Dört Havza, Dört Ülke
Günümüzde Müslüman toplumların geçmişi, bugünü ve geleceği yaygın bir biçimde tartışılmaya devam ediyor. Ancak bu tartışmalar daha çok siyasi olaylar ve şahıslar etrafında cereyan ediyor. Doğu’da veya Batı’da herhangi bir kitabevine giden birisi siyasi olaylar ile ilgili çok sayıda yayın bulabilir ancak Müslüman toplumlardaki çağdaş düşünce ile ilgili çok az şey üretildiğini de fark eder. Batı düşüncesi ile kıyaslandığında Müslüman toplumların düşüncesi, onun içinde de çağdaş düşünce, neredeyse yok sayılmaktadır. Hâlbuki günümüzde Müslüman toplumlarda canlı bir düşünsel hayat söz konusudur. Bu canlı düşünce hayatı kendi içerisinde çeşitlilikler göstermekte ve yeni dönüşümler oluşturmaktadır.
İslam düşüncesi geleneksel olarak Doğu-Batı (Maşrık ve Mağrip) hattında iki farklı çerçevede gelişmiştir. Bu iki ana çevre kendi içinde ikişer alt havzaya ayrılmıştır. Bu bağlamda İslam düşüncesinin dört havzasından bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki İslam düşüncesinin temel oluşma alanı olan Mezopotamya havzasıdır. Evvela Bağdat ve Şam çevresinde oluşan bu düşünce geleneği daha sonra Selçuklular ile Anadolu’ya doğru genişlemiş ve nihayetinde Osmanlı düşüncesi ile İstanbul’da yerleşik ve bütünleşik bir karakter kazanmıştır. İkinci havza ise Endülüs’te mayalanan düşüncedir. Bu düşünce havzası zamanla Kuzey Afrika’ya kayarak burada bir gelişim alanı bulmuştur. Bu havzanın kurumsallaşması Mısır’da Ezher çevresinde gerçekleşmiştir. Doğu İslam düşüncesi ise birbirini besleyen iki alt havzada oluşmuştur. Bunlardan ilki Hint-İslam düşüncesi havzasıdır. Kadim Hint düşüncesi ile karşılıklı bir diyalog ile şekillenen bu düşünce havzası kendi içerisinde meseleleri ve gelişim dinamikleri bakımından büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Son olarak dördüncü düşünce havzası Isfahan-Rey etrafında gelişen zamanla Şiileşen İran havzasıdır. Zamanla kendi içine kapanan ve yerel dinamikler etrafında önemli bir gelişim seyri oluşturan bu havza aynı zamanda meseleleri ve kavramları bakımından da diğerlerinden gittikçe farklılaşmıştır. Bu kitapta bu dört ana havzanın çağdaş dönemdeki düşünce yapıları ele alınmaktadır. Bu dört ana havzaya ek olarak ayrıca Kırım-Kazan’da, Güney-Doğu Afrika’da, Malay-Çin dünyasında, Batı Afrika’da ve son zamanlarda Avrupa’da İslam düşüncesinin alt havzaları teşekkül etmiştir. Bunlardan her biri ana havzaların biri veya birkaçı ile gerçekleşen etkileşimler çerçevesinde zaman zaman çok özgün ve derinlikli düşünce yapılarının oluşumuna da ev sahipliği yapmıştır.
İslam Düşüncesinin Temel Niteliği
Vahiy ve din kaynaklı bir düşünce sistemi olan İslam düşüncesinin oluşumunda aynı zamanda örfün ve coğrafyanın (hayat koşullarının) önemli etkileri bulunmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi farklı düşünce havzalarının oluşumu ancak bu tür bir farklılaşma dinamiği çerçevesinde gerçekleşebilmiştir. İslamlaşmış dünyaya baktığımızda hayli geniş bir örfi çerçeve görülmektedir. Yaşantıda İslam’ın farklı biçimler kazandığını ve yerelleştiğini görmek ulus-öncesi dünyadaki sosyal bütünleşme hatlarını kavramak açısından önemlidir.
İslam medeniyetinin temel vasfı hareketi merkeze alarak etkileşim temelli bir gelişim seyri arz etmesidir. Bu anlamda İslam medeniyeti üç temel alandaki geniş ölçekli hareketliliklerin tetiklediği bir etkileşim çerçevesine sahiptir. Tarihte medeniyetin gelişimine ev sahipliği yapmış olan Mezopotamya’da kurulan İslam medeniyeti kendisini hareketlilik ve hareketlendirme üzerine kurmuştur. Bu hareketlilik alanlarından en önemlisi insanların hareketliliğidir. İslam aşiretler, kabileler ve ırklar arasındaki eşitliğe siyasal ve hukuki bir temel oluşturarak insanların hareketini mümkün kılmıştır. İslam sonrasında Araplar başta olmak üzere coğrafyadaki tüm halklar harekete geçmiş ve böylece yeni etkileşimlerin önü açılmıştır. Türkler, Berberiler, Farisiler, Kıptiler İslam ile birlikte sadece din değil coğrafya da değiştirmişlerdir. Diğer bir hareketlilik ise ticari alanda yaşanmıştır. Pazar ve alışveriş ilişkilerine eşitlik temelli bir ahlaki zemin getiren İslam sonrasında yaşanan en önemli dönüşüm ticaretin hacminin genişlemesi ve akışının hızlanmasıdır. “Şark küreselleşmesi” olarak da adlandırılan bu durum iktisadi etkileşimi ve potansiyeli olabildiğince büyütmüş ve aynı zamanda refahın yayılmasını sağlamıştır. Bu iki etkileşimi tamamlar bir biçimde İslam ile birlikte fikirlerin de hareketliliğine şahit olmaktayız. Daha önce yerel görünüm arz eden, belirli bir coğrafyaya mahsus olan bazı fikirler Müslümanların egemenliği altında çok geniş alanlara yayılmış; farklılıkların ve çeşitliliklerin temelini teşkil etmeye başlamıştır. İslam düşüncesinin çeşitliliğinin ve zenginliğinin temeli olan bu etkileşim dinamiği aynı zamanda farklı karşılaşmaları da bünyesinde taşır. Örneğin Suriye’de Helenistik düşünceyle, Anadolu’da Hristiyanlıkla, Mısır’da Yahudi hikmetiyle, İran’da Sabiilikle ve Zerdüştlükle, Hindistan’da Hint mistisizmiyle, Endülüs’te Roma düşüncesiyle karşılaşarak, etkileşerek ve bu düşünceleri birbiri ile temasa geçirerek yeni ve zengin bir düşüncenin çerçevesini oluşturmuştur. Müslümanların Bağdat’ta Beyt-ül Hikme’de başlattığı çeviri hareketi tarihte eşine az rastlanır bir fikrî etkileşimin temelini teşkil etmiştir. Klasik dönemde bir Müslüman âlimin yetişme seyrine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Seyahat temelli kurulan ilim tahsili ve tedrisi bilginin hareketliliğini yansıtmaktadır. Bu aslında “hareket halinde olan bir düşüncenin” inşasıdır. Dolayısıyla Müslüman toplumların düşüncesi hareketlilik, etkileşim ve yenilenme ekseninde kurulmuştur.
