Giriş
Yirminci yüzyıl, Müslüman düşüncede çeşitlenmenin artarak devam ettiği bir dönem olarak dikkat çeker. Pek çok Müslüman toplum; ulus devlet tecrübesini yaşamış, sömürülen toplumlarda yeni ve güdümlü yönetimler kurularak var olan kargaşa devam etmiştir. Bu dönemde siyasi, iktisadi, kültürel vb. pek çok yönden Müslümanların kendi kaynakları üzerinden düşünce geliştirme çabaları söz konusuysa da genel anlamda modernleşmeye bağlı zihniyet ve pratik karmaşasının hâkimiyeti de dikkat çeker. Eski ile yeni arasındaki gerilim, Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumlarda, söz konusu karmaşanın önemli sebeplerinden biri olarak belirir. Müslüman toplumlar görece bağımsız devlet yönetimlerine sahip olsalar bile aydın ve yönetici kesim ile geleneksel dindar kitleler arasında oluşan kültürel mesafe, tarihsel bir sürekliliği açıklamaya imkân sağlamaktadır. Genelde Müslümanlar hem Batılılar hem de kendi toplumlarındaki Batıcıların yenilmişlik ve geri kalmışlık psikolojisi üzerinden “tarihin dışında” olmakla itham edilmişlerdir. Tarihin dışında kalmak ithamı, tarihi yapan ve sürdüren asıl insani unsurlarla ilgili bir tartışmaya zemin oluşturmaktadır.
Cezayirli Müslüman düşünür Malik bin Nebi, özellikle bir tarih felsefesi geliştirme açısından yirminci yüzyıl Müslüman düşüncesine önemli katkılar ve açılımlar sağlamış bir düşünürdür. O, bu konuda ileri sürdüğü düşüncelerle ve üzerinde durduğu sorularla dikkat çeken bir isim olmayı başarmıştır. Tarihi, ilmî ve İslami bir mesele olarak ele alan Malik bin Nebi, Müslümanların insanlık tarihinde aktör olamamaları hâlini, ilahî bir yasal işleyiş üzerinden anlamış ve açıklamıştır. Ona göre ilahî yasaların işleyişi, ilahî vahyin sorumluluğunu üstlenmiş olan insanların tarihi değiştiren bir rol üstlenmelerinin kaynağıdır. Onun kültür, medeniyet ve sömürgecilik meselelerine yoğunlaşması ve bu konulara bağlı bir düşünce sistematiği geliştirmesi, ilahî vahyin işleyişinin kendisini tarihin değişiminde göstermesi temeline dayanmaktadır. Yirminci yüzyılda tarih, Müslümanların lehine değişmemiştir. Bu, Malik bin Nebi için Müslümanların esasta değişmemesiyle ya da değişim olarak tecrübe ettikleri şeylerin yönünün yanlışlığıyla ilgili bir meseledir. Bu tespite bağlı olarak Malik bin Nebi’nin sistematiği, bir tarih felsefesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Tarih felsefesi, özellikle sosyolojinin bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkmasından önce var olan bilgi ve düşünce birikimini yansıtan en önemli felsefe alt disiplinlerinden biridir ve temel konusu kültür ve medeniyet gerçeklikleridir. İnsanın tarihsel bir varlık olması, onu diğer canlılardan ayıran ve farklı bir gerçeklik içinde yaşamasını sağlayan en önemli özelliklerinden biridir. İnsanın bu farklılığı, insan ile doğa ve insan ile diğer insanlar arasında kurulan ilişkinin ötesinde ilahî vahye muhatap olmasıyla ilgili yönlere de sahiptir.
İnsanın zaman ve mekânla kurduğu ilişkinin farklılığına vurgu yapan Malik bin Nebi, bu ontolojik farklılaşmanın İslami bir temele sahip olduğunu kabul etmiştir. İnsan, dünyanın değişmesine katkıda bulunan bir varlıktır. Bu katkı, dünyanın olumlu anlamda imar edilmesi şeklinde gerçekleşebileceği gibi olumsuz anlamda bir tahribat olarak da gerçekleşebilir. Bu durum, insanın sorumluluk şuurunun yanında dünyaya nasıl bir anlam yüklediği meselesiyle de doğrudan ilişkilidir.
Malik bin Nebi’nin düşüncesinde bir zamanlar tarihin insanlık lehine imarı konusunda öncü olan Müslümanların zamanla dinamizmlerini kaybederek Batılı sömürgeciler tarafından sömürülmeleri, tarihin yasal işleyişinin bir sonucudur. Hatta bu insanlık dışı durumun ortaya çıkmasında sorumluluklar, sömüren ve sömürülen arasında paylaşılır. Günahları sadece sömürene yükleyen bir anlayışa karşı çıkmak ve meseleyi bir bütün olarak görmeye çalışmak, onu özgün kılan yönlerden biridir.
Malik bin Nebi’nin çağdaş Müslüman düşüncenin önemli ve etkili düşünürlerinden biri olması, Allah ile insan ve tarih arasındaki ilişkiyi temel alan yasal bir işleyişi, sistematik bir düşünce olarak üretmeyi başarmış olmasıdır. Onun düşüncesinin ve mücadelesinin temel hedefi, Müslümanların tarihi yeniden insanlık lehine imar eden bir medeniyet anlayışına ulaşmalarını sağlamak olmuştur. Batı medeniyetine alternatif geliştirmenin sadece bir güç mücadelesi olmadığını, ilahî vahiy temelli dünyaya anlam yüklemeyle ilgili bir zihniyet gerektirdiğini vurgulamıştır. Bu yazıda, Malik bin Nebi’nin Allah-insan ve tarih arasındaki ilişkiyi nasıl anladığı ve buna bağlı olarak yirminci yüzyılda Müslümanların tarihi değiştirme imkânlarını nasıl değerlendirdiği üzerinde durulacaktır.
Malik bin Nebi’nin Tarih Felsefesi ve Medeniyet Yaklaşımı
Malik bin Nebi’nin görüşlerini değerlendirmeden önce hayat hikâyesi hakkında kısaca bilgi vermek faydalı olabilir. Çünkü hayat hikâyesinin görüşlerinin gelişmesinde önemli bir rolü olduğu, onun hayatı ve düşünceleri üzerine çalışanların ittifakla vurguladığı bir konudur. 1905 yılında Cezayir’in Konstantin şehrinde doğan Malik bin Nebi, 1930 yılına kadar Cezayir’de eğitim almıştır. Geleneksel dinî eğitimin yanında Fransız okuluna da devam etmiştir. Bu iki farklı kültürle karşılaşması, hayatı boyunca ilgilendiği meseleler için öncü bir etkide bulunmuştur. Bu dönemde İslami eğitim aldığı bazı isimlerin tesiriyle Fransız okulunda aşılanmaya çalışılan sömürgeci etkinin bütünüyle tesirinde kalmadığını hatıratında özellikle belirtmiştir (bin Nebi, 1991, s. 61).
Gençlik yıllarında bu kültürel ikilemi daha da çok hisseden Malik bin Nebi, Abdülhamid bin Bâdis’in başında bulunduğu Islahiyye hareketine dâhil olmuştur. Hareket noktası olarak toplumun kendisini değiştirmesi meselesine odaklanan hareketin Cezayir’deki etkisi büyük olmuştur (Okumuş, 2018, s. 16). Bu hareket, II. Dünya Savaşı sonrasında Cezayir Kurtuluş Savaşı’nın en önemli sürdürücüsü olmuştur. Öyle ki Abdülhamid bin Bâdis’in “Dinimiz İslam, dilimiz Arapça, vatanımız Cezayir” sözü slogan hâline gelmiştir. Abdülhamid bin Bâdis, sadece Fransızlara karşı değil, sömürgeciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan Cezayir’i Fransız toprağı ve Cezayirlileri Fransız hâline gelmiş Müslüman olarak tanımlayan Cezayirlilere de karşı çıkmıştır (Nam, 2013, s. 168-169). Malik bin Nebi, Abdülhamid bin Bâdis’in hem fikirlerinden hem de mücadelesinden çok etkilenmiştir. Sömürgecilik meselesi üzerinden medeniyet konusuna doğru uzanan fikrî gelişiminde bu etkinin derin izleri bulunmaktadır.
