Hayatı ve Eserleri
Hayatı ve Yetiştiği Çevre
1. Said Ramazan el-Bûtî 1929 yılında Şırnak ilinin Cizre ilçesine bağlı Cîleka köyünde doğmuştur (Bûtî, 1995, s. 13). Köyün bulunduğu bölge Butan ismiyle bilindiğinden dolayı aile bu bölgeye nispet edilerek Bûtî adıyla anılmıştır. Bûtî ailesi aslen Kürt kökenli olup bölgede önde gelen ailelerdendir. Babası Molla Ramazan el-Bûtî, âlim ve sufi kimliğiyle öne çıkmıştır (Bûtî, 1995, s. 13). O dönem, Türkiye’deki dinî hayata yönelik baskılar sebebiyle baba Bûtî 1934 yılında Şam’a göç etmiştir (Bûtî, 1995, s. 29). M. Said el-Bûtî, küçük yaşta Şam’ın önde gelen âlimlerinden Hasan Habenneke el-Meydânî ve Mahmûd el-Mardînî’den Kur’an, siyer, mantık, fıkıh usulü ve hitabet dersleri almıştır (Pehlivan, 2020, s. 221).
Bûtî Şam’ın Meydan Mahallesindeki Mancek Camii’nde özel derslerinin yanında altı yıllık Ma‘hadu’t-Tevcîhi’l-İslamî lisesine devam ederek 1953 yılında buradan mezun olmuştur (Bûtî, 1995, s. 58). Yükseköğretimini tamamlamak üzere 1953’te Ezher Üniversitesi’ne kaydolup 1956 yılında lisans eğitimini tamamlamış, aynı fakültede bir yıl formasyon eğitimi alarak 1957 yılında Şam’a geri dönmüştür (Pehlivan, 2020, ss. 221-223). Humus şehrinde öğretmenlik yaparken Şam Üniversitesi’ne asistan olarak kabul edilmiş, doktora eğimini alması için üniversite tarafından Mısır’a gönderilmiştir. 1965 yılında doktorasını savunduktan sonra Şam Üniversitesine doçent doktor olarak atanmış, 1975 yılında profesör, 1977 yılında ise aynı fakülteye dekan olarak tayin edilmiştir. Bûtî birçok ilmî ve idari sorumluklar yüklenmiştir (Caberî, 2015, ss. 47-48). Bûtî Babası adına yapılan Molla Ramazan el-Bûtî Camii’nde cuma hutbelerini irat edip İman Camii’nde de ilmî dersler vermiş, hayatı boyunca irşâd faaliyetlerine devam etmiştir (“Allâme Şehid Ramazan el-Bûtî”, 2013, ss. 1-3). 21.03.2013 yılında yine Şam İman Camii’nde ders verirken şaibeli bir patlamada vefat etmiştir.
Bûtî ailesinin hicret ettiği 1934 yılı ile Bûtî’nin doktorasını aldığı 1965 yılları arasında Suriye’deki ilmî ve siyasi hayat Bûtî’nin ilmî ve fikrî yapısına doğrudan etki ettiği konusunda ihtilaf yoktur. Bir şahsiyetin düşüncesi, ilmî ve fikrî oluşumu sosyal hayatını kuşatan çevre ve siyasal koşulların etkisi altında kaldığı rahatlıkla gözlemlenebilir. Bu açıdan Buti’nin düşüncesi, ilmî ve siyasi görüşlerine etrafındaki tartışmalara geçmeden yetiştiği dönemin ilmî ve siyası yapısına özetle değinilmesi düşüncelerini anlama açısında faydalı olur.
Bûtî ailesinin 1934 yılında göç ettiği Şam’da siyasi ve toplumsal hayat, Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin izlerini taşırken zamanla savaş sonrası Fransızların işgaliyle yeni değişimlerin giderek arttığı, yerel halk ile yabancıların bir arada yaşamaya çalıştığı bir sosyo-politik hayatın izlerini taşıdığı görülmektedir. 1920-1946 yılları arasında Fransızlar Suriye’de yerel hükümete kısmi yetkiler tanıyarak halkın işgal tepkisini azaltmaya çalıştıkları, dinî hayata sınırlama getirmekle birlikte çok karışmadıkları mülahaza edilmektedir. Fransız işgali altında bulunan Şam’da dinî hayat, önceden hilafetin merkezi olan İstanbul’dan daha serbest ve canlıdır. Nitekim Bûtî ailesinin Türkiye’den Fransız işgali altındaki Suriye’ye göçmesindeki asıl neden Türkiye’deki tek partili rejimin dinî faaliyetlere olan baskısıdır. Şam’daki dinî hayatın canlı olması oğul Bûtî’yi olumlu etkilemiş, gittiği dinî eğitim kurumundaki atmosferden etkilenmiştir (Bûtî, 1995, s. 29).
Suriye’de Fransızlara karşı dönem dönem halk ayaklanmaları olmuş, bunların çoğu bastırılmıştır. Ancak Fransızlar zamanla yerel yönetimin yetkilerini artırmış ve halkın önde gelen ailelerine ve etnik gruplarına siyasi nüfuz tanımıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Batı’daki dengelerin değişmesi ve Suriye halkının işgal karşısındaki ayaklanmalarının artması gibi sebeplerden dolayı Fransa, 1946 yılında Suriye’den çekilerek yönetimi yerel halka bırakmıştır. Ancak yerel yöneticilerin gerçek bir nüfuzu olmaması, askerlerin siyasete müdahalesi ülkedeki siyasi zaafı ortaya çıkarmıştır (Dîb, 2011, ss. 37-43). İşgal sonrası 1946’dan Baas rejiminin kurulduğu 1963 yılına kadar Suriye’de siyasi hayat dört döneme ayrılabilir.
Demokratik Dönem (1946-1949): Bu dönem Fransa’nın çekilmesiyle başlayan dönemdir. Bu dönemde yerel hükümet demokratik yollarla ülkeyi yönetmeye çalışmış, ancak sömürge döneminde kurumsallaşma ve siyasi partileşme sağlıklı olmadığından demokratik dönem uzun sürmemiştir. Filistin meselesi ve İsrail devletinin ilanıyla da askerî darbeler için uygun zemin oluşmuştur (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 48).
Askerî Otokratik Dönem (1949- 1954): 1949 yılında başlayan askerî darbeler 1954 yılına kadar devam etmiştir. Öyle ki sadece 1949 yılında üç darbe gerçekleşmiştir. Sık sık darbelerin yaşandığı ülkede siyasi ve ekonomik istikrar sağlanamamıştır (Dîb, 2011, s. 117). Askerlerin bu süreçte ülkeye verdiği ekonomik, siyasi ve iktisadi zararlar nedeniyle halk askerlere karşı güven sorunu yaşamış ve nihayet 1954 yılında yeniden demokratik bir seçim yapılmasına karar verilmiştir (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 49).
Yeniden Demokratik Dönem (1954-1958): 25.02.1954 tarihinde Halepli General Mustafa Hamdûn asker kökenli Şişkli’ye darbe yaparak yönetimi ele geçirmiş; sonrasında ülkede demokratik yapının oluşması için seçim kararı alınmıştır (Dîb, 2011, ss. 141-147.) Eylül 1954 yılında yapılan seçime Halk Partisi, Vatan Partisi, Özgür Arap Partisi ve Baas Partisi gibi partiler katılmış, seçimde sol ve yenilikçi partiler öne çıkmıştır. Bu seçime katılım %40 oranında gerçekleşmiş ve o tarihe kadar Arap alemindeki en nezih seçim olmuştur. 1954 yılında yapılan parlamento seçimleri ile başlayan demokratik dönem 1958 Mısır-Suriye birliğiyle sona ermiştir. Butî daha sonra kurulan Teyyari’tü-Tekaddum Partisi’nin İslami Parti olarak ortaya çıkmasına karşı çıkmış, İslam’ın siyasileştirilmesinin tehlikelerine dikkat çekmiştir. O, İslam’ın siyasete alet edilmesinin İslam dinini sınırlayacağı ve İslam’ın insanlığa olan hitabına zarar vereceği şeklinde algılamış ve buna şiddetle karşı çıkmıştır (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 18).
Mısır Suriye Birlik Dönemi (1958-1963): Dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır ve Suriye Sol Partisi liderleri Halid el-Azm Salah Baytar ve ordunun da destekleriyle Suriye ve Mısır birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti adını almıştır. Bu dönemde Suriye sol hareketi bu birleşmeyi desteklemiş, toplumun birçok kesimi de Cemal Abdunnasır’ın ateşli konuşmalarına aldanarak birleşme fikrini savunmuştur (Dîb, 2011, ss. 171-173). Bunlardan biri de M. Said Ramazan el-Bûtî olup dönemin konjonktüründen ve Abdunnasır’ın Filistin’i destekleyen ve İsrail’i hedef alan konuşmalarından etkilenerek iki devletin birleşmesini olumlu karşılamış ve bu konuda “Fi sebilillahi ve’l-Hakk” adında bir eser de kaleme almıştır (Bûtî, 1958, ss. 7-11). Ancak Abdunnasır’ın Suriyelileri geri plana itip ülkenin kaynaklarını Mısır’a aktarması, ordudaki subayları pasife etmesi, siyasileri tutuklatıp bazılarını hapse atıp bir kısmını da saf dışı bırakması nedeniyle Suriye cenahında rahatsızlığa yol açmış, zamanla birleşme fikrinden uzaklaşmaya itmiştir. 1961 yılında ise Suriyeli Subaylar ve Baascı sol grupların da desteğiyle ülke Mısır’dan ayrılmıştır (Dîb, 2011, ss. 207-2013).
Baas Rejimi ve Hafız Esed Dönemi: Suriye 1949’dan 1963 yılına kadar birçok askerî darbe yaşamış, bu süreçte demokratik hükümetler de kurulmuş fakat siyasi istikrar sağlanamamıştır. Mısır ile yapılan birlik hükümeti de başarılı olamamış ve yeni darbelere kapı aralamıştır.
Suriye ordusu o dönem Dürzi, Nusayri ve bazı Sünni generallerinde olduğu Baas yapılanmasının yanında Abdunnasırcı generaller ve ayrılıkçı generallerden oluşmaktadır. Şubat 1963 yılında Irak Baascıları hükümeti devirip yönetimi kolayca ele geçirince Suriye’deki Baascı askerlerde azınlık olsalar da bir darbe planına girişip sinci bir planla 8 Mart 1963’te yönetimi ele geçirmişlerdir. Darbecilerin başında ise Salah Cedid ve Hafız Esed gibi Baaslı generaller olup ilerde bu iki general arasında yönetim kavgası olacaktır (Caberî, 2015, s. 19).
Baas Partisi dönemi üçe ayrılabilir:
1963 Darbesinin ardından Baas Partisi başkanlığına ve ülke yönetimine Salah Baytar’ın seçildiği dönem.
1963-1966 Emin Hafız dönemi.
1966-1970 Nureddin Atâsi dönemi, bu dönemde Baas Partisi örgütlenmiş ve hayatın birçok alanında faaliyetler göstermeye başlamıştır. Bu dönemde Salah Cedid Partinin genel başkanı seçilmiş, Hafız Esed ise Hava Kuvvetleri komutanı seçilmiştir.
