıda hareketli kılarken aşağıda dondurmuştur. Zira bu sisteme göre sıradan Şiilerin taklidi uygulaması zorunludur. Elbette arkalarından kendilerini takip ve taklit eden bir kitlenin varlığı, Şii ulemaya büyük bir güç kazandırmıştır. Böylece onlar toplumun sosyopolitik meselelerine müdahil olmaya başlamışlardır. Ancak bu dönemde merciler yine de yöneticileri dengeleseler de halkı monarşiye itaat konusunda tembihlemişlerdir. Zira bu dönem hâlen geleneksel siyasal formlar içerisinde düşünülmektedir.
- yüzyılda, seküler düşüncenin yükselişinin ve 1925 yılında Rıza Şah tarafından Pehlevi Hanedanlığı’nın kuruluşunun ardından İran’da devlet uygulamalarında din neredeyse kaybolmuştur. Yaşanan değişimden ötürü İran’ın siyasi manzarası üzerindeki dinî aktörlerin mirası iki isme indirgenmiştir: Reformist bir müçtehit olan Shari’at Sangelaji ve Rıza Şah’ın siyasi muhalifi Seyyid Hasan Müderris. Shari’at Sangelaji siyasi fikirleri ile değil daha çok ileri görüşlü modernist fikirleriyle ünlenmiştir. Kendisi de bir müçtehit olmasına rağmen Sangelaji, Şiiliğin yaygın biçimlerini eleştirmiştir. Şiilikte batıl inanç ve uygulama olarak gördüğü şeyleri temizlemeye çalışmıştır. Sangelaji, Şii imamlara atfedilmiş birçok hadis ve rivayetin geçerliliğini ve güvenilirliğini sorgulamıştır. Sangelaji, pek de siyasal bir dil geliştirmeden Şii dindarlığını düzeltmeye çabalamıştır.
- yüzyılda Rıza Şah döneminde Burucerdi tarafından kurulan Kum Şii İlahiyat Fakültesi, Şii ortodoksisini kuran gelişmelerden biri olmuştur. Burucerdi’nin politik pasifizminin Rıza Şah’ın yukarıdan aşağıya seküler modernleşmesi ile birleşmesi, İran’da kutsal ve dünyevi kurumsal yapıların farklılaşmasına yol açmıştır. Bu dönemde artan modernleşme yanlısı tutum sebebiyle ulemanın geleneksel ayrıcalıkları oldukça kısıtlanmıştır. Aynı zamanda Soğuk Savaş ikliminde yayılan sosyalizm ve liberalizm ile İran’da fikrî gündem, din adamlarının kontrolünden çıkmıştır. Dinin ve din adamlarının geri çekilmesine bir tepki olarak ortaya çıkan dinî modernizm akımı, pasifist gelenekçiliğin aksine döneminin sosyal ve siyasal sorunları ile yakından ilgilenmiştir. Bu akım en güçlü ivmesini, 1953 yılında demokratik olarak seçilmiş milliyetçi Başbakan Muhammed Musaddık’ı deviren ve İran’da monarşiyi tekrar sorgusuz egemen hâle getiren CIA tarafından tasarlanan askerî darbenin ardından kazanmıştır. 1960’ların sonunda İran’ın ilk dinî milliyetçi partisi olan İran Özgürlük Hareketi kurulmuştur. Mehdi Bezirgan ve Yedullah Sahabi partinin kurucularındandır. Bu süreçte Şah’a karşı muhalefetin bir destekçisi konumuna evrilen ulemanın ve entelektüellerin karşılaştığı üç muarız mevcuttur: Siyasal rejimin otokrasisi, o dönem Sovyetlerin desteklediği yükselen sosyalizm ve geleneksel dindar kurumlar.
Bu dönemde Şah’ın uygulamaya çalıştığı bir kültürel reformasyon programı olan Beyaz Devrim büyük bir tepkiyle karşılaşmış ve 1963 yılında Humeyni’nin desteklediği bir halk ayaklanmasına sebep olmuştur. Geleneksel din adamları bu dönemde siyasete karışmamışlar ve dinin amacının dünyayı daha iyi bir yer hâline getirmek olduğunu söyleyerek bu konuda çalışmalar yapmışlardır. Ancak toplumsal sorunlarla ilgilenen yenilikçi ulemanın kurduğu derneklerin ve toplulukların sayısı yalnızca üniversitelerde öğrenciler arasında değil aynı zamanda mühendisler, hekimler ve öğretmenler gibi profesyonel gruplar arasında da hızlı bir şekilde artmıştır. Bu dönemde kurucuları ve hocaları arasında Bezirgan, Mutahhari, Talegânî ve Şeriati gibi isimlerin öne çıktığı modern bir dinî eğitim merkezi olan Hüseyniye-i İrşad kısa bir süre içinde İran’da bir düşünce merkezine dönüşmüştür. Bu isimler daha sonra dinî düşünce ile siyasi düşünce arasında bağlantıları tesis ederek günümüz İran’ının kurucuları olmuşlardır.
Ulema ile entelektüeller arasında bağlantıyı tesis ederek devrimci söylemleri sağlayan Şeriati muhtemelen İran düşüncesinde son elli yılın kurucusu olmuştur. Bu bağlamda Şeriati ve Bezirgan, değişimi başarmak için yerli bir ideolojinin gerekliliğini vurgulamışlardır. Bezirgan kitabında ilahi ve peygamberi bir misyona dayalı İslamî ideolojinin, İran’daki olumlu değişiklikleri desteklemek için insan yapımı herhangi bir ideolojiden çok daha kapsamlı ve uygun olduğunu belirtmiştir. Ulemanın sessiz ve muhafazakâr Şiiliğini reddeden Şeriati ise Hz. Hüseyin’in taviz vermeyen devrimciliğini örnek olarak sunmaktadır. Şeriati, İslamî ideolojisini yaratırken Marksist kavram ve düşünceleri; İslam adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla sentezlemiştir. Şeriati düşünceleri nedeniyle tutuklanıp ders vermesi yasaklansa da Devrim’e giden yolda eğitimli ve işçi sınıfı kitlelerinin eşi görülmemiş seferberliğine zemin hazırlamıştır.
Devrim sonrasında ise Şii düşüncesinde iki farklı gelişim ortaya çıkmıştır. Bu gelişimlerden ilki ulema ile ilgili, ikincisi ise halk arasındaki düşünce ile ilgilidir. Devrim sonrasındaki tartışmalar, velayet-i fakih düşüncesi etrafında gerçekleşmiştir. Yeni anayasaya göre baş lider veli-i fakih, siyasi sistemin yargı, yasama ve yürütme organlarının başıdır ve İran askerî kuvvetlerinin başkomutanıdır. Böylece ülkenin en yüksek otoritesi, dinî rehberdir. Tüm siyasi sisteminin başına üst düzey bir Ayetullah’ın atanması, ulemaya benzeri görülmemiş güç vermiştir. Bu minvalde giderek bütün kadrolar din adamları tarafından doldurulmuştur.
Devrim sonrasında dinin siyasallaşması sebebiyle dindar entelektüeller, dinî bir reform talep etmeye başlamışlardır. Dindar entelektüeller, İran’da geleneksel İslam ve din anlayışını yeniden şekillendirmeyi amaçlamışlardır. Bezirgan bu grubun içerisindedir. Siyasi faaliyetlerden men edilmesine rağmen Bezirgan, bir İslamî demokrasi teorisinin peşinde ders vermeye ve yazmaya devam etmiştir. Bu dönemde yeni dinî düşünce içerisinde eleştirel bir düşünce çerçevesi ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak 19. yüzyıldan günümüze kadar İran’da Şiilik her daim değişim içerisinde olmuştur. Bu değişimler ve açılımlar günümüzde de devam etmektedir. Değişimler ilk aşamada yerleşik Şii ortodoksisi tarafından reddedilse de daha sonra yavaş yavaş alışılmış ve kullanılmaya başlanmıştır. Bu düşünsel değişim dört aşamadan oluşmuştur. Birinci aşamada, kitleleri toparlayıcı bir unsur olarak merci-i taklid sistemi kurulmuştur. İkinci aşamada, dinî düşüncede yeni bir eğilim olarak Şiiliğin ideolojik ve politik yorumları çoğalmıştır. Üçüncü aşamada, din adamlarının yönetimi altında resmî meşruiyet kaynağı olarak velayet-i fakih teorisine dayanan bir Şii teokrasisi kurulmuştur. Devrim sonrası dönemde başlayan son aşamada ise Şii düşüncesi ideolojisizleştirilmiş ve gittikçe tutucu bir unsur olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Toplumsal ve Politik Düşüncenin Şekilleri
Günümüzde Müslüman ülkeler arasında dinî hükümleri toplumsal ve siyasal alana yansıtma hususunda kendisinden en fazla beklenti olan (belki de örneklik yapması gereken) ülke, siyasal sistemini İslamî ilkelere göre düzenlediğini iddia eden İran’dır çünkü burada bir İslam Devrimi gerçekleştirilmiş ve din adamlarının gözetiminde işleyen bir siyasal sistem kurulmuştur. Abdolmoghset Banikamal İran’da Dinin Toplum ve Politikadaki Rolü Üzerine Güncel Entelektüel Söylemler başlıklı bölümde bu konuyu detaylı bir biçimde ele almaktadır. Yazıda: “İran’da devam edegelen başlıca toplumsal ve siyasi söylemler nelerdir? Bu söylemlerin felsefi temelleri nelerdir? Düşünce akımlarının birbirleriyle olan ilişki ve iletişimleri nasıldır? İran toplumu ve aydınları bu söylemleri nasıl algılamaktadır?” sorularının cevabı aranmıştır.
Yazı, 1979 İran Devrimi ve sonrasında İran’ın siyasi ve sosyal düşünceler açısından yaşadığı değişimleri incelemiştir. Bu süreçte ortaya çıkan üç temel düşünce vardır. Bunlar dinî muhafazakâr; dinî reformist ve seküler modernist söylemlerdir. Yazar bu bölümde, bu üç söylemin ideolojik ve tarihî kökenleri ile birbirleri ile olan ilişkilerini incelemiştir. Çalışma, seküler modernist söylemin üç söylem arasında göreceli olarak daha zayıf olsa da giderek daha geniş bir kitleye hitap ettiği için öne çıktığını bize göstermiştir.
İran Devrimi sonrasında Ayetullah Humeyni, İranlılara İslamî bir devlet kuracağına ve İslamîleşmiş bir toplum oluşturacağına dair söz vermiştir. Fakat 40 yıl sonra böyle bir toplum ve devletin oluşturulamadığına dair kanaatler hâlen içeride ve dışarıda çok güçlüdür. 2017 yılında mevcut yönetime dair çıkan ayaklanmalar bunun kanıtı niteliğindedir.
Din, Müslüman dünyası toplumlarının çekirdeğini oluşturmaktadır. Din aynı zamanda insanların hâlihazırda büyük ölçüde sekülerleşmiş elitlere ve geniş geleneksel kitlelere bölünmüş olduğu bu toplumlarda politik meşruiyet kaynağı olarak da işlev görmektedir. Bu sebeple kaynağını dine dayandıran partiler ve topluluklar ortaya çıkmaktadır. Çağın zorluklarına cevap vermeyi amaçlayan gruplar, yöntem konusunda ortak bir karara varamamışlar ve üç kategoriye ayrılmışlardır: Manevi reformlar yoluyla İslamî yenilemeyi savunanlar, İslam’a bir din olarak saygı duymayı fakat dönemin gereklerine uyum sağlanması gerektiğini düşünenler ve Batı’nın ürettiği kavramları memnuniyetle karşılarken İslamîyet’in aktif rolü olması gerektiğini savunanlar. Bu üç kategorinin de ortak yönü hepsinin değişimi talep ediyor olmasıdır.
İran’da da günümüzde entelektüel tartışmalar, sekülerlik ve modernite kavramları çerçevesinde dönmektedir. Fakat İran’daki muhafazakâr kesim tarafından sekülerlik; din karşıtlığı, modernite, Batı’nın zehirlemesi, modernleşme ise kültürel saldırı ve dinin zayıflaması olarak görülmektedir. Fakat bu düşünce genellenemez. Zira derin ve köklü tarihsel ve sosyal bağları ile İran toplumu çok farklı bileşenlere sahiptir. Devrim öncesi günlerde entelektüel tartışmalar içerisinde 1960 ve 1970’lerde iki ana İslamî ideoloji projesi ortaya çıkmıştır: Bunlardan birincisi, geleneği bozmadan modernite ile bağlantı sınırlarını genişletmeyi savunurken Halkın Mücahitleri Örgütü’nün de bir parçası olduğu ikincisi, dinî otoritenin artık din adamlarından devrimci entelektüellere devredilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu iki grubun İran’da siyasi ve yönetsel sahada girdikleri rekabet, 1979 Devrimi’nden sonra birincilerin egemenliği ile neticelenmiştir. İkinci gruptakiler ise devlete karşı silahlı bir mücadele başlatarak İslam Cumhuriyeti’ne sistematik ve istikrarlı bir şekilde karşı çıkmıştır.