Fransa’da bulunduğu yıllarda Doğu Dilleri Okuluna başvurusunun reddedilmesini, Cezayirli bir Müslümanın bu talebinin “bilimsel değil siyasi” olarak yorumlanması şeklinde açıklamıştır (Okumuş, 2018, s. 34). Elektrik mühendisi olan Malik bin Nebi, Fransa’da bulunduğu yıllarda aktif olarak Müslümanların meseleleriyle ilgilenmeye devam etmiş ve Cezayirli Müslüman kimliğini kaybetmeme üzerine bir bilinçle yaşamıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında Cezayir’in bağımsızlığı için Fransa’da bulunan Müslüman gençleri örgütlemeye çalışmış ve hapis cezası almıştır.
Malik bin Nebi, Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa’dan ayrılmıştır ve Kahire’ye yerleşmiştir. İlk eserlerini Fransızca yazan Malik bin Nebi, Mısır’da Arapçasını daha da geliştirmiş ve eserlerini bu dilde vermiştir. 1960’lı yıllarda farklı Arap ülkelerinde konferanslar vermiş, eserleriyle önemli bir etki uyandırmıştır. 1964’te Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasının ardından eğitim alanında üst bürokratik görevler almış ve 1973 yılında vefat etmiştir (Murad, 2012, s. 513; Okumuş, 2018, s. 38-41). Eğitim alanına yönelmesi, toplumun kendini yenilemesi amacıyla ilgilidir. Bu konuda Malik bin Nebi, siyaset yerine eğitime daha fazla önem vermiştir. Ona göre siyasi yönetim, toplumun kendi yapısının bir yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Onun bu görüşlerinin yanında eserlerine ve konuşmalarına yansıyan entelektüel ilgi alanının özellikle sosyolojiye ve tarih felsefesine odaklandığı da dikkat çekmektedir.
Malik bin Nebi’nin özgün bir tarih felsefesi olduğu iddiasını açıklamadan önce tarih felsefesinin ne olduğu üzerinde durmak gerekmektedir. Bir kavramın felsefesini yapmak, o kavramın sınırlarını tespit edecek sorular sormak ve bu sorulara cevaplar aramak anlamına gelmektedir. Genel olarak felsefe, cevaplardan çok sorularla ilgilenmektedir. Tarih felsefesi de tarihin ortaya çıkışı ve değişmesiyle ilgili sorular soran bir felsefe disiplinidir. Paradigma Felsefe Sözlüğü’nde tarih felsefesi, “bütün bir tarihsel sürece ilişkin olarak geniş kapsamlı bir açıklama ya da yorum sunmayı amaçlayan, ‘tarihin anlamı ve amacı nedir; tarihsel değişme ve gelişmeyi yöneten temel yasalar nelerdir’ sorularına cevap arayan felsefe disiplini” şeklinde tanımlanmıştır (Cevizci, 2000, s. 906).
Genel olarak tarihsel değişmenin kaynaklarını, tarihe hâkim olan ve yön veren düşüncelerin, inançların ve anlayışların nasıl oluştuğunu da araştıran bu disiplinin temel meseleleri arasında kültür ve medeniyet bulunmaktadır. Tarih felsefesiyle ilgilenenler, kültür ve medeniyet arasındaki ilişkinin nasıl oluştuğuna ve geliştiğine, medeniyetlerin yükselmeleri ve gerilemeleri gibi meselelere özellikle ilgi göstermektedirler. İlk insanlardan itibaren kültür ve medeniyete ilişkin tespit edilen bulgular, insanlık tarihinin açıklanmasına ve insanın dünyadaki anlam arayışına dair hem cevaplar vermekte hem de yeni sorular ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Ayrıca insanlığın ne kadar geliştiğinin ötesinde kültür ve medeniyet aşılamamış insani gerçeklikler olarak var olmaya devam etmektedir.
Malik bin Nebi’nin çağdaş Müslüman düşünceye en önemli katkısı nedir sorusuna verilecek cevapların medeniyet kavramı etrafında toplanacağı tahmin edilebilir. Buna bağlı olarak Malik bin Nebi üzerine oluşan literatürün özellikle medeniyet tartışmasına yoğunlaştığı da dikkat çekmektedir. Onun bu alana yoğun bir ilgiyle yönelmesinin ve halefi ve çağdaşı pek çok Müslüman düşünürden farklılaşmasının en önemli sebeplerinden biri, Müslümanların geri kalmışlığının ve yaşadıkları krizle ilgili genel durumun yüzeysel analizlerle tespit edilemeyeceğine inanmasıdır (Benlahcene, 2011, s. 58).
Müslümanların içinde bulunduğu kriz durumunu daha derinlemesine bir şekilde analiz etmek için bir metodoloji ihtiyacı duymuştur. Bu sebeple Malik bin Nebi, tarih felsefesi ve medeniyet yaklaşımını geliştirirken Kuzey Afrikalı büyük tarih felsefecisi İbn Haldun’dan ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Eserlerinde İbn Haldun’un görüşlerine sıkça atıfta bulunmuş ve pek çok yorumu ve değerlendirmesi de bu etkiye dayanmıştır. İbn Haldun’un tarih felsefesinin, insanların bir araya gelmeleri dolayısıyla ortaya çıkan ve insan birlikteliklerini diğer canlılardan farklılaştıran sosyal gerçekliğe yönelmesi, tarih ile ilm-i umran arasında ontolojik bir bağ kurmasına sebep olmuştur. O, insanların geçimlerini sağlamak ve varlıklarını devam ettirmek için dünya ile kurdukları ilişkinin kendilerini tür olarak diğer canlılardan ayırdığını ve bunun sonucunda düşüncenin ürünü olan ilimlerin ve üretim araçlarının geliştiğini iddia etmiştir (İbn Haldun, 1997, s. 97).
Bu farklılaşma, bir arada yaşamak zorunda olan ve bu şekilde hayatlarını sürdüren hayvanların ilham ya da içgüdüler üzerinden sürdürdükleri birlikte yaşayıştan farklıdır. Yeni şeyler ürettiği gibi bulunduğu ortama göre yaşayış biçimlerini, insan karakterlerini ve tarihi de değiştirir. Bu sebeple İbn Haldun’un eserinin ön sözünde ilm-i umranı tarihi açıklayacak bir ilim ve hatta metodoloji olarak tanıtması manidardır. Tarihin açıklanması, insan birlikteliğinin ürünleri olarak da görülebilecek olan düşünce, gelenek, sanat, edebiyat, mimari, siyaset, ekonomi gibi pek çok unsurun göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir. Malik bin Nebi, tarih ve medeniyet konusundaki düşüncelerinde İbn Haldun’un görüşlerini temel almıştır. Toplumsal gerçeklik ile tarihsel gerçekliğin birbirine ontolojik temelde bağlanması, İbn Haldun’da ve Malik bin Nebi’de takip edilebilecek bir husustur. İnsan, diğer canlılardan ayrılırken umranın köküne vurguyla imar eder. Bu imar, doğayla kurulan ilişkiye referansla sadece maddi unsurlardan ibaret bir ilişkiye işaret etmez; düşünceye, ilimlere ve anlam dünyasına da işaret eder.