Hafız Esed Dönemi (1970- 2000): 1970 yılında ise Baas Partisi yönetimi Hafız Esed’ı birtakım suçlamalarla görevden almak istemiş ancak Hafız Esed parti yönetimine ve hükümete darbe yaparak hem parti yönetimini hem de ülke yönetimini ele geçirmiştir (Dîb, 2011, s. 358). Bu dönemden sonra Esed Nusayri kimliğini ön plana çıkarıp ordudaki Sünni ve Dürzü grupların rütbelerini almış, bir kısmını çeşitli suçlamalarla tutuklamış, bazılarına ise tenzil-i rütbe veya tevkıf-ı rütbe uygulamıştır.
Bu dönemde ülkede ihvan hareketi halk arasında örgütlenmeye başlamış ve yetmişlerin sonunda özellikle Suriye’nin kuzeyinde yayılmıştır. Bu durum Hafız Esed’i endişelendirmiş ve ihvan hareketini yok etmek, ülkedeki muhalefeti tamamıyla sindirmek ve ihvan üyelerini silahlı bir harekete sürüklemek için çeşitli hamleler yapmıştır. Bu hamleler ihvan üyelerine taciz, işkence, hapis ve çeşitli baskılardan oluşmaktadır. İhvan hareketinin genç yapılanması, özellikle Hama ayağı, Esed’in bu hamlelerine bir takım saldırı ve bombalama ile karşılık vermiş ve zamanla bu durum karşılıklı saldırılara dönüşmüştür. Esed bu bahaneyle olağanüstü hâl ilan edip baskıcı bir yol izlemeye başlamıştır. Bu da ihvan üyelerini ve Esed yönetimini istemeyenleri ayaklanmaya itmiştir. Baba Esed’in istediği siyasi fırsat oluşmuştur.
Esed 1970’ten 1980‘e kadar ordunun etnik yapısını lehine çevirmiş, devletin önemli kurumlarının tamamına yakınını Nusayrilere teslim etmiştir. Ancak hâlâ Şam ve Halep gibi yerlerde Sünnilerin önemli etkileri bulunmaktadır. Bu etkiyi İhvan üzerinden yıkmak için kolladığı isyan fırsatı ayağına gelmiştir. Baba Esed emrindeki Nusayri milis güçler ve askerler ile Hama ve Halep isyanını çok kanlı bir şekilde bastırmış ve ülkede çok katı bir etnik ve dinî baskı kurmuş, tahmini olarak isyanlarda yüz bin insanı öldürmüş, iki yüz bine yakın insanı hapse atmış (birçoğunun halen akıbeti meçhul), bir milyon insan ise ülkeden göç etmiştir. Hafız Esed ihvan ayaklanmasının sebebini Camp David Anlaşması’nı imzalamamasına bağlamış ve İhvan hareketinin arkasında İsrail olduğunu ifade etmiştir. Nitekim bir konuşmasında İhvan isyanıyla kendisinin cezalandırıldığını ve ülkesinin İsrail karşısında yılmadan duracağını ifade etmiştir (Dîb, 2011, ss. 550-570). Esed bu iddiası ile uluslararası ve yerel medyada yaptığı katliamlara meşruiyet kazandırmak istemiştir.
Baba Esed bu isyanı bahane ederek Hristiyan bazı muhalifleri dahi ihvancı diye yıllarca hapiste tutmuştur. Bu tarihten sonra Suriye halkı her türlü demokratik ve insani hakkını kaybetmiş, tamamıyla etnik kökenli bir yönetime boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte dinî yapı baskı altına alınmış, dinî faaliyetler yasaklanmıştır. Din adamları sıkı bir baskıya maruz kalmış, devletin ve Baas ideolojisinin dinsizlik politikası hayatın her alanında tezahür etmiştir (Caber., 2015, ss. 19-20). Bu süreçte âlimler ya ülkeyi terk etmek veya rejimi savunmak zorunda bırakılmıştır. Nitekim birçok âlim ülkeden kaçarak canını kurtarmış, kalanlar ise hiçbir dinî ve siyasi faaliyette bulunmamak şartıyla kendilerine dokunulmamıştır. M. Said Ramazan el-Bûtî’de ülkede kalmayı tercih edenlerden olmuştur. Zira o zaten siyasi hayata hiç dahil olmamış ve toplumsal faaliyetlere karışmamıştır.
İlmi Kişiliği ve Eserleri
1. Said Ramazan el-Bûtî’nin eğitim hayatına bakıldığında klasik ve akademik eğitim hayatını birlikte götürdüğü görülmektedir. ilmî kişiliğini oluşturan eğitim babasından alet ilimleri okumasıyla başlamış, dönemin âlimlerinden birebir ders alma ve daha sonra medrese hayatı, sonrasında üniversite eğitimi, ardından akademik eğitimle devam etmiştir. Bûtî’nin babasından klasik medrese eğitimi alması onu mantık, nahiv, sarf ve münazara ilimlerinde mütemekkin kılmış, İslami ilimlerin klasik kurucu metinlerini vicâhe usulüyle birebir dönemin Hasan Habenneke gibi âlimlerinden tahsil etmiş, bu da onu ilmî ve irfanî yönden yetiştirmiştir. Babasının ve hocalarının ilmî kişiliği yanında irfanî yönünün olması Bûtî’yi tasavvufa yakın kılmıştır. Bûtî, klasik alet ve temel bilimler alanında almış olduğu eğitime Ezher Üniversitesi’nde aldığı lisans ve doktora eğitimini eklemiş, böylece klasik ve modern eğitimi karmıştır. Bu da ona klasik ve modern dönem eserlerine itidalli yaklaşmayı öğretmiştir. 2. Said Ramazan Bûtî’nin eserlerine bakıldığında geniş yelpazede kalem oynattığı rahatlıkla görülmektedir. Nitekim kelam, mezhepler tarihi, fıkıh, hadis, sosyoloji, felsefe, Arap dili ve edebiyatı, siyaset, hitabet, mantık, hukuk felsefesi, modern dönem düşüncesi gibi birçok bilim dalında önemli eserler vermiştir. Bu eserlerin bir kısmı akademik, bir kısmı topluma yönelik, bir kısmı da karşıt görüş ve ideolojilere reddiye ve münazara eserleridir. Nitekim Selefilere, Siyasi İslamcı ve Cihâdî hareketlere yönelik eleştirel kitaplar yayınlamıştır. Yine, Marksistlerle, Ateistlerle ve laiklerle ilmî tartışmalara girmiş ve bu tartışmalar kitap olarak basılmıştır. Bûtî, İslam dünyasındaki toplumsal, dinî ve ilmî problemlerle ilgili çeşitli kitaplar ele almış ve bu eserlerde çözüm önerisinde bulunmuştur.
Bûtî’nin ihtisas alanı İslam hukuku ve usulü olup bu alanda da çok değerli eserler kaleme almıştır. Bu anlamda kendisi aynı zamanda fetva ehli bir ilim adamı olduğu kabul edilmektedir. Fetvalarını delile dayandırmaya ve topluma uygun olanı seçmeye gayret ettiği verdiği fetvalarda görülmektedir. Nitekim kendisi tasavvufi menşeli olmasına rağmen ibadet ve muamelatta bidat ve aslı olmayan hükümleri açıkça belirtmiş ve bunlarla amel edilemeyeceğini birçok dersinde tekrar etmiştir.
Bûtî, ilmî hayatının başlarında edebiyatla iştigal etmiş ve ilk eserini edebiyat alanında vermiştir. Dönemin edebiyatçılarından Mustafa Sadık Rafiî ve Ali Tantâvî’den etkilenmiştir. Ardından fıkıh ve usulü alanında uzmanlaşmış ve bu alanda önemli eserler vermiştir. Özellikle maslahatın ilkeleriyle ilgili doktora tezi Ezher Üniversitesi tarafından basılmış ve birçok dile çevrilmiştir. Akademik hayatının ortalarında kelam ve felsefeye merak salmış ve bu alanda kıymetli eserler vermiştir. Hayatının ileriki yıllarında ise tasavvufi, toplumsal, kültürel ve vaaz irşat içerikli eserler kaleme almıştır.[1]
Bûtî’nin Düşüncesi
İslam Hukuku ile İlgili Görüşleri
1. Said Bûtî’nin asıl ihtisas alanı fıkıh usulü ve fıkıhtır. O, lisanstan sonra yüksek lisans ve doktorayı İslam hukuku alanında yapmıştır. Kendisi babası gibi Şâfii olup mezhebin dışına zaruretler dışında çıkmamıştır. Bûtî’nin yaşadığı döneminde fıkhi hükümlerin maksat ve maslahatına çok vurgu yapılıp dillendirildiğinden dolayı doktora tezini maslahatın İslam hukukundaki konumu ve sınırları hakkında yapmıştır. Tezinde fıkhi maslahatın belli bir sınırı olduğunu ve maslahatın sadece dünyevi maslahatla sınırlandırılamayacağını vurgulamıştır (Bkz. Bûtî, 2010).
Bûtî fetvalarında genelde klasik usule ve fetva usulüne bağlı kalmakla birlikte ihtiyaca ve zarurete binaen başka mezheplerin görüşleriyle de fetva verdiği olmuştur. Yine, modern dönemde ortaya çıkan çağdaş fıkhi problemlerin çözümünde klasik yöntemi kullanmış, ancak klasik eserlerden çözüm çıkaramadığı durumlarda maslahat ve maksat merkezli çözümler sunmuştur. Fetvalarında genelde dinî ve toplumsal sorumluluğu gözetmiş, insanların ihtiyaçlarını göz önene almış, verdiği fetvayı delile dayandırmış ve temellendirmiştir (Bkz. Bûtî, 1991). Bûtî fıkhi hükümlerin ruhuna önem atfetmiş, ahlakın ve fıkhın iç içe olduğunu, fıkhın sadece mücerret hukuk olarak düşünülemeyeceğini çok defa eserlerinde ifade etmiştir. Bûtî asıl ihtisası fıkıh olmasına rağmen en az eser verdiği alan yine fıkıhtır. Bunun nedeni tam bilinmemekle beraber, hayatına ve eserlerine bakıldığında onun nefsin terbiyesi, ahlak gibi konuları fıkhın ön hazırlığı olarak gördüğü, sahabenin önce iman, nefis terbiyesi, ahlak eğitiminden geçirildiği daha sonra fıkhi hükümlerin indiği gerçeğini göz önene alarak hareket ettiğini düşünülebilir. Zira Bûtî vaaz ve irşat çalışmalarında nefis terbiyesi ve ahlaki değerleri ön planda tutmuş, fıkhi konuları bunlara bağlı ele almıştır.
Kelam ilmî ile İlgili Görüşleri
1. Said Bûtî akide ve kelam hakkında birkaç eser kaleme almıştır. Bu eserlerinden akideyi konu olan eserinde temel inanç esaslarını konu edinmiş, kelâmî tartışmaları özetle vermiş, daha çok temel inanç esaslarını Eş’ârî ekolü çizgisinde kalarak vermiştir. Bûtî, Eş’âri ekolün temsilcisi olması ve bu akideyi felsefe ve mantığı referans alarak savunması nedeniyle Gazâlî’ye benzetilmiştir (Caberî, 2015, ss. 161-162).
