Giriş
Tunus’ta başlayarak tüm Orta Doğu’yu etkileyen Arap Baharı olarak bilinen ayaklanmalar, devletin oluşumu, dönüşümü ve bekası gibi kavramların yeniden tartışılmasını beraberinde getirmiştir (Saouli, 2015; Hinnebusch, 2018). 2010 yılı sonunda başlayan Arap Baharı devletlerin oluşumu ve sürekliliği noktasında oldukça aydınlatıcı bir süreç ortaya koymuştur (Christie ve Masad, 2013, s. 4). Samuel Huntington 1970’ler ve 1980’lerde Latin Amerika, Afrika’nın bir kısmı, Asya ve Doğu Avrupa’da yaşanan siyasi dönüşümleri demokratikleşmenin üçüncü dalgası olarak nitelendirmiştir (Huntington, 1991). Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte 1990’larda başlayan ve tüm dünyada etkili olan demokratikleşme dalgasında Orta Doğu ve Kuzey Afrika (OKA) olarak bilinen bölge, bu demokratik toplumsal ve siyasal dönüşümleri yaşamamıştır. Belirli ailelerin ya da monarşik yapıların ve tek partiye dayalı diktatoryal yönetimlerin baskın olduğu OKA bölgesinde otoriterlik belirgin bir şekilde hâkim görünmektedir (Christie ve Masad, 2013, s. 5).
Arap Baharı, OKA’da otoriter yapıların sarsıldığı bir süreci başlatmıştı. Bugün gelinen noktada, bu sürecin bölgedeki ülkelerde farklı sonuçlar doğurduğunu gözlemlemek mümkündür. Bu değerlendirmeler, bölgeye ilgi duyan araştırmacıları devlet kavramını yeniden düşünmeye itmektedir. Lisa Anderson, OKA bölgesi ile ilgili akademik çalışmalarda devleti teorik olarak inceleyen az sayıda çalışma bulunduğuna dikkat çekmektedir. Anderson, bunun yerine toplumsal sınıflar ya da toplumsal gruplarla ilişkili olarak OKA’da ulus devlet kavramının incelendiğine işaret etmektedir (Anderson, 1987, s. 1-2). Elbaki Hermassi, Mağrip’te devletin oluşumunu değerlendirirken siyasi bir yapı olarak kabul edilen Mağrip devletleri ve derin bir kriz yaşayan Mağrip rejimlerini birbirinden ayırmak gerektiğini vurgulamaktadır (Hermassi, 1985, s. 157). Bu çalışma, devlet ve devletin oluşumunu Kuzey Afrika bağlamında ele almaktadır. Böyle bir analizi yapabilmek için öncelikle devleti ve devletin oluşumunu tanımlamak gereklidir. Bu çalışmada devletin oluşumu bir süreç olarak değerlendirilmekte ve tarihsel-sosyolojik bir yaklaşım benimsenmektedir. Devleti kavramsal olarak inceleyen iki farklı tarihsel-sosyolojik yaklaşımdan bahsedilebilir. Temsilcileri arasında Michael Mann, Theda Skocpol ve Charles Tilly’nin yer aldığı uluslararası ilişkilerde birinci dalga olarak bilinen tarihsel sosyolojik çalışmalar, devletin farklı bir kurumsallaşma şekli olduğu için diğer toplumsal güçlerden otonom olduğunu savunmaktadır (Poggi, 2007, ss. 9-11). Skocpol devleti “yürütücü bir otoritenin kontrolündeki idari ve siyasi örgütlenme” olarak değerlendirir (Skocpol, 1979, s. 29). Skocpol’un yaklaşımında dikkat çeken nokta, devleti katı kurumsalcı bir perspektiften değerlendiriyor olmasıdır. Yeni-Weberci yaklaşımlar devleti somut bir olgu olarak ele aldıkları ve toplumsal alanın rolünü göz ardı ettikleri için eleştiriye tabi tutulmuştur (Halperin, 1998, ss. 328-331). Bununla birlikte, uluslararası ilişkilerde yeni-Weberci yaklaşımlar içinde “ikinci dalga” olarak bilinen bir yaklaşım gelişmiş ve devlet-toplum arasındaki etkileşimi vurgulamıştır (Migdal, 2001). Bu yaklaşıma göre, devlet sadece anarşik uluslararası sistemin yapısal koşullarına uyum sağlayan pasif bir aktör değildir ve toplumsal ilişkiler devletin şekillenmesinde önemli bir rol üstlenir (Hobson, 2000, s. 29).
Bu çalışmada Kuzey Afrika’da devletin oluşumu incelenirken yukarında geçen ikinci dalga olarak bilinen yeni-Weberci bir yaklaşım benimsenmekte, devlet-toplum arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu ve bu etkileşimin devletin oluşumunu etkilediği savunulmaktadır. Çalışmada öncelikle devlet ve devletin oluşumu teorik olarak incelenecektir. Daha sonra, Kuzey Afrika’da devletin oluşumu değerlendirilecektir. Son olarak, Tunus, Fas ve Cezayir’de devletlerin oluşum süreçleri ayrı olarak ele alınacaktadır. Bu bağlamda, çalışma özellikle bu üç devletin bağımsızlığını elde etmesinden 1990’lara kadar geçen döneme odaklanmaktadır. Bu dönemde yaşanan gelişmelerin bağımsızlığın ardından her üç ülkede rejimin şekillenmesinde belirleyici bir rolü olduğu vurgulanmaktadır.
Kuzey Afrika’da Devlet ve Devletin Oluşumunu Kavramsallaştırmak
Devletin oluşumunu ve dönüşümünü inceleyen bu çalışmada devletin tanımını yapmak önemli bir adımdır. Devleti tanımlamak ise teorik olarak kolay bir girişim değildir. Micheal Mann devleti “dağınık bir kavram” olarak nitelendirmektedir (Mann, 1984, s. 187). Weber’in yaklaşımı ile devleti değerlendirmek istenirse, ideal devlet tanımı yapılmış olur ve bu Kuzey Afrika bağlamında ne kadar anlamlı bunu tartışma imkânı bulunabilir. Max Weber’e göre devlet “belirli bir toprak üzerinde idari birimleri düzeni sağlamak için fiziksel şiddetin meşru kullanımı tekelini elinde tutan zorunlu siyasal örgütlerdir” (1978, s. 54). Weber’in tanımı gerçek devletleri değil, bir “ideal-tip” olarak görülebilir. Bu tanımın ortaya koyduğu güçlük, devletlerin neden zorunlu olduğu, fiziksel gücün meşru tekelinin ve devlet sınırlarının nasıl oluştuğu ya da bu siyasal örgütün nasıl oluştuğu şeklinde birçok soruya cevap verememesidir. Devletin kavramsallaştırılmasında bir diğer sorun ise devlet ve toplum arasında olduğu varsayılan ayrımdır. Migdal ve diğerleri tarafından yapılan çalışma devleti toplumda yer alan örgütlerden biri olarak tanımlamaktadır (Migdal ve diğ., 1994, s. 2). Özellikle Weber’in tanımının gelişmekte olan ülkelere uyarlanmasının güç olduğunu gören Migdal yeni bir devlet tanımı önermektedir. Devlet şiddetin kullanımı ve tehdidiyle öne çıkan ve (1) belirli bir toprak parçasında yaşayan halkı temsil eden tutarlı ve kontrollü bir örgüt imajı, (2) farklı bölümlerin güncel uygulamaları tarafından şekillen iktidar alanıdır (Migdal, 2001, s. 15).
Migdal’in tanımında otonom, hâkim bir devlet imajı, bu devletin güncel uygulamalarından ayrı tutulmaktadır. Dolayısıyla devletin sembolik gücü ve bu gücün diğer devletler ve devletlerin halkı tarafından nasıl algılandığı önem taşımaktadır. Migdal’ın bu tanımı gelişmekte olan ülkelerin deneyimlerine ışık tutmakta ve devletin tekrar tekrar inşa olduğu ve dönüştüğünü vurgulamaktadır (Migdal, 2001, s. 22). Migdal’ın bu yaklaşımına paralel olarak Michael Mann devletin toplumsal yaşamın bir yansıması olduğunu ifade etmektedir (Mann, 1993, s. 23). Yine Migdal ve diğerleri, devlet gücünün bütüncül olmadığını, farklı bölümlerden oluştuğunu, devlet kavramını anlamak isteyenlerin bu çoğul yapıyı anlaması gerektiğini ifade etmektedir (Migdal ve diğ., 1994, s. 294). Migdal’ın tanımından yola çıkarak devleti bir süreç olarak kabul ettikten sonra üzerinde durulması gereken bir diğer nokta devletin oluşumudur. Weber, devletin oluşum süreci ile ilgili olarak “devlet, insanın insana hükmettiği ve meşru şiddetin araçları tarafından desteklenen bir ilişki” olarak tanımlanmaktadır (Weber, 1948, s. 78). Dolayısıyla devletin oluşum süreci bireyler arası iktidar ilişkilerinin kurumsallaşmış hâli olarak okunabilir.
Diğer taraftan, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte Orta Doğu’da güçlü, meşru, egemen olarak nitelendirilebilecek devletlerin ortaya çıktığını söylemek güçtür. Bunun yerine, devletlerin üzerinde kurulduğu ve yıkıldığı sosyal alanlar ortaya çıkmıştır. Yine bu coğrafyada ulus devletlerin meşru yapılar olarak oluşmasından çok önce sınırları belirlenmiştir (Anderson, 2004). Bu devletlerin ayırt edici diğer iki özelliği ise uluslararası devletler sistemine geç dâhil olmaları ve oluşumlarının ilk aşamasında bulunmalarıdır (Saouli, 2006). Bu durum, Arap devletlerinin dış müdahalelere açık ve zayıf bir konuma sahip olmasına neden olmaktadır. Orta Doğu’daki toplumlar ve rejimler aynı anda devletin pekişmesi, ulus inşası, ulusal bağımsızlık ve demokratikleşme gibi birçok hedefi gerçekleştirmek durumunda kalmıştır. Sami Zubaida, ulus devletlerin eski sömürgeler için bağımsızlık anında zorunlu bir model olduğuna dikkat çekmektedir (Zubaida, 1993, s. 121). Orta Doğu’da ulus devletin kurulması ve buna bağlı olarak gelişen milliyetçilik bu bölgenin uluslararası devletler sistemi tarafından şekillendirilmesi süreci olarak değerlendirilebilir. İktidara geldiklerinde belirli bir siyasi ve ulusal vizyona sahip olan Arap rejimlerin hedeflerine ulaşmak için rakiplerini zayıflatması gerekmektedir. Fakat iktidarda kalmak için rakipleri dışlaması ise bu rejimlerin meşruiyetine zarar vermektedir (Saouli, 2012, s. 50-61). Bu durumda otoriter yönetimi sürdüren rejimler muhalefeti bastırmayı tercih eder fakat bu baskı onların meşruiyetini tamamen yitirmesine neden olabilir (Saouli, 2012, ss. 52-67).