Müslüman toplumlar klasik dönemde pek çok yüzleşme, hareketlilik ve etkileşimi yaşayarak dinamik bir dünya görüşüne sahip olmuşlardır. Müslüman toplumların bütüncül olarak yüzleştikleri son etkileşim alanları ise Avrupa’da meydana çıkan sömürgecilik ve modernitedir. Daha önce de çeşitli istilacı hareketlerle (örneğin Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası gibi) karşılaşan Müslüman toplumlar bu istilaları bir etkileşim fırsatına çevirebilmişledir. Mesela, Moğol İstilası başta yıkıcı da olsa akabinde hem İslam’ın geniş alanlara yayılmasının bir dinamiğini teşkil etmiş hem de zamanla donuklaşan dinamikleri yeniden harekete geçirerek ikinci bir klasik düşünce çağının açılmasına vesile olmuştur. Aynı şekilde Haçlı sSeferleri, durağanlaşan siyasi iktidarları alttan gelen bir hareketle yeniden kurmak üzere bir yıkım meydana getirmiştir. Böylece kısa vadede yıkıcı olsa da uzun vadede kurucu bir rol oynamıştır. Bu anlamda 19. yüzyıldan itibaren modernite ile yaşanan karşılaşmayı da benzer bir çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Bu karşılaşma bazı boyutları ile yıkıcı olsa da başka bazı boyutları ile de harekete geçirip yenileyici olmuştur.
Çağdaş Düşüncenin Farklı Tonları
Günümüzde yaygın bir biçimde kullanılan “çağdaş İslam düşüncesi” tabiri ulus-devletin yükseldiği bir dönemde Müslüman dünyada hüküm süren çok çeşitli entelektüel akımları içermektedir. Bu anlamda bu kitapta tercih edildiği biçimiyle “Müslüman toplumlarda çağdaş düşünce” özel olarak 1950’lerden sonra ortaya çıkan sosyo-kültürel, ekonomi-politik fikirleri genel olarak da sömürgeleşme ve modernleşme döneminin düşünsel çerçevesini ifade etmektedir. Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin modernleşmeye verilen tepkiler ve onunla girilen etkileşime göre üç ana formu bulunmaktadır: Modernist, muhafazakâr ve ıslahçı. Bu düşüncelerin her birinin çok çeşitli yansımaları olmuştur. Tek biçimli ve tek renkli olmayan bu düşünceler bazen bir sentez olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin milliyetçilik bazen Batıcılığın ve modernizmin bazen de İslamcılığın bir tonu olarak görülmektedir. Yine sosyalizm genel olarak Batıcı modernizmin bir alt biçimi olsa da zaman zaman milliyetçilikle, zaman zaman da İslamcılıkla sentezlendiği olmuştur. Tek boyutlu olmaktan ziyade çeşitli olan bu düşünceler Müslüman toplumların yaşadıkları problemlere farklı bakışı ve alternatif yolları göstermektedir.
Klasik dönemdeki siyasal ve iktisadi düzeni bozulan Müslüman toplumlar fikrî ve toplumsal bir karmaşa yaşamaktadırlar. Ayrıca ulus-devleti doğuran siyasi dinamiklerin doğası gereği, homojen bir İslami entelektüel tarihten söz etmek imkânsızdır. Müslüman toplumlardaki farklı entelektüel yapıların seyri ancak bu toplumların farklı tarihselliklerinin anlaşılabilmesi ile mümkündür. Müslüman toplumlarda çağdaş düşünceyi oluşturan ortak temeller şüphesiz mevcuttur. Ancak ulus-devletlerin şimdiyi ve tarihi biçimlendirme gücü hafife alınmamalı, bu faktör dahil edilerek analiz yapılmalıdır. Bu durumun örnekliği en açık biçimiyle Pakistan’da görülebilir. 1947’deki bölünmeden evvel geniş Hindistan’ın tabii bir parçası olan Pakistan’da bugün artık tarihsel olarak da kendisini temellendiren farklı bir düşüncenin mevcut olduğu bilinmektedir. Ya da Cezayir ile Mısır düşünceleri arasındaki tarihsel süreklilik sömürge mirasından ötürü biri Fransızca diğeri İngilizce yönelimli iki düşüncenin oluşumuyla kırılmıştır. Yine mesela yüzyıllar süren Hollanda sömürgeciliğinden sonra bugün Endonezya’daki veya Güney Afrika’daki düşünce yaşamını bu deneyimden bağımsız okumak artık mümkün değildir. Özellikle sömürgecilik, sömürge karşıtı mücadele, bağımsızlaşma süreci ve ulus-devletleşme mekanizması her ülkedeki Müslümanların entelektüel deneyimini farklı bir biçimde şekillendirmiştir. Dolayısıyla çağdaş dönemde Müslüman toplumlarda düşünce yaşamının birleşen ve farklılaşan dinamiklerini çok iyi kavramak gerekmektedir.
Günümüzde Müslüman dünyada birbirine paralel ve etkileşimli işleyen çok sayıda farklı entelektüel hat mevcuttur. 19. yüzyıldan bu yana Müslüman toplumlarda gerçekleşen karmaşık kültürel ve ekonomik dönüşümleri yansıtan bu entelektüel akımlar ve akışlar, hem geleneksel düşünceye bir tepki ve onu bir yorumlama girişimidir hem de Batılı kapitalizm ve sömürgecilikle bir karşılaşma içerisinde kendisini kurmuştur. Bu çifte tepkisellik aynı zamanda düşüncenin gittikçe sistematik olmaktan çıkıp spekülatif bir karakter kazanmasına da yol açan önemli bir etkendir.