İnsanoğlunun tarihsel bir varlık hâline gelmesinin kökeninin doğa ile kurduğu ilişkiye bağlı olduğunu tespit eden Malik bin Nebi’ye göre, araçsal düzeyde ve maddi ihtiyaçlarını karşılama temelinde devam eden bu ilişki sadece bu boyutta kalmamakta; tekâmül göstererek insanın daha ulvi ve manevi arayışlarını da kapsayan bir yapısallığa ulaşmaktadır (2017, s. 152). Dolayısıyla Bedran bin Lahsen’in de vurguladığı gibi “sadece araçlar ve imkânlar sınırını aşan ve metotlar ve düşünceler boyutuna ulaşan bir farklılaşma dikkate alınmalıdır” (2013, s. 64). İnsanın doğa ile kurduğu ilişki, kendisini de değiştirmekte ve ontolojik farkını açıklamaktadır. Çünkü bu ilişkide nesnelere anlam yüklenerek bir isim verilmektedir.
Malik bin Nebi, kültürü açıklarken “eşya/nesne-isim-fikir-kavram” şeklinde bir süreklilikten ve tekamülden bahseder (2016, s. 16). Bu tekâmül süreci, insanın diğer canlılardan ontolojik farklılığıyla ilgilidir ve ona göre Bakara sûresinin 31. ve 32. ayetleri, insanın farklı yaratılışıyla ilgili önemli bir ayrıntıya dikkat çeker.
“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra bunları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi. ‘Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kamil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin.’”
Bu ayetlerin, eşyaya isim verme yönü üzerine düşünülmesi gerektiğini savunan Malik bin Nebi, eşyaya isim vermenin onun üzerinde bir tahakküm kurmak olduğuna işaret etmiştir (2016, s. 16). Böylece insan, araç olarak kullanarak isim verdiği herhangi bir şeyi, aynı zamanda anlam dünyasına da dâhil etmiş olmaktadır. Bu ilişkinin temelinde zorunlu üç unsur bulunmaktadır: insan, toprak ve zaman (bin Nebi, 2013, s. 165-166). Bu üç kavram, Malik bin Nebi’nin tarih felsefesinde insanın ontolojik farklılığının ve medeniyet üretebilme potansiyelinin temelinde yer almaktadır. Çünkü eşya-isim aşamasının başlaması için de bu üç unsurun zorunlu olarak var olması gerekmektedir. Tarihe ve medeniyete doğru sürekliliğin başlangıçtaki üç zorunlu unsur; insan, toprak ve zamandır.
Kültür ve medeniyet arasındaki ilişkiyi kültürden medeniyete hareket eden ve kültürü kapsayan medeniyet anlayışı üzerine kuran Malik bin Nebi, kültür aşamasında kalınmasının insanı düşünce temelli ilkelere ulaştıramayacağına dikkat çekmektedir. Başka bir deyişle eşya ve eşyaya isim verme aşaması, kültürün temelidir. Ancak bu fikir ve mefhum/kavram aşamaları eşya-isim odaklı anlam dünyasının ötesine geçmeyi gerektirmektedir. Buna göre kültür ve medeniyet hem birbirine bağlı hem de birbirilerinden farklı yönleri olan iki gerçekliktir. Onun sistematiğinde medeniyet, fikir ya da düşünce temelli bir yükseliş olarak belirmektedir (bin Nebi, 2016, s. 36-37). Malik bin Nebi düşüncesinde eşyaya isim veren ve bu aşamada kalan bir kültürel gerçeklik, tarihin eşiğindedir; henüz tarihe dâhil olmamıştır. Tarihe dâhil olmak için fikir ve kavram aşamasına ulaşmak ve bu aşamada fikirlerin hem topluma yayılması hem de diğer toplumları etkilemesi gerekmektedir. Göçebe ve kısmi yerleşik hayata geçmiş pek çok topluluk, “eşya-isim” aşamasında kaldığı için kendi sürekliliğini asırlara yaymasına rağmen tarihe dâhil olamamıştır.
Malik bin Nebi, eşya-isim aşamasından fikirler ve kavramlar aşamasına geçişi kültürden medeniyete geçiş ve tarihe dâhil oluş olarak kurgulamıştır. Bu geçiş, kültürün arka planda kaldığı ya da önemsiz hâle geldiği bir geçiş değildir. Kültür ile medeniyetin bir aradalığı devam etmektedir. Çünkü kültür, psikolojik ve sosyolojik bir anlam dünyası kaynağıdır. Bu görüşleriyle Malik bin Nebi, medeniyeti kültürü kapsayan bir üst gerçeklik olarak kabul etmiştir (Subhani vd. 2020, s. 175). Genel bir şekilde düşünüldüğünde fikirler ve kavramlar, soyutlama yapmayı gerektirir. Burada bütün medeniyetlerin ortak özelliklerinden biri olarak kuralları tanzim etmede ve insanın dünyadaki varoluşunu tanımlamada metafizik bir öğretiye dayanan din ortaya çıkmaktadır.
Malik bin Nebi, medeniyet aşamasına geçmenin metafizik bir temel olarak dinden neşet ettiğini savunmuştur (bin Lahsen, 2013, s. 81). Ona göre “Bir medeniyet temel bir fikrin ürünüdür. Bu temel fikir, medenileşme öncesi bir toplumu tarihe sokacak itişi gerçekleştirir” (bin Nebi, 2015, s. 39). Eşya-isim aşamasında kültürel gerçeklik sınırında kalan toplumsal olma hâli, fikirlerle ve kavramlarla tarihe dâhil olmaktadır. Yine buna bağlı olarak ifade edilebilir ki metot da fikir sayesinde ortaya çıkmaktadır.
Malik bin Nebi düşüncesinde, basit kültür aşamasında elindeki imkânlarla kendi varlığını devam ettirme üzerine kurulu olan anlayışın üstüne çıkmak, ancak medeniyet aşamasına ulaşmakla mümkündür. En temelde insanoğlunun eşya ile kurduğu ilişki, maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgilidir. Hemen her kültürde bu ilişkinin farklı biçimlerini ve yansımalarını görmek mümkündür. İnsan, toprak ve zaman üçlüsünün üzerine kurulan, kendi varlığını maddi ve manevi yönleriyle sürekli hâle getirmiş bir süreklilik yerleşmiş bir şekilde kendisini yeniden ve yeniden üretebilir. Ancak bu aşamada kalmak, her ne kadar kendi içinde sistematik bir düzen üretiyormuş gibi gözükse de insan varoluşunun yükselmesi açısından yetersizdir ve bu şekilde bir topluluk hâlinde yaşayanlar daha sonra kendilerinden güçlü medeniyetler karşısında kolayca köle hâline getirilmişlerdir. Yine bu topluluklarda atalardan gelen inançlar ve adetler hiçbir şekilde sorgulamaya tabi tutulmadan kabul edildiği gibi yeni olan şeylerle karşılaştıklarında bu tutuculuğun reaksiyonunu sert bir şekilde göstermişlerdir. Hâlbuki onun düşüncesinde medeniyet; çok boyutlu, kültürü kapsayan, kültürel gerçekliğin anlam dünyasını zenginleştiren bir üst gerçekliktir.