Avrupalı devletler tarafından çizilen siyasi sınırlar, Orta Doğu’da güçlü ulus devletlerin oluşması önündeki en temel engellerden biridir. Saouli’ye göre, Avrupalı devletlerin bölgeden çekilmesiyle birlikte ortaya çıkan yapılar sosyal alanlardır. Bu alanlar devletlerin oluştuğu, geliştiği ve çöktüğü bağlamlardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, devlet sabit bir kategori değil, bir oluşum sürecidir (Saouli, 2019, s. 42). Bir sosyal alan birçok üç farklı yapıyı içinde barındırmaktadır. Birincisi coğrafi yapı, sosyoekonomik sistemi içine alan materyal yapı; ikincisi etnik-dinî ve mezhepsel kimlikleri kapsayan kültürel yapı ve toplumsal güçlerin karşılaştığı, materyal ve kültürel yapının siyasal bir anlam kazandığı siyasal alandır (Saouli, 2012, s. 17-20).
Yukarıda sayılan yapılar, siyasal etkileşimlere zemin hazırlamaktadır. Devletin kurumları ise farklı siyasi aktörler arasındaki mücadeleler sonucunda ortaya çıkmaktadır (Saouli, 2019, s. 43). Bu kurumlar güçlü siyasi aktörlerin diğer aktörler karşısında konumunu belirli kurallar çerçevesinde istikrarlı hâle getirmesini sağlamaktadır (Filgstein, 2001, s. 108). Sosyal alanın şekillenmesinde etkili olan iki dinamikten bahsedilebilir. Bunlardan birincisi tarihsel süreç, ikincisi ise rejime muhalif güçlerin meydan okumasıdır. Tarihsel gelişmeler toplumsal olayların ve devletin oluşumunun belirli bir zaman ve konumda gerçekleşmesini anlamlandırmaktadır (Pierson, 2004). Diğer taraftan, tarihsel süreç içerisinde önce gerçekleşen olayların sonra gerçekleşen olaylar zincirini etkilediği bilinmektedir. Yani belirli bir süreç başladığında bu sembolik bir anlam kazanmakta ve bunu tersine döndürmek oldukça zordur (Tilly, 2006). Tarihsel süreç ayrıca siyasi mücadelelerin anlaşılması açısından önemlidir. Zira toplumsal aktörler geçmişte yaşanan gelişmeler ışığında güncel siyasi, ekonomik kültürel, toplumsal kimliğini ve konumunu şekillendirmektedir (Davis, 2005, s. 4). Belirli bir sosyal alanın ortaya çıkması yani bir devletin oluşması kritik bir tarihsel sürece işaret etmektedir. Dolayısıyla bir ülke belirli bir yol haritası benimsedikten sonra bunu terk etmesi zordur. Esasen yapılan kurumsal düzenlemeler kalıcı etkiler doğurmaktadır (Margaret Levi, Nakleden Pierson, 2000, s. 252).
Devletlerin ilk oluşum aşamasında; güç, ideoloji ve ekonomi tartışma alanlarını oluşturmaktadır. Siyasi aktörler şu üç alan üzerinde kontrol sağlayabildiğinde bir rejim ortaya çıkar: Güç, ideoloji ve ekonomi. Esasen bir rejim ortak bir ideolojik ve siyasi hedefe sahip bir koalisyonu ifade etmektedir ve bu koalisyon hedefine ulaşmak için rakip güçler üzerinde hâkimiyet sağlamaya çalışır. Belirli toplumsal güçler, iktidarın dağıtılması ve yeniden üretilmesi noktasında siyasi talepler geliştirebilirlerse ve bu taleplerin siyasal alanda etkili olmasını sağlarlarsa kendi iktidarlarını kurumsallaştırırlar. Fakat siyasal alanda sağlanan bu hâkimiyet kaçınılmaz olarak muhalefeti beraberinde getirir. Muhalif güçler toplumsal hareketler, siyasi liderler ya da siyasi partiler rejimin kontrolü altındaki alanlara meydan okumayı amaçlamaktadır. İslamcı hareketlerin 20. yüzyılda Orta Doğu’da mevcut rejimlerin ideolojik hâkimiyetine meydan okuması zaman zaman şiddetle sonuçlanmıştır. Farklı bir devlet, ulus ve toplum vizyonuna sahip olan bu muhalif güçler, alternatif rejimler olarak değerlendirilebilir (Saouli, 2019, ss. 44-45). Bir sonraki bölümde Kuzey Afrika’da devletin oluşumu burada benimsenen teorik argümanlar ışığında ele alınacaktır. Bu noktada özellikle devletin oluşumda etkili olan tarihsel süreç (Fransız sömürgeciliği), jeopolitik yapı (Akdeniz coğrafyası) ve kültürel yapı (İslam’ın rolü) üzerinde durulacaktır.
Tarih, Jeopolitik ve Kültür Bağlamında Kuzey Afrika’da Devlet
Tunus, Fas ve Cezayir’de devletin oluşumunu incelemeden evvel bu bölgenin genel bazı özelliklerine değinmek anlamlı olacaktır. Tarihsel süreç, jeopolitik faktörler ve kültürel yapının temeli olarak İslam’ın rolü bu bölgede devletin oluşunda dikkate alınması gereken üç temel özellik olarak sıralanabilir. Bu bağlamda, Mağrip siyasetini anlamlandırabilmek için tarihsel süreç oldukça önemlidir. Esasen, Mağrip devletlerinde bağımsızlığın elde edilmesiyle birlikte ortaya çıkan siyasal sistemler geçmişte yaşanan deneyimlerin, olayların ve güç ilişkilerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Öncelikle bölgenin coğrafi konumu dikkate alındığında Mağrip Afrika, Orta Doğu ve Avrupa’nın etkisi altında gelişmiş bir bölgedir (Willis, 2014, s. 10). Sömürge deneyimlerinin bölgedeki devletlerin oluşumu ve gelişimi üzerinde belirleyici bir rol oynadığını vurgulamak gerekir. Tunus ve Fas açısından nispeten daha barışçıl bir şekilde elde edilen bağımsızlık, Cezayir’de askerî mücadele sonunda elde edildi. Bu deneyim, Cezayir’de devletin Tunus ve Fas ile kıyaslandığında farklı oluşumunu açıklayıcı niteliktedir. Benjamin Stora’ya göre: “Mağrip’in merkezinde bağımsızlığın elde edilmesinden sonra ağır basan iktidar mekanizmaları, Fransız sömürgeciliği sırasında yerleşen büyük milliyetçi yönelimlerin uzun ve karmaşık tarihleri boyunca etkisini sürdürmeye devam etmiştir” (Stora, 1994, s. 239).
Mağrip’te sömürge yönetimlerinin yapısındaki ve süresindeki farklılıklar dikkate alındığında Fas, Tunus ve Cezayir’de neden farklı kimliklerin ortaya çıktığını daha iyi anlayabiliriz. Sömürge yönetimi Fas’ta sadece 44 yıl (1912-1956); Tunus’ta 75 yıl (1881-1956); Cezayir’de ise 132 yıl (1830-1962) devam etmiştir. Sömürge yönetiminin süresindeki farklılıklara ek olarak, Tunus ve Fas’ta resmî olarak Fransız kontrolü protektora olarak tanımlanırken, Cezayir Fransa’nın üç departmanını (départements) oluşturduğu için doğrudan sömürgeci gücün siyasi ve idari yapısının bir parçası idi. Bu durum, Cezayir’in, Fas’ın ve Tunus’un karşı karşıya kaldığından daha baskıya dayalı bir dönüşüm sürecine girmesini de beraberinde getirmiştir (Willis, 2014, s. 19).
Yukarıda Saouli’nin sunduğu çerçeveye paralel olarak, devletin oluşum sürecinde tarihsel faktörler, milliyetçi hareketin rolü üzerinde ve dolayısıyla devletin siyasal yapısının oluşumunda etkili olmaktadır (2019). Esasen, Fas’ta muhafazakâr, Tunus’ta reformist ve Cezayir’de radikal nitelikte oluşan milliyetçi hareketlerin kökenini sömürgecilik deneyimlerinde aramak anlamlı olabilir (Ruedy, 1985, s. 99). Tunus’un ve Fas’ın sömürge deneyimlerinin Cezayir ile kıyaslandığında daha az travmatik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu iki ülkede protektora olarak tanımlanan sömürge kontrolünün mevcut siyasi, toplumsal ve ekonomik yapılara olan etkisinin nispeten daha az yıkıcı nitelikte olduğu iddia edilebilir. Tunus’ta Hüseyin Hanedanlığı’nın Beyi ve Fas Alevi Sultan’ın mevcut konumlarını, geleneksel rollerini ve bunu destekleyen kurumları koruması, bağımsızlığın ardından bu iki ülkenin kendi siyasi yapılarını oluşturmasında kalıcı etkiler meydana getirmiştir (Willis, 2014, s. 20). Cezayir’de ise Fransa’nın kapsamlı kontrolünü mümkün kılan bazı faktörlerden bahsedilebilir. Bu faktörler, Fransız askerî ve siyasi kontrolünün Osmanlı siyasi yapılarının yerini alması, Fransız askerî kuvvetlerinin halkı bastırmak için ağır önlemlere başvurması ve büyük oranda Avrupalı sömürgeci yerleşimcilerin Cezayir’e gelmesi şeklinde özetlenebilir (Ruedy, 1992, s. 69). Buna ek olarak, yine Fas ve Tunus’tan farklı olarak, Cezayir’de Fransız sömürgeciliği İslami yapılar üzerinde daha yoğun bir kontrol ve baskı oluşturmuştur. Fas’ta Karaviyyin ve Tunus’ta Zeytune İslami eğitim-öğretim merkezleri olarak sömürge yönetimi süresince toplumsal alanda etkinliğini koruyabilmiştir. Cezayir’de ise İslami vakıfların Fransızlar tarafından ortadan kaldırılması, bağımsızlığın ardından ortaya çıkan siyasi boşluk ortamında askeri güçlerin iktidarı ele geçirmesinde etkili olmuştur (Sorenson, 2007, s. 103). Esasen, Fransız sömürge yönetimi mensupları bir bütün olarak İslam’ın, Cezayir’de Fransız otoritesi için bir tehlike oluşturduğu noktasında hemfikirdi. Bu nedenle, Fransızlar tarafından Cezayirlilerin dinî yaşantısı sömürge yönetimine itaat etmelerini sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmiştir (Abun-Nasr, 1987, s. 270).