Öte yandan bu karşılaşmalar kültürel, dinî ve entelektüel sahalarda yeni aktörlerin ortaya çıkmasına da yol açmıştır. 19. yüzyıl klasik ulema ve edibin yanında gazeteci, aydın ve politik aktivist gibi yeni aktörlerin yeniden şekillenen “kamusal alanda” kendisini gösterdiği bir dönem olmuştur. Bu yeni aktörlerin hemen hemen tamamı düşünceyi farklı boyutlarıyla yeniden kurmak zorunda kalmışlardır. Hatta zaman zaman yorumlamanın, teorizasyonun ötesine geçilmesi gerekmiştir. Zira klasik düşünce mirasının “yeni hali”nin açıklamada yeterli olmayışı düşüncenin her seferinde “yeni bir hal” almasına neden olmaktadır. Bu da “fikrî aşırılığın” kurumsallaşmasına ve süreklileşmesine yol açmıştır. Ortaya çıkan bu yeni güç blokları ve entelektüel çerçevede geçmişle kaybolan bağı nostaljiyle dolduran gelenekselçiler “zayıf bir tarihsellik” oluştururken; bu bağdan kurtulmaya çabalayan modernistlerde de “temelsiz bir yenilik” meydana getirmiştirler.
Müslüman toplumların çağdaş siyasi tarihi nispeten daha fazla ilgi görmüş ve üzerinde daha çok çalışma yapılmıştır. Ancak genel olarak çağdaş Müslüman entelektüel tarihi ya da daha yaygın kullanılan bir deyişle “çağdaş İslam düşüncesi” üzerinde daha az çalışma vardır. Bunda basit manada akademik uzmanlaşma ve iş bölümünün çarpık bir yapılanması etkili olmuş olabilir. Ancak muhtemelen sorun bu kadar basit değildir. En önemlisi, Müslüman toplumlardaki siyasi veya sosyal düşüncenin yapısını analiz etmeyi zorlaştıran teorik bir çerçeve yoksunluğu söz konusudur. Zira Müslüman toplumlardaki düşünce yaşamı genellikle ya geleneğin bozulmuş bir biçimi ya modern düşüncenin kötü bir taklidi ya da bir tutarlılığı olmayan fikirler yumağı olarak görülmektedir. Bunda Avrupamerkezci düşünce tarihi yazımının modern dönemde Avrupa dışında üretilen teori ve fikirlerin kendi içsel yapılarını ve dinamiklerini yadsımasının da önemli bir rolü mevcuttur. Çağdaş Müslüman toplumlarda meydana çıkan düşünce sanki teorinin değil tarihin konusu olarak görülmektedir. Bir düşünce ortaya çıktığı andan itibaren tarihselleşince ne kadar canlı ve dinamik olursa olsun onu kendi içinden çoğaltma imkânı tükenmektedir. Dikkat edilirse Müslüman toplumların düşünce dünyası hep olup bitmiş bir şey olarak ele alınmaktadır. Bu da elbette hem düşüncenin gelişimini hem de bu düşünce üzerine çalışılmasını engelleyen bir etkendir. Elinizde bulunan bu kitaplar bu alandaki büyük boşluğu doldurmayı, çağdaş Müslüman toplumlarda baskın olan çeşitli düşünce akımları ve onların karşılaştığı zorlukları ve sınırlılıkları çözümlemeyi amaçlamaktadır. Ayrıca, bu çalışmanın, Müslüman toplumlardaki düşünce hareketleri hakkında kapsamlı bakış açıları oluşturmamıza da yardımcı olması hedeflenmektedir.
Bu zor hedefi yerine getirmek için farklı ülkelerdeki (havzalardaki) düşünce yaşamını takip eden, buralardaki entelektüel hayata hâkim ve buralardaki yerel dilleri bilen, modern toplumun gelişimi ile Müslüman toplumların gelişimini birlikte değerlendirebilecek, sosyal, ekonomik ve entelektüel hayatı bilen bir uzmanlar grubuna ihtiyaç bulunmaktadır. Bu kitapta yer alan her bir yazar resmin bir parçasını çizerek bütünlüklü bir görüntünün ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Ancak bu kolektif çaba her zaman rastlanabilen bir durum değildir. O sebeple şimdiye kadar Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin kapsamlı ve bütünlüklü bir biçimde ele alındığını söylemek güç görünmektedir.
Çağdaş Düşüncenin Temel Çerçeve ve İlkeleri
Farklı ülkelerdeki düşünce yaşamını kapsamlı ve bütünlüklü konuşmak için bazı temel ilkelere ve bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Evvela ortak meseleler kadar farklı gündemlerin de belirlenmesi elzemdir. Bunun için ilgili ülkedeki düşünce yaşamının ekonomi-politik bağlamının tespit edilmesi gerekmektedir. Bu kitapta ele alınan 1950 sonrası dönem aynı zamanda Müslüman toplumların birbirinden giderek koptuğu bir zaman dilimidir. Bu kopma sürecinde bu toplumların gündemleri yavaş yavaş birbirinden uzaklaşmış ve siyasal farklılıklar düşünsel farklılıkları da meydana getirmiştir. Ancak bir kopuştan bahsetmek bu toplumların hiçbir ortak gündemleri olmadığı anlamına gelmemektedir. Küresel meseleler, ortak tehditler ve birleştirici geçmişin sağladığı bir zemin de çeşitli birleşme ve bütünleşme noktaları da mevcuttur. Dolayısıyla ortak meselelerin ve farklılaşan gündemlerin tespiti farklı Müslüman toplumların düşünce dünyalarını ele almak için önemli bir başlangıç ilkesi sunmaktadır.