Bûti kelâma dair eserinde ise inanç esaslarını ve ihtilaflı konuları felsefi ve aklı çıkarımları referans alarak savunmuş, modern dönemde ortaya çıkan akımlara eleştiri yöneltmiş ve bu akımların öncüleriyle ilmî tartışmalara girmiştir. Bu tartışmalar kitap olarak da basılmıştır. Özellikle bulunduğu ülkenin sosyalist bir yönetime sahip olması nedeniyle bu tartışmalar Marksizm, sosyalizm gibi komünizmin ana fikirleriyle olmuştur (Caberî, 2015, ss. 162-163). Bûtî’nin kelam ve akide konusunda yazdığı eserler incelendiğinde Ehl-i Sünnet akidesi dışına çıkmadığı ve buna bağlı kaldığı görülür. Modern dönem akımlarına, Selefi ve modernist gruplara eleştiriler yöneltirken felsefeden ve mantıktan azami ölçüde yararlandığı, eleştirilerini önce akıl sonra nass bazında ele aldığı mülahaza edilir (Bkz. Bûtî, 1997).
Tasavvufla İlgili Görüşleri
Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde tarikat kültürünün yaygın olması ve tarikatların bölgedeki medreseleri finanse etmesi nedeniyle aslen Kürt kökenli olan M. Said Ramazan Bûtî ehli tasavvuf bir çevrede yetişmiştir. Nitekim babası Molla Ramazan Bûtî’nin bir medrese hocası olması ve bulunduğu bölgede Nakşi tarikatıyla ilişkisinin olması buna örnek verilebilir. Bûtî sadece tasavvufla iç içe olmakla kalmamış, bu alanda kıymetli eserler vermiş, uzun yıllar babası adına yapılan camide Kuşeyri Risalesi’ni okutmuştur.[2] Yine, Şam İman Camii’inde Hikem-i Ataiyye adlı tasavvufa dair veciz metni cami derslerinde şerh etmiş sonrasında ise beş cilt olarak bastırmıştır (Bkz. Bûtî, 2003). Bûtî tasavvufla ilgili olan kavramlar ve temel konular hakkında çeşitli eserler kalem almıştır. Bu alanda saygın bir yere de sahiptir. Nitekim tasavvufa karşı eleştiri yöneltenlerle birçok tartışmaya gitmiş, bu eleştirileri çokça yapan Selefilerin iddialarına cevap mahiyetinde birçok eser kaleme almış ve Şam diyarında tasavvufun savunucusu olarak tanınmıştır. Ancak Bûtî sadece tasavvuf karşıtlarıyla değil bidatlere boğulmuş tarikatlar ile de ilmî ve irfani seviyede mücadele yürütmüştür.
Bûtî, tasavvufu içtimai hayatta önemli görmekte ve İslam medeniyetinin oluşumunda nefis terbiyesinin şart olduğunu düşünmektedir. Ancak tasavvufta zühd döneminden sonra bidatlerin ve tarikatlarda şatavâtın (aşırı bidatler) arttığını, bunun da tasavvufa gölge düşürdüğünü ifade etmektedir. Nitekim kendisi “rabıta”[3] ve “hadra”nın[4] haram olduğunu ve İmam Rabbâni’nin de Mektubât adlı eserinde buna cevaz vermediğini belirtir. Bûtî’nin bu fetvasından sonra Şam’ın önemli tarikatlarından Şâzeli, Kâdiri ve Nakşibendi şeyhleri durumu Bûtî’nin babasına bildiriyor ve rahatsızlıklarını ifade ediyorlar. Baba Bûtî de tarikat ehli olmasına rağmen oğlunun görüşünü destekleyip doğru olanın bu gibi bidatlerden uzak durmak olduğunu bildiriyor (Bûtî, 1995, ss. 101-104). Bûtî sadece bu fetvalarla yetinmemiş, tarikatlardaki birçok aşırılığı eleştirmiştir (Bûtî, 1995, s. 99). Kendince gerçek tasavvuf kabul ettiği zühd dönemi mutasavvıfların hayatlarını ve eserlerini derslerinde işlemiş ve insanları ilk dönem tasavvuf anlayışına yönlendirmiştir. Bûtî, tasavvufa bu yaklaşımını babasından tevarüs etmiştir. Nitekim babasının hayatını kaleme aldığı Hâzâ Vâlidî adlı eserinde babasının tasavvuf, tarikat ve ritüelleri hakkındaki görüşlerine yer vermiştir. Babasının görüşlerini aktarırken çoğu kez o görüşleri delillendirip savunduğu açıkça görülmektedir.
Bûtî’nin mutasavvıf bir âlim olmasına rağmen şeriatın özüne aykırı bidatlere karşı çıkması ve bunlarla mücadele etmesi önemli bir konudur. Zira bu tutum bir selefi–sufi çekişmesinden uzak, dinin özünü korumaya yöneliktir. Bu şekildeki bir yaklaşım olumlu eleştiri olduğundan tarikatların bu eleştirilere olumlu cevap verme ihtimalleri daha yüksektir.
Toplumsal Hayata ve Medeniyete Dair Görüşleri
Geri Kalmışlık ve Sebepleri
Bûtî’nin eserlerine bakıldığında İslam toplumunun birçok konuda geri kaldığı gerçeğini kabul etmekle birlikte bu geri kalmışlığın sadece İslam ve İslam dünyasıyla sınırlı olmadığını düşünmektedir. Geri kalmış toplumlardaki birtakım hastalıkların benzer olduğunu, bu hastalıkların da geri kalmada etkin rol oynadığını iddia etmektedir (Bkz. Bûtî, 2020, s. 2). Bûtî, geri kalmış toplumların İslam toplumlarıyla sınırlı olmamasını, tarihin çeşitli dönemlerinde İslam medeniyetinin ilerlemiş olmasını vurgulayarak geri kalmışlığın bizatihi dinle ilişkilendirilmesini doğru bulmayarak şu üç noktaya dikkat çeker.
İslam’ı bidatlerden ve yanlış anlayışlardan arındırmak ve İslam’ı geri kalmışlığın sebebi kabul eden modernist ve laik ideolojilere karşı İslam’ın bundan beri olduğunu delilleriyle ispat etmek.
Yeniden medeniyet olarak yükselişin İslam’ın öğretileriyle olacağını iyice anlamak ve anlatmak.
Kişisel gelişim ve değişimin gerekli olduğunu, nefis terbiyesi ve ahlaki değerlerin medeniyetin değişiminde gerekli olduğunu bilmek ve bu yolda çalışmak.
Bûtî geri kalmışlığı/gerilemeyi şöyle tanımlıyor: Geri kalmışlık, toplum hayatında tezahür eden her türlü zaaf, cehalet, fakirlik ve ahlaksızlıktır. Müslüman toplumlarda da bu hastalıklar ve zaaflar tezahür etmiş, Müslümanlarda ayrılık, bilimsel donukluk, ahlaki değerlerden uzaklık, fakirlik ve başka milletlerin fiili ve kültürel ihtilali görülmüştür. Bûtî’nin bu tanımına toplumsal hayattaki her türlü zaaf, başka medeniyetlerin istilası, ahlaki değerlerin azalması gibi medeniyet menşeli krizlerin hepsi dahildir. Nitekim medeniyet aç, cahil, kültürsüz, ahlaki değerlerden yoksun milletlerle kurulamaz. Medeniyet kırmak bir birikim, harekât ve ufuk gerektirir. Bundan yoksun olan toplumlardan da medeniyet kurmaları beklenemez (Bûtî, 2020, s. 12 vd.).
Bûtî’ye göre geri kalmışlığın sebepleri şöyle sıralanabilir:
Fikrî ve psikolojik istikrarın kaybedilmesi, değişim ve gelişim adına hiçbir gayret içine girmeden sadece geçmişin hayaliyle yaşanılması, halihazırda ortaya bir şey konulmaması.
Uzun süre aşağılık psikolojisiyle yaşanılması, ilerlemeye katkısı olmayan ideolojilere hayran kalınıp yapabilecekler hakkında fikir sahibi olunmaması veya bu konuda ciddi bir gayret sarf edilmemesi.
Geçmişi inkâr eden modernistler ile geçmişi takdis eden Selefiler, her yeniliği mefkûresiz sahiplenenler ile geçmişi sorgusuz alıp uygulayanlar arasındaki fikrî çatışmalar. Bu çatışmalar sonucunda eğitim, sanat, irşat, idare gibi önemli meselelerde birlik sağlanamaması.
Mütekâmil mefkûreye dayalı bilinçli planlamanın içtimai, iktisadi, siyasi, dinî ve sınai hayatta fiilen bulunmaması. Çünkü medeniyetin ilerlemesi çok yönlü, sistemli birçok disiplinin beraber koordineli yürütülmesiyle gerçekleşir.
Toplumsal tabakalar ile siyasi ve iktisadi bilimciler ve sektörler arasındaki güvenin zedelenmesi veya tamamıyla yok olması. Özellikle yöneticiler, bürokratlar ile diğerleri arasındaki güven bunalımı. Medeniyetlerin gelişimi devlet ve toplumun el ele olmasını gerektirmektedir. Devletin toplumun fertleriyle ve iş sektörüyle birlikte planlama yapmaması veya dikkate almaması (Bûtî, 2014, s. 159).
Bûtî bu sebeplerin İslam medeniyetinin gerilemesine ve bir krizin içene düşmesine sebep olduğunu, yeniden ilerlemenin önünde engel teşkil ettiğini ifade eder.
Değişim ve Unsurları
Bûtî toplum, birey ve medeniyetin ikamesinde değişimin önemine sık sık vurgu yapmıştır. O, değişimin kâinat kanunlarının bir gerekliliği ve fıtrî ihtiyacın da bir parçası olduğunu söylemiştir. Değişimin insanlık için gerekli olduğunu, ancak bunun belli şartları ve kuralları bulunduğunu, bunların bir kısmının Kur’an’da geçtiğini ifade etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez (Ra’d, 13/11). Yine, Allah, bir topluluğa lütfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez (Enfal, 8/53), şeklinde buyurmuştur. Bûtî, bu ayeti tefsir ederken derki Allah, bu ayetlerle toplumları fakirlik, zillet, geri kalmışlık, düşman istilası vb. durumlardan kurtarmayı kendilerinde ve nefislerinde yapacakları değişime bağlamıştır. Bu ayetin içeriğinden Allah’ın değişimi, başarının ve kurtuluşun ilk adımı saydığı anlaşılmaktadır (Bûtî, 2014, ss. 159-160).
Bûtî, değişimin kişinin iç dünyasında başlaması gerektiğini, toplumların da değişimi ahlak ve işlerinde sağlamalarının, akli ve fikrî yeteneklerini Rabbani maksatlara ve ilmî çalışmalara yoğunlaştırmalarının şart olduğunu ifade eder. Medeniyetlerin oluşumu ve kuruluşunda ilk adımı değişim ve hareketin oluşturduğunu, ancak değişimin olumlu yönde olacağı gibi olumsuz yönde de olabileceğini bildirir. Kur’an’ın insanlardan beklediği iyiye ve gelişime doğru olan değişim olup, bu konuda bireylerin ve toplumların birlikte ıslaha ve tağyire yönelmesidir. Fertler akıllarını ve nefislerini ıslahtan ve tağyirden yana kullanırlarsa kendilerini bekleyen geleceklerini kurtarmış olurlar. Geçmişten günümüze bakıldığında ıslah ve tağyire başlayan fert ve toplumların ilerledikleri, medeniyetler kurdukları, dünyaya hâkim oldukları görülmektedir. Bu hakikat Kur’an’da aynen aktarılmış ve Allah’ın ıslah ve tağyirde irade gösteren toplumları başarıya ulaştıracağını belirmiştir.