Sömürge deneyiminin yanı sıra Mağrip’in jeopolitik açıdan önemi üzerinde durmak anlamlı olacaktır. Saouli, coğrafi ve sosyoekonomik faktörleri materyal yapının içinde değerlendirmekte ve bunların siyasi süreçleri şekillendirdiği üzerinde durmaktadır. Ayrıca, bölgenin jeopolitik konumu ve ekonomik kaynakları dış müdahalelere açık hâle gelmesinde oldukça etkilidir. (Saouli, 2019, s. 43-45). Bu noktada, Akdeniz’in kuzeyi ve güneyi arasında büyük bir ayrım olduğu gerçeği bölge ülkelerinin dış politik tutumları üzerinde oldukça belirleyici bir etken olarak görülebilir (Anderson ve French, 1994, s. 9). Esasen, bölge, petrol yollarına ulaşmak açısından stratejik bir önem sahiptir. Tunus’un ve özellikle Cezayir’in Avrupa’nın doğalgaz ve petrol ihtiyacını karşılamakta önemli bir rol üstlendiği bilinmektedir. Bu ülkeler doğal kaynaklar açısından zengin olmasına karşın, toplumsal eşitsizliğin sürekli arttığı ve yönetimlerin siyasi alanda liberal reformlar gerçekleştiremediği gözlemlenmektedir (Cavatorta, 2001, s. 180). Diğer taraftan, Sahra çölünün Kuzey Afrika’yı Afrika’nın diğer kısımların ayıran bir coğrafi bariyer oluşturduğu dikkate alındığında Mağrip ülkelerinin neden ticari, siyasi ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde Güney Avrupa ile yakınlaştığını daha iyi anlaşılacaktır (Cavatorta, 2001, s. 180).
Akdeniz aynı zamanda İslam’ın, Hıristiyanlığın ve laikliğin birlikte varlık gösterdiği bir bölge olduğu için Batı ve Mağrip arasındaki kültürel bölünmeyi de temsil etmektedir. Bir yandan Batı; enerji tedariği, İslami canlanmanın önlenmesi ve uluslararası sermayenin beklentisi doğrultusunda ekonominin liberalleşmesi gibi konularda Mağrip ülkeleri üzerinde baskı kurmaktadır. Diğer yandan Mağrip rejimleri doğrudan yabancı yatırım, İslamcı partilerin yükselişini önleme ve uluslararası alanda rejimin meşruiyetinin tanınması noktasında Batı’ya bağımlı bir duruş sergilemektedir (Cavatorta, 2001, s. 181). Bu durum Saouli’nin iç-dış bağlantı (internal-external nexus) olarak tanımladığı ve Arap devletlerinin dış müdahalelere açık ve aynı zamanda meşruiyeti zayıf siyasi yapılar olmasını açıklamaktadır (Saouli, 2019, ss. 45-46).
Tarihsel ve jeopolitik faktörlere ek olarak kültürel yapıyı anlamak Mağrip’te devletin oluşumunda siyasal yapı ve kurumların nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu noktada yine bağımsızlık sürecinde İslam’ın Fas’ta, Tunus’ta ve Cezayir’de sömürgeci güçler karşısında halkı mobilize eden önemli bir kültürel-ideolojik temel oluşturduğunun altını çizmek gerekir. Bağımsızlık sonrası süreçte de Mağrip rejimlerine yönelik en önemli meydan okumaları İslami hareketlerin ortaya koyduğu dikkate alındığında İslam’ın bu bölgede siyaseti dönüştürücü rolü daha iyi kavranabilecektir. Esasen, siyasi meşruiyet ve muhalefet oluşturma noktasında İslam’ın her dönemde Mağrip siyasetinde merkezi bir role sahip olduğunu gözlemlemek mümkündür.
Milliyetçilik bu bölgede Müslüman olmayan Avrupalılar karşısında örgütlenme güdüsü şeklinde kendisini göstermiştir (Willis, 2014, s. 28). Bu bağlamda Fas’ta, Tunus’ta ve Cezayir’de sömürgeci güçler karşısında milliyetçilerin İslam’ı kullanarak bağımsızlık mücadelesini harekete geçirdiği görülebilir. Fas’ta 1930’da Fransızlar tarafından kabul edilen, Berber Dahir adı ile bilinen ve ülkede Arapça ve Berberce konuşulan yerler için ayrı bir yasal sistem öngören karar, Berberlerin dinî hukukun dışına itilmesi ve ayrı bir kabile sistemine dâhil edilmesi şeklinde algılanarak Fas’ta milliyetçi duyguları harekete geçirmiştir. Cezayir’de ise Fransızların, Fransız vatandaşlığına geçmek isteyen Cezayirlilerin Müslüman kimliklerinden vazgeçmesini istemesi, Müslüman halkta benzer bir tepki oluşturmuştur. Tunus’ta ise Fransız vatandaşlığını seçen ve dolayısıyla Müslüman kimliklerini terk eden Tunusluların Müslüman mezarlığına defnedilmemesi için yürütülen kampanya, yine milliyetçilerin Fransız protektorasına yönelik tepkisine dinî motivasyonların temel oluşturduğunu göstermektedir. Öyle ki Cezayir’de Ferhat Abbas ve Tunus’ta Habib Burgiba oldukça seküler bir geçmişe sahip olmalarına rağmen dinî argümanları ileri sürerek Fransızlar karşısında halkı harekete geçirmeye çalışmıştır (Abun-Nasr, 1987, ss. 324-25). Görüldüğü gibi Mağrip’te İslam kültürel açıdan bütünleştirici bir rol oynamakta ve siyasi kimliklerin oluşmasında etkili olmaktadır. Çalışmanın bundan sonraki kısımlarında Tunus’ta, Cezayir’de ve Fas’ta bağımsızlık sonrası süreçte meşruiyet arayışı ve siyasi krizler açısından devletin oluşumu ele alınacaktır. Bu bağlamda Mağrip rejimlerinin güç, ideoloji ve ekonomi üzerinde nasıl otorite sağladığı ve bu otoriteye önemli meydan okumaların neler olduğu sorularına cevap aranacaktır.
Modernleşme ve Toplumsal Marjinalleşme Ekseninde Tunus
Tunus’ta bağımsızlık sonrası siyasal sistemin nasıl oluştuğunu anlamak için bağımsızlık sürecinde Yeni Düstur Partisi içindeki iktidar mücadelesine yakından bakmak gerekir. Bağımsızlık sonrası Tunus’un kimliği ile ilgili bir görüş ayrılığının bu mücadelenin temelinde bulunduğu söylenebilir. Bu mücadelede Yeni Düstur’un sekreteri Salah Bin Yusuf ve başkanı Burgiba arasındaki rekabet öne çıkmaktadır. Bu rekabetin temelini 1930’lu yıllarda milliyetçi harekette yaşanan bölünmede aramak anlamlıdır. Tunuslu sosyolog Hermassi’ye göre “Tunus’ta 1930’lu yıllarda “kültürel ayrılık” olarak ifade edilen milliyetçi hareketi kontrol etmek için yürütülen siyasi mücadele halkçı, Batı yanlısı seçkinlerin daha geleneksel rakipleri üzerinde zafer kazanması ile sonuçlanmıştır” (Hermassi, 1972, s. 120).
Aslında Yeni Düstur içindeki bölünme bağımsızlıktan çok evvel başlamıştı. 1950’lerin başın ivme kazanan rekabet, protektoradan bağımsızlığa geçiş sürecine odaklanmıştır. Bin Yusuf Tunus’un koşulsuz bağımsızlığının sağlanmasını savunarak parti içindeki milliyetçilerin desteğini kazanmıştır (Perkins, 1986, ss. 109-110). Bununla birlikte, Burgiba Mayıs 1955’te Fransa tarafından teklif edilen otonomi önerisini kabul etmiş ve bu Bin Yusuf’la olan mücadelesinin daha da sertleşmesine neden olmuştur. Bin Yusuf’a bağlı grupların silahlı çatışma başlatması üzerine ise Burgiba ve arkadaşları Fransa’dan destek istemiş ve Bin Yusuf ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Fransa’nın Burgiba’ya Bin Yusuf karşısında yardım etmesi ise Burgiba’nın daha ılımlı, Bin Yusuf’un ise daha radikal bir kişiliğe sahip olması ile açıklanabilir. Bu yardım bağımsızlığın ardından da Burgiba’nın Fransa ile yakın ilişkiler yürüteceğini açıkça göstermiştir (Willis, 2014, s. 39). Nitekim, Mart 1956’ta Tunus tam bağımsızlığını elde etmiştir. Her ne kadar Bin Yusuf Yeni Düstur’un tün Tunusluları temsil etmesi için geleneksel dinî kesimi de partinin saflarına katmak için uğraşsa da seküler Batılılaşmış milliyetçi kesim parti içinde çoğunluğu oluşturmaya devam etmiştir (Perkins, 2014, ss. 120-122).