Malik bin Nebi, eşya merkezli kültürel ve sosyal örgütlenmelerde insanlar arası ilişkilerin de eşya merkezli gerçekleştiğini iddia etmiştir. Örneğin cahiliye, fikir ya da düşünce odaklı değil eşya odaklı bir inanca ve sosyal örgütlenmeye sahip olmuştur. İslam’ın cahiliye ile mücadelesi de fikrin eşya ile mücadelesine dayanmıştır. Nitekim bu mücadelede eşya merkezli bir dünya anlayışının ürettiği putçuluğun ve despotizmin insan merkezci, fikirlere bağlı ilkelere dayanan bir dünya anlayışı karşısında direnebilmesi mümkün olmamıştır (bin Nebi, 2017, ss. 47-48).
Burada Malik bin Nebi’nin yorumu, düşünceye ve düşünce odaklı bir sisteme ve ulaşan anlayışın diğerinden üstün olmasının tarihi dönüştürücü etkisine işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda bir metoda ulaşmak anlamına gelmektedir. Ona göre, bir metafizik kaynak gerektiren bu değişime din kaynaklık etmektedir. Dinin medeniyete kaynaklık etmesi, son iki büyük medeniyet olarak tarihi değiştiren İslam ve Batı medeniyetleri dâhil olmak üzere bütün medeniyet tecrübelerinde takip edilebilir. Hâkim tarih yazımında Batı medeniyeti din kurumuyla mücadele üzerinden seküler bir medeniyetmiş gibi kurgulansa bile ortaya çıkış şartları ve medeniyet hamlesinin başlangıcı açısından Hristiyanlığın izlerini taşımaktadır (Benlahcene, 2011, s. 68). Bu sebeple Batı medeniyeti de dâhil olmak üzere dünyadaki bütün medeniyet tecrübelerinin inanç metafiziğine dayanan bir temeli söz konusudur. Bu inanç metafiziğine dayanan temel, o medeniyetin ruhunu oluşturur ve yine o medeniyet için tarihsel sürekliliğin başlangıcı da bu şekilde gerçekleşir.
Malik bin Nebi’nin tarih felsefesinde ve medeniyet anlayışında eşya-fikir diyalektiği, merkezi bir yerde durmaktadır. Bu diyalektik, onun düşüncesinde İslam’ın tarihsel değişimin insani olan lehine aktörü olmasını açıkladığı gibi zamanla bu aktör olma özelliğini nasıl kaybettiğini ve yeniden nasıl kazanabileceğini de analiz etme imkânı sunmaktadır. Bu doğrultuda eşya-fikir diyalektiği, onun düşünce sistematiğinin en önemli ve özgün tespitlerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Müslüman bir düşünür olarak Malik bin Nebi, bu analizlerinde temel hareket noktası olarak Ra’d sûresinin 11. ayetini belirlemiştir. Bu ayet mealen “Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” şeklindedir. Genel olarak üzerine düşünüldüğünde, bu ayetin tarihsel ve sosyolojik değişimin nasıl gerçekleşeceğine ilişkin bir yönü bulunmaktadır. Başka bir deyişle, değişimin ilkesi tespit edilmektedir. Malik bin Nebi, zamanla Müslümanların bu ayeti “gerçek anlamda bir değişim ilkesi olarak benimsemediklerini, Allah kelamıdır diye kutsadıklarını ve bir iyimserlik yamacı gibi bu ayete yaslandıklarını” da serzenişle kaleme almıştır (2013, s. 8-9).
Yine onun düşüncesinde İslam medeniyetinin cahiliye karşısındaki başarısı ve tarihin yönünü değiştiren hamlesi, yükselişi ve gerileyişi de bu ayet dolayısıyla anlaşılmaktadır. Cahiliye, eşya merkezli putçuluğun ve despotizmin ürettiği “konformizme” karşılık gelirken İslam, cahiliye karşısında fikir odaklı bir anlayışla Müslüman olanların kendilerini değiştirmelerine karşılık gelmektedir. Bu değişim, onları tarihin aktörü yapmış ve bütün insanlığın tarihi değişmiştir. Cahiliyenin putçuluğunun fikir değil daima put üreteceğine dikkat çeken Malik bin Nebi, fikrin kaybolduğu yerde hemen putun iktidarının hüküm sürmesinin tarihin yasal işleyişinin bir sonucu olduğunu savunmuştur (1992, s. 29). Bu örnekte onun medeniyet kavramsallaştırmasına bağlı sistematiğinin ve metodunun izlerini takip etmek mümkündür. Cahiliye, tarihin dışında eşya ve isim odaklı bir sosyal örgütlenmeye karşılık gelmektedir. Cahiliyeden çıkış, cahiliyenin bu sosyal örgütlenme dinamiklerinin aşılmasıyla ve fikir ve kavram sayesinde sağlanabilmiştir. Bu hamle, elbette daha önce var olan yapının ciddi bir direnişiyle karşılaşmıştır. Ancak medeniyetin kültüre üstünlüğünün tarihteki en özgün örneklerinden biridir.
Eşya merkezli dünya tasavvuru, dünyevi bir temele sahiptir ve onun düşüncesinde bütün insanlık tarihi önce dinî düşüncenin ışığında doğmakta; sonra ruh ve aklı karşı konulmaz kuvvetiyle yenen dünyeviliğin galibiyetiyle sonuçlanmaktadır (bin Nebi, 1992, s. 49). Burada Malik bin Nebi’nin tarih felsefesinde eşya-fikir diyalektiğinin dünyevilik-din diyalektiği olarak tarih sahnesine yansıdığı ortaya çıkmaktadır. Bu diyalektik, batıl ile hak arasındaki mücadele olarak da anlaşılabilir. Onun bu diyalektiğin bir örneği olarak Robinson Crusoe ile Hay bin Yakzan karşılaştırması yapması da özgün bir örneğe karşılık gelmektedir. (bin Nebi, 2015, ss. 13-15; Okumuş, 2018, ss. 70-73). Eşyanın hâkimiyeti, dünyeviliğin galibiyetinin ve kendi kendisini sürekli üretmenin en temel unsuru olarak öne çıkmaktadır. Bu iki farklı medeniyet anlayışının insan tipi farklı esaslardan kaynağını almakta ve buna bağlı olarak da insan-insan, insan-doğa ve insan-Tanrı ilişkileri de değişmektedir.
Malik bin Nebi’nin dünya Müslümanlarını değerlendirmesi de bu anlayışına dayanmaktadır. Onun düşüncesinde cahiliyenin temel özellikleri olan “saygıda abartı, kör taklit, sorumluluk duygusunun eksikliği ve romantizm”, İslam medeniyetinin gücünü kaybetmesiyle Müslümanlar arasında yeniden yer bulmuş ve yaygınlaşmıştır (Basha, 1992, ss. 95-96). Bu durum da eşya-fikir ve dünyevilik-din diyalektiğinin bir sonucu olarak kabul edilebilir. Çünkü İbn Haldun’un etkisinde Malik bin Nebi, medeniyetin doğma, gelişme ve olgunluk aşamalarından sonra tekrar hamlesini kaybederek kendi çöküşünü ürettiğini iddia etmektedir. Ruhun rehberliğinde yükselişe geçen medeniyet, ruhun yerini akla bıraktığı aşamada yayılma ve genişleme aşamasındadır. Akıl, yerini duyguya bıraktığında medeniyet çöküşe geçmektedir (Kureyşi, 2002, s. 87; Çalışkan, 2019, s. 43). Doğum, büyüme, zirveye ulaşma ve ardından çökme şeklinde döngüsel olarak devam eden medeniyet analizi, tarihte ortaya çıkmış bütün medeniyetleri açıklayabilecek bir metoda karşılık gelmektedir.