Devrim sonrasında toplum ve siyaset konusundaki tartışmalar bir süre dinse de daha sonra yeniden alevlenmiştir. Zira hem beklentilerin yerine getirilmemiş olması hem de din adamları grubunun orantısız bir güç elde etmesi, bu anlamda çeşitli toplumsal kesimlerden eleştirilerin başlamasına neden olmuştur. Devrim sonrasında 1990’lardan itibaren çok güçlü bir biçimde hem devrimci düşünceyi hem de daha önceki fikrî mirası sorgulayan bir düşünce yaşamı ortaya çıkmıştır. Bu kuşakta yer alan düşünceler genel formlarıyla gelenekçi İslam anlayışı, İslamî reformizm ve seküler modern görüşler olarak üç temel bölüme ayrılabilir.
Dinî muhafazakâr kesim, Şiilik temellidir. Şiilik doktrini, bu on iki imamın hepsinin yanılmaz muallimler ve dinî öğreti ve rehberliğin tek kaynağı olduğunu kabul eder. İmamlar, halkın rızası kaynaklı olmayan aksine doğrudan Allah tarafından kendilerine verilen yetkileriyle hem maddi/dünyevi hem de manevi liderler olarak kabul edilirler. Devrim sürecinde oluşturulan velayet-i fakih kavramına göre; “Mehdi’nin gizlendiği dönemde, Müslüman bir ülkeyi meşru bir şekilde yönetebilecek ve şeriat hükümlerini uygulayabilecek olan kişi, o ülkedeki en yüksek ve en bilgili fıkıhçıdır.” İran’da bugün hâkim olan siyasal sistem bu düşünce üzerine kuruludur. Siyasal meşruiyet sorununu çözen bu düşünce aslında aynı zamanda bir yönetsel sistem de oluşturmaktadır. Bugün İran’da seçimler yapılmaktadır ancak bu tam anlamıyla Batılı bir demokratik sistem değildir. Dinî muhafazakârlar bu sistemin İran’ın tarihî ve toplumsal koşullarına daha uygun olduğunu savunmaktadırlar. Zira onlara göre Devrim tam da bunun için yani halkın gücünü yönetime katmak ve millî kimliğe uygun bir sistem kurmak için yapılmıştır. Günümüzde bu grup kendi içlerinde “aşırı radikal sağcılar”, “geleneksel din adamları”, “yeni muhafazakâr düşünürler” şeklinde üç ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan son ikisi, fikrî tartışmalara dâhil olurken birincisi ise bu tartışmaları tehlikeli ve gereksiz bulmaktadır.
Ancak bu söylemin toplumsal değişimi ihmal ettiği söylenebilir. Bir taraftan devrimle harekete geçen işçiler, kadınlar ve esnafın artık devre dışı kalmayı kabul etmesini beklemek güçtür. Öte taraftan da dinî egemenlerin yönetimindeki sorunlar, doğrudan dine hamledilmektedir. Böylece aslında İran’da kurulan sistem tam aksi yönde bir işlev görmektedir. Ancak İran’ın hâlen kırsal bir toplum olduğunu unutmamak lazım. Bu fikir, küçük kasabalarda, kırsalda, kenar mahallelerde hâlen daha organize edici bir düşünce olarak gücünü korumaktadır. Büyük şehirlerin ve üniversite çevrelerinin dünyaya yansıyan görüşleri ve görüntülerinin bu anlamda İran’ı tanımada yanıltıcı olduğuna dikkat etmek gerekir.
Günümüzde İran’da dinî muhafazakâr kısım güçlü olmasına rağmen dinî reformist söylem tarafından tehdit altındadır. 1990’larda cumhurbaşkanlığı yapmış olan Muhammed Hatemi, dinî reformist söylemin öncü isimlerindendir. Bu söylem, İran’ın mevcut siyasal sistemine karşı güçlü dinsel eğilimi koruyarak yapılan bir muhalefet olarak tanımlanmaktadır. Bu grup kendini Devrim sürecinde Humeyni’nin yanında olan fakat sonrasında fikirleri nedeniyle dışlanan Ayetullah Muntazeri’ye yakın hisseder. Dinî reformistler temel olarak dinî milliyetçiler ve dinî yeni düşünürler olarak iki farklı gruba ayrılırlar. Bu iki grup şu üç konuda mutabıktır. Birincisi, İran’ın ulusal çıkarlarının İslamî kimlik ve İslam mirasından ayrılamaz olduğuna inanırlar. İkincisi, ilerleme ancak reformlar yoluyla gerçekleşebilir dolayısıyla herhangi bir silahlı ve devrimci stratejiyi reddederler. Üçüncüsü, demokrasiyi öne çıkarmaktadırlar. Bu bağlamda dinî reformistlerin temel hedefinin din adamları zümresinin din ve toplum üzerindeki tekelini kırmak olduğu söylenebilir. Bu akımın fikrî öncüsü olan Süruş, düzen kuran ve bireyi yönlendiren dinî görüşlerden bahsederek günümüzde artık bu ikincisinin yani minimalist İslam’ın egemen olması gerektiğini savunmaktadır. Bu bir anlamda bireyselleşme ve kolektivitenin aşılmasıdır.
İran’da güncel olarak mevcut olan üçüncü düşünce akımı ise seküler modernist söylemdir. Bu söylem, Devrim öncesi sol ve liberal düşüncenin bir uzantısıdır. Bir taraftan da yaşam biçimi üzerinden kendisini var etme çabasındadır. Her ne kadar İran dâhilinde kendisini çok fazla ifade etme ve yayılma imkânı bulamasa da İran dışında özellikle Batılı başkentlerde el üstünde tutulmakta ve İran hakkındaki bilgiyi dünyaya servis etmektedir. Seküler söylem sahipleri, modernitenin, bireycilik, demokrasi, insan hakları gibi ana unsurlarının yalnızca Batı kültürüne münhasır olmadığını düşünürler. Onlara göre modernleşmek kaçınılmazdır ve gereklidir. Zira modernitenin eğitim, bilgi ve teknik yoluyla kapalı veya açık tüm toplumlara er ya da geç ulaşacağına inanmaktadırlar. Bu anlamda bu görüştekiler genel olarak modern bir toplum inşasında sekülerliğin gerekli olduğunu düşünmektedirler. Bunun dinden kopmak anlamına gelmediğini, dinin bireysel yaşamla ilgili olduğunu, devletin de bireyin dinini yaşaması için imkân sağlaması gerektiğini ve demokrasinin bunun için en uygun sistem olduğunu savunurlar. Bu görüşün bazı bileşenleri bu tür bir açılımın dindeki yozlaşmanın da önüne geçeceğini ileri sürmektedir.
İran gibi çok katmanlı bir toplum yapısına ve farklı dinamiklere sahip bir toplumda gelecekte hangi düşünce akımının üstün geleceğini tahmin etmek zordur. Fakat İran’da dinî muhafazakâr kesimin halk katında baskın olsa da düşünce yaşamında gittikçe zayıfladığı görülebilir. Bu kesim mevcut rejim ile ilintili görülerek konum kaybetmektedir. Dinî reformist söylem ise tatmin edici olmayan bir siyasi ve ekonomik performansa sahiptir. Hatemi sonrasında 2005’te Ahmedinejad’ın kazanması ile dinî reformistler iktidardan uzaklaşsa da sosyal açıdan aktif olmaya devam ettiler. Dinî reformist söylem, 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ardından protestoculara yapılan baskı ve engellemeler sonrasında toplumun daha da fazla sempatisini kazandı. Etkili bir toplumsal güç olan bu hareket, Hasan Ruhani döneminde itibarını kaybetmeye başlamıştır. Zira bu grubun konumu zor bir dengeye dayanmaktadır. Bir taraftan rejimi korumak bir taraftan da onu reforme etmek çabasındadırlar. Ancak aynı zamanda bu iki grup, seküler söylemin tehdidi altındadır. Ancak kentsel orta sınıf İranlılar arasında kendisine taraftar bulan seküler modernist söylem ise uygulamada dezavantajlıdır. Zira ciddi bir kurumsal yapıya ve siyasal bütünlüğe sahip değildir.
Sonuç olarak İran’da Müslüman entelektüeller, dinin toplumdaki ve siyasetteki rolünü nasıl kuramsallaştırmak gerektiği konusunda sıkı bir tartışma içerisindedir. Banikamal’in yazısında bahsettiği üç güncel akım bu tartışmanın farklı taraflarını teşkil etmektedir. İlk grup, mevcut toplumsal ve siyasal düzenin devamını savunmaktadır. İkinci grup, siyasal ve fikrî sistemde bir reform talep etmekte, modernite ile din arasındaki bir uzlaşıyı savunmaktadır. Üçüncü grup ise dinin modern toplumda yerinin olmadığını savunarak seküler bir İran talep etmektedir. Günümüzde İran’da birincisinin yaygın, ikincisinin yükselişte olduğu söylenebilir. Elitler arasında yaygın olan üçüncüsünün ise içeride zayıf dışarıda kuvvetli olduğu söylenebilir.
Yeni Dinî Düşünce: Devrimcilikten Muhalifliğe
Janet Afary’nin Yeni Dinî Düşünürler ve Velayet-i Fakih Kurumu: İslam Hukukunun Geri Dönüşü Olmayacak Şekilde Terk Edilmesi ve İnsan Haklarına Geçiş başlıklı yazısı günümüzde İran’da en dikkat çekici düşünce hareketlerinden birisini ele alıyor. Artık pek çok mensubu Batılı başkentlerde yaşayan ve önemli üniversitelerde dersler veren yeni dinî düşünürler aslında 1990’larda sistem içi tartışmalardan dışlanarak ülkeyi terk etmek zorunda kalan ve gittikçe radikalleşen isimlerdir. Bu düşünürlerin önemli gündemlerinden birisi, İran’da insan haklarına ve demokrasiye uygun bir siyasal sistemin teşkilidir. Bu çerçevede bunun önündeki en önemli engeli, reforme edilmiş ve katılaştırılmış hâliyle velayet-i fakih anlayışı olarak görmektedirler. Bir dönem İran’da Devrim’i mümkün kılan bu anlayış, bu yeni entelektüeller kuşağına göre artık İran’da hak ve özgürlüklerin önünde bir engel teşkil etmektedir. Ancak bu düşünürlerin cinsiyet eşitliği konusunda fikirlerini analiz eden Afary, bu isimlerin benimsedikleri insan hak ve özgürlükleri ile demokratikleşme gündeminde pek de samimi olmadıklarını ileri sürerek eleştiriyi tersine çevirmektedir.
Yazarın belirttiği üzere İran’da mevcut durumda eğer yeni bir düşünce devrimi olursa 1979 İran Devrimi ve sonrasında olanlarla hesaplaşılması gerekecektir. Reformistlerin önündeki mesele, Devrim’in ideolojik temellerinin ve anayasanın sağlam temellere sahip olması veya eğer bu tür bir sağlam zemin yoksa sistemin modernize edilmesidir. Yeni dinî düşünürler daha liberal bir dinî söylemin benimsenmesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Velayet-i fakih kavramı, 1990’lardan itibaren aralarında çoğulcular, tefsir teorisyenleri ve insan hakları aktivistleri olan çeşitli grupların eleştirilerine maruz kalmıştır. Yeni düşünürler, İslam Cumhuriyeti’ne destek verirken demokratik ilkelere karşı daha hoşgörülü ve daha liberal bir Şii İslam yorumunu ifade etme gayreti içerisinde rejimden kopmuşlardır. Yeni dinî düşünürlerin birinci kuşağının en meşhur üyeleri Mohsen Kadivar, Abdülkerim Süruş ve Müctehid Şebüsteri’dir. Bu ilahiyatçılar bir zamanların adanmış İslamcıları olsalar da zamanla iktidarın ideolojisiyle olan bağlarını kopararak velayet-i fakih doktrinine meydan okuyan yeni bir Şii İslam yorumunu ortaya koymaya çalışmışlardır. Devletin nasıl liberalleştirileceğine dair çeşitli görüşler taşıyan bu yeni düşünürler, reformist hareketin teorisyenleri hâline gelerek 1990’lı yıllarda bu reformistlerin gittikleri yönün tayin edilmesine katkıda bulunmuşlardır.