Bağımsızlık sonrası dönemde modernleşmeyi devletin temel vizyonlarından biri olarak gören Burgiba’nın aynı zamanda dinî reforme etmeyi amaçladığı söylenebilir. Bu nedenle dinî referanslara sıkça başvurmuştur. Kendisini el-Mücahit el-Ekber olarak gören Burgiba siyasi gücünü dinî bir arka-plana dayandırmak istemiştir. Tunus halkını eğiten, geliştiren ve dönüştüren bir lider olarak kendisini sunmuş ve kişisel karizmasını yönetimini güçlendiren bir dayanak olarak değerlendirmiştir (Perkins, 2014, ss. 135-136). Abun-Nasr, Burgiba’nın kendisi için el-Mücahit el-Ekber sıfatını seçmesinin geri planında kendisini kutsal bir savaşın lideri olarak gördüğünü, fakirliğe ve geri kalmışlığa yönelik bir tepki duyduğunu belirtmektedir. Esasen Burgiba İslam dininin bir gerileme dönemine girdiğine inanmaktadır:
İslam’ın ilk dönemi boyunca sahip olduğu şan, güç ve medeniyetin arkasındaki gizli gerçeğin açık görüşlü olma, zincirleri kırma ve insan aklını özgür bırakma konusundaki yetkinliğinin bulunduğuna kanaat getirdim. Müslümanların karanlık çağlarda geri kalmasının temelinde ise aklı reddetmesi, akletmeye engel olan ve dinî gerileten muhafazakâr taklitçilikleri, şüpheli liderlere, sahte dinî kişiliklere, muhafazakâr din âlimlerine ve Sufi cemaatlerine boyun eğmeleri yatmaktadır. (Nakleden Shahin, 1998, s. 35)
Burgiba, Müslümanların geri kalmasını dinî cemaatlere ve din âlimlerine bağlamaktadır. Dolayısıyla İslam’ın ilk döneminde sahip olduğu güç ve medeniyet seviyesine yeniden ulaşabilmek için dinin reforme edilmesi gerektiği vurgusunu yapmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Burgiba, Kemal Atatürk’ten farklı olarak kendisini seküler bir reformcu değil, İslam dinini reforme etmek isteyen bir lider olarak Tunuslulara sunmuştur (Boulby, 1988, s. 592). Dini reform etme argümanına dayanarak Burgiba, Tunus’ta dinin konumunu yeniden düzenleyen birçok uygulamaya imza atmıştır. Medeni kanunun sekülerleşmesi, şeriat mahkemelerinin seküler yasal sisteme dâhil edilmesi, Zeytune Medresesi’nin Tunus Üniversitesi bünyesine alınması bu reformlardan bazılarıdır (Willis, 2014, s. 158). Dinî ortaokulların kapatılması, din eğitiminin haftada iki saate indirilmesi ve Zeytune Medresesi’nin müfredatı Batılılaştırılmış Tunus Üniversitesine bağlanması din âlimlerinin geleneksek öğretmen rolünü yitirmesine neden olmuştur (Boulby, 1988, s. 592). Bu reformlar ulemanın ve dinin toplumsal ve kurumsal rolünü marjinalleştiren reformlar olarak değerlendirilebilir.
Burgiba rejimi kendi iktidarını güçlendirmek için ulemanın rolünü zayıflatmış, dinî hayat üzerinde kontrol sağlamış fakat din üzerinde uygulanan bu baskı politikalarına tepki duyan İslami gruplar İslami Yöneliş Hareketi (Mouvement de la Tendance İslamique- MTI)’ni kurmuş ve rejime karşı etkili bir muhalefet ortaya koymuştur. Tunus’ta İslami hareketin kurucularından Raşid Gannuşi’nin değerlendirmeleri rejimin dinî yapıya yönelik politikalarından duyulan rahatsızlığı ortaya koymaktadır:
Ortaokul eğitimimi Tunus hükümeti tarafından kapatılmadan evvel Zeytune Medresesi’nde tamamladım. Bağımsızlığın ilk yıllarında Zeytune’de eğitim gören öğrencilerden biriyim. Kendi ülkemizde kendimizi birer yabancı gibi hissettiğimizi hatırlıyorum. Biz Müslüman ve Arap olarak yetiştirilirken, ülke bütünüyle Fransız kültürel kimliği ile iç içe geçmişti. Üniversite tamamen Batılılaştığı için bize eğitimimize devam etme kapıları kapanmıştı. Bu dönemde eğitimine Arapça devam etmek isteyenlerin Ortadoğu’ya gitmesi gerekiyordu. Ben, eğitimini Ortadoğu’da tamamlamaya karar verenlerden biriydim. (Nakleden Hamdi, 1998, s. 17)
İslami hareketin siyasallaşmasında 26 Ocak 1978’de Tunus Genel İşçi Sendikası (Union Générale des Travailleurs Tunisiens-UGTT) tarafından organize edilen genel grevin bastırılması sırasında rejimin uyguladığı şiddet oldukça etkili olmuştur. İslamcılar işçilerin taleplerine başlangıçta mesafeli duruş sergilemiş fakat sonra İslam’ın toplumsal eşitsizlik konusuna dikkat çektiğini ve İslami hareketin de buna duyarsız kalamayacağı kanaatine varmış ve toplumun sorunlarına bir bütün olarak çözüm üretilmesi gerektiğini fark etmiştir (Hamdi, 1998, ss. 32-33). 70’li yıllarda artan ekonomik sorunlar ve siyasal alanda daha aktif hâle gelen İslami hareket 1987 yılında Bin Ali’nin, Burgiba rejimine son vermesinde etkili olmuştur.
Ekonomik alanda Burgiba, UGTT içinde etkili bir isim olan Ahmed Bin Salah’ı ekonomi ve finans bakanı olarak atamıştır. 1961’de sosyalist politikalara yönelen partinin ismi de Sosyalist Düstur Partisi (Parti Socialiste Destourian -PSD) olarak değiştirilmiştir. Fakat 1969 yılında sosyalist ekonomi politikalarının başarısız olması sonucunda Bin Salah görevden alınmıştır. 70’li yıllar boyunca da ekonomide beklenen ekonomik istikrarın sağlanamaması bu dönemde de işçiler greve gitmiş ve hükümet ile işçiler arasında gerilim yaşanmıştır (Perkins, 2014, ss. 165-168). Ocak 1984’te ise temel gıda maddelerine yapılan zamlar ülke çapında iki hafta devam eden protestoların yapılmasına neden olmuştur. Bu ayaklanmalarda halkı rejime karşı kışkırtmakla suçlanan MTI’ya yakın isimler tutuklanmıştır (Perkins, 2014, ss. 173-174). Kasım 1987’de Burgiba’nın yerine geçen Bin Ali siyasal alanda liberalleşme sinyalleri vermiş ve daha çoğulcu bir sistem vurgusu yapmıştır. Göreve geldikten bir yıl sonra Bin Ali, altı siyasi parti, UGTT’nin ve MTI’nın da aralarında yer aldığı siyasi aktörlerle siyasal özgürlükleri vurgulayan bir Ulusal Pakt metnini imzalamıştır. Ulusal Pakt’ın imzalanmasının ardından MTI, Nahda Hareketi olarak ismini değiştirmiştir. Nisan 1989 seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Nahda, bağımsız adaylarla seçime katılmış ve büyük şehirlerde oyların %40’ını alarak ülkenin en güçlü muhalif hareketi olduğu ortaya koymuştur. Bu seçim zaferinin ardından Bin Ali Nahda üzerindeki baskısını arttırmış ve binlerce Nahda üyesini hapse attırmıştır. Sonraki yıllarda da Tunus hükümeti “İslamcı tehdit” gerekçesini öne sürerek siyasi iktidar üzerindeki mutlak kontrolünü sürdürmeye çalışmıştır (Shahin, 1998, ss. 100-103).
Monarşinin Hizmetinde Otoriter Rejim: Fas
Fas’ta bağımsızlık sonrası süreçte yaşanan mücadelenin nispeten daha barışçıl olduğunu gözlemlemek mümkündür. Ulusal bağımsızlık geleneksel monarşi ve milliyetçi hareket İstiklal arasındaki iş birliği yoluyla kazanılmıştır. Fakat bağımsızlık sonrasında bu iş birliğinin yerini rekabete bıraktığı ve monarşinin bu mücadelede üstün geldiği görülebilir (Willis, 2014, ss. 41-42). Fas’ta monarşi Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyundan gelme statüsünün yanı sıra sömürge yönetiminin sona ermesinde kilit bir rol oynadığı için bağımsızlık sonrasında oldukça avantajlı bir durumdaydı (Waterbury, 1970, s. 147). Bu avantajlarını pekiştirmek isteyen monarşi, bağımsızlığın ardından bazı stratejilere başvurmuştur. İlk olarak polis kuvvetleri, iç işleri, ordu ve yerel idareler gibi kilit kurumlar monarşinin kontrolü altına almıştır. İkinci olarak, monarşi geçiş dönemi siyasi kurumlarını ulusal düzeyde hayata geçirmiştir. Üçüncü olarak, İstiklal karşısında yer alan güçlerle ittifak sağlamıştır. Son olarak ise İstiklal içindeki bölünmeleri desteklemiştir (Willis, 2014, ss. 42-43).
İstiklal saflarından dışlanan gruplarla monarşinin yakınlaşması bu karşı ittifak stratejisine örnek verilebilir. Bu bağlamda, genellikle Berber grupların oluşturduğu ülkenin kırsal kesimindeki seçkinlerin, şehirlilerin ve Arapların etkin olduğu bu partiden dışlanmıştır. İstiklal Partisinin yerel yönetimleri kontrol etmek için bu gruplar üzerinde baskı kurmaya çalışması iki taraf arasında gerilimi daha da arttırmıştır (Waterbury, 1970, s. 235). Bu gerilimde monarşinin İstiklal karşısında konumlanan yerli seçkinlere daha yakın durduğu gözlemlenebilir. Diğer taraftan Waterbury’ye göre, İstiklal içindeki bölünmeleri destekleyen monarşi böylelikle hükümetin tüm faaliyetleri üzerinde doğrudan ve dolaylı olarak kontrol sağlamıştır (Waterbury, 1970, s. 195).