(i) Müslüman toplumlarda düşüncenin sürekliliğini ve kopmalarını tespit etmek önemlidir. Bu süreklilikler ve kopuşlar her bir ülkede farklı şekilde cereyan etmiştir. Çağdaş düşünceyi bütüncül olarak ele almak için bu farklılıkların konumlandırılması gerekmektedir. Örneğin Türkiye’de klasik İslam düşüncesi ile olan bağ ve bağlantı daha zayıftır ve kopuşlar öne çıkmaktadır. Ancak aynı zamanda Hint Alt Kıtası’nda daha belirgin bir süreklilik göze çarpar. Mısır ve İran’da da geleneksel düşünce modern düşüncenin oluşumuna paralel ayrı bir aksta devam etmiştir. Dolayısıyla buralarda süreklilikler ve kopuşlar birbirine alternatif olarak değil birlikte var olmuşlardır. Nihayetinde buralarda uzunca bir süre kamusal olanı şekillendiren kopuşun etrafında kurulan yenilik ile özel olanı biçimlendiren sürekliliğin etrafında oluşan geleneksellik bir arada varlığını sürdürmüştür. Türkiye’de ise kopuşu telafi edecek süreklilikler zamanla kendisini alternatif bir alanda değil de modern kamusal alanın içinde var kılmaya başlamıştır. Böylece başlangıçta zaaf olan kopuş ilerleyen zamanlarda bir imkâna dönüşmüştür. Öte yandan kopuşlar ve süreklilikler düşüncenin tüm alanlarında aynı biçimde yaşanmamıştır. Dolayısıyla ele alınan konunun içerik ve kapsamına göre unsurların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
(ii) Bu kopuş ve sürekliliklerin inşasında kurumsal yapıların varlığı, sürdürülmesi ve çağdaş konumu ileri düzeyde önemlidir. Her şeyden evvel, hiçbir yerde eski konumunda olmasa da medreselerin varlığını koruması önemlidir. Bu bakımdan Türkiye ayrıksı bir yerde durur. Zira Türkiye’de medreseler radikal modernleşmenin etkisi ve baskısı altında kamusal konumlarını kaybetmiş ve varlıklarını ancak kırsalda ve gizli olarak sürdürebilmiştir. Kamusallaştıklarında da ancak modern muadillerine (mekteplere) eklemlenerek varlıklarını koruyabilmişlerdir. Fakat mesela Mısır’da Ezher’in güçlü konumu dolayısıyla medreseler kamusal konumlarını kısmen korumuş ve modern bir üniversite olarak sistemde yerini de almıştır. Benzer şekilde ama daha güçlü olarak İran Kum’daki eğitim kurumları hem varlıklarını hem de anlamlarını korumuş zamanla bir üniversite konumu kazanmışlardır. Hindistan’daki medrese hareketi de hem resmi olarak hem de sivil bakımdan önemli bir yerde durur. Başlangıçta modern bilgi karşısında kendi bilgisini korumak ve yenilemek maksadıyla kurulan medreselerin formel olarak Batılı eğitim modelin aktardığını ama enformel boyutların yine de eski unsurlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla medreselerin kurumsal dayanıklılık kabiliyetleri aslında düşüncenin sürekliğini de inşa eden bir çerçeve sunar. Benzer şekilde düşünce yaşamı üzerinde medrese kadar doğrudan ve kapsamlı bir biçimde etkili olmasa da tekkelerin konumu süreklilik-kopukluk meselesinde merkezi bir yer tutar. Bu anlamda tekkelerin yasaklandığı Türkiye bir ucu temsil ederken, tekkelerin, tarikatların gündelik yaşamı, siyaseti ve sosyal hareketleri derinden etkilediği Hint Alt Kıtası ise diğer bir ucu temsil etmektedir. Medrese ve tekke gibi somut kurumların devamı ve sürekliliği kadar itibar dizgesi, unvanlar, ritüeller gibi somut olmayan kurumların sürdürülmesi de düşünce yaşamı için büyük bir önem arz eder. Kendiliğinden devam eden kutlama biçimleri, itibar dizgeleri, bazı unvanların kullanımı fark edilmeyen bir sürekliliğin ortaya çıkmasında kritik bir önemi haizdir. Ancak bu ikinci tür müesseselerin sürekliliği bir taraftan da modern müesseselerin ortaya çıkması için meşrulaştırıcı ve uyumlulaştırıcı bir zemin sağlamıştır.
(iii) Medreselerin kurumsal sürekliliği kadar ulemanın toplumsal konumundaki süreklilik de önemlidir. Yüzyıllar boyunca düşünceyi şekillendiren ve aktaran ulemanın modern dönemde toplumla temas biçimi çok büyük bir belirleyicidir. Zira daha önceki rakipsiz konumu modern bilginin girişi ve tedrisi ile birlikte artık sarsılmış ve zamanla da ikincilleşmiştir. Modern eğitim almış yeni eğitimlilerin etkisi arttıkça ulemanın kamusal ve toplumsal konumu da sarsılmıştır. Bu anlamda ulemanın ikili bir tavrından bahsetmek mümkündür. Ulemanın büyük bir kesimi konum kaybının da verdiği bir refleksle muhafazakâr bir tavır geliştirerek yenilikler karşısında reddiyeci bir tutum oluşturmuştur. Bu durum şüphesiz zamanla düşüncenin gerilemesine ve mevcut toplumsal düzenden kopmasına yol açan önemli bir unsurdur. Tepkisel ve içe kapanık bir şekilde dondurulmuş bir düşüncenin olağanüstü hareketli bir toplumsal yapı karşısında kendisini kurması ve sürdürmesi geleneğe ve sembollere daha sıkı sarılmasıyla mümkün olacağı için kapalı bir ilmî cemaati ortaya çıkarmıştır. Öte yandan ulemanın küçük bir kesimi ise ortaya çıkan durumu aşmak üzere yenilenme odaklı bir tavra yönelmiştir. Modern bilimi ve bilgi üretme mekanizmalarını tanıyarak bazen de ona eklemlenerek düşüncede bir yenilenme arayışına giren bu grubun oluşturduğu açılımları dikkatle değerlendirmek gerekir. Ancak bu anlamda bu ikinci grubun varlığını sürdürmesi zor olmuştur. Zira zamanla geleneksel zeminini kaybederken modern müesseseler içerisinde erimişlerdir. Bunlardan pek azı kendi özel sivil yapılarını (dergi, yayınevi, eğitim müessesesi) kurabilmiş ve tekil olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Dolayısıyla ulemanın konumundaki değişim bir süre sonra kamusal görünümün yok olmasıyla neticelenmiştir.
(iv) Ulemanın değişen bu konumuna karşın yeni yükselen aydın ve okumuş kesimin dinle ve geleneksel düşünce ile temas düzeyi ve biçimi de düşünce yaşamı üzerinde etkili olmuştur. Batılılaşma sürecinde kurulan yeni müesseselerde yer alan bu grubun kendisine atanan modernleştirici rol icabı geleneksel düşünce ile arasında eleştirel bir mesafe oluşmuştur. Ayrıca bu entelektüel kesimin aldığı eğitim, edindiği formasyon, düşünceye yüklediği anlam ve kimliklenme süreci geleneksel düşüncenin onlara hitap edememesine de yol açmıştır. Zira geleneksel düşünce ortaya çıkan yeni mesele ve sorunları karşılamada ciddi bir kapsam sorunu yaşamıştır. Ayrıca modernleşmenin biçiminden ve içeriğinden dolayı ortaya çıkan ikilik gittikçe eğitimli modern aydınların geleneksel düşünceden kopmasına hatta ona karşı konumlanmasına, kendi varlığını sürdürmek için onu aşmayı zorunlu görmesine neden olmuştur. Modern entelektüel kesim içinde çok küçük bir grup (aynen ulemanın pek azının modern bilgiye yönelmesi gibi) geleneksel İslam düşüncesinin imkânlarına yönelmiştir. Bu anlamda özellikle 1950’lerden itibaren ortaya çıkan modern İslami hareketlerin çok önemli bir rolü mevcuttur. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Hint Alt Kıtası’nda Cemaat-i İslami, İran’da Hüseyniyeyi İrşad ve Türkiye’de Millî Görüş bu tür bir yönelimi temsil etmekte ve modern entelektüel ile geleneksel ulemayı birleştirmeye çabalamaktadır. Ancak bu sentezleme çabasının bir kimlik ediniminin ötesine geçip bir düşünce oluşumuna dönüşmesi genel anlamda umulduğu gibi yürümemiştir. Bu anlamda özellikle geleneksel ulemanın bu hareketlere uzak durmasının da bu sentezlemenin başarılı olamayışında rol oynadığı söylenebilir.