Malik bin Nebi’ye Göre Müslümanların Tarihi Sorumluluğu: İslam Medeniyetinin İnşası
Kültür ve medeniyetle ilgili literatürün genelinin de dikkat çektiği üzere bütün medeniyetlerin temelinde insan unsuru ve insanın içinde yaşadığı dünyayı yorumlayışı bulunmaktadır. Malik bin Nebi’nin tarih felsefesi ve medeniyet konusu temelinde odaklandığı esas mesele de insan meselesidir. Medeniyeti açıklarken onun metafizik bir inanç temeline vurgu yapması da bu durumla ilgilidir. İnanç temelli bu fikir hamlesi, önce insanı değiştirmiş, belli bir coğrafyada ürettiği enerjiyle dünyaya yayılmış ve insanlık tarihini de değiştirmiştir.
Malik bin Nebi’nin medeniyet anlayışına odaklanan bir çalışmada, onun Norbert Elias gibi insanın davranışlarını ve gücünü kontrol altında tutarak toplum yararına yönelttiği bir medenilik hâline vurgu yaptığına işaret edilmiştir (Subhani vd. 2020, s. 174). Bu hâlin “kendini bilme ve kendisi dışındakileri de düşünme” üzerine inşa edildiğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Böylece Malik bin Nebi’ye göre, ulvi kanun şu şekilde formüle edilebilir: “Ruhunu değiştir, tarihin değişir” (1992, s. 33). Burada değişme dinamizminin temelinde insanın varoluşsal değişmesine bir ilke olarak vurgu yapıldığı dikkat çekmektedir.
Yukarıda değinilen din-dünyevilik diyalektiğine atıfla İslam’ın bir din olması dolayısıyla dünyeviliğin karşısında bulunması, kafa karışıklığına sebep olabilir. Çünkü İslam dünyasının gerileyişi, Malik bin Nebi’nin de vurguladığı gibi sadece dünyevilik odaklı bir mesele olmanın ötesinde dinin asıl anlamında yaşanan tahrifata dayalı din despotizmine de bağlıdır. Burada Malik bin Nebi’nin İslam’ın öncelikle ruhta bir devrim yaptığına özellikle önem atfettiği belirtilmelidir. Çok özgün bir tespitle bu meselenin cevabını Medine’de inşa edilen ilk camiinin aynı zamanda ilk şantiye olmasına yaptığı vurguda bulmak mümkündür (1992, s. 81). Hem dinî hem de dünyevi çabanın birlikteliği, bizzat İslam Peygamberi’nin de diğer Müslümanlar gibi inşaatında çalıştığı ilk mescitte açıkça görülmektedir.
Burada Malik bin Nebi, çalışmaya kaynaklık eden temel unsurun inanç ya da ruh olmasına atıfla dinin önceliğine dikkat çekmiştir. Ona göre dinî inancın ilkesel yönü, dünyevi olana sınır çizmelidir. “Allah’ın sana lütfettiğinde ahiret hayatını ara. Dünyadan da nasibini unutma” şeklinde ifade edilen Kasas sûresi 77. ayete ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “dünya ahiretin bineğidir” hadisine dikkat çeken Malik bin Nebi, Müslüman açısından sosyal hayatta dünyanın ahiretten ayrılamayacağını, dünyanın bizi ölümün ötesinde çok yüksek hedeflere taşıyacak bir binek olduğunu kabul etmiştir (2017, s. 153). Medeniyet fikrinin hedeflerinden biri bu dünyaya dönüktür. Yine dikkat edilirse onun medeniyet kavramsallaştırması, insanın dünyadaki varoluş anlamını sadece dünyevi sınırlar içinde kavramının ötesine geçmektedir. Medeniyetin metafizik inanç temeline bağlı olarak bu dünyaya yönelmesi, o medeniyete bağlı bireyler ve toplum için maddi ve manevi olan arasında denge hâlini sağlamakla ilgilidir. Ona göre günümüz modern toplumları, toplumun hedeflerini sırf sosyal hedefler ve tamamen dünyevi bir hayat ile sınırlandırmıştır (bin Nebi, 2017, s. 153). Böylece maddi ve manevi olan arasındaki denge ortadan kalkmıştır ve bu durum, Müslümanların tarih sahnesindeki rollerini yeniden yüklenmeleri misyonu açısından ayrıca önem taşımaktadır. Çünkü Malik bin Nebi düşüncesinde İslam medeniyetinin hedefi, sadece inançlarla ilgili bölünmüş bir zihin üretmek değil, tarihin süre gidişini yeniden insan fıtratına uygun bir hâle getirmektir.
Bir yandan kendisini Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh’un ve Reşid Rıza’nın düşünceleri üzerinden gelişen geleneğe dâhil eden, bir yandan da bu geleneğin bazı meselelere odaklanması konusunda eleştirel bir duruş sergileyen Malik bin Nebi, yirminci yüzyılda dünya genelinde ve İslam dünyasında yaşanan gelişmeleri dikkatle izleyerek çıkarımlarda bulunmuştur. İnsan ve tarih arasında kurmuş olduğu ontolojik bağ dolayısıyla İslam dünyasında yaşanan kriz durumunu iç ve dış sebeplerle birlikte anlama çabasında olmuştur. Bu kriz, tarihsel bir kriz olduğu ölçüde insani bir kriz olarak yaşanmaya devam etmektedir. Malik bin Nebi (2017, s. 191), İslam medeniyetinin imkânı tartışılırken öncelikle insan meselesinin üzerinde durulması gerektiğine vurgu yapmıştır. Çünkü ona göre eşyaya yön veren ve medeniyeti üreten insandır. Kültürün ve medeniyetin temelinin insan, toprak ve zaman olduğu göz önünde bulundurulduğunda onun düşüncesinde medeniyet hamlesinin merkezinde insanın bulunması manidardır. İslam medeniyeti açısından da insanın tanımlanması ve anlam dünyasının yeniden şekillenmesi, tarihin insani olan lehine değişmesinde merkezi bir yerdedir. Nitekim Hz. Muhammed’in peygamberliği sırasında İslam inancının temel hedefinin insanın değişimi olduğu net bir şekilde müşahede edilmektedir. İnsandan başlayan süreç, insanın maddi ve manevi ürettiği her şeye sirayet etmeye başlamış ve İslam medeniyeti bu şekilde gelişmiştir.
Malik bin Nebi’yi genelde medeniyet, özelde ise İslam medeniyetinin bir Rönesans üretmesi meselesine yönelten süreçte memleketi Cezayir başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde asırlardır yaşanan sömürgeciliğin önemli bir yeri vardır. Sömürgecilik konusunu özgün tarih felsefesi yaklaşımı üzerinden ele alan Malik bin Nebi, “İslam dünyası bir kaybolmuşluk ve şaşkınlık halini yaşamaktadır” şeklinde önemli bir tespitte bulunmuştur (2017, s. 51). Sömürgecilik, İslam dünyasının neredeyse tamamını ilgilendiren ve sadece dışsal sebeplerle açıklanamayacak bir meseledir. O, sömürgecilik meselesini çok yönlü bir şekilde ele almış ve bütüncül bir bakış açısıyla bu konuda en özgün yaklaşımlardan birini geliştirmiştir. Öncelikle meseleyi sadece aktif olan sömürgeciye odaklanarak açıklamaya çalışanları kolaycılıkla itham etmiştir. Bu kolaycılığın ötesinde sömürgecilik konusunda “pasif kalan” ve böylece sömürülmeye hazır şartlar içinde bulunan sosyal yapıların da değerlendirilmesi gerektiğine ısrarla vurgu yapmıştır. Aynı zamanda onun bu konuyla ilgili tarihsel, sosyolojik ve hatta psikolojik analizlerinin sadece olgusal tespitler olarak kalmadığı, İslam dünyasının içinde bulunduğu şartlardan çıkışla ilgili önerilere de sahip olduğu belirtilmelidir.