Tunus’ta Burgiba’nın iktidarı kendi kişisel otoritesi etrafında şekillendirmesine benzer bir şekilde Fas’ta da 1960’lardan itibaren monarşinin siyasi gücü kralın elinde toplamaya çalıştığı söylenebilir. V. Muhammed’in ardından tahta çıkan oğlu II. Hassan birçok önemli pozisyonu tam olarak denetiminde tutmaya çalışmıştır. Babasından farklı olarak önemli atamalarda İstiklal ile görüş alışverişi yapmak yerine tek taraflı olarak karar almıştır. Fas siyasetinde bağımsızlık sonrası anayasada monarşinin üstünlüğünü kalıcı hale getirecek adımlar atmıştır. Esasen, 1962 anayasasında yetkilerin büyük kısmı krala verilmiş olsa da İstiklal ve İstiklal’den ayrılarak kurulan Halk Güçleri Ulusal Birliği (Union Nationale des Forces Populaires-UNFP) hükümetin ve parlamentonun belirli bir role sahip olacağı konusunda ikna edildi. Fakat bu ılımlı hava uzun sürmedi ve 1965 yılında hem hükümet ve hem de parlamento askıya alındı. 1970 yılında kabul edilen anayasa, kralın neredeyse mutlak siyasi otoritesini yansıtan maddeler içeriyordu. Bununla birlikte, 1962 anayasasının maddeleri yakından incelendiğinde hükümet ve bakanlar krala karşı sorumlu olmakla birlikte monarşinin hiçbir şekilde eleştirilemeyeceği ve sorgulanamayacağı görülmektedir. (Willis, 2014, ss. 54-55).
Fas’ta yine bağımsızlığın ardından siyasi kaygıların ekonomi politikası üzerinde etkili olduğu gözlemlenebilir. Kral II. Hasan ekonomi politikalarını ülke genelinde temel ittifakları sürdürmek için kullanmıştır. Özellikle bağımsızlığın ardından Avrupalı yerleşimciler tarafından terkedilen toprakların kırsal kesimde ve şehirde bulunan seçkinlere yeniden dağıtarak halkın monarşi olan bağlılığını güçlendirmeyi hedeflemiştir (Swearingen, 1987, ss. 188-9). 1973 yılında gerçekleşen iki başarısız darbe girişiminin ardından siyasi açıdan izole konumunu aşmak isteyen Kral II. Hasan ülkedeki bütün şirketleri %51’inin Faslılara ait olması gerektiğini belirten yeni bir kanunun kabul edilmesini sağlayarak yabancılara ait işletmelerin “Faslılaştırılması” politikasını benimsemiştir. Böylelikle, Kral hem milliyetçi duyguları manipüle etmiş ve hem de muhtemel bir darbeyi destekleme ihtimali olan yönetici seçkinlerin rejime desteğini sağlamak istemiştir (Leveau, ss. 69-74). Kamu harcamaları ise 1974’te Fas’ın önemli ihracatçı ülkeler arasında yer aldığı fosfat fiyatlarının uluslararası alanda artmasına paralel olarak artmıştır (White, 2001, ss. 129-36). Bununla birlikte, 1976’da fosfat fiyatlarının düşmesi ve Batı Sahra’daki direnişçiler ile mücadele için yapılan askerî harcamalar ülkeyi mali bir krizin içine sürüklemiştir. Ekonomik koşulların giderek kötüleşmesi sonucunda 1978’de ve 1979’da işçi eylemleri ve grevler yaşanmış ve 1980’den itibaren hükümet IMF gibi uluslararası kuruluşlardan mali durumunu düzeltmek için yardım istemiştir (Willis, 2014, ss. 235-237).
Monarşinin iktidarını güçlendirmek için başvurduğu bir diğer araç ise Fas monarşisinin dinî yönünü öne çıkarmasıdır. II. Hasan dinî sembolleri kullanarak monarşinin iktidarı için gerekli ideolojik arka planı sağlamıştır. Kral hem dinî ve hem de siyasi açıdan devletin en üst otoritesi olduğunu ve Hz. Muhammed’in soyundan geldiğini vurgulamaktadır. “İnananların lideri” statüsüyle dini savunan ve koruyan kutsal bir kişilik olarak halka kendini sunmuştur (Waterbury, 1970, s. 155). Ülkede barışın, adaletin ve güvenliğin teminatı için krala duyulan bağlılığın sembolik olarak gösterildiği biat törenleri kralın dinî hiyerarşinin en önemli aktörü olduğunu ortaya koymaktadır (Shahin, 1998, ss. 48-49). Her yıl mart ayının üçünde düzenlenen biat törenlerinde kral klasik Arapça kullanmakta ve Kur’an ayetleri okumaktadır. Özellikle 1971 ve 1972 yılında düzenlenen iki başarısız darbe girişiminin ardından kralın bereket kaynağı olduğu vurgusu bu törenlerde daha fazla geçmeye başlamıştır. Ramazan ayı boyunca kral, âlim sıfatıyla al-Durus al-Hassaniyya ismi verilen dinî sohbetler vermekte ve kendi dinî yorumunu halkla paylaşmaktadır (Shahin, 1998, ss. 49-50). İslami referanslar ve dinî semboller monarşi yönetimin meşruiyeti açısından kilit bir öneme sahiptir. 1975’te Batı Sahra’ya düzenlenen Yeşil Yürüyüş sırasında kral yürüyüşü gerçekleştirenlerin Kur’an, Fas bayrağı ve kendi portresini taşımalarını istemiştir. Kral, Yeşil Yürüyüş’ün sembolik anlamını şu sözleriyle vurgulamıştır: “(Yeşil) yürüyüş sizden yeni bir halk ya da yeni bir Fas ortaya koymadı, fakat sizin dininizi ve vatanseverliğinizi pekiştirdi” (Nakleden: Shahin, 1998, s. 50).
Fas’ta sadece dinî referanslar değil aynı zamanda anayasal düzenlemeler de kralın iktidarını güçlendiren unsurlar arasındadır. Bu bağlamda, 1970 Anayasası kralın kararnameler yoluyla ülkeyi yönetmesine imkân tanımakta ve monarşinin tartışmasız gücünü pekiştirmektedir. UNFP ve İstiklal Partisinin 1970 Anayasası’nın oylandığı referandum ve sonrasında düzenlenen parlamento seçimlerini boykot etmesi yeni anayasal sistemde monarşi dışında bir aktörün üstünlük sağlamasının mümkün olmadığını ortaya koymaktadır (Willis, 2014, s. 69). Monarşinin iktidarına ideolojik arka plan sağladığı için dinî semboller kullanılsa da ulemanın rolü bağımsızlık sonrasında zayıflamıştır. Eğitim sisteminin bağımsızlığın ardından sekülerleşmesi sonucunda modern ve geleneksel olmak üzere iki farklı birim oluşmuştur. Modern eğitim Fransız eğitim modelini takip ettiği için devlet kademesinde görev almak isteyenler bu eğitimi tercih etmiştir. Ulemanın eğitimci olduğu geleneksel eğitimde kariyer imkânlarının zayıf olduğu bir eğitim alternatifi sunduğu için daha az prestije sahiptir. Bunlara ek olarak bağımsızlığın ardından eğitim sisteminin bütünüyle Batı tarzı eğitim almış olan bürokratların kontrolüne geçtiğini unutmamak gerekir (Shahin, 1998, s. 52).
Tunus’ta ve Cezayir’de olduğu gibi Fas’ta da rejime yönelik en etkili muhalefetin İslami hareketler tarafından ortaya konduğu söylenebilir. İslami hareketlerin muhalefeti ordunun muhalefetinden farklı bir nitelik taşımaktadır. İslami hareketler geniş halk kitlelerinin desteğini aldığı için rejime karşısında toplumu seferber etme kapasitesine sahiptir (Willis, 2014, s. 155). Fas’ta ilk İslami hareket 1960’larda kurulan Shabiba al-İslamiyya al-Maghribiyya (Fas İslami Gençliği)’dir. Hareketin önde gelen ismi eski bir okul müfettişi olan Abdülkerim Mouti’dir. Üniversitelerde solun yükselişini önlemesi umuduyla 1972’de İslami Gençlik resmen dernek olarak tanınmıştır (Shahin, 1998, ss. 186-187). Bununla birlikte 1975 yılında USFP (Union Socialiste des Forces Populaires-Halk Güçleri Sosyalist Birliği)’nin üst düzey bir üyesinin suikaste uğraması sonucunda İslami Gençlik, olayın arkasında yer aldığı gerekçesiyle yasaklanmış ve kapatılmıştır (Munson, 1993, s. 198-199).
İslami Gençlik dışında Fas’ta gelişen ve rejime yönelik daha ciddi bir meydan okuma oluşturan bir diğer İslami hareket, Sufi yönelimli Abdeslam Yassine tarafından kurulmuştur. Yassine’in 1974 yılında krala gönderdiği 114 sayfalık mektup sarayda büyük bir şok etkisi yaratmıştır. Yakın bir arkadaşına yazdığı üslupla mektubu yazan Yassine, kralın Batı’ya yakınlığı, aşırı zenginliği ve hatta İslami inancını da sorgulayan önemli eleştiriler geliştirmiştir (Willis, 2014, s. 163). Bu meydan okumalar karşısında monarşi kendi yöntemlerini geliştirerek İslami hareketlerin güçlenmesine engel olmaya çalışmıştır. Fakat 1990’ların başında İslami hareketlerin güçlendiğini gösteren bazı olaylar yaşanmıştır. Mayıs 1990’da binlerce kişinin Abdeslam Yassine’in yargılandığı duruşma sırasında monarşiyi protesto etmesi ve Şubat 1991’de Körfez Savaşı’na karşı düzenlenen gösterilere İslamcıların etkinliği monarşinin İslami hareketler konusunda daha somut adımlar atmasına neden olmuştur. Bu bağlamda kral II. Hasan’ın talimatıyla diyanetten sorumlu bakan Abdelkebir Alaoui Mdaghri İslami kuruluşların temsilcileriyle resmî görüşmeler yapmıştır. 1987’de Al-Adl wal Ihsan ismini alan Yassine’e iş birliği ve uzlaşma çağrısı yapan Fas monarşisi buradan umduğunu bulamayınca bu harekete nazaran daha sınırlı bir etkisi olan İslami hareketleri kendi tarafına çekmeye çalışmıştır (Tozy, 1999, ss. 243-244).