Kadivar, 1990’lı yıllarda orta düzey bir Hüccetü’l İslam vaiziydi. 1999 yılında rejime yönelik eleştirileri sebebiyle tutuklanmış ve çıktıktan sonra din reformu üzerine yazılar yazmaya devam etmiştir. Kadivar, iyi derecede Arapça bilmektedir ve seküler pek çok muhalifin aksine klasik Şii metinlerine son derece hâkimdir. Kadivar çalışmalarında, Humeyni’nin Devrim sonrasına kadar velayet-i fakihi hiç gündeme getirmediğini ve teokratik bir yönetim kurma fikirlerini kasten halktan sakladığını iddia etmiştir. Aynı zamanda İslam’ın liberal yorumuna dair araştırmalar yapan Kadivar, 1906’daki Anayasa Devrimi sırasında fakihlerin yabancı oldukları birçok sosyal ve politik kavramla bir anda karşı karşıya kaldıklarını dile getirmektedir. Bu dönemde İran Parlamentosu, hükümdarın rolünü yeniden tanımlayarak onun yetkilerini kısıtlamıştır. Fakihlerden bir kısmı bu yeni siyasi süreci reddetmiştir. Bu fakihler, şeriat ve kişisel haklar ile ilgili hükümleri fakihlerin vermesini, Şah’ın ise alışveriş ve ticaret gibi seküler (örf) meselelerle ilgilenmesi gerektiği düşüncesini savunmuştur.
Abdülkerim Süruş bu ilk ekolün temsilcisidir. 1990’lı yıllarda yeni ve daha liberal bir İslam yorumunu savunmuş ve dersleri yoğun bir ilgi görmüştür. 1980’den sonra üniversiteleri İslamcı olmayan akademisyenlerden arındırmak için kapatan Kültür Devrimi komitesinin en genç üyesidir. Birçok entelektüel, Devrim’in ilk yıllarında oynadığı bu yıkıcı rolden dolayı Süruş’u asla affetmemiştir. Süruş, 1990’lı yıllarda, reformcu dinî entelektüellerin sözcüsü hâline gelen ve Şii İslam’da çoğulculuğu ve hoşgörüyü savunan reformcu dergi Kiyan’ı kurmuştur. Aynı dönemde derslerine ait ses kayıtları çoğaltılarak bütün İran’da ve diaspora topluluklarında dağıtılmıştır. Rejim açısından hoşgörülmeyen bu eylemleri nedeniyle çeşitli saldırılara maruz kalan ve dergisi kapatılan Süruş, ülkeyi terk ederek faaliyetlerine yurt dışında devam etmiştir.
Mohsen Kadivar, fakihler ile devlet arasında tarih boyunca çok çeşitli türde ilişkilerin olduğunu göstermek için Şiilik tarihinden örnekler ortaya koyarken Süruş, bir kişinin din anlayışının sosyal ve kültürel olarak inşa edildiği ve bu nedenle birden fazla yoruma ve eleştiriye açık olduğunu öne sürer. İslam içindeki dinî hoşgörü alanını genişletmeye çalışan Süruş, dinî düşüncede ve yorumda kapsamlı reformlar önermektedir. Bu bağlamda Kur’an’da gayrimüslimlere karşı Müslümanlara verilen imtiyazlarla ilgili ayetleri incelemiş ve bu metinlerin dar bağlamda yorumlanmasını sorgulamıştır. İslam’ın modernite ile uyumsuz ilkeleri sistematik olarak yeniden incelendiği takdirde İslamî bir demokrasinin mümkün olduğu konusunda ısrarcı olmuştur.
Dinî eğitimini Kum’da Ayetullah Humeyni’nin gözetiminde alan Muhammed Müctehid Şebüsteri, fikrî alanın ötesine geçerek bir aktivist olmuş ve insan hakları savunuculuğu yapmıştır. Devrim’den sonra ilk İslam Parlamentosu’na seçilmiş ve İslamî Düşünce dergisinin editörlüğüne getirilmiştir. Zamanla muhalif görüşleri benimseyen Şebüsteri, İslam’ın farklı yorumlarının olabileceğini ve dinin her yorumunun eleştirilebileceğini ve hiçbir yorumun dışlanamayacağını savunur. Fakat Şebüsteri, İslam’ın modernite ile uyumlu olabileceği konusunda Kadivar’dan farklı düşünür. Ona göre birey, bu modern dünyada yaşamak için dinden vazgeçmek zorunda değildir. Şebüsteri’nin en önemli katkısı, adalet ve hoşgörü gibi kavramların, gelecekte İran’da tesis edilecek bir demokratik düzenin temel taşları olarak yeniden düşünülmesi olmuştur. Şebüsteri günümüzde iyi işleyen bir siyasal sistem için hoşgörü, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi kavramların önemli bir yeri olduğunu belirtir. Şebüsteri, Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu ülkelerde yaşayan azınlık gayrimüslimlerin haklarının en güçlü savunucularından biridir. Farklı dinlere ve cinsiyetlere sahip insanlara devlet tarafından eşit şekilde davranılması gerektiğini savunur. Gittikçe heretik ve protest fikirleri benimseyen Şebüsteri aslında İran’da değişen düşünsel gündemin bir resmini bize sunmaktadır.
Afary, yazısının ikinci kısmında, yeni dinî düşünürlerin demokrasi ve haklar konusundaki düşüncelerinin sınırlarını test etmek için onların kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki fikirlerini tartışmaktadır. Bu anlamda onların her zaman tutarlı olmadıklarını tespit eden Afary, siyasi eşitlikçilik ile toplumsal eşitlikçiliğin birbirine bağlı olması gerektiğini vurgulamaktadır. Afary’nin tartışması, İran’da 1980’lerin sonunda dindar muhaliflerin İslamî bir ütopya adına besledikleri umudun azaldığını göstermektedir. Devrim’in bu ütopyaların aksine sadece seküler muhaliflerin değil aynı zamanda daha hoşgörülü dindar muhaliflerin de haklarını kısıtlayan otoriter bir teokratik rejime dönüştüğü hususunda çeşitli eleştiriler söz konusudur. Başlangıçta devrimci olsalar da Kadivar, Şebüsteri ve Süruş gibi düşünürler tam da bu sebeple zamanla Devrim’e muhalif olmuşlardır. Onların fıkhın modern zamanların ihtiyaç ve taleplerine cevap veremediği ve yenilenmesi gerektiği düşüncesi, bireysel haklar ve özgürlükler alanında bir çerçeve sunmaktadır.
Güncel Siyasal Düşünce:
Cumhuriyet ve Demokrasi Tartışmaları
İran, Devrim’den sonra kendisini bir İslam Cumhuriyeti olarak ilan etmiş ve halk demokrasisinin bir türünü din adamlarının otoritesi ile entegre ederek yeni bir yönetim biçimi oluşturmuştur. Bu bağlamda sıklıkla dünyada demokrasi çerçevesinde değerlendirmelere tabi tutulan ve İran’ın düşünsel hayatında da önemli konulardan birisidir. Serhan Afacan’ın yazdığı İslam Cumhuriyeti Düşüncesi başlıklı bölümde bu konu somut gelişmelere de işaret ederek konu etrafındaki teorik tartışmaları ele alıyor. İslam Cumhuriyeti fikrinin kökenleri, Devrim sürecinde ve sonrasında yaşananlar ile Humeyni’nin ölümünden sonra gerçekleşen değişimler bu anlamda önemli alanlar olarak karşımızda durmaktadır.
İran’da Devrim sonrasında halk oylamasına sunulan anayasa, %98,2 oy alarak geçti. Bu anayasa ile İran’da İslam Cumhuriyeti kuruldu. Böylece İran tarihinde ilk defa monarşi dışında farklı bir yönetim güçlü bir şekilde varlık gösterdi. Hızlı bir şekilde çözülen anayasa ve kadro problemleri sonrasında 1980’de patlak veren İran Irak Savaşı’nın olağanüstü ortamında pek çok karar çok da tartışılmadan kabul edildi. Ancak hem savaşın bitmesi hem de yeni rejimin uygulamalarının artık tecrübe edilmiş olması dolayısıyla 1980’lerde yapılamayan bu tartışmalar, 1990’ların ortalarından itibaren yapılmaya başlanmıştır. Bugün İran’da, İslam Cumhuriyeti fikri ve uygulaması pek çok açıdan ele alınmakta ve değerlendirilmektedir.
- yüzyılda İran entelektüel tarihine bakıldığında bazı kavramların öne çıktığı görülür. Bunlar arasından birkaçını sıralayacak olursak şöyle bir liste ortaya çıkar: Adalet, istikrar, bağımsızlık, özgürlük, Garbzedelik, antiemperyalizm ve öze dönüş. Bu kavramların yanında ve ötesinde İslam Cumhuriyeti kavramı ise bir şemsiye kavramdır. Destekçileri, bu kavramın diğer tüm kavramları kapsadığı fikrindeyken karşıtları, iki farklı ayağı olması sebebiyle bu kavramın bir fikrî karışıklığa neden olacağını iddia etmektedirler. Bir yazara göre İran Orta Çağ’ı Meşrutiyet ile bitmiştir. Dolayısıyla modern İran da Meşrutiyet’le başlamıştır denebilir. Bu bağlamda 20. yüzyıl İran tarihi genel olarak 1906 Meşrutiyet Devrimi ile 1979 İslam Devrimi arasındaki zaman diliminde incelenir. Meşrutiyet Devrimi sonrasında başlayan siyasi ve dinî tartışmalar, 1979’da nihayete ermiş, neticelerini göstermiştir.
İran I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmasına rağmen çok etkilenmiş ve Kaçar Hanedanlığı’nın yıkılacağı bir geçiş dönemine girmiştir. İran’da cumhuriyetin ilan edilmesine dair tartışmalar da bu dönemde başlamıştır. Genel olarak modern dönemlere kadar İran’da hâkim siyasal form, monarşidir. Bu anlamda İran tarihinde (diğer alanlarda olduğu gibi) bir süreklilik göze çarpar. Ancak modern dönemlerde İran düşünce yaşamına etki eden bütün renkler, monarşi karşıtlığı ile kendilerini ifade etmişlerdir. Meşrutiyet hareketinden İslam Devrimi’ne kadar geçen sürede monarşi karşıtı hareketler, İran’ın entelektüel ve siyasi gündemini belirlemiştir. Aslında bu karşıtlık, muhalif hareketlere ortak payda sağlamıştır. Böylece bütün bir yüzyıl boyunca aslında bir araya gelemeyecek denli birbirinden uzak düşünce akımları, monarşi karşıtlığı paydasında bir araya gelebilmiştir. Bu da İran düşünce yaşamında fikirlerin birbiri ile daha fazla ilintili olabilmesini temin eden en önemli etkendir. Bu anlamda bu ilinti farklı düşüncelerin birlikteliğini de sağlayan anlamlı bir çerçeve sunar. İran’da İslam Cumhuriyeti düşüncesinin konuşulmaya başlanmasının nedenlerinden biri Pehlevi ve Kaçar Hanedanlarının baskıcılıklarından ve halktan ideolojik kopuşlarından dolayı monarşiye olan güvenin azalmasıdır. Monarşi karşıtlığından doğan cumhuriyet fikrini Humeyni olgunlaştırmış, teorik ve teolojik bir zemine kavuşturmuştur.
1906 devrimi sırasında ve sonrasında yaşanan önemli sorunlardan biri de İslam’ın devlet idaresindeki rolüydü. 1907 yılında yapılan anayasa değişikliğinde beş âlimden oluşan bir ulema heyetinin, kanunları şeriata uygunluğu bakımından incelemesine karar verilmiştir. Fakat bu kurulun oluşturulması yeterli olmamıştır. Şeyh Fazlullah Nuri gibi isimler bunu şeriata uygun bulmayarak ayaklanmıştır. Bir yıl süren Tebriz Ayaklanması sonucunda idam edilen Şeyh Fazlullah, 1979’da Humeyni tarafından devrimin fikir babası olarak ilan edilmiştir.
Aslında meselenin kökünde modernleşme ile değişen ilişkiler bulunmaktadır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren yeni bir yönetim, yeni bir eğitim ve yeni bir askerî modele geçen İran’da ulemanın etki alanı daralmış ve rolü kısıtlanmıştır. 1920’lerden sonra Şah Rıza’nın radikal modernleşme girişimleri bu daralmayı iyice ileri noktalara taşımıştır. Dolayısıyla ulemada başlayan rahatsızlık aynı zamanda toplumdaki iktisadi, siyasi ve sosyal problemlerin çoğalması ile birleşerek geniş çaplı bir muhalefet alanı oluşturmuştur. Böylece ulema belki de çok da istemeden siyasal yaşamın içinde olmaya başlamıştır. Rıza Şah’ın tahttan indirilip yerine oğlunun getirilmesinden sonra kısa bir süre özgürlük dönemi yaşansa da 1950’lerden sonra baskıcılık geri gelmiş dolayısıyla muhalefet de keskinleşmeye başlamıştır.
İslam ile demokrasi kavramlarının ne kadar uyuştuğu hep tartışılmıştır. İran özelinde ise cumhuriyet fikri, Şiiliğin yeniden yorumlanmış bir anlayışı konumundadır. İran İslam Cumhuriyeti, kurulduğu 1979 yılında Moritanya ve Pakistan’dan sonra bu sıfatı taşıyan üçüncü devlet olmuştur. Hint Alt Kıtası’nda 1857 yılında İngilizlere karşı çıkan Sepoy Ayaklanması sırasında İslam’ın konumunun ne olacağına dair yapılan tartışmalar, coğrafi yakınlıktan dolayı İran’da da büyük bir etkiye sahip olmuştur. Bu noktada Muhammed İkbal’in etkisi de önemlidir. İkbal, felsefi alanda Hindistan dışında en çok İran’da etkili olmuştur. İkbal’in vefatından takriben on yıl sonra Muhammed Ali Cinnah liderliğinde kurulan Pakistan, onun İslam, cumhuriyet ve demokrasi eksenindeki değerlendirmeleri çerçevesinde kurulmuştur. Pakistan’ın “manevi babası” olarak kabul edilen İkbal için cumhuriyet ve demokrasi esas amaç değil gerçek hedef olan manevi demokrasiye giden araçtır.