Bûtî, değişim ve ıslah hakkında konuştuğunda değişimi şu üç unsura bağlar.
Dinin aslını ve usulünü ve yüce gayelerini Kur’an ve Sünnetten doğru bir şekilde anlamak.
Kâinatın kanunlarını iyi bir şekilde kavramak ve anlamak.
İnsan psikolojisini ve sosyolojisini iyi bir şekilde tahlil edip kavramaya çalışmak (Bûtî, 2014, ss. 162-163).
Bûtî eserlerinde değişime genel anlamda değinmiş ve değişimin kapsamını geniş tutmuştur. Çünkü ona göre değişim, mütekâmil hayatın tamamını kapsayan bir kısmındaki eksikliği diğer alanlarda hissedilen bir gereksinimdir. Bu açıdan değişim sadece hayatın bir bölümüne değil tamamına taalluk eden bir mefhumdur.
Bûtî’de Medeniyeti Oluşturun Unsurlar ve Değişimin Parametreleri
1. Said Ramazan el-Bûtî medeniyetler konusuyla ve bu alanda yazılmış eserlerle ilgilenmiştir. Malik bin Nebi’nin Yükselişin Şartları adlı eserini övmüş ve onun medeniyet anlayışına yakın duruş sergilemiştir. Malik bin Nebi’nin medeniyetin yükselişine dinî bir pencereden bakmasını ve İslam medeniyetinin yeniden dirilişinin şartları hakkındaki fikirlerini önemsemiştir. Yine Bûtî, medeniyetin yükselişinde imanî ve ahlakî terbiyenin önemini vurgulayan, batıdan insanlığa faydalı olan ve medeniyetin gelişmesine katkı sunacak yararların alınması gerektiğini düşünen Muhammed İkbal’i takip etmiş ve kendi düşüncesine yakın görmüştür. Bûtî, “Adalet ve İhsan” hareketi lideri, düşünür Abdüsselam Yâsin’nin medeniyet ve diriliş konularındaki fikirlerini incelemiş ve yer yer atıfta bulunmuştur. Bu düşünürlerin medeniyet tanımlarını ve bakışlarını ele almış ancak kendisi onlardan biraz farklı medeniyet tanımı yapmıştır (Salih, 2017, s. 386).
Medeniyetin Tanımı ve Değişimi için Gerekli Zorunluluklar
Bûtî, medeniyetin tanımını ele alırken sözlük ve terim anlamını ayrı ayrı ele almış ve sözlük manasını şöyle yorumlamıştır. Medeniyetin medarı, insanın sade ve kırsal bir yaşamdan şehir ve ümrana geçerken şehrin zor ve karmaşık hayatını geliştirmek, düzenlemek için sarfettiği gayret ve çabadır. İnsanların bir arada yaşamasıyla artan nüfusun çeşitli alanlardaki sorunlarını çözmeye ve yeni yaşamsal gelişimler ihdas etmeye çalışmak medenileşme gayreti olarak kabul edilebilir. Zira medenileşmek ancak topluca ortaya konan gayrettir (Bûtî, ts.a, s. 19).
Bûtî medeniyeti kendine has özel bir terim olarak ele alıp unsurları üzerinden tanımlamaya çalışmıştır. İnsanın etrafındaki varlıklardan ve oluşumlardan faydalanarak insanlığın devamı ve imarı için gerekli yaşamsal ihtiyaçları sağlayarak yeryüzünde hayır ve saadeti gerçekleştirmek için gösterdiği gayret ve çabadır (Bûtî, ts.a, s. 20). Bu tanım üzerinden giden Bûtî’ye göre, insanın ilk dönemden itibaren etrafındaki canlı veya cansız varlıkları tanıyarak bunları kendi hizmetine ve faydasına dönüştürmek, şehirleşme ve toplumlaşma sırasında ihtiyaç duyduğu maddi ve kültürel birikimi oluşturmak ve böylece medeniyetin ihtiyaç duyduğu bilgi, birikim, tecrübe, teknik ve teknoloji harmanlayarak insanlığı yaşamsal ve kültürel olarak ileriye taşımak, insanın medenileşme iç güdüsüdür. Bu iç güdü yaratan tarafından konulmuştur.
Bûtî, medeniyeti tanımlamakla yetinmeyip onu unsurlarıyla analiz ederek medeniyetin insan, hayat ve kâinattan ibaret olduğunu, bu üç unsurun birbirini tamamlayan ve birbirleri için var olan unsurlar olduğunu, bu nedenle hakiki bir medeniyetin bu üç unsuru da ihmal etmeden ilerlemesi gerektiğini söyler. İslam’ın insanın ilerlemesini bu üç unsura bağladığını hatırlatıp hiçbirinin ihmal edilmemesi gerektiğini belirtir. Bu üç unsurun muvazeneli ilerlemesiyle hakiki bir medeniyetten bahsedilebilir (Salih, 2017, s. 388).
Bûtî’de diğer düşünürler gibi İslam dünyasının bir takım ekonomik, kültürel, siyasi ve ahlaki yönden kriz yaşadığını kabul ederek bir dizi araştırma ve düşünme faaliyetine girişmiş, neticede İslam dünyasının asıl probleminin medeniyet krizi olduğu kanısına varmıştır. Bu krizin çözümü ve sebepleri üzerine kafa yormuş, medeniyetin yeniden imarı ve dirilişinin bir takım güçlü dayanak ve sert uygulamalara ihtiyaç duyduğu sonucuna varmıştır. Bûtî, medeniyetin değişimi ve dirilişi için birtakım zorunlulukların da olduğunu, bunların yerine getirilmesiyle dirilişin ve değişimin kapısının aralanacağını düşünmektedir. Bu dayanak ve zorunlulukların Kur’an’da zikredildiğini, ancak bu öğretilerin yeniden yorumlanıp hayata aktarılmasının ve doğru analiz edilmesinin medeniyetin değişimi için gerekli olduğunu vurgular (Salih, 2017, s. 389).
İnsanın Kulluk Vazifesini Yerine Getirmesi
İnsanın kulluk vazifesini yerine getirmesi ancak Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet etmekten geçer. Kulluk sadece ibadetle sınırlı olmayıp Allah’ın insana yüklediği yeryüzünü imar etme, adaleti ikame etme, mazluma dayanak zalime engel olma, Müslüman ve ahlaklı bir toplum oluşturma yükümlülüğünü yerine getirmektir. İnsan bütün bunları yerine getirdiğinde kulluk vazifesini yerine getirmiş ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olma vasfını kazanmıştır. Nitekim Allah ayette: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,” şeklinde buyurmuştur (Bakara, 2/30). Yine, Salih peygamber ayette: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O sizi yerden var etti ve size orayı mâmur hale getirme görevi verdi. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder,” diye kavmine nasihatte bulunmuştur. Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere Allah kullarına yeryüzünü imar etme ve orada adaleti sağlama vazifesi vermiş olup bu vazife de kulluktan sayılmıştır. Ayetteki “imar” kelimesi sadece bina ve yapıtlarla sınırlı olmayıp yeryüzünü ve içindekileri iktisadi, ilmi, siyasi, maddi ve manevi yönden geliştirmeyi ifade eder. Yeryüzündeki bu imar; iman, ahlak ve nefis tezkiyesi bağlamında değerlendirilmiştir (Bûtî, ts.a, s. 24 vd.).
Değişim İradesinin Ortaya Konulması
Değişim iradesi önce insanın kendi içerisinde güçlü bir istekle başlar, bu istek iradeyle desteklenirse değişim gösterildiği irade oranında gelişir, bu irade iyiye doğru olabileceği gibi aksi yönde kötüye doğru da olabilir. Bûtî değişim iradesine biraz daha geniş açıyla bakarak insan nefsinde beliren değişim isteğinin iradeyle desteklenmesinin yeterli olmadığını, irade sahibi kişi veya toplumların değişim yolunda ilerlemesi gerektiğini belirtir. İslam dünyasında eksik olanın da bu olduğunu, değişimi istediklerini ancak kendilerini geliştirme, iyileştirme yolunda irade ve eylem konusunda zayıf kaldıklarını, bu zayıflığın da İslam toplumunu aciz kıldığını ifade eder. Halbuki Müslümanlar Allah’ın yeryüzünde halifesi olmak istiyorlarsa Kur’an’da beyan edildiği üzere değişim iradesini gösterip bu yolda eylem ve fedakârlık ortaya koymalıdırlar (Bûtî ve Said, t.y., s. 7). Müslümanlar ellerindeki her türlü maddi ve manevi imkanı değişim içir seferber edip sonrasında Allah’a tevekkül etmelidir ki Allah bu değişim iradesini ödüllendirsin. Nitekim Allah ayette: “Durmadan bir şeyler yapın; yaptıklarınızı Allah da peygamberi de müminler de görecektir. Sonunda, gizliyi de açığı da bilenin huzuruna çıkarılacaksınız ve O size yapmış olduklarınızı haber verecektir” şeklinde buyurmuştur (Tevbe, 9/105).
Medeniyetin Nelerden Oluştuğunun Kavranılması
Medeniyetin kimyasını tanımak ve kavramak medeni değişim için bir gerekliliktir. Medeniyeti oluşturan ana maddelerin bilinmesi onu tahlil etmeyi ve çözümlemeyi kolaylaştırır, tıpkı kimya ilmindeki gibi. Bûtî de medeniyetin kimyasının bilinmesini, nelerden oluştuğunun kavranılmasını değişimin dayanaklarından görmektedir. Ona göre insanlığın ilk döneminden beri bir şeyin mahiyetini bilmek, o şeye ulaşmaya ve çözmeye yardımcı olur. Mahiyetinin incelikleri kavranan şeyi keşfetmek ve onu geliştirmek selis ve kolaydır. Medeniyetin de mahiyeti kavranırsa yeniden inşası mümkün olabilir. Geçmişteki medeniyetlerin doğru analizi gelecekteki medeniyetleri daha kusursuz kurmaya yardımcı olacaktır (Bûtî, ts.a, s. 33).
Bûtî’ye göre medeniyetin insanlar için mutluluk ve adalet sebebi olması için şu üç unsurun medeniyetin unsurlarından olması gerektiği bilinmelidir:
İnsanın kendi kimliğini, aslını ve varacağı nihai yeri bilmesi.
Kâinatın inceliklerini ve sırlarını kavraması.
Hayatı bütün yönleriyle anlaması (hayatın değeri, zaman mefhumu, hayatın nihai hedefi ve başlangıcı) (Bûtî, ts.a, s. 35)
Toplumsal Ayrılık ve Bölünmenin Sebeplerinin Ortadan Kaldırılması
Müslümanlar arasındaki ayrılığın sebeplerinin belirlenmesi ve bu sebeplerin ortadan kaldırılmaya çalışılması elzemdir. Eğer ortadan kaldırılamayacak durumdaysa nefret ve ayrılıkçı söylemin düşürülmesi gerekir. Ümmet kelimesinin tam anlamıyla ortaya konulması nefret söylemiyle doğrudan orantılıdır. Dinin temel inançlarında ortaya konan tevhid esas alınıp akideye etki etmeyen ihtilaflar çeşitlilik kabul edilmelidir. Böylece ümmeti bir araya toplamak mümkün olabilir (Bûtî, ts.a, ss. 162-163).