Fas rejimi, Al-Adl wal Ihsan’ın monarşinin meşruiyetini tanıması çağrısından olumlu yanıt alamayınca ile Al-Islah wa At-Tajdid (Reform ve Yenilenme) hareketi ile diyalog sağlamaya çalışmıştır. 1980’le ve 1990’la resmen tanınma talepleri otoriteler tarafından sürekli geri çevrilen Al-Islah wa At-Tajdid’in küçük bir parti olan Demokratik ve Anayasal Halk Hareketi (Mouvement Populaire Démocratique et Constitutionnel-MPDC) bünyesinde faaliyet göstermesine izin vermiştir. Partinin lideri eski bir siyasetçi olan Abdelkrim Khatip kraliyet sarayı ile yakın bağları olduğu için monarşinin bu küçük İslami hareketi kontrol altında tutması için gerekli tüm şartlar sağlanmış görünmektedir. 90’lı yılların sonunda parti ismini Parti de Justice et Développement (PJD-Adalet ve Kalkınma Partisi) olarak değiştirmiştir. PJD, Kasım 1997’de yapılan genel seçimlerde Fas’ın büyük şehirlerinde önemli başarılar elde etmiştir. Bununla birlikte, meşru siyasete katılımını otoritelerle yaptığı iş birliğine borçlu olan PJD seçmenlerinin beklentisi doğrultusunda daha İslami bir söylem benimseyerek otoritelerin tepkisini çekmekten kaçınmaktadır. Bu durum, PJD’nin Fas’ın genel olarak siyasal sistemine yönelik eleştiriler geliştirmesine ve çok fazla güçlenmesine engel olmaktadır. Nitekim sadece Fas monarşisi değil, aynı zamanda İslamcılığın yükselişinden rahatsız olan rejimin Avrupa ve Amerika’daki müttefikleri de PJD’nin başarısının sınırlı düzeyde kalması noktasında hemfikir görünüyor (Willis, 2014, ss. 181-182).
Sosyalist Kalkınma Modelinin Başarısızlığı: Cezayir
Cezayir’de bağımsızlık mücadelesini yürüten Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale-FLN) oldukça farklı grupların bir araya gelmesi ile oluştuğu bilinmektedir. Bu durum sekiz yıl (1956-1962) boyunca devam eden ve silahlı mücadeleye dönüşen bağımsızlık mücadelesinin vilayetlere yayılması ve Fransız yönetiminin Cezayir’deki kültürel ve siyasi farklılıkları pekiştirmesi ile açıklanabilir (Roberts, 1984, s. 7). Örgütsel açıdan değerlendirildiğinde, FLN’nin Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükûmeti (Gouvernement Provisoire de la République Algérienne- GPRA), altı vilayet komandosu, Ulusal Kurtuluş Ordusu (Armée de Libération Nationale-ALN) ve Fransa Ulusal Kurtuluş Cephesi (Fédération de France du Front de Libération Nationale-FFFLN) olmak üzere farklı milliyetçi grupları kapsayan bir çatı kuruluş niteliğinde olduğu anlaşılabilir (Quandt, 1969, s. 167).
2 Temmuz 1962’de bağımsızlığını elde eden Cezayir’in ilk cumhurbaşkanı Ahmed Bin Bella olmuş fakat iktidar mücadelesi devam etmiştir. 19 Haziran 1965’te gerçekleştirilen darbe ile Huari Bumedyen Cezayir’in yeni devlet başkanı olmuştur (Willis, 2014, s. 48). Bumedyen ve arkadaşların darbenin ardından Bin Bella’nın görevine son verilme nedenini iktidarı kendi elinde toplaması olarak açıklamıştır (Ottaway ve Ottaway, 1970, s. 187). Esasen Bin Bella kendi kişisel karizmasını fazla önemseyerek iktidarını kurumsallaştırma ve ittifak kurma arayışına girmemiştir. Aslında her iki liderin de kendi otoritesini güçlendirmeye çalıştığı fakat Bin Bella’dan farklı olarak Bumedyen’in anayasal mekanizmaları kendi mevcut konumu destekleyecek şekilde düzenlediği görülmektedir. Bu bağlamda, Bumedyen devlet başkanı, hükümetin başkanı, ulusal savunmanın başı ve FLN’nin başkanı konumunu kurumsallaştırma yoluna gitmiştir (Willis, 2014, s. 59). 1976 yılında kabul edilen anayasa, Bumedyen’in yönetimini kurumsallaştırmasını sağlamıştır. Yeni bir Ulusal Meclis (Assemblée Populaire Nationale-APN) kurulmuş fakat marjinal bir role sahip olmuştur. Buna ek olarak, FLN’nin de hem Bin Bella ve hem de Bumedyen Dönemi’nde kurumsal anlamını yitirdiğini söyleyebiliriz (Entelis, 1986, s. 160). Bununla birlikte, her iki lider de FLN’nin halkta uyandırdığı olumlu izlenimi kendi avantajlarına kullanmaya çalışmıştır. Esasen, FLN ismi Cezayir’de bağımsızlık mücadelesinde elde edilen zaferle özdeşleştiği için sembolik bir değeri var ve meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Aynı zamanda hem Bin Bella ve hem de Bumedyen FLN’nin etkili bir role sahip olması durumunda potansiyel bir rakibin ortaya çıkmasından endişe duyuyordu. Bumedyen açık bir şekilde ordunun kurumsal gücüne güveniyordu. 1970’lerin ortasında Bumedyen ekonomi programları için ihtiyaç duyduğu halk desteğini sağlamak için FLN’nin daha aktif bir rol oynamasına izin vermiştir (Willis, 2014, s. 68).
Diğer taraftan resmî İslam bağımsızlık sonrası rejim tarafından kendi seküler tercihlerini topluma kabul ettirmek için ideolojik bir dayanak noktası oluşturmuştur. Bu tercihler, güçlü bir devletin, sosyalizmin ve kapsamlı bir kalkınma programının hayata geçirilmesi şeklinde özetlenebilir. Bumedyen’in 1974 yılında yaptığı konuşma bu yaklaşımı ortaya koymaktadır:
Dünyanın birçok bölgesinde insanların deneyimi İslami ya da Hristiyan manevi bağların fakirliğin ve cehaletin acı veren darbelerine dayanamadığını göstermiştir. Bunun basit bir nedeni var: İnsanlar cennete boş bir mideyle gitmek istemiyor. İşte bu, sorunun kaynağıdır. On yaşından beri ezbere bildiğim Kuran’a duyduğum saygının yanı sıra, aç bir insanın Kuran ayetlerine ihtiyacı yoktur. Aç insanın yemeğe, cahil insanın bilgiye ve hasta insanın doktora ihtiyacı vardır (Nakleden Shahin, 1998, s. 47).
İslami ideolojinin ulusallaştırılması rejimin dinî alanı kontrol etmesi ve sosyalist politikalarına karşı bir dinî muhalefetin meydan okumasını önlemek için atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir. Dinî alanı kontrol altında tutmak için Bin Bella rejimi kamu ve özel vakıf topraklarını 1964 yılında millileştirmiş ve bir Diyanet İşleri Bakanlığı kurulmuştur. Devletin resmi dinî söylemi ise sosyalizmin İslam’daki toplumsal adaletin sağlanması için gerekli bir ideoloji olduğunu vurgulamaktadır. Devletin seküler politikalarına karşı muhalefeti kontrol altında tutmak isteyen Cezayir rejimi bu yönde yasakçı bir tutum sergilemiştir. Bin Bella rejimi 1964’de Cezayirli Âlimler Derneğini kapatmıştır. Bumedyen 1966’da Al-Qiyam Derneğinin faaliyetlerini yasaklamıştır. Ayrıca, Diyanet İşleri Başkanlığı dışında diğer tüm dinî yayınlar yasaklanmıştır (Shahin, 1998, s. 44-48). Tüm bu yasaklar, rejimi dinî sembolleri kullanarak kendi sosyalist politikalarını meşrulaştırma ve aykırı oluşumları sindirme politikasının bir parçası olarak görülebilir.
Bağımsızlığın ardından Cezayir’de hem Bin Bella’nın ve hem de Bumedyen’in sosyalist yönelimli bir ekonomi politikası izlediği bilinmektedir (Ruedy, 1992, ss. 195-196). Bumedyen 1971 yılında tarım, kültür ve sanayi alanında Sosyalist Devrim’i hayata geçirmiştir (Willis, 2014, s. 76). Bu ekonomik programın bir gereği olarak kamu yatırımları ağır sanayi ve altyapı projeleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Böylelikle, Bumedyen ve onu destekleyen askerî yapı kalkınmaya odaklanarak güçlü bir devlet inşa etmek ve siyasi lider değişikliklerine rağmen ordunun siyaset üzerindeki vesayetini sürdürebilmesini amaçlamıştır (Ruedy, 1992, s. 208). Bu bağlamda, 1970’lerin ortasında uluslararası petrol fiyatının aşırı artması Cezayir rejiminin ulusal düzeyde tartışmasız hâkimiyeti için ihtiyaç duyduğu kaynakları sağlamış ve petrol ve doğalgaz şirketlerinin 1971’de millileştirilmesinin ardından istikrarın sürdürülmesi mümkün olmuştur. Yine bu kaynaklar sayesinde devlet ağır sanayi alanında yatırımlarını yoğunlaştırmıştır. Bumedyen döneminin temel özelliği olan bu yatırımlar sanayilerin sanayileştirilmesi olarak ta nitelendirilebilir (Akre, 1992, s. 78). Bununla birlikte, 70’li yılların sonuna doğru gelindiğinde bu yatırımların Cezayir ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerini gözlemlemek mümkündür. Ruedy, bu olumsuz etkileri şu şekilde sıralamaktadır:
1977’ye gelindiğinde Cezayir ekonomisinin ciddi bir sıkıntı içinde olduğu açıkça görülüyordu. Hızlı sanayileşme programı 1969’da yüzde 30 olan işsizliği yüzde 22’ye geriletmiş olsa da Cezayirliler çok daha iyi sonuçlar bekliyordu. İş imkânlarının nispeten yavaş artması yatırımların temel sanayi alanında yoğunlaşmasının bir bedeliydi. Buna ek olarak bir işi olanların da rahatsız olduğu birçok şey vardı. Ortalama bir işçinin 1969 ve 1979 yılları arasında satın alma gücü yalnızca yüzde 20 oranında artmıştı (Ruedy, 1992, s. 220).