1979 Devrimi sonrasında İran’a yeni biçimini ve siyasi karakterini kazandıran Humeyni’nin cumhuriyet düşüncesi belirli bir düşünsel birikimin sonucudur. Humeyni, cumhuriyet fikrini Devrim’den kısa bir süre önce ilk defa Fransız Le Figaro gazetesinde dile getirmiştir. Aslında uzunca bir süredir Şah’a ve monarşiye muhalif olduğu göz önüne alınırsa bunun geç bir tarih olduğu kestirilebilir. Bu tarihten önce daha çok İslam devleti kavramı kullanılmaktadır. Bu söyleşide Humeyni, İran’da artık “saltanatla alakası olmayan” bir sistemin kurulacağını belirtmiştir. Ayetullah Muntazeri, Ayetullah Beheşti, Ayetullah Cevad Amuli ve Ayetullah Misbah Yezdi gibi dönemin diğer isimlerine bakıldığında buradaki cumhuriyet fikrinin seçimlerle iş başına gelen bir hükûmet sistemi olarak anlaşıldığı görülmektedir. Bu anlamda sisteme asıl rengini veren unsur cumhuriyet değil velayet-i fakih anlayışıdır. Zira İran’daki cumhuriyet uygulamasında meşruiyetin kaynağı halk değil ulemadır. Bir bakıma halk kimin yöneteceğini belirlemektedir ama kimin yönetime talip olacağını belirlemek ulemanın elindedir.
İran’daki İslam Cumhuriyeti salt bir fikir değil artık tarihsel gerçekliği olan bir sistemdir. Ülkenin kırk senedir adı ve çerçevesi cumhuriyet olan bir siyasal sistemin altında yaşadığı göz önünde bulundurulduğunda bu kavramın uygulamadaki gelişiminin üzerinde durmak gerekir. Bugünkü yönetim sistemi, Humeyni’nin vefatından sonra yapılan anayasa değişikliği ile son şeklini almıştır. 1989’da yapılan bu değişiklik ile velayet-i fakih müessesesi güçlenmiştir. Fakat Humeyni döneminde de bulunan fakat onun şahsi karizması ve etkisi ile dengelenen sistem içi ihtilaflar, onun vefatından sonra iyice belirginleşmiştir. Bu anlaşmazlıklar zaman içinde politik düzeydeki basit bir farklılığın ötesine geçerek sistemin İslamîyet ile cumhuriyet arasında sıkıştığı yönünde eleştirilere de neden olmuştur. Cumhuriyetin ima ettiği siyasi açılımlar etrafındaki görüş ayrılıkları, muhafazakârlar ile reformistler arasındaki ayrımın temelini teşkil etmektedir. Bu dönemde özellikle siyasal tartışmaların merkezinde “İslam ve cumhuriyetin uyumlu olup olmadığı” veya “dine dayanan bir yönetim şeklinin aynı zamanda halkın oyuna istinat edilmesi” şeklindeki meseleler bulunmaktadır. Reformist düşünürler, İslam Cumhuriyeti’nin meşruiyet kaynağının halkın seçimlere katılımı olduğunu ileri sürmektedirler. Abdülkerim Süruş, Yusufi Eşkeveri ve Mohsen Kadivar gibi başlangıçta devrim yanlısı olan isimler hâlihazırda İslam Cumhuriyeti’nin uygulanma şekline ve özellikle de velayet-i fakih müessesesinin aşırı otoriter kullanımına karşı sert eleştiriler yöneltmektedirler.
Sonuç olarak İslam Cumhuriyeti klasik Şii siyaset düşüncesinin, asırlar boyunca bu alanda ortaya konulan yeni yorumların, 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılda artan Batı nüfuzuna gösterilen tepkinin, monarşiyi dinen geçersiz ve gayrimeşru gösterme çabasının, İran’daki ilk parlamenter deneyimin, demokratik Musaddık tecrübesinin, farklı Şii âlimlerin Pehlevilere yönelik sergiledikleri zıt tutumların, Humeyni’nin siyaset düşüncesinin aşamalarının, İranlı dinî ve seküler entelektüellerin Batı etkisinden arındırılmış özgün bir kimlik inşa etme arayışlarının, Şeriati’nin eserlerinde ve 1960’ların sonlarından itibaren konuşmalarını ve derslerini yaptığı Hüseyniye-i İrşad’da ortaya attığı fikirlerinin, İran sağının, İran solunun ve bunların İslam konusunda ortaya koyduğu ikircikli ya da başarılı açılımlarının bir hasılasıdır. Ortaya atıldığı dönemden itibaren cumhuriyet fikrinin hem felsefesi hem de uygulama aşamaları tartışmaya sebep olmuştur. Günümüzde de devam eden bu tartışmalar, ülkede yeni bir anayasa yapılması ya da sistemin tekrar referanduma götürülerek bir anlamda güven tazelenmesi gerektiği yönünde dillendirilen görüşlere yol açmıştır.
Günümüzde İran’da “cumhuriyete dayalı İslamîyet” ile “İslamîyet’e dayalı cumhuriyet” arasındaki medcezir sürüyor. İran nüfusunun 1979 yılından günümüze iki kattan fazla artması, ekonomik büyüme baskısı, artan hak ve özgürlük talepleri ve dünyadaki değişimler, bu süreçte önemli rol oynuyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin geleceğini bu dinamikler karşısında sergilenecek olan fikrî, dinî ve siyasi açılım adımları belirleyecektir.
İslamcılıktan Post-İslamcılığa:
İran’da Dinin Siyasal İfadeleri
İslamcılık, İran’ın resmî ideolojisi midir? Bu soruya verilecek resmî ve açık bir yanıt yoktur. Ancak İran, dünyada tek İslamî rejime sahip ülke olma iddiasında olmasa da şimdiye kadarki İslamî referanslı, bizzat din adamları tarafından yürütülen tek devrimi gerçekleştirmesinden ötürü İslamcılık ile İran arasında derin bağlar vardır. Ancak İslamcılık, İran tarihinde çok daha eskilere ve çok daha derin ilişkilere dayanan bir düşüncedir.
İran’ın modern düşünce tarihi, Meşrutiyet etrafındaki tartışmalarla başlamıştır. 19. yüzyılın sonundaki Anayasal hareket süresince ve Meşrutiyet ilan edildikten sonra İran’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır. Meşrutiyete giden yoldaki en önemli gelişme olan Tütün Ayaklanması’nda İslamcılığın kurucularından Efgânî’nin itici bir rolünün bu anlamda İslamcılığın İran için sadece son kırk yılda değil son yüz elli yılda büyük bir anlama ve öneme sahip olduğunu gösterir. İslamcılık sadece bir entelektüel akım olarak değil aynı zamanda siyasal bir örgütlenme saiki olarak daha önce bir toplumsal ve siyasal aktör olmayan grupları, sosyal meselelerle ilgilenmeye ve değişim gerçekleştirmeye yönelten esaslı bir fikrî değişim gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda İran’da İslamcılığı sadece devrim süreci ve sonrasındaki gelişmelerle ilişkili olarak ele almak kısıtlayıcı ve yanıltıcı bir bakış oluşturabilir.
Yedullah Shahibzade, kaleme aldığı İran’da İslamcılık ve Post-İslamcılık başlıklı yazıda, İslamcılık ve post-İslamcılık kavramına yüklenen farklı anlamları irdeliyor ve İslamcılığın nasıl post-İslamcılığa dönüştüğü sorusuna cevap arıyor. Bunun için de Şeriati, Süruş, Şebüsteri gibi farklı düşünürlerin fikirlerini inceleyerek yeni bir düşünme biçiminin şekillenmesini ele alıyor.
Kavramlar ve düşünce biçimleri evrensel (zaman ve mekân üstü) değildir. Toplumsal ve siyasi koşullara göre kavramlar farklı anlamlara gelebilir. Değişen ihtiyaçlara göre kavramlar da yeni anlamlar ve içerikler kazanırlar. Bazen belirli dönemler de çok önemli işlevler, dönüşümlerde taşıyıcı bir rol oynayan kavramlar, süreç içerisinde değişikliğe uğrayabilir hatta bazen tam zıt işlevlere bürünebilirler. Mesela; bir dönem devrimci olan bir düşünce, koşullar değiştiğinde muhafazakâr olabilir. İran’da İslamcılık mefhumunun ve fikrinin gösterdiği eğilimler ve özellikler de tam böylesi bir görünüm arz etmektedir. Bugün post-İslamcılık şeklinde kavramsallaştırılan bir biçime bürünüyor olması her ne kadar ciddi bir işlevselleşme ve yenilenme anlamına gelse de ciddi bir muhafazakârlaşma da kendisini göstermektedir.
Shahibzadeh’in belirttiği gibi günümüzde İran’da İslamcılık kavramına pek çok farklı anlam yüklenmesinin en önemli sebebi, İslamcılığın iddialarıyla yüzleşmesi ve fikrî kapasitesinin uygulamada ortaya çıkan sorunları karşılamada bazı boyutlarıyla yetersiz kalmasıdır. İslamcılığın İran macerasında devrim sürecinde gösterdiği evrensel bir düşünceden yerlici ve yerel bir düşünceye evrilmesi de bu kapasite sorununu meydana çıkaran en önemli unsur olarak göze çarpmaktadır. Sorunların yerel kalmadığı ama düşüncenin yerelleştiği bir durumda fikrî çerçevenin sorunlara yetme problemi ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda yeni ortaya çıkan durum ve koşulları değerlendirerek İslamcılığın başarısızlığına çözüm bulmak üzere günümüzde post-İslamcılık ortaya çıkmıştır. Post-İslamcılık, İslamcılığın sosyal, siyasi ve entelektüel alanlardaki aşkın gerekçe ve usullerini kavramsallaştırmak ve bu noktada stratejiler oluşturmak adına ortaya çıkmış bilinçli bir girişimdir. Bu anlamda İslamcılığın başlangıçta içinde bulunan demokrasi, eşitlik, adalet gibi ögelerin yeniden ortaya çıktığını görmekteyiz.
İslamcılığın kurucularından Efgânî’nin İran’daki macerasının dönüm noktaları aslında İslamcılığın iddia ve sorunlarını göstermesi açısından ilginçtir. İran Şahı Nasiruddin’den aldığı davet üzerine İran’a gidip Şah’ın müşavirliğini yapan Efgânî, halkın yönetime katılması konusundaki fikirleri sebebiyle Şahla ters düşüp İran’dan ayrılmak durumunda kalmıştır. Daha sonra Paris fuarını görmek üzere çıktığı yolculukta Münih’te karşılaştığı İran Şahı Nasiruddin’in ısrarlı davetiyle ikinci defa İran’a gitmiştir. Fakat yönetime karşı tenkitlerini ve ıslahat tekliflerini sürdürünce sınır dışı edilmiştir. Efgânî, Şah’ın İngilizlerle yaptığı iş birliğini, onlara verdiği tütün imtiyazını tenkit etmiş ve bu sebeple ortaya çıkan Tütün Ayaklanması’nda etki sahibi olmuştur. Nitekim onun yakın bir dostunun İran Şahı’nı öldürmesi ile bu isyanlar başka bir boyuta bürünmüştür. Ayrıca daha sonra ülke tarihinde çok ciddi kırılmalar oluşturacak Meşrutiyet fikrinin gelişmesinde de en önemli etki sahibi isimdir. Onun bu etkileri uzun bir zaman İran’da İslamcı fikrin kuruluşunda en temel çerçeveyi inşa etmiştir. Bu bağlamda örneğin; Mutahhari, Efgânî’yi İttihad-ı İslam hareketinin kurucusu olarak niteler. Benzer şekilde Şeriati’ye göre o, İslam’ı sömürgeciliğe karşı ideolojik bir kale hâline getiren ilk meşhur Müslüman şahsiyettir. Bu anlamda İslam Devrimi’nin iki önemli ve kurucu isminin Efgânî’yi kökene koymaları önemlidir. Zira aynı şekilde bu isimler, Devrim’i de tüm dünyada bir direniş ve siyasi değişim kaynağı olarak ele almaktadırlar.