Toplumun Genelinin Ortaya Koyduğu Koordineli Çalışma
Bûtî’ye göre ferdî çalışmalar her ne kadar değerli olsa da uzun süreçte yetersiz kalacaktır. Medeniyetin inşası ve değişimi ise ancak toplum ve ferdin beraber koordineli çalışmasıyla gerçekleşebilir. Bu çalışma planlı, programlı, toplumsal destekli, aydın ve bilim insanlarının beraber çalıştığı toplu bir hazırlık ve çalışmayla başarıya ulaşır. Aydınlar ve bilim adamları medeniyetin iniş çıkışlarını, yükseliş ve çöküşlerini tahlil eder, bu yolda ortaya konulan yanlışları belirler, siyasi ve toplumsal otoriteler de bu iki kesimi maddi, siyasi ve hukuksal güçle desteklerler (Bûtî, ts.a, s. 160 vd.).
Medeniyetin Değişim Dayanakları:
Bûtî medeniyetin değişiminde üç temel dayanak olduğunu düşünerek bunları çeşitli eserlerinde zikretmiş, bu dayanakların ıslahına veya geliştirilmesine katkıda bulunmaya çalışmıştır. Bunlar: Vahiy, nefis ve tarihtir.
Vahiy: Kur’ân-ı Kerim, Müslüman bireyi medeniyeti inşa edecek şekilde yetiştirmeyi amaçlamıştır. Birçok ayette geçmiş medeniyetlerin yükselişi ve çöküşü anlatılmış, yükselen medeniyetlerdeki toplumların faziletlerinden ve yükselişe sebep olan eylemlerinden bahsetmiş, çöken medeniyetlerdeki insanların yaptıkları hatalar ve kusurlar anlatılmış, uzaklaşması ve kaçınılması gereken eylemler zikredilmiştir. Müslüman bireyin medeniyeti inşa ederken gözetmesi gereken ana cadde belirlenmiş, ilkeler verilmiştir. Çöküşe sebebiyet veren hastalıklı davranış ve işler sık sık vurgulanmıştır. (Dipnot 24) Yine, Peygamberin hayatı ve Medine’de kurduğu medeniyet, Müslüman bireye medeniyetin inşası için güzel bir örnek olup bu örnekten esinlenerek Müslümanlar yeniden dirilişin anahtarlarını bulabilir. Ancak bilinmeli ki Peygamber bu medeniyeti sadece irade ve istekle kurmamış; bunların yanında bedel ödemiş, yorulmuş, çaba göstermiştir. Bu bedel ödenmeden, çaba sarf edilmeden, eldeki imkanlar sonuna kadar kullanılmadan bu değişim gerçekleşmez (Berğûs, 1995, s. 40).
Nefis: Medeniyetin maddi boyutu olduğu gibi manevi ve sanatsal boyutu da vardır. İnsan ruhu ve nefsi sanat ve maneviyatla tezhip edilip yüce bir manaya ulaşmalıdır. Zira insan medeniyeti sadece maddeye indirirse insanlığın mutluluğunu sağlayamaz ve yeryüzünde adaleti gerçekleştiremez. Bu nedenle Müslümanların inşa edeceği medeniyet mutlaka fıtrata ve insani değerlere dayanmalıdır. Çünkü İslam medeniyetinin asıl hedefi insanı fıtrata uygun ve değerlere sahip bir birey kılmak ve insana yakışır bir hayat ortaya koymaktır. Bu hayatı ortaya koymak isteyen medeniyetin erleri önce kendileri nefislerini terbiye etmiş, ahlaklarını tezhip eylemiş, ruhi doygunluğa ermiş olmalıdır. Çünkü değişim önce nefiste başlar sonra diğer alanlarda devam eder (Bûtî, ts.b, ss. 6-7).
Tarih: Medeniyetler tarih içinde var olmuşlar, bazısı yükselirken bazıları çökmüş, bir kısmı uzun yaşarken bir kısmı ihtişamlı fakat kısa yaşamıştır. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu birçok tarihçi tarafından belirtilmiştir. Medeniyetlerin değişimi ve inşası da tarihte tekerrür etmiş, yükselen ve gerileyen medeniyetler zamanın dişlisinde çeşitli sebeplerden yok olmuş, yerlerine yeni medeniyetler inşa edilmiştir. Bütün bu değişimler sünnetullah (kâinat kurulları) dairesinde cereyan etmiştir. Allah yer yer Kur’an’da bu medeniyetlerin yıkılışına ve yaptıkları hatalara değinmiş, bu hatalardan ders almalarını istemiştir. Bûtî, tarihi süreçte Müslümanların dinlerine samimi şekilde bağlandıkları ve uydukları dönemlerde İslam medeniyetinin yükseldiğini, İslam dininden uzaklaştıklarında ise gerileyip başka medeniyetlerin istilasına uğradıklarını ifade eder. Ona göre Müslümanlar istek ve arzularının peşine takılıp gittikleri dönemlerde toplumda fesat artmış, insanlar maddi, manevi yönden çökmüş, sanat ve edebiyatta gerilemiş, ahlaki problemler baş göstermiştir. O vakit tarihin bu tekerrürü medeniyetler için de geçerli olup, Müslümanların yeniden dirilişinin, medeniyet kurmasının, dinin doğru anlaşılması ve uygulanmasından geçtiğini idrak etmek gerekir (Bûtî, 2014, ss. 80-90).
Özetle Bûtî, tarihi seyir içinde medeniyetlerin yıkılışına, yükselişine bakılması ve tarafsız olarak bu sebeplerin araştırılması gerektiğini düşünmektedir; Müslümanların bu sebepleri iyi tahlil ederek değişim yolunda kendilerini hatalardan koruması gerektiğini vurgulamak istemektedir (Bûtî, 2020, s. 19).
Devlet ve Siyasetle İlgili Görüşleri
Siyasal İslam’a Bakışı
1. Said Ramazan el-Bûtî İslam’ın siyasallaştırılmasına gençlik yıllarından itibaren sıcak bakmamıştır. Nitekim kendisinden İslami cenaha yakın Cebhetu Takaddüm Partisi’nden aday gösterilmesi istendiğinde bunu kabul etmemiştir (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 127). Zira ona göre İslam’ın diğer ideolojiler gibi devleti yönetme konusunda rekabet eden ideoloji haline dönüştürülmesi başta İslam’a ve evrensel mesajına zarar verir. Çünkü İslam dinî partileştirilip ülkeyi yönetme konusunda rekabet eden ideolojilerden biri haline geldiğinde İslam hakkında bilgisi olmayanlar İslam’ı bir ideolojiden ibaret sanıp siyasi hayatta rekabet edilen bir dinî yapı olarak görür. Bu insanlar ve diğer ideolojilerden olanlar siyasi İslam’a karşı rakip ve rekabet halinde olacaklardır. İslami parti kendi taraftarlarını bir arada toplarken diğer partilerin üyelerini dolaylı olarak ötekileştirmiş olacaktır. Çünkü siyasi partiler ülke yönetimi ve ekonomisini yönetme konusunda rekabet halindedirler. İslami parti de ülke yönetiminde söz hakkı olduğunda bir takım siyasi hamleler yapacak, kendi taraftarlarını devlet dairelerine atayacak, devletin ihaleleri belli kesimlere tahsis edilecektir. Bu ise diğer aktörlerde öfke ve kine sebep olacaktır. Yönetimdeki siyasi aktörler İslam adına bunu yaptıklarından diğer ideolojilere mensup insanların öfke ve kinleri İslam’a yönelecektir. Bu durumda ise bu insanlara ulaşıp İslam’ı davet etmek zorlaşacak ve davet belirli kesimlerle sınırlı kalacaktır (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 124).
Diğer taraftan Müslümanların siyasi partiler altında teşkilatlanıp çalışması zamanla halihazırdaki yönetimleri devirmeye yönelik çalışmalara itecektir. Bu da Müslümanların İslam’a davet için sarf edecekleri enerjilerini farklı mecralara yönlendirecektir. Bazen İslam’ın tasvip etmediği mecralara kayılabileceği gibi belki İslam adına kanlar dökülebilecektir. Bu durumda İslam töhmet altında bırakılmış olacaktır. Zira bazı devletlerin gizli servislerinin İslamcıları istenmeyen mecralara çekip halk nazarında itibarlarını kaybetmeleri için çeşitli yöntemlere başvurmaları, İslamcıların da bu oyunlara gelmeleri muhtemeldir (Aleyvân ve Hûş, 2012, s. 126).
Halbuki Müslümanlar davet ve nefis terbiyesine yönelip insanlarla siyasal ve ekonomik çekişmeye girmemeleri onlara daha geniş davet kapsamı sunacaktır. Müslümanlar önce kendilerini yetiştirip nefis terbiyesine yönelip samimi bir şekilde davet çalışması yaptıklarında, zamanla rakiplerinin onlara hizmet eder duruma gelmeleri pek muhtemeldir. Nitekim Hz. Peygamber dönemine bakıldığında İslam’ın ilk önce nefislere nüfuz ettiği, inanç ve ahlak esasları, hükümler ve hadlerden önce uygulandığı görülecektir. Nefisler hazır hale geldikçe hükümler ve hadler peyder pey inmeye başlamıştır. Siyasal İslam meselesinde ise direkt devlet yönetimine ulaşmak, oradan da İslami hüküm ve hadleri gönüllü veya zorla uygulama gayesi yatmaktadır. Bu gaye doğru görünse de esasında iman ve nefis terbiyesinden yoksun halklara direk uygulandığında insanların dinden uzaklaşması mümkün olabilmektedir. İslam’ın gönül dinî olmaktan zorbalık dinî haline gelmesi söz konusu olabilir. Bu da yığınla insanın zahirde hükümleri uygularken, bâtında İslam’a nefret duyacak hale gelmesine sebebiyet verir. Bu açıdan Müslümanların İslam’a daveti devamlı evrensel olmalı, belli ideolojilere indirilmemelidir (Tîzînî ve Bûtî, 1998, ss. 19-21).
Devlet Yönetimine Bakışı ve Suriye Rejimiyle İlişkisi
1. Said Ramazan el-Bûtî’nin devlet ve siyasetle ilgili yazıları bulunmakla birlikte bu alanda müstakil bir eseri yoktur. Ancak klasik dönemde devlet başkanı, devletin yönetim şekli, seçim ve şura, ulu’l-emre itaat ve isyan, devlet başkanının meşruiyeti gibi birtakım konulara çeşitli makale ve kitaplarında değinmiştir. Bûtî bu konulardaki genel görüşleri sunarken Ehl-i Sünnetin görüşünü çeşitli delillerden dolayı savunmuştur. Bûtî’nin Eşari-Şafii meşrepten olduğu düşünüldüğünde bunun normal bir tercih olduğu görülür. Zira Bûtî geleneğe bağlı bir âlimdir.
Bûtî, modern dönemde devlet başkanına isyan, başkaldırı, devletin yönetim şekli, modern dönem savaş (cihat) araçları gibi konuları İslam tarihindeki olaylara ve fıkhi fetvalara kıyas ederek ele almıştır. Çoğu kez devlete isyan, başkaldırı gibi konularda “Ehl-i Sünnetin görüşü budur” diyerek Müslüman devlet başkanına isyanı haram görmüştür. İsyan ve ayaklanmalarda klasik fıkıh ve kelam eserlerindeki “fitne” kavramına sık sık başvurmuş ve bunu öne çıkarmıştır (Îdû, 2018, ss. 1-3).