Ekonomik durumu zaten iyi olmayan Cezayir, 1980’lerin ortasında uluslararası bir ekonomik şokla karşı karşıya kalmıştır. Esasen 1985-86 yıllarında uluslararası petrol fiyatlarının yüzde kırk oranında düşmesi, ekonomik yatırımları petrol ve doğalgaz gelirlerine dayanan Cezayir’i oldukça olumsuz etkilemiştir. Öyle ki 1986 yılında hidrokarbon ihracatı, Cezayir’in ihracat gelirlerinin yüzde 97’sini oluşturuyordu (Payne, 1993, s. 158). Bu oran Cezayir ekonomisinin doğal kaynakların ihracatına ne kadar bağımlı olduğunu ortaya koymaktadır. Uluslararası ekonomik koşulların Cezayir ekonomisine olumsuz etkileri temel gıda maddelerinin fiyatlarının artması olarak yansımıştır. Ekonomik durumun kötüleşmesi Ekim 1988’de Cezayir’in büyük şehirlerin halkın sokağa dökülmesi ile sonuçlanmıştır (Volpi, 2003, ss. 38-39). 1988 Ekim isyanları Cezayir’de yeni açılımları beraberinde getirmiş ve 23 Şubat 1989’da kabul edilen yeni Anayasa ile çok partili hayata geçilmiştir. Bu bağlamda resmen siyasi parti olarak tanınan İslami Selamet Cephesi (Front İslamique du Salut-FIS) ve Berber partiler parlamentoda yer alabilmiştir. Nitekim 1990 yerel seçimlerinde Cezayir’in Oran, Annaba, Konstantin gibi büyük şehirlerinde en çok oyu olan parti olmuştur (Shahin, 1998, s. 136). Buna ek olarak, 26 Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerin ilk turunda 430 seçim bölgesinde 188’inde en çok oyu almış ve seçimlerin ikinci turunda Ulusal Meclis’te en etkili siyasi parti olabileceğini ortaya koymuştur. FIS’nin parlamentoda çoğunluğu elde etmesine engel olmak isteyen rejim, iki hafta sonra yapılması beklenen seçimlerin ikinci turunun yapılmaması ve ilk tur sonuçlarının iptal edilmesine karar vermiştir. Ayrıca birkaç hafta içinde FIS “kamu düzenini ve devletin kurumlarını tehlikeye atan amaçlara sahip olduğu” gerekçesiyle yasaklanmıştır (Willis, 2014, s. 171). FIS’nin yasaklanmasının ardından Cezayir binlerce kişinin hayatını kaybettiği rejim ve silahlı İslamcı gruplar arasında 1990’lar boyunca devam eden uzun bir sivil çatışmaya sürüklenmiştir.
Sonuç
Devlet hem siyaset bilimi ve hem de uluslararası ilişkilerde oldukça tartışmalı bir kavram olarak değerlendirilebilir. Orta Doğu’da olduğu gibi Kuzey Afrika’da devleti çalışmak ayrı bir zorluk içinde barındırmaktadır. Esasen OKA’da devletin oluşumunda iki tarihsel gelişmenin etkisinden söz edilebilir. Bunlar Osmanlı Devleti’nin gerilemesi ve Avrupalı güçlerin bölgeye nüfuz etmesidir. Fransa’nın 1830’da Cezayir’de, 1881’de Tunus’ta ve 1912’de Fas’ta başlattığı sömürgecilik yönetimi bu doğrultuda ele alınabilir. Fransa’nın çekilmesiyle birlikte bölgede ortaya çıkan yapıları Weber’in tanımında yer alan anlamıyla gelişmiş devletler olarak değerlendirmek zordur. Bunun yerine, bu yapılar devletlerin oluştuğu sosyal alanlar olarak nitelendirilebilir. Belirli bir coğrafi ve kültürel yapıya sahip olan bu sosyal alanlar farklı kimlikler ve ideolojiler arasındaki mücadeleler sonucunda siyasi ve kurumsal bir nitelik kazanmaktadır. Belirli aktörlerin güç, ideoloji ve ekonomi üzerinde kontrol sağlaması sonucunda siyasi rejimler ortaya çıkmaktadır. Tunus’ta modernist Burgiba’nın Bin Yusuf’la mücadelesi, Fas’ta monarşinin İstiklal Partisini etkisizleştirmesi ve Cezayir’de Bin Bella’nın yerine ordu tarafından desteklenen Bumedyen’in geçmesi bu siyasi mücadelelere örnek olarak gösterilebilir. Bağımsızlığın ardından farklı toplumsal güçler arasında üstünlük sağlamak için yaşanan bu mücadeleler, kurumların ve yönetim anlayışının oluşumunda kalıcı izler bırakmıştır. Bu şekilde bir süreç olarak ele alındığında devlet, siyasi aktörler arasındaki güç ilişkileri ve rekabete sahne olmuştur. Belirli bir siyasi aktörün diğerleri üzerindeki hâkimiyeti ise muhalif güçlerin meydan okumasını beraberinde getirmektedir. Burgiba’nın Tunus’ta moderleşme vizyonu ile hayata geçirdiği sekülerleşme politikaları toplumsal marjinalleşmeyi beraberinde getirmiştir.
1960’lı yıllarda uygulanan sosyalist ekonomi programının başarısız olması, gelir dağılımındaki eşitsizlik halkın Burgiba rejimine yönelik tepkisinin büyümesine neden olmuş ve 1978’deki işçi eylemleri İslami hareketin siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Fas’ta monarşi meşruiyetini dinî argümanlara dayandırmış fakat yine rejime yönelik en etkili meydan okuma Abdeslam Yassine’in al-Adl wal Ihsan hareketinden gelmiştir. Monarşinin meşruiyetini reddeden bu hareketin halen Fas’ta toplumsal tabanı en güçlü muhalif İslami hareket olduğu bilinmektedir. Cezayir’de ise Bumedyen tarafından benimsenen sosyalist kalkınma politikaları ekonomiye istikrar getirmemiş ve 1980’lerin sonunda rejime karşı kitlesel ayaklanmalar yaşanmıştır. Sosyalist politikalarını İslami bir söylem kullanarak topluma dayatan Cezayir rejiminin ekonomi politikaları başarısız olmuş ve 1988’de halkın ayaklanmalarında etkili olmuştur. Tepkileri yatıştırmak için FIS ve diğer partilerin siyasete katılımına izin verilmiştir. Seçimlerde beklenenin çok üstünde bir başarı gösteren FIS’ye halkın verdiği destek rejimin yeniden baskı politikalarına geri dönmesi ile sonuçlanmıştır. Seçimlerin iptal edilmesi sonrasında başlayan silahlı mücadelede binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Her üç devletin meşruiyet arayışından derin siyasi krizlere sürüklendiği açıkça görülmektedir. Meşruiyetini (2011’den bu yana Tunus hariç) halktan almayan, farklı kimliklerin (İslamcı, seküler) birbiriyle çatıştığı ve ekonomik olarak istikrar kazanamayan bu bölgedeki rejimlerin bu derin siyasi krizi aşması devlet-toplum ilişkilerinin yeniden şekillenmesi ve sömürgecilik deneyiminin olumsuz etkilerini geride bırakması ile mümkün olabilir.
Yukarıda yapılan değerlendirmeler ışığında, Mağrip’te devletlerin oluşumunda karşı karşıya kaldığı meydan okumalar ve meşruiyet krizinin bu devletlerin bugününü ve yarınını şekillendirmeye devam edeceği anlaşılmaktadır. Saouli’nin çizdiği teorik çerçeveye bağlı kalırsak tarihsel gelişmelerin Fas’ta, Tunus’ta ve Cezayir’de rejimlerin dönüşümünde etkili olacağını öngörebiliriz (2012). Tunus’ta Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesiyle başlayan yeni dönem, Mağrip’te demokratikleşme açısından umut verici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Buna karşın, İslamcı-seküler kutuplaşmasının geçiş dönemi ve sonrasında yeni yönetimin istikrar kazanması önündeki temel engellerden birini oluşturduğu görülmektedir. Diğer taraftan, Libya’da devam eden siyasi belirsizlik, ekonomik sorunlara paralel olarak Selefi hareketlerin toplumda ve özellikle Tunus’un iç bölgelerinde etkinliğini arttırması yine yeni dönemde aşılması gereken sorunlar arasında sıralanabilir. Fas açısından değerlendirildiğinde, Arap Baharı sürecinde rejime yönelik meydan okumaların siyasi yöntemlerle bertaraf edildiği gözlemlenebilir. Bu bağlamda, özellikle Kral VI. Muhammed’in belirli reformları öne çıkarak Tunus’ta yaşanan senaryonun Fas’ta yaşanmasına engel olmaya çalıştığı bilinmektedir. Bununla birlikte, insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları ve yoksullukla mücadele alanında bazı ilerlemeler kaydedilmiş fakat siyasi alanı kapsayan kapsamlı bir reform girişiminin söz konusu olmadığı dikkat çekmektedir. Esasen, anayasada değişiklik yapılması, seçilmiş kurumların siyasal hayatta etkisinin güçlendirilmesi ve kral ve danışmanlarının elinde toplanan geniş yetkilerin seçilmiş kurumlara aktarılması gibi alanlarda gerçek anlamda bir ilerleme sağlanamamıştır (Willis, 2015, s. 437).