Malik bin Nebi üzerine yazılan literatürde kendisinin Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi sırasındaki ve sonrasındaki rolüyle ilgili olarak üzerinde çokça durduğu sömürülebilirlik ya da sömürülebilir olma kavramına özgün bir katkı olarak dikkat çekilmektedir (Basha, 1992; Yıldırım, 2011; Okumuş, 2018; Güngör, 2019). O, sömürgecilik meselesinin sadece dış sebepler bağlamında açıklanmasının eksik bir yaklaşım olduğunu, sömürülen toplumlardaki iç sebeplere bağlı olarak oluşan “sömürülebilir olma” durumunun da analiz edilmesi gerektiğini tespit etmiştir. Burada var olan sömüren ve sömürülen arasındaki bir etkileşimdir. Bu etkileşim, tarihin içinde gerçekleşmektedir ve iki yönlü bir süreci kapsamaktadır. Sömürgeci, sömürdüğü toplumun enerji kaynaklarını ve yaratıcılık potansiyelini yok etmeyi amaçlamaktadır (Yardım, 2019, s. 79). Bu meselenin sömürgeci açısından tespitidir. Ona göre sadece dış sebeplere vurgu yaparak sömürgeciyi itham etmekle ve günah keçisine çevirmekle yetinen anlayış, meseleyi eksik görmekle kalmamakta aynı zamanda sömürgeciliğin devamlılığını sağlayan konformizme de kaynaklık etmektedir. Sömürgecilik meselesini iç ve dış sebeplerle birlikte ele alan Malik bin Nebi, sömürünün ürettiği sosyolojinin ve psikolojinin de farkında olarak yorum yapmaya dikkat etmiştir. Bu sebeple cahillik, yoksulluk ve sömürülmek, kolaya kaçan ve sorumluluk üstlenmeyen bir psikolojiyi yansıtmaktadır (bin Nebi, 2018, s. 105). Söz konusu konformizm, tarihin olduğu hâliyle devam etmesini sağlamakta, sebepler değişmediği için sonuçlar ve dolayısıyla tarih de değişmemektedir. Onun düşüncesinde sömürge şartlarının değişebilmesi için öncelikle “sömürülebilir olma” durumunu oluşturan iç sebeplerin değişmesi gerekmektedir ki alternatif bir tarihin ve sosyolojinin ortaya çıkması için farklı bir ortam oluşabilsin. Bu görüşleri, onun aksiyon yönüne de kaynaklık etmiştir. Ayrıca buradaki tespitlerde Malik bin Nebi’nin medeniyet anlayışında geliştirdiği sistematiğin ve metodun kullanıldığı da dikkat çekmektedir.
Eşyanın fikir karşısında galip gelmesinin bir sonucu olan eşya ve kişi despotizmi, İslam dünyasının genel resmini sunmaktadır. Ona göre “fikir ve putlaştırılan insan zıtlığı sayesinde, sömürgecilik, bizim ülkelerimizde siyasi bozgunlarda, hem de bazen kendi aydınlarımızı kullanarak en parlak başarılarını elde etmiştir” (bin Nebi, 2015, s. 79). Buna bağlı olarak Müslüman aydınların bile bir takım putlaştırılmış isimler etrafında pervane olduklarını ve fikir odaklı bir çıkış yolu sunamadıklarını iddia etmiştir. Bu durum, daha önce sömürülebilir olma durumuna atıfla değinilen konformizmin hem kaynağı hem de sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim eşya ve kişi despotizmi kendisini; eğitim, siyaset, ekonomi, mimari gibi pek çok alanda üretme gücüne sahiptir.
Malik bin Nebi’ye göre, “biricik şey”e tapınma gibi “ilahî adam, olağanüstü adam”a tapınma da günümüz İslam dünyasının her yerinde görülmektedir (2015, s. 78). İslam dünyasında şaşırtıcı siyasi iflasların sebebi bazen işte bu tapınmadır. En temelde İslam’ın inanç esaslarına ters olan bu durum, sömürgeleşmiş zihinlerde ve pratiklerde çok daha kolay bir şekilde kendisini üretebilmektedir. Bu Müslümanların yaşadığı krize bağlı ciddi bir sapmadır ve insan meselesiyle doğrudan ilişkilidir. O, eşya ve kişi despotizminin cahiliyeye ait olduğunu; cahiliyenin ise putçuluk anlamına geldiğini iddia etmiş ve bu durumun siyasi ve ahlaki bir krize karşılık geldiğini savunmuştur. Üstelik bu manzara, yirminci yüzyılda İslam dünyasının geneline hâkim olan bir manzaradır. Bu durum, sömürgecinin elini daha da güçlendiren ve şartları onun lehine geliştiren bir durumdur. Başka bir deyişle sömürülebilir olma hâlinin sürekliliğini sağladığı için tarihin yönünü değiştirmemekte; Müslümanları da tarihin dışında tutmaktadır.
Yirminci yüzyıl, aynı zamanda Müslümanların yaşadığı coğrafyada modernist yorumların güç kazandığı ve devlet yönetimini elde ettiği bir dönemdir. Batı medeniyetine entegrasyon siyasetini ve Avrupalıları şeklen taklidi esas alan modernist hareketler, Malik bin Nebi’ye göre, hedefleri ve kullanacağı araçlarla ilgili çizgileri belirlenmiş teoriden yoksun hareketlerdir (2018, s. 83). Müslümanların çoğunlukta olduğu pek çok ülkede özden uzak şekil değişiklikleri yapıla gelmiştir. Bu şekil değişiklikleri ya da taklitçi anlayış, kendi gerçekliğinden hareket etmediği için en başta öz ve şekil arasındaki dengeyi ihmal ederek işe başlamaktadır. Nitekim bu değişiklikler yapısal bir yenilenmeye kaynaklık etmemektedir ve pek çok Müslüman toplumda ortaya çıkan sonuç da bu tespiti doğrulamaktadır. Malik bin Nebi, yine bu duruma bağlı olarak Müslüman toplumların arada kalmışlıklarına atıfla kendi medeniyet kaynaklarından beslenemez hâle gelmelerini şu şekilde tasvir etmiştir: “Fikirlerin beyinleri boş ve hatta dilleri aciz bırakarak ölüp gitmeleri, toplumları tekrar çocukluk dönemlerine döndürmektedir. Bu çocuksuluğa düşen toplum, kendi fikir züğürtlüğünü telafi için uyduruk veya yapay fikirlerle telafiye mahkumdur” (bin Nebi, 2015, s. 59). Çocuksuluğa düşmüş toplumlar, pek çok Müslüman ülkede yöneticilerin ve aydınların kendi tercihleriyle araçsal bir konumun ötesine geçememektedir. Bu araçsal konum, sömürgeciliğin tarihsel durumunu açıkladığı gibi Müslümanların neden tarihte yeniden aktör olamadıklarını da açıklamaktadır. Çünkü çocuksu hâle düşen, bir çocuk gibi kandırılabilmekte ve kendisinden üstün gördüklerini taklit ederek hareket etmektedir. Bu çocuksu hâlin bir sonucu olarak Müslüman toplumlarda sahtelik ve yapaylık ortaya çıkmıştır.