Ayetullah Humeyni’nin başlattığı 1963 ayaklanması, Efgânî’nin başlattığı Tütün Ayaklanması gibidir. Nasıl ki birincisi, Meşrutiyet Devrimi ile neticelenmişse ikincisi de İslam Devrimi ile neticelenmiştir. Humeyni, İslamcılığın bütün ideolojik ve programatik kodlarına ve iddialarına sahiptir. Onun bakışı sosyal, siyasal ve iktisadi meselelere İslam’dan hareketle sistematik çözümler önermektir. Ancak Devrim sonrasında hem sosyal ve iktisadi zorunluluklar hem de İslamcılığın hızla içe kapanması zamanında çözüm olarak sunulan fikirlerin gittikçe bir soruna dönüşmesine yol açmıştır.
Bu anlamda İran’da post-İslamcılıkla ilgili tartışma ve fikirler, Şeriati’ye işaret etmektedir. Shahibzadeh’in belirttiği gibi Humeyni’nin sürgün edilmesi ve Halk Mücahitleri’nin tamamen sindirilmesinden sonra Şeriati’nin İslamcılık görüşü 1970’lerin genel görüşü hâline gelmiştir. Bu anlamda aslında hem Devrim’i hem de Devrim sonrası beklentileri -dolayısıyla memnuniyetsizlikleri- hazırlayan biraz da Şeriati’nin fikirleridir. Onun Marksizm’den de etkilenen devrimci İslamcılığı; adalet, özgürlük ve eşitlik gibi fikirler etrafında kurulmuştur. Bu şekilde ortaya çıkan bir programın Devrim sonrasında tutucu ve muhafazakâr din adamlarının yönetiminde gerçekleştirilmesi imkânsızdır. Aslında geleneksel Şiiliğin yoğun ve kapsamlı bir eleştirisi çerçevesinde şekillenen Şeriati’nin İslamcı ideolojisi geniş açılımlar içermektedir. Bu anlamda İslamcılığa onun yüklediği evrensel anlamlar hızla kaybolmuş ve hızla yerelleşerek bir zümre hâkimiyeti ideolojisine dönüşmüştür. Şeriati’nin kurduğu küresel bir kurtuluş vaadine sahip ideoloji ile dinin kontrol kabiliyetine dayalı bir siyasallığı birbiri ile örtüşmemektedir. Şeriati için insanlık tarihi aslında haksız bir şekilde var olan düzeni meşru gösteren yöneticilerin dini ile bu düzene karşı ayaklanan yönetilenlerin dini arasındaki bir mücadelenin tarihidir. Bu anlamda Şeriati, yönetenlerin safında gördüğü din adamlarını, ezilenlerin müttefiki olarak görmez. Ona göre kendisini dinin koruyucuları olarak gören bir din adamları zümresi, İslam’ın devrimci karakterini yansıtamaz. Bu tür bir zümre, dini mevcut düzende kendi çıkarlarına hizmet eden bir ideolojiye indirgemektedir. Böylece aslında Şeriati, İslamcılığın kırılma noktasını önceden görmüştür. Din adamları zümresinin onu kendi emelleri için kullanma ve düzeni sürdürmenin bir aracına çevirme riski bu anlamda çok yüksektir.
1980’lerde Humeyni’nin bilinçli karizması ile dengelenen ve savaş sebebiyle gerekçelendirilen sorunlar, 1990’lara gelindiğinde ciddi bir biçimde su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu anlamda bazıları eski devrimci olan isimler, mevcut düzenin arzu ettikleri ve uğruna devrim yaptıkları ideallerle örtüşmediğini düşünerek İslamcılık düşüncesinde Şeriati’ye dayalı bir yenilenme peşinde olmuşlardır. İran düşüncesinde bir zenginlik ve canlı bir tartışma ortamı oluşturan bu arayış aynı zamanda özgürlük, eşitlik ve demokrasi fikirlerini merkeze alan yeni bir İslamcılık düşüncesine zemin hazırlamıştır. Bu düşünce hâlen İslamcıdır çünkü kaynağını ve temellendirmesini İslam’dan almaktadır. Ancak aynı zamanda yeni koşullarda yeni bir çerçeve sunması bakımından da yeni bir fikriyat kurmaktadır. En temelde post-İslamcılar, Şeriati’ye göre Batılı liberal düşüncelere daha az eleştirel yaklaşırlar. Şeriati, liberal demokrasiyi, sosyal baskı ve ekonomik sömürüyü maskeleyen sahte bir demokrasi olarak görüp reddederken Süruş, özgürlük ile ilişkilendirerek olumlu olarak görür. Diğer bir post-İslamcı olan Şebüsteri, İslam toplumlarında modernitenin geleneğin antitezi olmadığını ve yeni koşullarda yeni fikirlerin ortaya çıkmasının İslam’ın arzuladığı yönelim olduğunu belirtir. Aslında bu iki isimde de kolayca görülebileceği üzere post-İslamcılık, İslamcılığın ideallerinin ve programının, din adamları ile muhafazakâr dinî otoritelerin elinde bozulmasına verilmiş bir yanıttır.
Milliyetçiliğin Evrimi: Etnik Milliyetçilikten
Ülke Milliyetçiliğine
İran için milliyetçilik diğer düşüncelerin zemininde yer alan temel bir fikrî akımdır. Bu anlamda etnik ve dinî milliyetçilik kadar ülke milliyetçiliği de yaygın bir biçimde kendisini gösterir. Nail Elhan, Gelenek ve Modernite Arasında İran’da Milliyetçilik başlıklı yazısında milliyetçiliğin İran’daki seyrini ele alıp çeşitli biçimlerini bize anlatmaktadır. Yazıda ele alındığı gibi İran’da milliyetçiliğin doğuşu, gelişimi, ulus devletin kuruluş aşamaları ve ulus inşasına giden süreçlerde İranzemin, İraniyat ve din unsurları etkili olmuştur. Bu bağlamda Meşrutiyet Devrimi’nden İslam Devrimi’ne kadar yerel ve uluslararası bağlamda İran’da milliyetçilik çeşitli yükseliş ve düşüşleriyle siyasi ve fikrî yaşamı temelden etkileyen bir zemin sunar.
Tüm milliyetçilikler gibi İran milliyetçiliği de eğitimli kesimin inşa ettiği suni bir çerçeveye sahiptir. Eğer bu suni yapı, toplumun her kesiminin ortak biçimde kabul edebileceği bir şekilde ortak bir tarihî zemin ve çerçeve inşa edemeseydi başarılı olamazdı. Zira ulusu ve ona dayalı ulus devleti kurabilmek için ortak kültür ve tarih yapılarına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla İran’ın ulusal kimliği de diğer ulus devletler gibi yöneticiler ve milliyetçi seçkinler tarafından yapay olarak oluşturulmuştur. İran’ın toplumsal yapısı çok ciddi bir çeşitlilik barındırır. Bu çeşitlilik modernite öncesinde Şah’ın şahsi kimliği ile birbirine bağlanmakta ve gevşek bir sosyal birlik söz konusu olmaktadır. Ancak suni olarak icat edilmesine rağmen milliyetçilik, 20. yüzyılda İran’daki halk hareketlerinin itici gücü olmuştur. Milliyetçilik, Anayasa Devrimi sürecinde doğmuş, 1950’lerde petrolün millîleştirilmesi meselesi çerçevesinde etkisini arttırmış ve 1979’daki İslam Devrimi ile belirli bir olgunluğa ulaşmıştır.
İran kimliği şu üç temele dayanır; Fars etnisitesi ve dili, Pers İmparatorluğu’ndan bugüne kadar gelen olan çekirdek bir bölge (İranzemin) anlatısı ve din ve mezhepsel birlik. Bu üç unsur etrafında İran’da milliyetçiliğin dört temel biçiminin ortaya çıktığını görmekteyiz: Liberal milliyetçilik, Pers milliyetçiliği, sosyalist milliyetçilik ve dinî milliyetçilik. Bu milliyetçiliklerde din, dil, kültür, toprak gibi kavramlar bir ortak zemin inşa etse de her birinin vurguladığı alanlar birbirinden farklıdır. Bu anlamda özellikle modernite ile karşılaşmanın ve ülkenin bağımsızlığının tehdit altına girmesinin aynı zamanda yaşam biçimine yönelik modern tehditler, milliyetçiliğin zeminini oluşturmuştur. Öte yandan milliyetçilik fikri, modernleşme sürecinde Avrupa’ya giden aydınların ülkeye getirdikleri bir düşüncedir. İran milliyetçiliği bu anlamda bir tehdit imgesinin oluşturduğu bir bütünleşmeye ve modernleşmenin getirdiği yeni bir zemine sahiptir.
Kazak Tugayları’nın komutanı olan Rıza Şah, 1925 yılında Kaçarların iktidarına son vererek Pehlevi Hanedanlığı’nı başlatmıştır. Anayasal hareket süresince ülkedeki dinî kurumların gücünü fark etmiş olan Rıza Şah, kendi iktidarında dinin ve ulemanın toplum üzerindeki etkilerini kısmaya çabalamıştır. Öte yandan İngiltere ve Rusya’ya verilen imtiyaz anlaşmalarını feshetmiştir. Böylece içeride ve dışarıda güçlü değişimler yapmak zorunda olan Şah, iktidarını desteklemek için kendisine toplumsal bir destek bulmak üzere milliyetçiliğe yatırım yapmıştır. Bu minvalde Pehleviler dönemi bir İran ulus devleti inşa etme fikri çerçevesinde Pers milliyetçiliğinin merkezde olduğu bir dönemdir. Bu dönemde (aynen Mısır ve Türkiye’de olduğu gibi) eski dönemlere (İslam öncesine) dönerek bir ortak tarih ve kimlik kurma arayışı bulunmaktadır. Bu geriye dönüşlerde değişmeyen öz bir İranlılık kimliğini kurmak üzere Farisilik ve Farsça merkeze alınmıştır. Devlet gücü kullanılarak eğitim, ordu ve bürokrasi kanalıyla homojen bir millî kimliğin inşa edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu dönemde farklı etnik gruplar baskı altına alınmış ve farklı diller yasaklanmıştır. Etnisite temelli bu millî kimliğin özellikle Türklük ve Araplık karşısında kendisini konumlandırdığı görülmektedir. Böylece yüzlerce yıldır İran’da devam eden kültürden ve bu kültürün temsilcisi olan güçlü toplumsal kesimlerden bir kalemde kurtulmak planlanmıştır. Bu bağlamda Batılılaşma ile paralel bir biçimde İran halkının temelinin Aryanlara dayandığı tezleri ispatlanmaya çalışılmıştır. Hatta 1935 yılında ülkenin uluslararası alandaki resmî adı “Persia” (Farisilerin Ülkesi) da Aryanların ülkesi anlamına gelen “İran” (Ariana) ile değiştirilmiştir.
Sol Düşüncenin Macerası
İran solu çok esaslı yükseliş ve düşüşlerle tanımlanmaktadır. Pek çok Müslüman ülkede olduğu gibi İran’da da sol düşünce bir sanayileşme ve işçi sınıfı üzerinde temellenmemiştir. Daha çok üniversite çevreleri ve Batı’ya eğitime giden aydınlar üzerinden ortaya çıkmıştır. Ayrıca solun ciddi bir biçimde bağımsızlıkçı milliyetçilikle ve sosyal adaletçi İslamcılıkla iç içe geçmişliği söz konusudur. Bu kesişen akımlar ve düşüncenin zeminindeki değişken yapı, sosyalizmin doktriner bir şekilde değil de siyasi bir şekilde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sol düşüncenin yükseliş ve düşüşlerinin ardında bu meydana çıkışın çok önemli bir etkisi söz konusudur. Kitapta yer alan Sosyalizmin Gelgitlerle Dolu Yüzyılı ve İran’daki Geleceği başlıklı yazısında Haideh Moghissi bu dönüşümleri detaylı bir şekilde incelemektedir.
İran Devrimi’ni kimin yaptığı ya da en azından hangi güçlerin daha etkin olduğu hususu hep tartışmalı olmuştur. Ulemanın mı yoksa entelektüellerin mi, sosyalistlerin mi yoksa İslamcıların mı, işçilerin mi yoksa esnafın mı daha etkili olduğu hususu hep konuşulagelir. Bu unsurların Devrim öncesinde ciddi bir biçimde iç içe geçmişliği de şüphesiz bu tartışmaların ortaya çıkmasında etkilidir. Ancak bilinen ve inkâr edilemeyecek en önemli gerçek, Devrim’i birlikte gerçekleştirdiği, Devrim’den sonra hızla keskin bir yol ayrımına gelindiği ve nihayetinde ulemanın yönetimi tamamen ele geçirmesi ile birlikte solun gittikçe tasfiye olup illegal bir yeraltı hareketine dönüştüğüdür. Günümüzde entelektüel sahada etkileri devam etse de sol düşüncenin örgütlü bir hareketi mevcut değildir.