(v) Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin şekillenmesinde bir başka etken ise düşüncenin kurulma ve kamusallaşma biçiminin değişimidir.
- yüzyılın ortasından itibaren Batı’da doğan edebi formların Müslüman toplumlara aktarımı ve yayılımı yazım tarzlarını değiştirmiş ve dolayısıyla düşüncenin dizgesini farklılaştırmıştır. Roman, öykü ve drama gibi yeni edebi türlerin doğuşu; deneme, makale, fıkra gibi yeni ilmî yazım formlarının gelişimi; gazete ve dergi gibi yeni düşünce aktarım araçlarının oluşumu düşüncenin kamusal görünümünü gittikçe değiştirmiştir. Ancak bu yeni formlar sadece düşüncenin aktarımını değil aynı zamanda içeriğinin oluşumunu da etkilemiştir. Öte yandan Batılı edebi formların aktarımı ve eski geleneksel formlar ile karışımı Müslüman toplumlarda poetik bir düşüncenin oluşumuna da yol açmıştır. Elinizde bulunan dört ciltlik “Müslüman Toplumlarda Çağdaş Düşünce” eserlerinde ele alınan düşünce oluşumlarının akademik bir tarz içinde değil de daha ziyade edebi ve siyasi bir form içinde şekillendiği görülebilir. Bu da sistematize edilmiş bir biçimden ziyade spekülatif bir düşünce formunun yaygınlaşmasına yol açmıştır. Düşünceyi üretenler hemen hemen her ideolojide akademik veya ilmî çerçeve içinde hareket edenler değil kamusal entelektüellerdir. Dolayısıyla Müslüman toplumlarda çağdaş düşünceye odaklanan bir çalışmada yazım tarzlarının oluşumuna ve düşünce formlarının şekillenmesine özel dikkat sarf edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda karşılaşılan yeni sorunlara ve meselelere uyum biçimlerini tespit edebilmek için de gereklidir.
(vi) Batı düşüncesiyle girilen temas Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin oluşumunda önemli bir etki oluşturmuştur. Bu temas ya doğrudan aktarma ya da doğrudan reddetme şeklinde gerçekleşmiştir; ancak çok sınırlı örnekte bir alımlama şeklinde eleştirel bir formda olmuştur. Modern fikirlerin ve sistemlerin öncelikle tahsil için Batıya gönderilen talebeler üzerinden aktarımı bu temasın formunu önemli ölçüde etkilemiştir. Modern düşünce ile karşılaşma bir tanıma ilişkisi içinde değil de aktarma ilişkisi içinde gerçekleşince etkilenme de bir alımlamadan ziyade bir almaya dönüşmüştür. Bu tek taraflı alma ilişkisi, gittikçe düşünce aktarımına bağımlılığı artan entelektüel yaşamı meydana çıkarmıştır. Belki de modern dönemde Müslüman toplumlardaki en önemli düşünsel sorun bu bağımlılıktır. Batı düşüncesi ile kurulan ilişkinin eleştirel bir form içerisinde ele alındığı sınırlı örneklere rağmen ilişki genellikle bir takip meselesi olarak kalmıştır. Ancak Müslüman toplumlarda çağdaş düşünceyi ele alan geniş çaplı bir çalışmada düşüncenin özgün formlarının tespit edilip sunulması da önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu eserlerde sadece aktarımı değil alımlamayı, özgün kavramsallaştırmaları ve çözümlemeleri de öne çıkarmayı amaçladık.
(vii) Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin gelişimini sömürgecilik ve Batı tehdidinden bağımsız bir biçimde düşünmek imkânsızdır. Modern düşünce ile karşılaşma biçimini etkileyen bu tehdit aynı zamanda mevcut düşünce sistemlerinin devam edememesinin de önemli bir sebebi olmuştur. Bu anlamda sömürgeciler mevcut kurumsal yapıyı yıkmış, eğitimin yapısını ve işlevini dönüştürmüş, kendi düşüncelerini yayacak yerli bir entelektüel kesim oluşturmuşlardır. Çoğunlukla misyonerler ve sömürge idareleri eliyle kurulan modern eğitim müesseselerinde yetişen yeni eğitimli kuşaklar bir Batı öykünmeciliği ile malul hale gelmişlerdir. Daha sonra bağımsızlık sürecinin ana aktörleri olacak bu entelektüeller ve bürokratlar Müslüman toplumların kendi tarih ve geleneklerinden kopmalarında önemli roller oynamışlardır. Böylece mevcut düşünce sistematiği yıkılan veya marjinalleştirilen toplumlar karşılaştıkları fikrî şiddet neticesinde kesintilerle malul bir fikrî yaşama mahkûm olmuştur. Bir tarafta sömürgecinin ve modernleşmecilerin kamusal imkânlar ile yüceltilen ve teşvik edilen düşüncesi yer alırken öte yanda toplumsal katmanlar arasında gömülü bir geleneksel düşünce kendisini enformel bir biçimde sürdürmeye çabalamıştır. Elbette bu dış tehditlere uğrama biçimi farklı bölgelerde ve her bir ülkede değişik biçimlerde gerçekleşmiştir. Örneğin Kırım ve Kazan’da, Buhara ve Taşkent’te Rus işgali altında toplumsal yapılar ve ilişkiler geniş çaplı bir yıkıma maruz kalmış ve düşünce hayatı neredeyse bitmiştir. Benzer bir durum Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’da yaşanmıştır. Erken denebilecek bir dönemde İngiliz sömürgesine maruz kalan Hindistan’da da geleneksel düşünce kendi alanına çekilmiş ve sömürgeye tepkiden de beslenerek alternatif kurumsallaşmalar geliştirmiştir. Ancak neticesinde ulus-devletleşme sürecinde geleneksel düşüncenin etkinliğinin azaldığı görülmektedir. Mısır ve İran doğrudan sömürgeye çok az maruz kalsa da Batılı siyasal vesayet altında modern düşünce ile karşılaşmıştır. Önemli ölçüde siyasal ve ekonomik baskı ile şekillenen bu vesayet klasik düşünceyi yok etmemiş ancak ikincilleştirmiştir. Böylece kamusal imkânları ve işlevleri kısıtlanan geleneksel düşüncenin kendisini özgün formuyla yenileyerek sürdürmesi zorlaşmıştır. Benzer bir durum sömürge ve dış vesayet olmaksızın Türkiye’de gerçekleşmiştir. Her ne kadar Osmanlı Devleti çok kısa bir işgal hariç bir sömürge ve siyasi vesayete maruz kalmamışsa da modern kurumların ve bürokrasinin tesisi sürecinde kadim klasik düşüncenin kendisini sürdürme ve kamusallaşma imkânları yavaş yavaş azaltılmış ve Cumhuriyet döneminde de iyice ortadan kalkmıştır. Yaşanan bu tedrici dönüşümler neticesinde modernleşme tarihi bir vazgeçişin seyri olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin sömürge ve Batılılaşma sürecinin etkisi dikkate alınarak incelenmesi gerekmektedir.