“Ne yapmalı” sorusu, Malik bin Nebi’nin tarih felsefesinin ve medeniyet metodunun cevap bulmaya çalıştığı esas sorulardan biridir. Ona göre Müslümanların içinde bulundukları durumla yüzleşmeleri ve bu durumu aşmaya dönük hamleyi yine kendi inançlarını temel alarak gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Malik bin Nebi (2017, s. 64), İslam dünyasının mevcut durumunu “medeniyet öncesi dönem” olarak tanımlamış ve bu dönemi aşmanın imkânlarının yine kendi inanç potansiyeline bağlı olarak mümkün olduğuna işaret etmiştir. Onun düşüncesinde modernist harekete bağlı gerçekleştirilen yenilikler, medeniyet öncesi dönemi aşma iddiasına ve imkânına sahip gelişmeler değildir. Aksine, bu şekilci ve taklitçi anlayışa bağlı uygulamalar, süregiden olumsuz durumun devamını sağlamaktadır ve böylece Müslümanlar tarihe kendileri olarak dâhil olamamaktadır.
Müslümanların tarihe dâhil olamamaları, arada kalmışlıklarının bir sonucudur. Son iki yüzyılın İslamcı düşünürleri hem geleneksel dinî anlayışlara hem de din karşıtı pozitivist ve modernist anlayışlara karşı eleştirel bir tutumu benimsemişlerdir. Birbiriyle uzlaşamaz iki kutbun oluşturduğu bu bölünmüşlük, söz konusu arada kalmışlığın bir sonucu olarak kabul edilebilir. “Cedelcilik, histeri, geçmişle övünme, hayalcilik. Bunlar, Muvahhidler sonrası toplumun ana özellikleridir” tespitinden sonra “İslam dünyası asırların getirdiği bu ağırlık, geleneksel baskı ve anane birikiminin altında nasıl harekete geçecektir?” sorusunu soran Malik bin Nebi, her iki tarafın da İslam’ın tarihteki rolünü yeniden almasını sağlamak kudretinden uzak olduğunu iddia etmiştir (2018, s. 61). Modernistler gibi geleneği olduğu gibi kabul edenler de İslam medeniyetinin tarihteki rolünü üstlenmelerine kaynaklık edememektedir. Bu gerilim, bütünsel bir anlam dünyasının oluşmasına engel olmaktadır. Malik bin Nebi, inançta ve pratikte bölünmüşlüğü şu şekilde tasvir etmiştir:
İslam toplumu, hâlihazırda ana modellerine yaptığı ihanetin bedelini ödemektedir. İhanet edilen fikirler, toplumun kendi getirdiği fikirler de olsalar, onun aleyhine döner ve ondan öç alırlar. Bölünmüş Müslümanın iki parçaya ayrıldığı acıklı andır bu an. İşte o yüzdendir ki camide beş vakit ibadetini yapan abdestli namazlı Müslüman, oradan çıkıp başka bir evrene daldığında çıkarcı Müslüman haline dönüşüvermektedir (bin Nebi, 2015, s. 70).
Bu alıntıdaki birkaç husus üzerinde durmak Malik bin Nebi’nin düşüncesini anlamak için faydalı olacaktır. Bu hususlardan biri, “ihanet edilen fikirler”dir. İslam medeniyetinin tarihi insani olan lehine çeviren hamlesinde inanç ve fikir arasında bir denge ve bu dengenin maddi ve manevi yansımaları ortaya çıkmıştır. Bu dengenin yitirilmesi ne inancı ne de fikri sahihlikleriyle yerinde bırakmıştır. İhanetin bedeli, bölünmüş Müslüman tipinde ortaya çıkmaktadır. Bölünmüş Müslüman tipi, inancının maddi ve manevi denge hâlini hayatında taşıyamayan, içinde yaşadığı gerçekliğe sağlıklı bir şekilde aktaramayan birine karşılık gelmektedir. Bu insan tipinin örgütlendiği sosyal yapılar, tarihin dışında ve sömürülebilir olmaya hazır bir durumda var olmaya devam etmektedir. Bu durumun Malik bin Nebi tarafından “ihanet” olarak tanımlanması, İslam’ın Müslümanlara yüklediği sorumluluğun bütünselliğiyle ilgilidir. Müslümanlar bu duruma düştüklerinde tarihi iyi ve doğru olan lehine değiştirme sorumluluğundan da uzaklaşmış olmaktadırlar.
Muvahhidler sonrası dönem, Malik bin Nebi’nin eserlerinde Müslümanların tarihin aktörü olmaları özelliklerini yitirmelerine atıfta bulunmaktadır. Endülüs’te 12. ve 13. yüzyıllarda hüküm süren Muvahhidler, Endülüs’te İslam medeniyetinin bilim, siyaset, felsefe, mimari gibi alanlarında son güzel örneklerini sunmuşlardır (Özdemir, 2006, ss. 410-412). “Muvahhidler sonrası dönem”den kasıt, İslam medeniyetinde fikrin yerini eşya ve kişi despotizminin alması ve Malik bin Nebi’nin eşya-fikir diyalektiğine atıfla medeniyet öncesi döneme gerileyiştir. Malik bin Nebi, Hz. Ali ile Muaviye’nin karşı karşıya geldiği Sıffin Savaşı’nı İslam tarihindeki ilk gerileme olayı olarak tanımlamış, eserlerinde ve konuşmalarında bu olay üzerinde çokça durmuştur (bin Nebi, 2018, s. 154; Okumuş, 2018, s. 55). Olumsuz etkilerine rağmen bu savaş, İslam medeniyetinin tarihi değiştiren hamlesinde tarihsel bir kırılma olmamıştır ve İslam’ın tarihe yayılan enerjisi yüzyıllarca devam etmiştir. Muvahhidler sonrası dönem ise hâlâ tersine çevrilememiştir. Burada o, “ölü fikirler” tehlikesine dikkat çekmiştir. Müslümanları içten parçalayan ve gelenekle gayet uyumlu bir şekilde varlıklarını sürdüren ölü fikirler, toplumun geneline hâkim olmuştur (bin Nebi, 1997, s. 132). “Ölü fikirler” ile “öldürücü fikirler”e sahip olanlar farklı toplumlara aitmiş gibi gözükseler de karşılıklı olarak Müslüman toplumların ve İslam medeniyetinin gelişmesine karşıdırlar. “Muvahhidler sonrası toplum, ‘amip’ şeklinde bir varlığa benzemekteydi. Nereye gideceğini bilmeyip sağa sola çarpan bir varlıktı” diyen Malik bin Nebi, bu dönemin hâlâ devam ettiğini savunmuştur (2018, s. 177).
“Ölü fikirler”, Malik bin Nebi’nin medeniyetin döngüsel olarak başladığı yere dönmesiyle ilgili İbn Haldun’dan mülhem tarih anlayışına bağlı bir tespittir. Buradaki ölme hâli, bütünüyle yok olmaktan çok mücadele ederek mağlup ettiği ilk kültürel gerçekliğe geri dönüşe işaret etmektedir. Malik bin Nebi’nin İslam tarihinde medeniyet hamlesinin ilk kırılması olarak Sıffin Savaşı’na işaret etmesinin sebeplerinden biri, kabileciliğe dönüş riskiyle ilgilidir. Kabilecilik, Cahiliye Dönemi Arap toplumunun en karakteristik özelliklerinden biridir. Hz. Muhammed’in inanç esasları ve pratiği göz önünde bulundurulduğunda, kabileciliğin etkisinin ortadan kaldırılmasıyla ilgili ciddi bir mücadele içinde olduğu dikkat çeker. Nitekim Peygamberimiz bu konuda başarılı olmuştur. Ancak ilkelerden ayrılma, medeniyetin kendi tarih öncesi şartlarına dönmesini kolaylaştırmaktadır. Sıffin Savaşı’nın olumsuz etkileri, fikrî bir geri dönüşü sağlamamış; başka bir deyişle fikirleri öldürememiştir. Ancak Muvahhidler sonrası dönem, ölü fikirler dönemine dönüşmüştür. Ölü fikirlerin canlı bir şekilde hayata yayılması, insanın anlam arayışına iyi ve doğru olan lehine katkı sağlaması mümkün değildir. Malik bin Nebi, bu fikirlerin canlanmasının, yeniden İslam inancına dayanan ancak fikirlere ve kavramlara ulaşan bir medeniyet üretmekle mümkün olacağını iddia etmiştir. Bu aşamaya ulaşamamak, eşya-fikir diyalektiğinin bir sonucu olarak eşya ve şahıs despotizmini, farklı şekilleriyle putçuluğu üretmeye devam edecektir.