İran’da sosyalist düşüncenin İslam ile bağdaştırılma biçimi daima şaşırtıcı olmuştur. İran’da sosyalist fikirlerin ortaya çıkışı, milliyetçi duygu ve düşünceler ile sömürgecilik ve baskı karşıtı duygu ve tepkilerin iyice arttığı bir döneme denk gelmiştir. Bu dönemde ülkenin yarı sömürge durumundan rahatsız olan pek çok aydın bu durumu değiştirmek üzere çeşitli siyasi görüşler ve hareketler geliştirmişlerdir. Sosyalizm de bunlar arasında yer almaktaydı. İran’da ilk sol parti olan Sosyal Demokrat Parti, Narim Narimanov, Amin Rasulzade ve Haydar Han Amuoğlu gibi Bakü merkezli aydınların girişimleriyle 1904 yılında kurulmuştur. Bunu 1909’da kurulan ve kurucuları arasında Hüseyin Takizade, Muhammed Terbiyet ve Süleyman İskenderi gibi bir grup ılımlı meclis üyesinin bulunduğu Demokrat Parti’nin kuruluşu izlemiştir. 1905 Rus Devrimi’nden sonra Marksist düşünceler, Rus Marksistleri eliyle İran’da yayılmıştır. 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında da İran’daki milliyetçi hareketler ivme kazanmıştır. İran’daki İngiliz etkisi ve yönetimine tepki olarak bu dönemde sömürge karşıtı hareket, sol düşüncenin yükselişine yol açmıştır. Bu dönemde çeşitli kadın hareketlerinin de doğduğunu görmekteyiz. 1920 yılında İran Komünist Partisi’nin kuruluşu ile İran solu örgütlü yapısına kavuşmuştur. Ülkeyi yukarıdan aşağıya baskı yaparak modernleştiren Rıza Şah aynı zamanda milliyetçi ve sosyalist grupları da baskılamıştır. Gilan’da ortaya çıkan Cengeli Hareketi, Horasan’da ortaya çıkan Hiyabani Hareketi ve Azerbaycan’da ortaya çıkan Pisyan Hareketi kanlı bir şekilde bastırılmış ve 1931’de çıkarılan antikomünist yasa ile sosyalist hareketler yasaklanmıştır. Rıza Şah, toplumsal ve siyasal tepkilerden sonra 1941’de tahtı oğluna bırakmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten itibaren sosyal alanda görece daha serbest bir dönemin başladığı görülmektedir. Bu dönemde sol örgütler sayı ve çeşitlilik bakımından ciddi bir artış göstermiş pek çok milliyetçi, ılımlı ve sol siyasi parti kurulmuştur. Bunlar arasında özellikle Tudeh Partisi farklı toplum kesimlerine hitap ederek hızla büyümüştür. Bir işçi partisi görünümünde olan Tudeh, 1946 yılında kabinede üç bakanlık elde etmiştir. Parti yönetimi Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme politikalarına karşı çıkmıştır ve bu nedenle Amerikan destekçisi olmakla itham edilmiştir. 1953 yılındaki darbe ile Musaddık devrilince Şah’ın Amerika ve İngiltere’ye yakınlaşma siyasetinden ötürü Sovyetler’in etkisini kırmak için Tudeh’e karşı ağır önlemler alınmıştır. Bu olaylar, milliyetçi, sol ve İslamî kesimleri Şah’a karşı muhalefette birleştirmiştir. Özellikle 1963’te Şah’ın başlattığı Beyaz Devrim sırasında bütün toplumsal kesimlere yönelik yürütülen baskılar, muhalefeti birleştirmiş ve Devrim’in temelini kurmuştur. Bu ortamda meydana çıkan iki silahlı hareket, Marksist Halkın Fedaileri Örgütü ve İslamcı Halkın Mücahitleri Örgütü, sol ve İslamcı mücadeleyi, Devrim sonrasında da devam edecek şekilde bambaşka yollara sürüklemiştir. Halkın Fedaileri Örgütü, Devrim’den sonra da İslamcılarla yaşanan ihtilaflardan sonra çok yıkıcı terör eylemleri organize etmiştir. Bu şekildeki bir yapılanma, İran sol düşüncesinin kendisini sürdürmesini sekteye uğratan önemli bir unsur olmuştur. Tudeh Partisi’nin de kapatılması ile İran solunun entelektüel kesimleri daha çok yurt dışında aktif olmaya başlamıştır. Özellikle Sovyetler’in yıkılmasından sonra İran solu kendi içinde ciddi bölünmeler yaşamıştır. Baskı ortamında açık ifade ve etkileşim imkânlarını kaybeden sol hareket gittikçe halktan kopuk entelektüel bir hareket olmaya başlamıştır.
Hitler yanlısı olan Rıza Şah, 1941’de tahttan indirilip yerine oğlu geçirildikten sonra ülke, İngiliz ve Rusların fiilî işgaline uğramıştır. Bu dönemde İran ekonomik açıdan çökmüştür. Bu günlerde Sovyet destekli Azerbaycan ve Kürdistan Özerk Cumhuriyetleri kurulmuş fakat 1945’te savaş bittikten sonra Sovyetler’in İran’dan çekilmesiyle bu bölgeler tekrar İran’a katılmıştır. 1950’lerde İran’da üçüncü dünya milliyetçiliğinin bir formunun egemen olduğu görülmektedir. Özellikle Rus-İngiliz işgaline verilen tepkiler, ülkenin iktisadi bağımsızlığını kazanması yönündeki arzular, ülkede yeni bir milliyetçilik akımının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Musaddık’ın öncülük ettiği bu milliyetçilik akımı daha liberal tonlara sahip ülke milliyetçiliği olarak adlandırılabilir. Bu bağlamda monarşinin Amerika ve İngiltere ile kayıtsız şartsız iş birliği yapması, sosyal ve iktisadi sorunları çözmeye çalışan muhalif grupları, Musaddık’ın milliyetçiliğini birleştirici bir fikre dönüştürmüştür.
Musaddık’ı devirip iş başına gelen Muhammed Rıza Şah yeniden bir Pers milliyetçiliği başlatmış ve bunu da kamusal alanda yaymak için her türlü devlet gücünü kullanmıştır. Özellikle orduyu, devlet birliğini ve monarşiyi merkeze alan bu düşünce, İran’ın İslamîyet öncesi geçmişini yücelten bir seküler milliyetçiliktir. Bu çerçevede İranlılık kimliğinin etnik-dilsel boyutlarına vurgu yapılmaktadır. Böylece bir yandan monarşi korunurken diğer taraftan da modernleşme ve sekülerleşme devam ettirilmeye çabalanmıştır. Bir taraftan farklı etnik gruplar İranlılık kimliği altında eritilmeye çalışılırken öte yandan da oluşturulan modern kimlikle ulema ve İslamî gruplara karşı özel bir devlet-millet birlikteliği yaratılmıştır.
Halk arasındaki popüler milliyetçilikle dinî unsurları birleştiren İran Devrimi, yeni türde bir milliyetçilik ortaya çıkarmıştır. Devrim öncesinde dış güçlerin İran’a müdahalelerine ve Şah’ın baskıcı modernleşme politikalarına karşı direniş çerçevesinde ortaya çıkan popülist ve muhalif İran milliyetçiliği, Devrim sonrası dönemde anti-Amerikancılık ve anti-Batıcılık çerçevesinde yeni bir karakter kazanmıştır. Bu süreçte özellikle Irak ile girilen savaş ve ülkeye yönelik uluslararası kuşatma ve ambargolar, milliyetçilik düşüncesinin ciddi bir alan kazanmasına neden olmuştur. Devrim’den sonra seküler Pers milliyetçiliği zayıflarken milliyetçilik hızla İslamîleştirilmiştir. Ancak bu dönemde beklenenin aksine İslam öncesi İran kültürüne ve tarihine yönelik ilgi ve vurgunun bütünüyle terk edilmediği görülmektedir. Muhtemelen bu vurguların İran devletinin varlığı ile ilgili olarak kazandığı anlamlar, bu tür bir süreklilikte önemli bir yere sahiptir.
İran’ın Devrim sonrasında yaşadığı değişimi banknotlar üzerinden inceleyen Elhan, bu paralar üzerinde İmam Rıza Türbesi, Kâbe, Kubbet’üs Sahra ve Ahameniş İmparatorluğu’nun ilk başkenti olan Pasargad’a ait fotoğrafların kullanılmasını bir sentezleme mantığıyla açıklamaktadır. Öte yandan Devrim sonrasında farklı etnik gruplara yönelik baskının hafifletilmiş olması ve farklı dillerin tanınmış olması, kapsayıcı bir milliyetçiliğin inşasına zemin hazırlamıştır. Böylece Devrim’den sonra İran, İslam, Şiilik, Farsça ve Farisilik çerçevesinde karmaşık bir milliyetçilik fikrini meydana çıkarmıştır. Tek bir tonun egemen olmaması, milliyetçiliği ılımlı hâle getirmiş ve kapsayıcılığını artırmıştır.
İran’da Çağdaş Sosyal Teori ve Felsefe
İran’da 20. yüzyılda bir taraftan İslam düşüncesi ve İslamî kavramlar etrafında tartışmalar devam ederken öte taraftan da çağdaş sosyal bilim ve felsefe etrafında önemli çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Sartre, Heidegger, Weber ve Habermas gibi çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimleri Farsçaya çevrilmiş ve hızla kendilerine bir etki alanı bulmuşlardır. Khosrow Bagheri Noaparast, İran’da Sosyal Bilimler Üzerine Tartışmalar ve Sosyal Bilimlerin Gelişimi başlıklı yazısında bu konuyu etraflıca ele alıyor. Yazıda üniversitelerde İslamîleştirilmeye çalışılan sosyal bilimler ve üniversite ortamının kültür hayatında oluşturduğu etkilerin farklı boyutları tartışılmaktadır. Böylece İran’da sosyal bilimlere ve felsefeye verilen anlamı görmekteyiz.
İran’da Devrim’den sonra üniversite eğitiminde de çok önemli dönüşümler gerçekleşmiştir. Bu anlamda öncelikle üniversiteler, İslamî kurallara uydurulmaya çalışılmıştır. Bunun için de İslamî sosyal bilimler temeli oluşturulmak istenmiştir. Dolayısıyla bilginin İslamîleştirilmesi çerçevesinde günümüzde de devam eden çok kapsamlı tartışmalar başlamıştır. Çağdaş sosyal bilimlerin tabiatına dair yürütülen tartışmalar da elbette bu tartışmaları çok yakından etkilemiştir. Bu anlamda özellikle postmodern düşünce ile birlikte gelişen nesnellik, kültürellik tartışmalarını da İran’da bir sosyal bilim tartışmasını sürdürmek bakımından önemli bir imkân sağladığını görürüz. Bu düşüncenin İran’da ciddi bir karşılık bulduğunu ve eleştirel bir değerlendirmenin zeminine dönüştüğünü söylemek mümkündür.
İranlı bilim insanlarının bir kısmı, İslamî bir sosyal bilimin mümkün ya da kullanışlı olduğunu reddetmişlerdir. Bazıları, bu reddi yaparken yeni pozitivist sosyal bilimler görüşüne dayanmışlardır. Bu isimler, bilime herhangi bir sıfat eklenemeyeceğini ve bu tür atıfların giderilmesinin bilimi görecelilikten kurtarmanın bir yolu olduğunu savunmaktadırlar. Bu anlamda İran’da önemli bir etki sahibi olan Karl Popper’in takipçileri, İslamî bir sosyal bilimin imkânını reddetmektedirler. Aslında göreceliliğin reddi, çağdaş sosyal düşüncede artık aşılmıştır. Zira bilimde her zaman hipotezlerin ispatlanması sürecinde göreceliliğe yer olduğu bugün artık kabul edilmektedir. Muhakeme ve temellendirme için ortak standartların bulunmadığı ve herhangi birinin özel standartlarına göre karar verebileceği epistemik bir görecelilik ise zaten bilimsel düşüncenin sınırları dâhilinde değildir. Ancak dinin sosyal bilimlere müdahalesinin ideolojik bir çerçeve oluşturacağı yönündeki kaygılar hâlen çok canlıdır.
Bu anlamda İslamî sosyal bilimlerin ansiklopedik yorumu olarak adlandırılabilecek yeni bir yaklaşım meydana çıkmıştır. Bu görüşe göre bilginin ilahi kaynağıyla ilişkide olan din, insanlara ihtiyaç duydukları tüm bilgileri sağlar. Buna göre İslam, son ilahi din olarak dünya üzerinde insan hayatının sonuna kadar insanlık için çalışacak bütünlüklü bir dindir ve bu yüzden insanların tüm ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Bu nedenle sorunlara İslamî kutsal metinlerden cevap bulunmaya çalışılan bir sosyal bilimler görüşü ortaya çıkmıştır. Bu görüşün iki biçimi bulunmaktadır: Bunlardan birisi, ihtiyaç duyulan bilgilerin tüm detaylarıyla kutsal metinlerde ulaşılabilir olduğunu iddia ederken diğeri, ihtiyaç duyulan bilgilerin ancak genel prensiplerinin bu metinlerden elde edilebileceğini söyler. İslam ve İslamî sosyal bilimlere dair ansiklopedik görüşler ne dinin ne de bilimin doğası bakımından savunulabilirdir. Dinin doğasını ele aldığımızda İslam’ı insanlığın tüm bilimsel ihtiyaçlarına cevap vermeye adanmış bir din olarak görmek için bir sebep bulunmamaktadır.