Bûtî, devletin yönetim şekliyle ilgili olarak İslam’ın özel bir yönetim şekli belirlemediğini, ancak ayet ve hadislere bakıldığında şura ve ilim ehliyle istişareyi tavsiye ettiği görülür. Şura’nın da özünde demokratik bir yaklaşım olduğunu vurgular. Peygamberin de devlet yönetiminde kendi başına davranmadığı, ilim ehliyle ve işin erbabıyla devamlı istişare halinde bulunduğu ifade ederek özünde İslam’ın demokrasi ve özgürlüklerle ilgili bir probleminin olmadığını söyler. Bûtî’nin devletin yönetim şekliyle ilgili eklediği bir diğer husus da yönetim şeklinin yanında uygulamada adaletin sağlanıp sağlanmadığı, malların insanlar arasında adilce dağıtılıp dağıtılmadığı hususudur. Ona göre İslam’ın devlet yönetiminden beklediği adalet, insan hak ve hürriyetleridir. Bunu bir yönetim sağlıyorsa devletten beklenenin önemli ölçüde sağlandığıdır (Bil-Kahle, 2018, ss. 1-4).
Bûtî İslam’daki had cezalarının insan hak ve hürriyetlerine aykırı olmadığını, aksine bu had cezalarının insan hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik olduğunu söyler. Mürtedin öldürülmesi meselesinde ise kişinin bunu dillendirip İslam toplumunda propaganda aracına dönüştürmedikçe öldürme cezasının uygulanmayacağı yönünde İslam tarihinden örnekler verir. Diğer had cezalarının da uygulanmasının sıkı şartlara bağlandığını, bu cezaların asıl hedefinin de toplumdaki yaşam, mülk edinme gibi hakları ve özgürlükleri korumaya yönelik olduğunu vurgular. Özetle Bûtî devletin yönetim şeklinden çok devletten beklenen ödevleri devletin yapıp yapmadığıyla ilgilenmiştir (Îdû, 2018, ss. 1-6).
Hafız Esed ile İlişkisi ve Suriye Rejimini Desteği Konusundaki Tartışmalar
15.Said Ramazan el-Bûtî’nin Suriye Devlet başkanı ve Baas Partisi lideri Hafız Esed ile ilk görüşmesi, Hafız Esed’in Nakdu Evhâmı’l-Maddiyye el-Cedeliyye (Materyalizm Ütopyasının Çürütülmesi) adlı eseri okuyup etkilenmesi sonucunda kitabın yazarıyla tanışmak istemesiyle başlamıştır. Bu tanışmadan bir süre sonra 1980 yılında Suriye Evkaf Bakanlığı, Şam Üniversitesi’nde Hicri 15. asrın başlangıcı hakkında büyük bir etkinlik düzenlemiş, Bûtî de konuşmacı olarak davet edilmiştir. Bûtî konuşmasında Hafız Esed’e bazı nasihatlerde bulunmuştur. Bundan sonra Baba Esed, Bûtî ile sık sık görüşmüş, bazı görüşmeleri dört beş saat kadar sürmüştür. 1994 yılında Hafız Esed’ın başkanlığa hazırladığı oğlu Basil Esed bir trafik kazasında vefat etmiş, cenazesini Bûtî kıldırdıktan sonra rüyasında Basil Esed’i cennette gördüğünü ifade etmiştir. Bûtî’nin Esed ile görüşmesi ölümüne kadar devam etmiş, 2000 yılında Esed vefat edince de cenazesini kıldırmış, akabinde göz yaşına boğulmuştur.
2000 yılında Suriye rejiminin başına Hafız Esed’ın oğlu Beşşar Esed geçince birtakım yenilikler ve açılımlar yapmıştır. Oğul Esed de babası gibi Bûtî ile ilişkisini devam ettirmiş, onunla ilişkisine özel bir önem atfetmiştir. Bûtî de oğul Esed ile ilişkisini öldürülene kadar devam ettirmiştir. Bûtî Suriye Rejimini savunmuş, bazı konularda Baba ve oğul Esed’i yer yer uyarmış, bazı zamanlar da ise alenen nasihatte bulunmuş, bazen de ikili görüşmelerde halkın sıkıntılarını iletmiştir. Bûtî rejimle bu ilişkisinde maddi veya manevi bir karşılık beklememiş ve Baba Esed’in gönderdiği hiçbir hediyeyi de kabul etmemiştir. Nitekim Bûtî’nin maddi olarak bir evi ve kitaplarından gelen telif hakkı dışında bir varlığı da yoktur. Bûtî rejimden bir makam ve mevki kabul etmemiş, vaiz ve akademisyen olarak hayatını sürdürmüştür. Bûtî’nin Rejimi maddi ve manevi bir çıkar beklemeden desteklemesindeki düşüncesini ve arka planı irdelemek gerekmektedir. Zira kendisi büyük bir âlim ve fikir adamı olup hayatta para ve makam peşinde koşmamış bir insandır. Suriye rejimine yakın olmasının arka planında ne olabileceği ve hangi içtihatla bunu yaptığını incelemek önem arz etmektedir.
1. Said Ramazan el-Bûtî gelenekçi bir âlim olup devlet başkanına isyanın, klasik dönemdeki “ulu’l-emr” e isyanla aynı olduğunu varsaymıştır. Devlet başkanı zulüm yapsa da açıkça dinden çıkmadıkça isyan edilemeyeceği fikrini klasik dönemdeki mezheplerin görüşüne dayandırmıştır. Hadislerde geçen fiten kelimesine vurgu yaparak halkın devlete isyanının bir fitne olduğunu, birçok Müslümanın bu isyanlar sonucunda kanının döküleceğini, bununda sorumlusunun isyana cevaz veren âlimler olduğunu söylemiştir. O rejime isyan edilmesinin haramlığını klasik dönemdeki ulu’l-emr, fitne, bağy gibi kavramlara dayandırmıştır. Bûtî bu kavramları ve bu konudaki fetvaları direk klasik kaynaklardan alıp o kaynaklara atıf yaparak sunmuş, halk ayaklanmasının caiz olmadığını 2011 Suriye Halk Ayaklanması’nda mükerrer bir şekilde ifade etmiş, yine 1980 İhvan Halk İsyanı’nda da benzer görüşler serdetmiştir (Îdû, 2018, ss. 3-6).
Bûtî, 1980 yılındaki ihvan isyanının sonucunda birçok insanın öldürülmesi, dinî yaşamın kısıtlanması, birçok insanın hapsedilmesi gibi olaylara şahit olduğundan başarısız halk isyanlarının akıbetinin çok acı sonuçlar doğurduğunu görmüştür. Suriye rejiminin koca şehirleri yok edip binlerce insanı öldürdüğü bu dönemde Bûtî dahil diğer âlimler, rejim tarafından iki seçenekten birini seçme durumunda bırakılmıştır. Bu iki seçenek ya ülke dışına sürülmek ya da ülkede kalıp rejimi desteklemek şeklinde olmuştur (Dîb, 2011, ss. 550-580).
Rejim 1980 isyanının bastırılmasından sonra bütün dinî kurumları ya kapatmış ya da faaliyetlerini sınırlayıp gözetimine almıştır. Öyle ki insanlar camilere namaz kılmak için dahi gitmeye korkar hale gelmiştir. Bu süreçte dinî hayat tamamıyla durmuş, Bûtî de bu süreçte ülke dışına çıkan âlimleri göz önüne alarak ülkedeki dinî hayatın bitirildiğini ve böyle devam etmesi durumda Suriye gençliğinin dinsizliğe yöneleceği kanaatine varmıştır. Babasının da tek partili Türkiye’sinde ettiği tecrübe sonunda ülkede kalmasının doğru olacağı yönünde karar vermiştir. Suriye rejiminin ülke yönetiminde köklerinin yayıldığını, halk isyanıyla kolay kolay devrilmeyeceğini de anlayan Bûtî, siyasete karışmadan vaaz ve irşat yapılmasının siyasal İslam’dan ve halk ayaklanmasından uzak durularak halkın dinî hayatının güçlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bunu yaparken çeşitli taraflardan eleştiri aldığında klasik dönem argümanlarıyla yaptığı kişisel içtihadı savunmuştur (Bil-Kahle, 2018, ss. 3-7).
Bûtî, Hafız Esed ile kişisel ilişki kurarak ülkedeki dinî baskıyı hafifletmeyi amaçlamıştır. Nitekim Bûtî, baba Esed ile yürüttüğü iyi ilişkiler sonucunda İhvana mensup birçok mahpus âlimin serbest bırakılmasına vesile olmuştur. Öyle ki toplam bırakılan mahkûm sayısının on binin üzerinde olduğu söylenmiştir. Yine Bûtî’nin Esed ile yakın ilişkisi sayesinde 1990’lı yıllardan itibaren dinî derslere ve cemaatlere kısmen faaliyet yürütme hakkı verilmiştir. Böylece Bûtî, rejimle savaşmanın mümkün olmadığı bir dönemde onunla iyi geçinerek dinî hayatın tamamen silinmesini engellemiştir.
Bûtî Suriye’de halkın arasında büyümüş ve devamlı halkla iç içe olduğu için insanların örgütlenme konusundaki zaaflarını görmüş, rejimin ise halkı sistematik olarak birbirine karşı ajan olarak kullanmasına şahit olmuştur. 1980 sonrası yeni bir halk ayaklanmasını çok mümkün görmediğinden rejimle iyi geçinerek dinî hayatın üzerindeki baskıyı hafifletme amacı gütmüştür. Bu amaç Suriyelilerin de ifade ettiği üzere kısmen başarılı olmuştur. Zaten halk ve önde gelen âlimler Bûtî’nin bu dönemdeki fıkhi siyasetine olumlu bakmışlardır. Ancak 2011 yılında Arap baharıyla başlayan halk ayaklanmaları Suriye’de de tezahür ettiğinde halk, Bûtî’nin halkın tarafında yer almasını beklemiştir. Zira halk Bûtî’nin gerçekte rejimi sevmediğini, bu ilişkiyi dinî zarurete binaen yaptığını düşünmekteydiler. Nitekim gösteri düzenleyen gençler Bûtî’den açık bir destek beklemişlerdir. Bu gençler tarafından 15.03.2011 yılı Cuma hutbesinden sonra Bûtî’ye zalim idareciye isyan konusunda soru yöneltilmiş, akabinde Şam Emevi Camii’nde ilk gösteri yapılmıştır. Bu gösteriden sonra Der’a ve Humus gibi şehirlerde gösteriler başlamış, halk ilk etapta rejimin ıslah edilmesi yönünde sloganlar atmıştır. Bûtî de bu süreçte halkı sükûnete çağırmış, halkın haklı taleplerini rejimle görüşerek bizatihi ileteceğini canlı yayında söylemiştir. Ancak rejim gösterileri çok şiddetli bir şekilde bastırmaya çalışmış, gençlerin taleplerine gerçek mermilerle karşılık verilmiştir. Bu da Suriye’deki gösterilerin büyüyerek içinden çıkılmaz hâl almasına sebebiyet vermiştir. Bu süreçte Bûtî, ayaklanmanın caiz olmadığını, bütün mezheplere göre bunun bir fitne olduğu yönünde fetva da yayınlamıştır. Göstericilerin arkasında ABD ve İsrail gibi dış devletlerin olduğunu, bu ayaklanmanın fitneye sebep olduğunu ve ülkede çok kan döküleceğini, bunun da dinî sorumluluğu olduğunu söylemiş, insanları eve dönmeleri konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Bu noktadan itibaren gençler Bûtî’nin samimiyetine ve siyasi duruşuna karşı güvenlerini yitirmiş ve çok çeşitli ithamlarda bulunmuşlardır.