(viii) Son olarak modern dönem Müslüman toplumlar arasında daha önce kurulmuş olan ilişkilerin dönüştüğü, çeşitli kesintilere uğradığı ve yeni biçimler kazandığı bir dönemdir. Farklı sömürgeleşme tecrübeleri Müslüman toplumların ilişkilerini koparmıştır. Örneğin İngiliz sömürgeleri artık İngilizce, Fransız sömürgeleri Fransızca, Rus sömürgeleri de Rusça üzerinden bir entelektüel dil kurmuşlardır. Batı’dan aktarılan düşünce farklı düşünme sistematiklerinin oluşumuna yol açmıştır. Aynı zamanda sömürgecilikle mücadele süreci ulusçu düşüncelerin yayılmasına neden olmuştur. Ulusçuluk sömürgeciliğe karşı bir direniş oluşturduğu gibi, Müslüman toplumlar arasında bir mesafe de meydana getirmiştir. Böylece daha önce ulemanın oluşturduğu etkileşim ve bütünlük gittikçe birbirinden kopan yapıların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kopuşlar daha sonra 1960’lardan itibaren Müslüman toplumlar arasında gerçekleşen çeşitli tercümelerle telafi edilse de farklı düşünce sistematiklerinin ortaya çıkması tercümenin de sınırlılığını teşkil etmiştir. Böylece Müslüman toplumlar karşılaştıkları sorunların benzerliğinden ötürü bazı ortak meselelere sahip olsalar da ortak gündem ve düşünme çerçeveleri zayıflamıştır.
Yukarıda belirtilen etkenler çerçevesinde Müslüman toplumlarda çağdaş düşünce önemli bir çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitliliği tutarlı bir biçimde ele alabilmek için ortak zeminlerin belirlenmesi ve düşüncelerin gelişiminin “ana hatlarını” ortaya koyan bir temel çalışma gerekmektedir. Bu anlamda bir metod olarak entelektüel tarih yaklaşımı benimsenebilir.
Entelektüel Tarih Yaklaşımı
Son zamanlarda sosyal bilimciler arasında düşüncelerin oluşumunu ve gelişimini bir entelektüel tarih olarak ele alma yönünde güçlü bir yönelim ve ilgi bulunmaktadır. Düşünce tarihi yaklaşımını statik ve sınırlı bulan bu sosyal bilimciler daha hareketli ve dinamik bir çerçeve olarak entelektüel tarihi önermektedirler. Entelektüel tarih, kavramları, meseleleri, bağlamları ve koşulları daha fazla dikkate almasıyla çeşitlilikleri analiz etmek bakımından daha uygun bir yaklaşım olarak gözükmektedir. Bu bağlamda farklılık ve çeşitlilikleri belirgin olan Türkiye, Mısır, İran ve Hint Alt Kıtası’ndaki çağdaş düşünceyi ele almada entelektüel tarih yaklaşımının önemli bir katkı yapacağı öngörülebilir. Müslüman toplumlarda son derece karmaşık ve çeşitli politik, felsefî, dinî, sosyal ve tarihsel koşulların ve oluşumların ürünü olan düşüncelerin gelişimini ele almak için bu düşünceleri statik, kapalı ve tamamlanmış yapılar olarak ele almanın anlamlı olmayacağı aşikardır. Bu sebeple her bir ülkenin sosyal ve entelektüel gelişimini bir etkileşim içerisinde ele alan yaklaşımların kullanılması elzemdir.
Entelektüel yaşam her zaman siyasi, iktisadi ve sosyal örüntülerle şekillenir. Bu nedenle, entelektüel tarih zorunlu olarak doğası gereği çok disiplinlidir; başta felsefe, teoloji, tarih, siyaset ve iktisat olmak üzere farklı uzmanlık alanlarını çapraz keser. Entelektüel tarih aynı zamanda farklı felsefî ve ideolojik konumlar tarafından yönlendirilir. Bu dört ciltlik derlemede açıkça görüleceği gibi, dünya görüşleri entelektüel tarihin odağındadır. Başka bir deyişle, entelektüel tarihi oluşturan dünya görüşlerinin dikkatli bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Bunun anlamı her zaman çoklu okumalarla meselenin farklı yüzlerinin görünür kılınmasının zorunlu olduğudur. Arka planı incelemek yetmez aynı zamanda önde yer alan şekillenmeleri de farklı açılardan ele almak gereklidir. Ancak entelektüel tarihteki akışları inceleme yönelimi bir taraftan da hep işleyen meselelere odaklanması sebebiyle işlemeyen sorunlu kısımları gözden kaçırmaya müsait bir zemin oluşturur. Bu kısıtlılığın farkına vararak sorunlu alanları da analize dahil etmek benimsediğimiz yaklaşımı genişletmektedir. Müslüman toplumlardaki çağdaş düşüncenin daha çok sorunlara indirgenerek incelendiği düşünüldüğünde bu anlamda entelektüel tarih yaklaşımının sağladığı imkânların kullanılmasına ihtiyaç olduğu ortaya çıkar.