İran’da sosyal bilim tartışmaları kapsamında ortaya çıkan bir başka tartışma da ahlak yorumu çerçevesinde şekillenmektedir. Bu görüşe göre benimsenecek yol, var olan bilimsel teorileri İslamî inanışa zıt olan unsurları yok edip yerine İslamî olanları ekleyerek İslamî düşünceye göre saflaştırmaktır. Bu proje; Ayetullah Muhammed Taki Misbah Yezdi tarafından Devrim’den hemen sonra Kum şehrinde Haqani Okulu’nda ve Baqer al-Ulum Kültür Kurumu’nda başlatmıştır. Bu bakış açısının arka planında, sosyal gerçeklik ile değerler arasında pozitivist bir ayrım olduğu fikri vardır. Buna göre bilimsel teoriler gerçeklikle ilgilenirken İslam’ın görüşleri de değerlerle alakalı alanı kapsamaktadır. Bu görüş, Türkiye’de 1920’li yılarda Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan hars-medeniyet ayrımına benzemektedir. Böylece hem bilimsel gelişmenin hem de toplumsal kimliğin oluşumunun birlikte gerçekleşeceğine dair bir inanış mevcuttur. Bilim ile dini fonksiyonel olarak ayıran bu yaklaşım aynı zamanda toplumdaki Batılılaşma travmasına da bir cevap olarak üretilmektedir. Bilimi sınırlandıran bir ahlak ile İranlı bilim insanları dünya görüşüne bir alan açmak istemektedirler.
İran’da sosyal bilimler alanındaki bir başka tartışma da kültürel yorum çerçevesinde ortaya çıkar. Sosyal bilimlerin kültürel fenomenlere dayalı olduğu yaklaşımı her bir kültürde bilimin farklılaşması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Dolayısıyla kültürel göreceliliğin sosyal bilimlerin mantığına da yansıması gerektiği İran’da sık yapılan tartışmalardandır. Kültürlerin farklılığına dayalı olarak yerel ve yerli bir sosyal bilim arayışı sıklıkla kendisini göstermektedir. Bilime bu kültürel yaklaşım İran’da Farhangestan Ulume Islami’de ortaya çıkmıştır. Bu kuruma göre din bilimi kontrol etmeli ve dinî görüşler çerçevesinde yeni bir bilim inşa edilmelidir. Böylece Batı bilimlerinin oluşturduğu kültürel yanlılığın aşılacağı ve İran’a özgü ve işleyen bir bilimin inşa edileceği öngörülmektedir. Bu kapsamda en başa kadar gidip İslam düşüncesindeki ve çağdaş bilimlerdeki Aristotelesçi mantıktan kurtulmayı planlamaktadır. Kültürel yaklaşım sahipleri sosyal bilimlerin nesnelliğini kabul etmez. Sosyal bilimi tamamen kültüre bağımlı bir fenomen olarak görerek görecelilik meydana çıkarırlar.
İran’da sosyal bilimler alanındaki bu iki uç görüşü birleştiren bir üçüncü görüş de inşacı yorum içerisinde meydana çıkmıştır. Bu yorum, İslamî sosyal bilimlerin İslamî kutsal metinlerden çıkarılamayacağı, var olan teorilere ahlaki ve İslamî düşünce ve değerleri ekleyerek elde edilemeyeceği ve sistematik olarak Batılı sosyal bilimlere karşı görülemeyeceği ve onlardan izole bir şekilde büyüyemeyeceği görüşündedir. Bu kapsamda inşacı yorum, İslamî sosyal bilimin inşa edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu yaklaşımı savunanlara göre böyle bir inşa için insani ve sosyal ilişkilerin doğası konusunda zengin bir İslamî doktrinler bütününden faydalanılması gerekmektedir. Bu doktrinlerin dogmalar olarak değil geliştirilmeye ve sorgulanmaya açık bir şekilde ele alınması, insan ve toplum ilişkileri açısından bir zemin teşkil edecektir. Böylece İslamî doktrinlerden çıkarılan hipotezler ampirik olarak test edilebilecek ve pozitif kanıtlar ekseninde bir teoriye dönüştürülecektir. Bu yaklaşım sahipleri birbiri ile rekabet eden çeşitli teorilerin inşası ile sosyal bilimlerin açıklama çerçevesinin geliştirilebileceğini öngörmektedirler. Bu yaklaşım, dinî doktrinlerin temelde kaldığı insani düşüncenin ise yanlışlamalar yoluyla değişip geliştiği bir modeli önermektedir.
Sonuç olarak günümüzde İran’da çağdaş sosyal bilim tartışmalarında nesnellik ve öznellik meselesinin çok esaslı bir yer tuttuğu görülür. Aslında sosyal bilimler içerisinde tam anlamıyla bir nesnellik sağlama hususu her zaman tartışmalı olmuştur. Ancak İran’da (ve muhtemelen diğer Müslüman toplumlarda) esas soru, toplumsal hayatı organize edecek değer ve kuralların ne şekilde elde edileceğidir. Bu kapsamda dini ve ahlakı dışlamadan bir bilim yapma imkânının arandığı görülmektedir. Belki de diğer ülkelere örneklik teşkil edecek kadar canlı olan bu tartışmada Noaparast’ın da vurguladığı gibi ulaşılan inşacı yaklaşımın imkânları takip edilmeye değerdir.
Edebiyat ve Düşünce: Edebî Formların Değişimi
Edebiyat bir toplumun en temel göstergelerinden birisidir. Güçlü bir edebiyat geleneğine sahip olan İran’da modern dönemde yeni yazınsal türler gelişmiş ve eski yazınsal türler de bu gelişmelerden etkilenerek bir değişim içerisine girmiştir. Bu anlamda 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Avrupa dillerinden yapılan tercümelerin Fars edebiyatına yaptığı etkiler çok dönüştürücü bir rol oynamaktadır. Bu tercümeler, edebî formları çeşitlendirmiş ve bir modern Fars edebiyatının doğuşuna etki etmiştir. Edebiyat alanındaki etkileşime ve bu etkileşim neticesinde ortaya çıkan neticelere bakıldığında modernleşmenin farklı bir yüzü karşımıza çıkmaktadır. Bu yüz, modernleşmenin her zaman kısırlaştırıcı değil aynı zamanda bazen zenginleştirici bir etkisinin de olabileceğini göstermektedir. İslam düşünce tarihinde tercümelerin oynadığı rol düşünüldüğünde bu etkileşimin anlamı da farklılaşmaktadır.
Müslüman dünyada modernleşme sürecinde tercüme faaliyetleri genel anlamda eğitim, ulus inşası ve kültürel entegrasyon için bir araç olarak kullanılmıştır. Bu bakımdan İran’da 19. yüzyılın sonundan itibaren başlayan tercüme dalgası ile Batılı eserler Farsçaya tercüme edilmeye başlanmıştır. Ayrıca bu tercümeler ile edebî alanda bir yenilenme de gerçekleşmiştir. Yeni edebî formların ortaya çıkması, eski formların hızla dönüşmesi ile edebiyat alanında bir canlanma da kendisini göstermiştir. Burada dikkat çeken en önemli husus, biçim değiştiren şiirin merkezî öneminin azalması ve yerine roman ve öykünün merkezî bir değer kazanması ve tiyatro, senaryo gibi yeni formların da çok ciddi bir atılım gerçekleştirmesidir. Ayrıca edebî eserlerde ele alınan temalar zamanın sosyopolitik meseleleri ile iç içe geçmiştir. Türkiye’de de benzer çalışmalar yürütülmüş ve araştırmacılar, tercüme hareketlerinin modern edebiyatın oluşmasında büyük zenginlik kattığını göstermişlerdir. Benzer çalışmalar, Çin edebiyatı üzerine de yapılmıştır.
Zahra Abdolahzadeh ve Hossein Sabouri’nin kaleme aldığı İran’da Tercümenin Modern Fars Edebiyatının Doğuşuna Etkisi başlıklı yazıda, modern İran edebiyatını şekillendiren unsurlar ele alınmaktadır. Yazarların temele aldıkları Even-Zohar, edebî çoğul dizgeler teorisi çerçevesinde edebî etkileşimi, farklı edebiyatlar arasındaki bir ilişki olarak tanımlamaktadır. Burada etkileşimin oluşturduğu zemin farklı edebî türlerin birbirini beslemesine yol açar. Bu bazen hepsinin birden zayıflamasına bazen birinin diğerini baskılamasına yol açar. Bazen de İran’da olduğu gibi birbirini polenleyen bitkiler misali hem yeni türlerin hem de eski türlerin rekabetçi bir yenilenmesine ve sentezleme yoluyla katlanarak gelişmesine yol açar. İran’da tercüme hareketleri, moderniteye yönelmenin gerekli bir bileşeni olarak kabul edilmiş ve Fars edebiyatının tarihi boyunca geçirdiği en derin ve yoğun dönüşümü olan devrimsel bir değişim ve tecrübeye yol açmıştır. Sonuç olarak başka dillerden Farsçaya yapılan tercümeler uzunca bir tarihe sahiptir ve bu tercümeler, tarih boyunca İran toplumunun gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Benzer şekilde 19. yüzyılın ortasından sonra Avrupa dillerinden yapılan tercümeler, İran’da çoğul bir edebî dizgenin oluşmasına ve kültürel olarak zenginleşmesine yol açmıştır.
Güncel Fikrî Yönelimler ve Bakışlar
Bu kitapta, İran’da çağdaş düşüncenin genel bir haritasının çıkarılması, fikrî oluşum ve gelişimlerin dinamiğinin ele alınması amaçlanmıştır. Bu anlamda son yüzyıl içerisinde etkili olmuş düşünceler değerlendirilmektedir. Büyük bir devrim yaşamış ve bunun etkilerini hâlen daha yaşayan bir ülkede, düşünce yaşamının bu devrim etrafında ele alınması alışılageldik bir durumdur. Farklı düşünce geleneklerini detaylı bir şekilde ele aldıktan sonra artık İran düşünce yaşamına dair elimizde yönlendirici bir çerçeve bulunmaktadır. Bu çerçeve dâhilinde İran düşüncesinin kültürel, dinî ve siyasi anlamda güncel bir değerlendirmesini yaparak geleceğe dair bir kestirimde bulunma imkânı mevcuttur. Peyman Eshaghi, 1979 Sonrası Dönemde İran Sosyal, Kültürel, Dinî ve Siyaset Düşüncesinde Güncel Eğilimlerin Haritasını Çıkarmak başlıklı yazısında günümüz İran’ının mevcut entelektüel durumunu haritalandırırken onu bir yandan dinî, sosyal ve kültürel düşünceler açısından diğer yandan da siyasi düşünceler açısından değerlendiriyor.
Günümüz İran düşüncesini tanımak isteyen birisinin, Şiiliğin İran siyasal ve sosyal düşüncesindeki yerini iyi tanıması gerekir. Dolayısıyla İran’da çağdaş düşünceye dair çıkarılacak bir haritanın birinci unsurunu, Şii sosyal, kültürel ve dinî düşüncesi oluşturmaktadır. İran düşüncesi şöyle ya da böyle Şiiliğin gösterdiği bazı sosyokültürel etkiler çerçevesinde gelişmiştir. Bu manada günümüzde Şii düşüncesinin üç ana formu bulunmaktadır: Köktenciler, gelenekçiler ve modernistler. Bu üç form birbiri ile rekabet içerisinde hem dini hem de baskın sosyal düşünceyi etkilemektedirler. Şii köktenci düşünce, Şiiliğin İran toplumundaki kurucu tarihsel ve güncel rolüne atıfla kendisini kurmaktadır. Misbah Yezdi, Ali Ekber Reşad ve Hamid Parsania gibi teologlar ve Rıza Daveri Erdekan ve Gulam Ali Haddad Adil gibi akademisyenler, Batı’yı radikal bir biçimde eleştirmekte ve Batılı yaklaşımlar yerine Şiilik temelli alternatifler bulmaya çabalamaktadırlar. Bu anlamda ekonomiden kadın haklarına kadar bir dizi alanda geleneksel çözüm önerileri geliştirmektedirler. Bir diğer düşünce yönelimi olan Şii gelenekçilerinin en temel amacı ise her şeyden ziyade Şii kimliğini korumak, güçlendirmek ve Şiiliğin merkezî bir unsur olarak telakki edilmesini sağlamaktır. Şii ilahiyat okullarının yer aldığı Kum’da yaşayan yüksek rütbeli Şii fakihlerinin temsil ettiği bu düşünce ekolü daha ziyade apolitiktir ve dinin ülkedeki insanların hayatını şekillendirmesini her şeyden üstün tutmaktadır. Şii modernistler ise akademisyenlerin yanı sıra din adamlarını da kapsayan geniş bir yelpazeye sahiptirler. Büyük bir kısmı İran’dan göç etmiş olan bu isimler, düşüncelerini de İslam teolojisine dayandırarak açıklasalar da kendilerini dinî düşünce içinde sunmazlar.