Bûtî’nin vaazları ve bu süreçteki konuşmaları toplu bir şekilde değerlendirildiğinde halk ayaklanmasına karşı çıkma sebepleri şunlar olarak sayılabilir: 2011 Halk Ayaklanması’nın 1980’li yıllardaki gibi başarısız olacağı inancı, ayaklanmanın arkasında kimlerin olduğu hususunda şüphelerinin varlığı, Suriye halkının ayaklanmaya hazır olmadığı hususundaki düşüncesi, Rejimin tabanını oluşturan Nusayrilerin orduda ve devletin tüm kurumlarında hâkim olması, halk ayaklanmasını yöneten ve halkın etrafında toplandığı bir lider bulunmamasıdır. Bu sebepler nedeniyle Bûtî, Esed rejiminin yıkılacağına pek ihtimal vermemiş, Batılıların da halkın yanında durmayacağını göz önüne alarak gençlerin gösterilerinin akim kalacağı hususunda kesin kanaat sahibi olmuştur. Rejimin kanlı bir rejim olması nedeniyle de bu ayaklanmada ülkenin büyük zarar göreceğini, binlerce insanın öleceğini, iç savaşın ülkeyi İsrail karşısında savunmasız bırakacağını bildiğinden bu ayaklanmaya karşı devamlı halkı uyarmıştır. Kanaatimizce Bûtî’nin ayaklanmaya karşı olması rejimi desteklemekten ziyade ayaklanmanın fiziki ve sosyolojik sebeplerinin oluşmadığını düşündüğündendir. M. Said Ramazan el-Bûtî’nin siyasi duruşunun ülke gerçeklerinden bağımsız düşünülerek eleştiri konusu yapılmasının pek doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Özellikle Suriye Rejimi gibi bir yönetimi tanımadan ve o ülke gerçeklerini bilip yaşamadan bu bilim adamlarını insaf dairesi dışında eleştiriye tutmanın yanlış olduğunu düşünüyoruz. Nitekim bendeniz 2006-2012 yılları arasında Suriye’de eğitim aldım, gösterilerin ve bazı çatışmaların bir kısmına bizatihi şahit oldum. Bu altı yıllık eğitim hayatında ülkenin gerçeklerini göz önüne aldığımda ve derslerine düzenli katıldığım insan olan Bûtî’nin siyasi duruşunun eleştiri konusu yapılabileceğini, ancak kendisinin ihanetle vb. suçlarla itham edilmesinin haksızlık olduğunu söylemek isterim. Geldiğimiz nokta da kısmen Bûtî’nin isyanla ilgili endişelerinin yerinde olduğu görülmüş oldu.
Çağdaş Arap Düşüncesi Üzerindeki Etkisi
1. Said Ramazan el-Bûtî, fakih ve mütekellim âlim olmasının yanında toplumsal hayat ve medeniyetle ilgili birçok eser kaleme almıştır. Bu eserlerinde İslam toplumundaki sorunlara ve sıkıntılara değinmiş, Müslümanların yaşadığı iktisadi ve toplumsal krizlere dair fikir yürütmüş, medeniyetlerin değişim ve oluşumuyla ilgili çeşitli fikirler ileri sürmüştür. Bûtî, İslam dünyasının içinde bulunduğu krizin çözümüne yaklaşırken geleneği esas alıp yeniden asıl kaynaklara dönülmesi gerektiğini vurgulayıp, İslam’ın özünde gelişimin ve krizlerden çıkış yollarının bulunduğunu ifade etmiştir. Peygamber döneminde sahabenin değişim ve gelişimi yakalamalarındaki başarının da bu özden beslendiğini söylemiştir.
Bûtî, İslami ilimlerin yanında felsefe ve akli ilimlerde belli düzeye ulaşmış ve bazı felsefecilerle karşılıklı tartışma ve münazaralara girmiştir. Bu gibi tartışmalar Bûtî’ye katkı sağlamış, düşünce ve siyaset alanındaki faaliyetlerini yürütmüş, zamanla toplumda ve fikir dünyasında önemli yer edinmiştir. Bûtî âlim, vaiz, fakih, mütekellim ve mutasavvıf bir şahsiyet olması nedeniyle çağdaş Arap düşüncesini etkilemiştir. Mistik ve tasavvufi düşünceleri nedeniyle özellikle filozof olup tasavvufa yakın olan düşünürler, Bûtî’nin tasavvuf anlayışından etkilenmişlerdir. Zira Bûtî ilk dönem zühd tasavvuf ekolünü öne çıkarmış, tasavvufa karışmış hurafelerle savaşmış, tasavvufu İslam’ın ahlaki değerlerini gönüllere aşılayan bir riyazet yöntemi ve nefis terbiyesi olarak öne çıkarmıştır. Tasavvufa bu şekildeki yaklaşımı, birçok ilim ve fikir erbabını etkilemiş ve bu konuda bir ekol oluşturmuştur. Bu ekol Bûtî’nin babasıyla birlikle canlandırmak istedikleri bir düşüncedir. Bu düşünce benzer şekilde Abdulfettah Ebu Gudde gibi muhaddisler tarafından da kabul görmüş ve ilk dönem tasavvuf eserleri tahkik edilip yeniden basılmıştır. Nitekim Abdulfettah Ebu Gudde Haris el-Muhâsibî’nin Risaletü’l-Müsterşidîn eserinin yazmasını nefis bir tahkikle yayınlamış, Bûtî Hikem’i Ataiyye ve Kuşeyri Risalesi’ni tahkik edip bu kitapları derslerinde okutmuştur. ilmî sahadaki bu gelişmeler fikrî alanda çalışma yürüten tasavvufa meyilli felsefe bilimcileri de etkilemiştir. Özellikle Kuzey Afrika (Mağrip) bölgesindeki felsefeciler ilk dönem tasavvuf düşüncesine önem vermeye başlamıştır. Taha Abdurrahman gibi mutasavvıf filozoflar, tasavvufun felsefi boyutunu ele almaya başlamışlardır. Bütün bu çalışmaların yeniden yayılmasında Bûtî’nin başlattığı ve düzenli olarak akademik ve dinî hayatta bahsettiği zühd dönemi tasavvufi söylemi, yeniden bu dönem eserlerinin neşet bulmasına vesile olmuştur. Nitekim Bûtî zühd dönemi tasavvuf söyleminin temsilcisi görülmüştür (Aleyvân ve Hûş, 2012, ss. 94-104).
Bûtî’nin etkilediği bir diğer düşünce alanı İslam dünyasındaki krizin aşılmasındaki ortaya konulan çıkış yollarıyla ilgilidir. İslam dünyasındaki krizden çıkış yolları aranmış, Arabistan bölgesinde “Vehhabilik” hareketi çıkmış ve İslam dünyasının kurtuluşunun hurafeleri bırakıp yeniden Kur’an ve Sünnete dönmekle olacağını savunmuş, Mısır Ezher’de Muhammed Abduh ve hocası Efganî’nin başını çektiği “İslahiyyun” hareketi, İslam dünyasının krizden çıkışını dindeki hurafeleri inkar edip dinin akılla anlaşılacağını ve İslam’da akla uymayan nasların tevil edilmesiyle İslam ülkelerinde aklın yeniden istenilen yere geleceğini, bunun da Müslümanları bilim ve teknolojide ilerleteceğini iddia etmiştir. Bu iki düşünceye karşı Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri ve sonrasında M. Said Ramazan el-Bûtî’nin çıkış noktaları ise İslam dünyasındaki sorunun dinî sorundan daha büyük olduğu, geri kalmışlığın sebeplerinin çeşitli ve geniş yelpazeye yayılmış olduğu, bu sebeplerin bertaraf edilmeden sadece dinde reform söylemiyle bu iktisadi ve siyasal krizden çıkılamayacağıdır. Bu düşünceyi güçlü bir şekilde savunan Mustafa Sabri olmuştur. O Mevkıfu’l-Akl isimli eserinde dinde reform söylemine ve selefilere çok geniş reddiyeler yazmış, bu görüşleri aklî ve naklî ilimler çerçevesinde eleştirmiştir. O dönem Mısır’da bulunan Bûtî de bu gelenek merkezli çözüm anlayışına katkıda bulunmak ve dinde reform meselesine makâsıd merkezli yaklaşım amacıyla doktorasını dinde reformistlerin çokça dillendirdiği maslahatlar konusunda seçmiştir. Tezinde nasların ve olayların sadece maslahatla ele alınmasına bir sınır ve çerçeve çizilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bûtî, Suriye’ye döndükten sonra bu minvalde ilmî ve fikrî çalışmalarını yürütmüş, selefi ve reformist ideolojilerin temsilcileriyle ilmî tartışma ve yazışmalar yürütmüştür. Bûtî’nin bu ilmî ve fikrî gayreti onu bu düşüncenin sayılı erlerinden biri yapmıştır. Bu düşüncedeki birçok âlimi ve fikir adamını etkilemiştir. Nitekim bu konuya felsefi ve fikrî açıdan yaklaşan Moskova Üniversitesi Felsefe Profesörü M. Adil Şurayh es-Sekâfetu fi Esir (Esaret Altındaki Kültür) adlı eserinde bu üç yaklaşımın İslam dünyasına öncülük edebilme yeteneklerini ve fikrî düşüncelerini irdelemiş ve eserinde Bûtî’yi gelenekçi düşüncenin etkili düşünürlerinden kabul etmiştir (Bkz. Şurayh, 2008).
Kaynakça
Aleyvân, H. ve Hûş, F. el-. (2012). El- Bûtî ve’d-Da’ve ve’l-Cihadu ve’l-İslamu’s-Siyasi. Beyrut: Merkezu’l-Hadâratu Litenmiyeti Fikrî’l-İslamî.
Allâme Şehit Muhammed Said Ramazan el-Bûtî. (2013). https://bit.ly/3Jcfuwladresinden erişildi.
Berğûs, A. bin M. (1995). El-menheç en-nevevî fi’t-teğtîr el-hadâri. Kitabu’l-Ümme, (43).
Bil-Kahle, A. bin H. (2018). Mevâkıfu M. Said Ramazan el-Bûtî siyasiyye: Islahun İstirâiyyun. Merkezu Dırâsâtu’l-Arabiyye.
Bûtî: Hayatı ve Fikirleri [Televizyon Programı]. https://bit.ly/3YGhgM0 tarihinde erişildi.
Bûtî’nin canlı yayındaki fetvası. Bûtî’nin canlı yayındaki fetvası. https://www.youtube.com/watch?v=eanxPMGInZE adresinden erişildi.
Bûtî, M. S. R. el-. (1958). Fi Sebillahi ve’l-hakk. Dimaşk: Mektebetu’l-Emeviyye.
Bûtî, M. S. R. el-. (1991). Kadâyâ Fıkhiyye muâsıra. Dimaşk: Mektebetu’l-Fârâbî.
Bûtî, M. S. R. el-. (1995). Hâzâ Vâlidî -kıssatun kamile lihayâti eş-şeyh Molla Ramazan el-Bûtî (10. bs.). Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (1997). Kübra’l- yekîniyyati’l-kevniyye: Vucûdu’l-hâlık ve vazîfetu’l-mahlûk. Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (2003). El-Hikemu’l-ataiyye şerhun ve tahlil. Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (2010). Davâbitu’l-maslaha fî şerîati’l-İslamiyye. Dimaşk: Dâru’l-Fikir.