Düşüncenin entelektüel tarih çerçevesinde ele alınması bir “elitizm sendromu” ortaya çıkarabilir. Müslüman toplumlarda çağdaş düşünce sadece elitlerin değil aynı zamanda halk hareketlerinin ve gömülü ilmî kuruluşların oluşumunda etkili olduğu bir düşüncedir. Dolayısıyla elitlerin ve geleneksel düşüncenin rolünün tayini elinizdeki kitapların önemli bir problematiğini açığa çıkarmaktadır. Zira ele alınan dönemin düşünürlerinin önemli bir gündeminin toplumun harekete geçirilmesi olduğu göz önüne alındığında Müslüman toplumlardaki çağdaş düşüncenin elitist olmadığı kolaylıkla düşünülebilir. Ancak sonuçları açısından bu düşüncelerin halk arasındaki yayılımının önemli oranda zayıf olduğunu tespit etmek mümkündür. Bu da ana hatları ile elitist olmasa da yayılımı zayıf bir düşünce yaşamı ile karşı karşıya kaldığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Bu sebeple entelektüel tarih yaklaşımının aynı zamanda bir sosyo-kültürel ve ekonomi-politik zeminle ve sosyal tarih perspektifiyle beslenmesi zaruridir.
Öte yandan entelektüel tarih yaklaşımının öndekileri değerlendirirken arkada kalanları ihmal edebilmesi, neticelere dikkat kesilirken kopuşları atlama riski de bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kitapta yer alan entelektüel tarih yaklaşımının toplumun çeperinde kalanları da içerecek şekilde genişletilmesi gerekmekteydi. Bunu sağlamak üzere sadece neticeler üzerinden değil aynı zamanda akışlar üzerinden de bir okuma yapılması elzemdi. Bu sebeple kitaptaki yazılara yön veren temel soru şöyle şekillenmiştir: “Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin oluşumuna yön veren dinamikler nelerdir ve bu dinamikler neticesinde ne tür fikirler ve oluşumlar meydana çıkmıştır?”
Moderniteye Cevap Vermek:
Yenilenme ya da Gelenek
Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin şekillenmesinin iki temel dinamiği bulunmaktadır. Bunlardan birisi içsel gelişmelerle diğeri de dış koşullar ile ilişkilidir. Dahili olarak entelektüeller ve ulema, geleneğin anlamı ve sürdürülmesi, Müslüman kimliğinin yapısı ve değişimi, yeni toplumsal sorunların yorumlanması ve çözümler üretilmesi, siyasal gelişmelerin anlamlandırılması gibi meselelerle karşılaşmışlardır. Bu çerçevede ana gündem İslami yenilenme problematiği çerçevesinde teşkil etmiştir. Mevcut meydan okumalar karşısında İslam düşüncesinin kendisini sürdürebilmesi için kavramsal ve yöntemsel bir yenilenmeye ihtiyacı olduğunu düşünenler ile sorunun İslam’ı yeterince yaşamamaktan kaynaklandığını düşünenler arasındaki geniş alan çağdaş düşüncenin farklı formları tarafından doldurulmuştur. Bu anlamda klasik düşünceye karşı eleştirel bir mesafe içerisinde olan modernistlerin zamanla kendilerini temellendirecekleri istinat noktasından koptuğunu görmek mümkündür. Benzer şekilde gelenekçilerin de güncel sosyal meselelerden koptuğu ve toplumsal sorunları kuşanmaktan uzak kaldığı görülmektedir. Böylece iki boyutun ironik bir biçimde birbirini tamamlayan bir kopuş yaşadığı söylenebilir.
Müslüman dünyada çağdaş düşünceyi şekillendiren ikinci dinamik ise harici etkenlerle ilişkilidir. Bu bakımdan 19. yüzyılda modern teknik, sanayi ve bürokrasi ile yüzleşme Müslüman toplumların ciddi bir krize girmesine neden olmuştur. Zira modern tekniğin ürettiği güç karşısında direnemeyen Müslüman toplumlar zamanla işgale, sömürüye ve baskıya maruz kalmışlardır. Bu baskı ve işgal Müslüman toplumların kendi düşünsel yaşamlarını sürdürememesine sebep olmuş; aynı zamanda ona cevap verme ve aşma ihtiyacı da düşünceye yeni bir biçim vermiştir. Batı kaynaklı modern birer ideoloji olan sosyalizm, liberalizm, milliyetçilik, feminizm gibi düşünceler Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin önemli görünümleri arasında yer almaktadır. Dışarıdan gelen bu düşünceler yerleşik İslami kavram ve düşüncelerle de etkileşim içerisine girerek çeşitli ara formlar meydana çıkarmıştır. Dolayısıyla günümüzde Müslüman toplumların düşüncesini inceleyen birisinin modern düşünceye başvurmaksızın bunu yapması mümkün değildir.
Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin sadece hayatı yeniden şekillendiren modern teknik ve düşünce ile değil; Müslümanların siyasi ve fikrî tarihini yeniden yazan ve bakışı şekillendiren şarkiyatçılıkla da yüzleştiğini belirtmeliyiz. 19. yüzyılda Avrupa’da modernitenin kurulması ve açıklanması problematikleri çerçevesinde tüm Avrupa tarihi ve buna bağlı olarak da dünya tarihi yeniden yazılmıştır. Bu anlamda Müslüman toplumlarda çağdaş düşünce, şarkiyatçılığın hem etkisi altındadır hem de ona bir cevap verme arayışındadır. Zira şarkiyatçılık Avrupa tarihini biricik ve ilerlemeci bir çerçevede kurma arayışı çerçevesinde Müslüman toplumların ve İslam düşüncesinin tarihini de yeni bir tasnife ve tahlile tabi tutmuştur. Bu anlamda yepyeni bir eleştirel bakışla İslam tarihini yeniden yazan şarkiyatçı araştırmalar bir taraftan bilinmez olan pek çok konuyu araştırarak Müslümanların tarihi ve düşüncesi ile ilgili büyük katkılar sunarken bir taraftan da geliştirdiği yanlı ve ideolojik bakışla Müslüman toplumların anlaşılmasının önünde büyük engeller oluşturmuştur. Böylece şarkiyatçılık hem oluşturduğu yorum ve bilgi çerçevesi ile çağdaş düşünceyi şekillendirmiş, hem de ona verilen tepkisel veya alımlayıcı cevaplar çağdaş düşünceye yeni bir şekil vermiştir. Bugün Müslüman toplumların çağdaş düşüncesini şarkiyatçılığın katkısını ve etkisini hesaba katmaksızın anlamak ve açıklamak mümkün değildir. Bu aynı zamanda bu etkiyi kapsayarak aşmak yönünde önemli bir ihtiyacın da altını çizmektedir.
Islah Düşüncesi
Müslüman toplumlardaki çağdaş düşünceyi incelerken dikkatimizi ilk önce 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan temel tartışma ve kaygılara vermek durumundayız. Çağdaş düşüncenin temel problematiğini ancak bu şekilde anlayabiliriz. Önceki yüzyılın dönüm noktasında Batılı kapitalist modernliğin Müslüman toplumların tüm yönlerine nüfuz etmesine bir tepki olarak, çok sayıda Müslüman entelektüel, genellikle “İslami” olarak adlandırılan yeni bir fikrî projenin genel hatlarını yazmaya başladılar. Bu anlamda ele alınan dört ülkede (Hint Alt Kıtası, İran, Mısır ve Türkiye’de) bu dönemde tartışılan konuların ve tartışılma biçimlerinin benzerliği şaşırtıcıdır.