İran’da çok fazla görünür olmasa da nüfusun %15’ini oluşturan Sünni bir grup ve bu grubun önde gelen isimleri tarafından geliştirilen bir Sünni düşünce mevcuttur. Eshaghi yazısında bu düşünceyi de köktenciler, gelenekçiler ve modernistler şeklinde üç gruba ayırmaktadır. Ona göre köktenci-gelenekçi düşünceler daha çok Beluç düşünürler arasında ve gelenekçi-modernist düşünceler ise daha çok Kürt düşünürler arasında yaygındır. Beluç ve Türkmen kesiminde yaygın olan düşünce daha çok Selefiliğe meyillidir ve ayrıca Güney Asya’daki Tebliğ Cemaati ile de yoğun bir ilişki söz konusudur. Abdulhamid İsmailzehi ile İran’ın kuzeyindeki Türkmen Sünnilerden Muhammed Hüseyin Görgüç’ün temsil ettiği bu akımın öncü isimleri, takipçilerinin kültürel seviyesinden dolayı genellikle az sayıda yayın yapmakta ve düşüncelerini daha çok vaazlar yoluyla yaymaktadırlar. Kürt Sünnilerinde ise durum tamamen farklıdır. Ahmed Müftizade ve Nasır Subhani gibi isimler, modern İslamî yoruma daha yakın olan bir tür gelenekselci düşünce inşa etmişlerdir.
Şii ve Sünni düşünce kadar yaygın olmasa da İran’da köklü bir tasavvufi sosyal düşünce mevcuttur. İslam dünyasındaki günümüz tasavvufi akımların çok önemli bir kısmının doğduğu veya geliştiği bir yer olan İran’da günümüzde de bazı tasavvuf tarikatları ve grupları bulunmaktadır. Bu gruplar, Şii ve Sünni Sufiler olarak ikiye ayrılırlar. En önde gelen Şii tasavvuf tarikatları arasında Nimetullahi, Zehbiye ve Haksariye tarikatları bulunmaktadır. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde en aktif olan Sünni tarikatı Nakşibendiliktir. Devlet ve yerleşik din adamları tarafından pek de hoş karşılanmayan bu gruplar genellikle halk katında ve kırsalda yaygındır.
Günümüz İran’ında gayri İslamî dinî, kültürel ve sosyal düşünce denilince genel itibarıyla seküler düşünce anlaşılmaktadır. İran’da son yıllarda yeni çağ hareketlerinin, misyoner evanjelist grupların ve Bahai inancının daha yaygın hâle geldiğine dair raporlar yayınlanmasına rağmen bu gruplar ana akım dinî, kültürel ve sosyal düşünce açısından marjinal kalmaya devam etmişlerdir.
Günümüzde İran’da adı böyle konmasa da seküler düşünceye yaslanan (dinî düşünceye yaslanmayan) çok sayıda fikir ve hareket mevcuttur. Bu anlamda özellikle maneviyatçılık, milliyetçi İran şehri yaklaşımı, Ahmed Ferdid ve öğrencileri tarafından ortaya konulan fikirler ve feminist hareketler belirtilmelidir. Bu çerçevede yer alan en dikkat çekici akım Ferhat Hosrokhavar tarafından “İran neomuhafazakâr entelektüelciliği” olarak adlandırılan entelektüel eğilimin bir parçası olan İran maneviyatı düşüncesidir. En önemli temsilcileri arasında Seyyid Hüseyin Nasr, Daryush Shayegan ve Seyyid Ahmed Ferdid’in bulunduğu bu düşünce mensupları, yerel, geleneksel ve tarihsel değerlere vurgu yapmaktadır. Nasr, tasavvuf öğretilerini, küresel ve modern hayata uyumlu bir şekilde yeniden düzenlemeye çalışmıştır. Devrim’den sonra göç etmesine rağmen İran’daki entelektüel çevrelerle yakın ilişkilerini devam ettiren Nasr, güncel düşünsel yaşam üzerinde önemli etkilere sahiptir. Devrim öncesinde, Batı’yı eleştirme, Asya’yı yüceltme ve Batılılaşmış entelektüelleri kınama hususunda radikal bir tavra sahip olmasına rağmen Shayegan son zamanlarında bu düşüncelerini gevşetmiş ve önemli bir kısmından vazgeçmiştir. İran düşüncesinde etkili ve kurucu bir kavram olan Garbzede kavramını ortaya atan Ferdid ise günümüzde geleneksel düşünceden Devrim’e önemli destekler çıkaran bir düşünce geliştirmiştir. Günümüzde Fransa’da yaşayan İranlı düşünür ve siyaset bilimci olan Seyyid Cevad Tabatabai’nin ortaya attığı İran şehri teorisi de dinî olmayan düşünce içinde önemli bir yere sahiptir. Tabatabai, İran toplumunun tarihinden hareketle Farsçanın üstünlüğüne dayanan dinî-millî bir ulus devlet sistemini önermektedir.
Yukarıda da birkaç kez belirtildiği gibi sol düşünce, İran’da hiçbir zaman tek başına belirleyici olmamıştır. Ancak Batı karşıtı kamusal söylemleri etkilemesi ve İslamcılığın siyasi jargonuna katkı yapması bağlamında günümüzde de hâlen bir temsil alanı mevcuttur. Sol düşünce ve örgütler, 1980’lerdeki engel ve baskılar sonucunda irtifa kaybetmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından sol düşünce, İran düşünce sahasında artık etkinliğini geri kazanamayacak şekilde kaybetmiştir.
Dinî olmayan düşünceler içerisinde belki de en ilginç bir biçimde yaygın olanı feminizmdir. Pek çok önemli feminist eser, 1980’lerden itibaren çevrilmiş ve yaygın bir dolaşıma girmiştir. Günümüzde geleneksel ve dinî düşünceye açıktan meydan okuyan bu düşünce aynı zamanda siyasal meselelerde de etkindir. Özellikle aktivizm içerisinde şekillenen bu düşünce, kadınların evlilik, boşanma ve medeni hukuk, eğitim, ekonomik ve siyasi hakları gibi konularda yaygın bir eleştiri ve etkiye sahiptir. İlginç bir biçimde aslında apolitik olan bu düşünce gittikçe siyasi bir güç ve temsil alanı kazanmaktadır.
İran’da siyasi düşünce genel olarak muhafazakârlar ve reformistler olarak ikiye ayrılmaktadır. Bir tarafta velayet-i fakih kavramı etrafında şekillenen siyasi ilkecilik yer alırken öte tarafta ise siyasal sistemde bir zümre kontrolüne karşı çıkarak katılım temelli bir kurumsallaşma talep eden gruplar yer almaktadır. Günümüzde seçimlerde yarışan bu iki hareketten ilki, kurumsal gücü yaygın bir biçimde kullanırken ikincisi, halkın memnuniyetsizliklerine ve kamusal sorunların itici tabiatına sığınmaktadır. Kapsayıcı siyasi programlar ve açıklamalar üretmekten yoksun olan bu hareketler, bir dayanışma içerisinde birbirini devam ettirmektedirler.
Nihayetinde İran’daki düşünce sistemleri pek çok açıdan iç içe geçmiştir. Bu düşünce akımları Devrim öncesinde de var olmalarına rağmen Devrim’den sonra önemli değişimler geçirmişlerdir. Dışarıdan bakıldığında baskıcı ve her şeyi kontrol eden bir ülke görüntüsüne rağmen günümüzde yaygın ve canlı bir entelektüel müzakere ortamına sahip olan İran’da dış dünyayla etkileşim artmakta, çeşitlenme devam etmektedir.
Sonuç: Şimdi ve Sonrası
Aslında yukarıda anlatılanlardan da anlaşılabileceği üzere İran’da düşünce, göründüğünden ve zannedildiğinden daha karmaşık ve çeşitlidir. İran’a bir mollalar ülkesi veya teokratik devlet deyip çıkmak mümkün değildir. Zira kimliğini arayan bir ülke ve kendisine bir yol çizmeye çalışan bir toplum olarak İran’da hâlâ özgün bir düşünce ve tartışma ortamı söz konusudur. Zaman zaman ulemanın kendisinin de katıldığı bu çaba, İran düşüncesinin yeniden yorumlanmasına bir zemin hazırlamaktadır. Öte yandan da modern dünyada gelişen yeni düşünceler ve teoriler, diğer Müslüman ülkelerle kıyaslandığında şaşılacak düzeyde bir hızla yaşam alanı bulmaktadır. Bugün muhtemelen Popper ve Heidegger, İran’da herhangi bir Batı ülkesinden daha fazla okunmakta ve yorumlanmaktadır. Benzer şekilde muhtemelen İran’da kadın hakları hakkındaki teorik tartışmalar pek çok Batılı ülkeden daha ileri boyutlara varmış olabilir.
Kitapta detaylıca ele alındığı üzere çağdaş İran düşüncesi, 20. yüzyıl boyunca birbirine paralel bir biçimde gelişen dört siyasal düşünce etrafında şekillenmiştir. Bunlardan birincisi, kadim İranlılık fikrine dayanan milliyetçilik düşüncesidir. Bünyesinde hem geleneksel Şiiliğin oluşturduğu dinî unsurları hem de ulus devletin oluşumu çerçevesinde etnik unsurları barındıran bu düşünce, bir taraftan modernleşme sürecinde devletin en etkili aygıtı olmuşken bir taraftan da zamanla Batı karşıtlığının zeminine dönüşmüştür. İkinci görüş ise 1900’lerin başından itibaren anayasacılık hareketi çerçevesinde gelişen liberalizmdir. Bir dönem özellikle Şah karşıtı parlamentarizm hareketi içinde liberal ton, düşünce evreninde kendisini gösterse de İran toplumunda kendisine yeterince sosyal bir zemin bulamamıştır. Ancak liberal düşünce son zamanlarda öğrenci hareketleri, kadın hakları ve insan hakları çerçevesinde kısmi bir zemin bulmuş görünmektedir. İran düşüncesinde etkili olmuş olan diğer bir görüş ise sosyalizmdir. Solun İran toplumundaki macerası bir hayli ilginç ve tartışmalıdır. Zira sol düşünce, bir devrimci hareket olarak her ne kadar İran Devrimi içinde yer alan aktif unsurlardan birisi olsa da kısa bir süre sonra terörize olmuş ve gittikçe düşünsel zeminini kaybetmiştir. Günümüzde İran solu daha çok yurt dışında aktif olan gruplardan müteşekkildir. İran düşüncesinin dördüncü unsuru ise yüzyılın başında geleneksel ulema tepkisi olarak başlayıp zamanla olgunlaşan İslamcı düşüncedir. İran devletinin resmî görüşünün temellerini de oluşturan bu düşünce, günümüzde diğer fikrî akımları bünyesinde konsolide etmiş görünmektedir. Öte yandan İran tarihî-toplumsal kimliğinin ifadelendirilmesinin zeminini oluşturma çabası ve fikrî güncellemeler, bu hareketin kendi sınırlılıklarını aşma gerilimleri meydana getirmektedir.
Günümüzde İran toplumu ve düşüncesi ile ilgili temsillerin genellikle yüzeysel bir yargılama çerçevesinde gerçekleştiği kolaylıkla görülebilir. Klişelerin arkasına sığınan bu değerlendirmeler aslında olanı biteni açıklayamadığı gibi bir dizi çarpıtmayı da beraberinde getirmektedir. İran söz konusu olduğunda “mollaların baskısı”, “Şiiliğin etkisi”, “toplumsal atalet”, “muhalefetin etkisizliği” ve “siyasal sistemin işlememesi” gibi bir dizi yargı kendisini gösterir. Buna bir de yurt dışındaki İranlıların ülkeleri hakkındaki diasporik söylemleri eklenince İran hakkında üretilen bilgiler gittikçe İran’ın anlaşılmasının önünde bir engele dönüşmektedir. Bu sadece Batılı ülkeler için değil İran’ın en yakın komşusu, önemli bir bölgesel rakibi ve zaman zaman müttefiki bir ülke olarak Türkiye için de böyledir. Ülkemizde İran ile ilgili yapılan çalışmalar genellikle dil, edebiyat ve tarih ile ilgilidir. Güncel toplumsal ve siyasal meseleler ile düşünce hayatı ile ilgili çalışmalar çok azdır ve bu çalışmalar da genellikle Batı’dan çeviridir. Hâlbuki bu kadar yakın ve tarihsel bağlarla bağlı olduğumuz bir ülkenin düşünce dünyasını tanımak ilişkilere en azından fikrî derinlik katacaktır. Zira bu kitabı okuyan birinin hayretle göreceği üzere İran düşünce tarihindeki olay ve gelişmeler neredeyse Türkiye (ve Mısır) ile paralel bir seyir arz etmektedir. Dolayısıyla bu ülkelerin birbirinden öğreneceği çok şey bulunmaktadır. Dahası karşı karşıya olunan ortak tehditleri ve benzer kaderi keşfetmek bakımından İran düşüncesinin ülkemizde anlaşılıp tartışılması önem arz etmektedir.