Bûtî, M. S. R. el-. (2014). Min Süneni’llahi fi ibâdihî. Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (2020). Meni’l-mes’ûl an tehallufu’l-Müslimîn? (Sissiletu’l-Kımme 8). Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (ts.a). Menhecu’l-hadârati’l-insaniyye fi’l-Kur’an. Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Bûtî, M. S. R. el-. (ts.b). Bâtınu’l-ismi el-hataru’l-ekber fi hayati’l-Müslimîn. Silsiletu Ebhâsin fi’l-Gimme, (1).
Bûtî, M. S. R. el- ve Said, C. (t.y.). En-Nedevâtu’l-fikrî’l-İslamî el-Mûasır ıı. et-teğyîr mefhûmuhû ve tarâiguhû içinde . Dimaşk: Dâru’l-Fikr.
Caberî, S. R. A. el-. (2015). Eş-Şeyh Muhammed Said Ramazan el-Bûtî ve Ârâihi’l-’İtikâdiyye. (Yüksek Lisans Tezi), Halil Üniversitesi.
Dîb, K. (2011). Tarîhu Suriye el-muâsır. Beyrut: Dâru’n-Nehâr.
Îdû, İ. (2018, 5 Aralık). el-Bûtî: El-Fetvâ ve’s-Sevra. Ma’hadu’l-Alemî li’d-Dırâse.
Pehlivan, B. (2020). Bûtî. İslâm Ansiklopedisi (Ek 1. cilt, ss. 221-224). Ankara: TDV Yayınları.
Salih, A. (2017). Et-Teğyîr el-hadârî fi fikrî eş-Şeyh Muhammed Said Ramazan el-Bûtî. Mecelletu’l-İhyâ, (20), 381-396.
Şurayh, M. A. (2008). Es-Sekâfetu fi’l-esr nahve tefkiki’l-mâkûlât en-nahdaviyye’l-Arabiyye. Dimaşk: Dâr’ul-Fikr.
Tîzînî, T. ve Bûtî, M. S. R. el-. (1998). el-İslâm ve Tehaddiyâtu’l-Asr: Tehaddiyât ve âfâk. Dimaşk: Dâr’ul-Fikr.
Ek: Bûtî’nin Eserleri
El-Mezhebi’l-İktisâdî Beyne’ş-Şuyû’iyye ve’l-İslam (Sosyalist Ekonomi Modeli ile İslam Ekonomi Modeli Arasında İktisat).
Tecrubetu’t-Terbiyetu’l-İslamiyye fi Mîzâni’l-Bahs (İslam Ahlak Eğitiminin Uygulanmasının Bilimsel Yönden İncelenmesi).
Difâun ani’l-İslami ve’t-Târih (Tarihin ve İslam’ın Savunulması).
Hakâ’ik an Neş’eti’l-Kavmiyye (Milliyetçiliğin Doğuşundaki Hakikatler / Milliyetçiliğin Arka Planı)
Fi Sebillahi ve’l-Hakk (Allah ve Hakikat Yolunda).
Min Revâi‘l-Kur’ani’l-Kerim: Temmulatın İlmiyye ve Edibiyye fi Kitabillah (Kur’an-ı Kerimden İnciler, Harikalar: Bilimsel ve Edebi Tefekkür).
Mebâhisu’l-Kitap ve’s-Sünne min İlmi’l-Usûl (Fıkıh Usülünde Kitap ve Sünnet).
Es-Sebili’l-Vahîd fi Zahmeti’l-Ahdâsi’l-Câriye (Halihazırdaki Olaylardan Çıkış Yolu).
Muhâdarâtun fi’l-Fıkhı’l-Mukâren (Karşılaştırmalı Fıkıh Konferansları).
El-Akîdetu’l-İslamiyye ve Fikrî’l-Muâsır (İslam Akidesi ve Çağdaş Düşünce).
El-Hivâr Havle Müşkilâtin Hadâriyye (Medeniyetin Sorunları Etrafında Söyleşi)
Ala Tarîkı’l-Avde ila’l-İslam, Resmun li Menhâcın ve Hallin li Müşkilâtin (İslam’a Dönüşte Sorunların Çözülmesi ve Yöntemin Belirlenmesi).
Mes’eletu Tahdîdi’n-Nesl (Nüfus Planlama Meselesi)
Es-Selefiyye Merhaletun Zemeniyyetun Mubarektun Lâ Mezhebin İslamiyyin (Selefilik Tarihte Mübarek Bir Dönemdir, Bir Mezhep Değildir).
Kadâyâ Fıkhiyye Muâsıra (Çağdaş Fıkhi Meseleler).
Hurriyetu’l-İnsan fi Zılli Ubûdiyyethi Lillah (İnsan Hürriyetinin Allaha Kulluk Gölgesindeki Durumu)
El-Cihâd fi’l-İslam Keyfe Nefhemuhu ve Keyfe Numârısuhu (İslam’da Cihat: Nasıl Anlamalı, Nasıl Uygulamalı?).
Zevâbi‘ ve Esdâ’ Verâe Kitabi’l-Cihâd fi’l-İslam (el-Cihad Kitabının Meydana Getirdiği Ses ve Fırtınalar).
El-Hivâr, Sebîlu’t-Teâyüş maa’t-Taddüd ve’l-İhtilaf (Diyalog: Farklılıklarla ve Başkalarıyla Yaşamanın Tek Yolu).
El-İnsan Muhayyerun ev Müseyyer (İnsan Hür mü Yoksa Değil mi?).
El-İslam ve’l-Asr Tahaddiyâtun ve Âfâk: Hivârun li Karnin Cedîd (İslam ve Çağ: Tehlikeler ve Ufuk)
Allahu ev el-İnsan Eyyuhumâ Akdar alâ Riâyetu Hukuku’l-İnsan (İnsan mı Allah mı İnsan Haklarını Gözetmede Yetkindir).
Siyâmend İbn el-Edğâl: Min Revâi’Kısası’ş-Şuûb (Harika Halk Hikayelerinden Bazısı).
Avruba mine’t-Tekaniyye ila’r-Ruhâniyye: Müşkiletu’l-Cisril-Maktu‘(Avrupa Teknikten Maneviyata: Koparılmış Köprü Sorunu)
Şahsiyyatun İstevkafatni (Beni Etkileyen Şahsiyetler).
Mine’l-Fikrî ve’l-Kalb (Düşünce ve Kalp)
El-Hikemu’l-Ataiyye Şerhun ve Tahlil (Hikem-i Ataiyye Şerhi) 5 cilt.
Hâzâ ma Gultuhu Emame Bazı’-r-Ruasâ ve’l-Muluk (Kral ve Devlet Başkanlarının Yüzüne Söylediklerim).
Nakdu Evhâmı’l-Maddiyye el-Cedeliyye (Materyalizm Ütopyasının Çürütülmesi).
Davâbitu’l-Maslaha fî Şerîati’l-İslamiyye (İslam Hukukunda Maslahatın Zaptı), Doktora Tezi.
Kübra’l- Yekîniyyati’l-Kevniyye: Vucûdu’l-Hâlık ve Vazîfetu’l-Mahlûk (Kâinatın Kesin ve Büyük Ayetleri), Kelam ilmini konu alan bir kitap.
Hâzâ Vâlidî (Bu Babam).
El-Bidâyetu Bâkûrati A’mâli’l-Fikrîyye (Başlangıcındaki Fikrî Çalışmalarım).
Ellâ Mezhebiyye: Ahtaru Bid’atin Tuheddidu’ş-Şerîati’l-İslamiyye (Mezhepsizlik: İslam Şeriatını Tehdit Eden En Büyük Bidattir).
Fıkhu’s-Sîratu’n-Nebeviyye (Peygamberin Siyerini Anlamak).
Menhecu’l-Avdeti ila’l-İslam (İslam’a Dönüş Yöntemi).
El-Mezâhibu’t-Tevhidiyye ve’l- Felsefatu’l-Muâsıra (Tevhidci Mezhepler ve Çağdaş Felsefeler).
Hâzihi Müşkilâtina (Problemlerimiz).
Hâzihi Müşkilâtihim (Problemleri).
Meddu’l-İslam Melâzu Kulli’l-Müctemeât (İslam’ın Selamı Bütün Toplumların Sığınağıdır).
Menhecu’l-Hadâratu’l-İnsaniyye fi’l-Kur’an (Kur’an’da Medeniyetin Oluşum Yöntemi).
Lâ Ye’tihi’l-Bâtıl (Ondan Batıl Gelmez).
Et-Tearrûf ala’z-Zât: Huve’t-Târıkı’l-Muabbed ila’l-İslam (Kendini Tanımak: İslam’a Götüren Yoldu).
Yuğâlituneke iz Yegûlun (Konuştuklarında Demagoji Yaparlar).
Âişe Ummu’l-Mu’minîn (Müminlerin Annesi: Hz. Aişe).
Dirâsatun Kur’aniyye (Kur’an Araştırmaları).
Medhal ile Fehmi’l-Cuzûr (Anlayışın Kökenine İnmek).
Bâtınu’l-İsmi el-Hataru’l-Ekber fi Hayati’l-Müslimîn (Makale: Günahın Derinliği Müslümanın dinî Hayatındaki Tehlikedir).
El-İnsan ve Adâletu’lllahi fi’l-Arz (Makale: Allah’ın Yeryüzündeki Adaleti ve İnsan).
Menhecu’t-Terbevî Feridun fi Kur’an (Makale: Kur’an’da Eğitim Yöntemi).
İla Külli Fetâtin Tu’minu Billah (Makale: Allah’a İnanan Her Mümine Kıza).
El-İslam ve Müşkiletu’ş-Şebâb (İslam ve Gençlerin Problemleri).
Min Esrâri’l-Menheci’l-Rabbani (Makale:Rabbânî Yöntemin Sırları).
Men Huve Seyyidi’l-Kader fi Hayati’l-İnsan (Makale: İnsanın Hayatındaki Kader Kimdir).
Meni’l-Mes’ûl an Tehallufu’l-Müslimîn (Makale: Müslümanların Geri Kalmasından Kim Sorumlu).
Hâkezâ Ned’u ila’l-İslam (Bu Şekilde İslam’a Çağıralım).
Ed-Dîn ve’l-Felsefe (Din ve Felsefe).
[1] Buti’nin eserlerinin listesi için yazının sonundaki eke bakınız.
[2] M. Said Ramazan Bûtî’nin Kuşeyri derslerine 2006-2011 yılları arasında devam edebilme fırsatı buldum. Ders ikindi namazından kırk dakika önce başlar, ikindi ezanı okununca dersi duayla bitirirdi.
[3] Rabıta: Bugün ki anlamda kullanılan “rabıta” Nakşibendiliğin Halidiye koluyla birlikte yaygınlık kazanmıştır. Zikir yaparken müridin şeyhini düşünerek zikre odaklanmaya çalışması, ihlasla zikir yapmayı, sonrasında şeyhin suretinden Allah’ın zatını düşünmeye götüren bir tasavvufi ritüeldir.
[4] Hadra: Zikir yaparken manevi atmosferin de etkisiyle zikrin ritmine uygun, bedenle iştirak edilen bir tür zikir ritüelidir.