Bu dört ülkedeki düşüncenin ortak noktalarını tespit etmek bakımından Cemaleddin Efgani’nin etkisini ve yerini izlemek ilginç bir netice verir. Çağdaş İslamcılığın kurucusu olan Efgani, Hindistan’dan İran’a, Rusya’dan Fransa’ya ve İngiltere’ye, İstanbul’dan Mısır’a kadar farklı yerlerde bulunmuş, çalışmış, talebeler yetiştirmiş ve modern sorunlar karşısında yenilenmeci ıslah düşüncesini yaygınlaştırmış bir isim olarak 19. yüzyılın sonunda Müslüman toplumlardaki fikrî spektrumun güzel bir resmini vermektedir. Onun macerası, hayalleri ve başarısızlıkları; merkeze aldığı meseleler ve bu meselelerle ilgilenme biçimi; modern toplumu kavrama ve ona karşı konumlanması Müslüman toplumlarda çağdaş düşüncenin aldığı biçimlerin kökünü ve izini sürmek bakımından çok önemli göstergeler sunmaktadır. Efgani, çağdaş tartışmaların başlatıcısı ve çerçevesini çizen kişi olarak modern dönemde merkezi bir konumdadır.
Bu tartışmalar içinde karşımıza çıkan en önemli form ıslah düşüncesidir. Hint Alt Kıtası’nda Seyyid Ahmed Han, Muhammed İkbal, Mevlana Ebu’l Kelam Azad ve Ebu’l Ala Mevdudi tarafından temsil edilen bu düşünce Mısır’da Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından kurulmuş ve Hasan el-Benna tarafından sürdürülmüş ve bir harekete dönüştürülmüştür. İran’da Şeyh Fazlullah Nuri tarafından başlatılan ıslah hareketi daha sonra İmam Ruhullah Humeyni, Ali Şeriati ve Mahmut Telagani gibi isimler tarafından sürdürülmüştür. Günümüzde mevcut siyasi sisteme eleştirel bir biçimde yaklaşsa da Abdulkerim Süruş, Muhammed Müctehid Şebusteri ve Muhsin Kadivar gibi çok sayıda düşünür aynı izlekte fikirler ve teoriler geliştirmektedir. Türkiye’de ise Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi Yazır, Mehmet Akif gibi isimlerin kurduğu fikrî gelenek Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek gibi mütefekkirler etrafında gelişerek devam etmiştir. Bu dört ülkenin her birindeki ıslah düşüncesi günümüzde birbirinden farklılaşsa da iki ana hedefin temelde bulunmaya devam ettiği söylenebilir: (i) Müslüman toplumların fikrî canlanması ile bir yenilenme sağlamak; (ii) Müslüman toplumları işgalden ve sömürgeden kurtarmak.
Bu iki hedef toplumsal unsurların her bakımdan çok boyutlu bir biçimde harekete geçmesini gerektirmekteydi. Bu hareketlilik aynı zamanda hem modern düşünce hem de geleneksel düşünce tarafından bir meydan okuma ile karşılaşmıştır. Bu meydan okumalar karşısında ıslah düşüncesinin genel hatlarıyla bazı ortak cevaplar verdiğini görmekteyiz. Bu bakımdan bu cevapların temel çerçevesi şunlardır: (i) İslam düşüncesindeki içtihadı ve akılcı unsurları canlandırmak; (ii) Batı’nın zorluklarına karşı İslami çözümler bulmak; (iii) modernitenin felsefî ve bilimsel özelliklerini sorgulayarak aktarmak; (iv) ılımlı bir fikrî çerçeve inşa etmek üzere yeni ilmî ve dinî kurumlar oluşturmak; (v) Sufi hareketleri bir form olarak kullansa da tasavvufun oluşturduğu mistik/kaderci çerçeveyi sorgulamak; (vi) modern ontolojik soruna cevap verebilmek üzere kelam ilmîni yeniden canlandırmak ve (vii) yeni bir medeniyet, toplum fikrine dayalı yeni bir iktisadi ve siyasi düzen kurmak.
Bu temel çerçeve etrafında ıslah düşüncesi zaman zaman zayıflasa da ulus-devletin inşasından iktisadi sistemin oluşturulmasına; sosyal problemlerin çözülmesi için öneriler getirmekten toplumsal kimliğin kurulup korunmasına; dünya ile ilişkilerden toplumsal hayatın tanzimine kadar hemen hemen her hayati meselede kurucu bir rol oynamıştır. Bu rolü dolayısıyla belki de Müslüman toplumlarda çağdaş düşünce içinde ıslah fikrini liberalizm, muhafazakârlık, milliyetçilik, sosyalizm gibi bir alternatif bir ideoloji olarak değil; temel bir fikriyat olarak almak daha makuldür. Zira diğer tüm düşüncelerin zaman zaman kendilerini kurmak için dönüp başvurdukları kaynak ıslahçılıktır. Islah düşüncesi, “an ve zamanı” birlikte ele alabilen; yapıyı ve değişimi aynı düşüncenin unsurları çerçevesinde konumlandırabilen; sürekliği inşa ederken hüviyetçiliğe, değişimi inşa ederken de tarihsizliğe dönüşmeyen bir fikrî çerçeve ve bir başlangıç sunmaktadır.
Bu temel çerçeve, bakış, metodoloji ve kapsam elinizdeki dört ciltlik çalışmada Türkiye, Mısır, İran ve Hint Alt Kıtası’ndaki Çağdaş Düşünce ele alınmaktadır. Daha ziyade günümüzdeki düşünce yaşamı üzerine odaklanan kitapta hem fikrî akımların hem önemli isimlerin ve kurumların hem de belirleyici hadiselerin birbirini besleyecek şekilde konumlandırılmasına önem verilmiştir. Bu kapsamda her bir kitap benzer bir çerçeve ve mantık üzerine on iki bölüm olarak inşa edilmiştir. Okuma kolaylığı sağlamak açısında kitapların dil ve üslubu kolaylaştırılmış, özel kavramları açıklayan bir sözlük kitaba dahil edilmiştir. Ayrıca her bir kitabın sonunda yer alan özel düşünce yaşamı kronolojisi de kitapların alana katkısını öne çıkaran bir çerçeveye sahiptir.