Bunlara ek olarak, son dönemde İsrail ile ilişkileri normalleştirme kararı alan monarşi rejiminin Batı Sahra kartını kullanarak yeniden halkın desteğini kazanmayı hedeflediği görülmektedir. Monarşi, ABD’nin İsrail ile normalleşen ilişkilere paralel olarak Fas’ın Batı Sahra’da egemenliğini tanıma kararını, ulusal birliğin vurgulanması ve milliyetçi duyguların manipüle edilmesi için bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Bu kararın monarşi rejiminin geleceğini ne yönde etkileyeceği belirsiz görünmektedir. Cezayir açısından değerlendirildiğinde, Arap Baharı’nın ardından ülkede kapsamlı dönüşümlerin yaşanmadığı söylenebilir. Bu durumu açıklayan bazı nedenler ileri sürülebilir. Esasen Cezayir Arap Baharı’ndan çok önce kendi “baharını” 1980’lerin sonunda yaşamıştır (Bouandel, 2015, s. 451). Ekim 1988’deki halk ayaklanmaları Cezayir’de siyasal alanda belirli bir liberalleşmenin yaşanmasını sağlamıştır. Siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız gazeteler bu dönemde faaliyet gösterme imkânı bulmuştur (Bouandel, 2015, s. 456). Demokrasiye geçiş süreci Ocak 1992’de ordunun siyaset müdahale etmesi ile sekteye uğramıştır. Ordu bağımsızlığın elde edilmesinden bu yana Cezayir’de önemli siyasi kararların alınmasında kilit aktör olmaya devam etmiştir. Bağımsızlığın ardından görev yapan tüm devlet başkanları ya ordudan gelen ya da ordu tarafından belirlenen kişiler olmuştur. Nitekim FIS’nin büyük başarı sağladığı genel seçimlerin ilk turunu 1992’de iptal eden yine ordudur. Seçimlerin iptal edilmesinin ardından 90’lı yıllar boyunca devam eden iç savaşın olumsuz hatırası halen toplum hafızasında canlılığını korumaktadır. Cezayir halkının yeniden benzer bir siyasi belirsizliğe sürüklenmekten kaçındığı gözlemlenebilir. Dolayısıyla rejime karşı herhangi bir ayaklanma ordunun sistemdeki hâkimiyetine karşı bir meydan okuma olacağı için yine benzer şiddet olaylarını beraberinde getirmesi söz konusu olabilir (Bouandel, 2015, s. 456). Nitekim, Arap Baharı’nın ardından bazı reform adımları atılmış olsa da bunların ordunun siyasal sistemdeki rolünü kısıtlayıcı bir nitelik taşımaması dikkat çekmektedir (Bouandel, 2015, s. 459). Tüm bu faktörler birlikte değerlendirildiğinde Cezayir’de kapsamlı bir dönüşümün yaşanması yakın gelecekte zor görünmektedir. Bununla birlikte, Şubat 2019’da ülke geneline yayılan protesto gösterileri halkın rejimden ve yolsuzluktan duyduğu artan rahatsızlığı gözler önüne sermiştir. Böyle bir ortamda, Tunus’un ardından Cezayir’de rejimin yeni ve daha güçlü meydan okumalarla karşılaşabileceği öngörülebilir.
Kaynakça
Abun-Nasr, J. M. (Ed.). (1987). A History of the Maghrib in the İslamic Period. Cambridge University Press.
Akre, P. J. (1992). Algeria And the Politics of Energy-Based Industrialization. In J. P. Entelis ve P. C. Naylor (Ed.), State and society in Algeria (pp. 73-98). Boulder: Westview.
Anderson, L. (2004). Antiquated Before They Can Ossify: State That Fail Before They Form. Journal of International Affairs, 58(1), pp. 1-15.
Anderson, L. (1987). The State in the Middle East And North Africa. Comparative politics, 20(1), pp. 1-18.
Anderson, E. ve French, D. (1994). New Dimensions in Mediterranean Security. In Richard Gillespie (Ed.), Mediterranean politics (pp. 9-21). London: Pinter.
Bouandel, Y. (2015). Algeria: The Limits Of Revolution And Democratization. In Larbi Sadiki (Ed.), Routledge handbook of the Arab Spring (pp. 451-463). New York: Routledge.
Boulby, M. (1988). The İslamic Challenge: Tunisia Since Independence. Third World Quarterly. 10(2), pp. 590-614.
Cavatorta, F. (2001). Geopolitical Challenges to the Success of Democracy in North Africa: Algeria, Tunisia and Morocco. Democratization, 8(4), pp. 175-194.
Christie, K. ve Masad, M. (2013). Introduction: Thinking About Identity And the State in the MENA. In K. Christie ve M. Masad (Ed.), State formation and identity in the Middle East and North Africa (pp. 1-15). New York: Palgrave Macmillan.
Davis, E. (2005). Memories of State: Politics, History, And Collective Identity in Modern Iraq. Berkeley: University of California Press.
Entelis, J. P. (1986). Algeria: The Revolution Institutionalized. Boulder: Westview.
Fligstein, N. (2001). Social Skills and Theory of Fields. Sociological Theory, 19(2), pp. 105-125.
Halperin, S. (1998). Shadowboxing: Weberian Historical Sociology Vs State-Centric International Relations Theory. Review of International Political Economy. 5(2), pp. 327-339.
Hamdi, M. E. (1998). The Politicisation of İslam: A Case Study of Tunisia. Oxford: Westview Press.
Hermassi, E. (1972). Leadership and National Development in North Africa: A Comparative Study. Berkeley, CA: University of California Press.
Hermassi, E. (1985). States and Regimes in the Maghreb. In H. Barakat (Ed.), North Africa: Issues of Development and Integration (pp. 157-163). New York: Routledge.
Hinnebusch, R. (2018). Understanding Regime Divergence in the Post-Uprising Arab States. Journal of Historical Sociology, 31, pp. 39–52.
Hobson, J. M. (2000). The State and International Relations. Cambridge: Cambridge University Press.
Huntington, S. (1991). The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century. London: University of Oklahoma Press.
Leveau, R. (1993). Le Sabre et le Turban: L’Avenir du Maghreb. Paris: François Bourrin.
Mann, M. (1984). The Autonomous Power of the State: Its Origins, Mechanisms and Results. Archives Européennes de Sociologie, pp. 185-213.
Mann, M. (1993). The Sources of Social Power. Cambridge: Cambridge University Press.
Munson, H. (1993). The Political Role of İslam in Morocco (1970-90). In G. Joffé (Ed.), North Africa: nation, state and region (pp. 187-203). London: Routledge.
Migdal J. S., Kohl, A.i and Shue, V. (1994). State Power and Social Forces: Domination and Transformation in the Third World. Cambridge: Cambridge University Press.
Migdal, J. S. (2001). State in Society: Studying How States and Societies Transform and
Constitute One Another. Cambridge: Cambridge University Press.
Ottaway, D. ve Ottaway, M. (1970). Algeria: Tthe Politics of a Socialist Revolution. Berkeley ve Los Angeles: University of California Press.
Payne, R. (1993). Economic Crisis and Policy Reform in the 1980s. In I. W. Zartman ve W. M. Habeeb (Ed.), Polity and Society in Contemporary North Africa (pp. 139-168). Boulder: Westview.
Perkins, K. J. (2014). A History of Modern Tunisia. Cambridge: Cambridge University Press.
Perkins, K. J. (1986). Tunisia: Crossroads of the İslamic and European Worlds. Boulder: Westview Press.
Pierson, P. (2004). Politics in Time: History, Institutions, and Social Analysis. Princeton: Princeton University Press.
Poggi, G. (2007). Modern Devletin Gelişimi: Sosyolojik Bir Yaklaşım. (Ş. Kut ve B. Toprak, Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Quandt, W. B. (1969). Revolution and Political Leadership: Algeria 1954–1968. Cambridge and London: MIT Press.
Roberts, H. (1984). The Politics of Algerian Socialism. In R. I. Lawless ve A. M. Findlay (Ed.), North Africa. London: Croom Helm.
Ruedy, J. (1985). Historical Influences on Intra-Regional Relations in the Maghrib. In Halim Barakat (Ed.), Contemporary North Africa: issues of development and integration (pp. 87-112). London: Croom Helm.
Ruedy, J. (1992). Modern Algeria: The Origins and Development of a Nation. Bloomington: Indiana University Press.
Saouli, A. (2019). States and State-Building in the Middle East. In Raymond Hinnebusch ve Jasmine Gani (Ed.), The Routledge Handbook to the Middle East and North African State and States System (pp. 40-50). London: Routledge
Saouli, A. (2015). Back to the Future: The Arab Uprisings and State (re)Formation in the Arab World. Democratization, 22(2), pp. 315-334.
Saouli, A. (2012). The Arab State: Dilemmas of Late Formation. New York: Routledge.
Saouli, A. (2006). Stability Under Late State Formation: The Case of Lebanon. Cambridge Review of International Affairs, 19(4), pp. 701-717.
Shahin, E. E. (1998). Political Ascent: Political Movements in North Africa. Boulder, Westview Press.
Skocpol, T. (1979). States And Social Revolutions. New York: Cambridge University Press.
Sorenson, D. S. (2007). Civil-Military Relations in North Africa. Middle East Policy, 14(4), pp. 99-114.
Stora, B. (1994). Histoire de l’Algérie depuis l’Indépendence. Paris: La Découverte.
Swearingen, Will D. (1987). Moroccan Mirages: Agrarian Dreams and Deceptions, 1912–1986. Princeton: Princeton University Press.
Tozy, M. (1999). Monarchie et İslam Politique au Maroc. Paris: Presses de Sciences Po.
Tilly, C. (2006). Why and How History Matters. In R. E. Goodin ve C. Tilly (Ed.), Oxford Handbook of Contextual Political Analysis. Oxford: Oxford University Press.
Volpi, F. (2003). İslam and Democracy, the Failure of Dialogue in Algeria. London: Pluto Press.
Waterbury, J. (1970). The Commander of the Faithful: The Moroccan Elite: A Study in Segmented Politics. London: Weidenfeld and Nicolson.
Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology. Berkeley, CA: University of California Press.
Weber, M. (1948). Politics as a Vocation. In H. H. Gerth ve C. Wright Mills (Ed.), From Max Weber: essays in sociology (pp. 77-129). Oxon: Routledge.
White, G. (2001). A Comparative Political Economy of Tunisia and Morocco: On the Outside of Europe Looking. Albany: State University of New York Press.
Willis, M. (2015). Evolution not Revolution? Morocco and the Arab Spring. In Larbi Sadiki (Ed.), Routledge Handbook of the Arab Spring (pp. 435-451). New York: Routledge.
Willis, M. H. (2014). Politics and Power in The Maghreb: Algeria, Tunisia and Morocco From Independance to the Arab Spring. London: Hurst&Co.
Zubaida, S. (1993). İslam, People and the State. London: Routledge.