Malik bin Nebi, Batı medeniyetinin dünyadaki hâkimiyetini yine kendi sistematiği ve metodu üzerinden analiz etmiştir. Eşya ile isim aşamasından fikir ve kavram aşamasına geçiş ve bu geçişin temelinde inanç metafiziğinin bulunması, Batı medeniyetinde de takip edilebilir. Ne var ki İslam medeniyetinin tersine bu medeniyetin sürekliliğinde dünyaya insani olan lehine bir alternatif sunmaktan çok insanı kendi fıtratına yabancılaştıran bir süreklilikten bahsedilebilir. Ona göre Müslümanların gerileyiş sürecinde Avrupa sadece teknik alanda ilerlememiş; aynı zamanda Rönesans ve Reform dolayısıyla fikir odaklı bir atılım da gerçekleştirmiştir ve dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında ilmî gelişmelerin sağladığı dinamizme bağlı fikrî üstünlüğe de sahip olmuştur. Ancak bu fikrî üstünlük, iyilik ve doğruluk gibi değerler yerine kendi maddi üstünlüğünü muhafaza etmeye yönelmiştir.
Malik bin Nebi’ye göre sömürgeciler Müslümanların kriz durumunu yerinde tespit etmişler ve bu krizden çıkışın ancak İslam ile olacağının farkındadırlar. “Müslüman vicdanındaki bazı titreşimler, ataletten sıyrılmaya dönük çabalar yine İslam’ın faziletindendir” ve ona göre İslam’ın tarihi değiştirme potansiyeli Müslümanların yeniden İslam temelli bir medeniyet hamlesiyle mümkündür (bin Nebi, 2018, s. 144-145). O, böyle bir hamleyi sadece Müslümanlar lehine bir hareket olarak değerlendirmemiş; tarihin gidişinde insanlık lehine bir alternatife dönüş olarak da yorumlamıştır. Çünkü Malik bin Nebi’ye göre, bilimsellikle birlikte işleyen bir sömürgeci mantık, insanı araçsal ve işlevsel görmektedir ve Avrupa’da da tarihsel bir kriz ve kaos baş göstermiştir (2018, ss. 163-164). Nitelik yerini niceliğe bırakmıştır (bin Nebi, 2018, s. 159). Gayri insani ve ahlâki bir müdahale olarak sömürgecilik dışında yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı ve sonrasında daha da şiddetlenerek devam eden insani yabancılaşma, tarihin insani ve ahlâki olan lehine yeni bir değişme hamlesi beklediğine işaret etmektedir. Birçok çağdaşı gibi Malik bin Nebi de İslam medeniyetinin kendi köklerinden inşasının tarihi değiştireceğine ve insanlık lehine bir alternatif bir hareket olacağına inanmıştır.
Sonuç
Yirminci yüzyıl, yaşanan olayların ortaya çıkardığı tahribatın etkisiyle bir sorgulama ve arayış dönemi olmuştur. Yaşanan tahribatın kaynakları, Batı medeniyetinin geleceğinin ve özellikle Müslüman entelektüeller açısından Müslüman toplumların yaşananlar karşısındaki durumunun tartışıldığı literatür ciddi bir şekilde genişlemiştir. İslamcılık, modern dönemin bir düşünce ve siyaset hareketi olarak yirminci yüzyılda da İslam’ın insanlık için bir alternatif olma iddiasını devam ettirmiştir. Ne var ki yaşanan pek çok olumsuzluğa rağmen İslamcılığın karşısında durduğu sömürgecilik gibi pek çok olumsuz durum farklı şekillerde varlığını sürdürmüştür. Batı medeniyetinin yaşadığı pek çok bölünmeye ve krize rağmen Müslümanların dünyaya kendi değerleri üzerinden bir alternatif sunamadıkları da ortadadır.
Bütün bu değişimin ve yaşananların şahidi olan Malik bin Nebi, yirminci yüzyılın Müslüman bir düşünürü olarak kendisinden önce devam ede gelen düşünce mirasına ortak olmuştur. Bir yandan da o, dayandığı mirası eleştirel bir bakışla yeniden yorumlamıştır. Sömürülen bir toplumda yaşamış olan Malik bin Nebi’nin düşüncesinde sömürgeciliğin etkilerinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Çünkü kendisi hem sömürülen bir ülkede doğmuş ve büyümüş hem de sömüren ülkede eğitim almış ve yaşamıştır. Sömürgecilik tecrübesinin Malik bin Nebi’yi, tarih felsefesi ve medeniyet konularına yönlendirdiği tespit edilebilir. Onu, döneminin Müslüman düşünürlerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri, özgün bir tarih felsefesi sistematiği geliştirmesidir. Bu sistematik, aynı zamanda güçlü bir metoda kaynaklık etmektedir. Kültür ve medeniyet konularında düşünceler geliştiren Malik bin Nebi, medeniyetlerin tarih içindeki değişmelerinin ve birbirleri karşısında konumlanışlarının diyalektik bir süreç izlediğini iddia etmiştir.
Malik bin Nebi, İslam’ın tarih değiştirici gücünü açıklamaya odaklanmış ve İslam medeniyetinin fikir temelli bir bakış açısıyla cahiliye karşısında güç elde ettiğini tespit etmiştir. Ona göre din temelli fikirlere ve ilkelere bağlı medeniyetler, eşyayı esas alan kültüre ve medeniyetlere karşı galip gelmiştir. Ancak zamanla fikir ve ilke temelli perspektif kaybolmuş ve medeniyetler eşya ve kişi despotizminin hâkimiyetinin yeniden ortaya çıktığı medeniyet öncesi durumlarına dönmüştür. Ona göre bu dönüş, aynı zamanda bir gerilemedir ve Müslümanlar da bu gerilemeyi tecrübe etmişlerdir. Yine bu gerileme, tarihin aktörü olmaktan çıkmak anlamına geldiği gibi tarihin dışına çıkmak anlamına da gelmektedir. Bu görüşlerde özellikle İbn Haldun’un etkisi bulunmaktadır.
Bir toplumun kendisini değiştirmeyle ilgili motivasyonunun tarihi de değiştireceğine “sünnetullah yasası” olarak inanan Malik bin Nebi, Müslüman toplumlarda yirminci yüzyılda yaşanan değişimleri anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Ona göre, tarihin değişimi ilahî yasalara tabidir. Bu ilahî yasaların işleyişi İslam tarihinde net bir şekilde takip edilebilmektedir. Müslümanlara hâkim olan ataletin ve devam eden sömürünün de bu yasalara tabi olduğunu iddia eden Malik bin Nebi, bu olumsuz durumun sadece dış sebeplerle açıklanamayacağını ısrarla vurgulamıştır. O, iç sebeplerin dış sebeplerle çok yakından ilişkili olduğuna dikkat çekmiştir. “Sömürülebilir olma” kavramı, sömürgecilik konusunda iç sebeplerin etkisinin tahmin edilenden çok daha merkezi bir konumda olduğu sonucuna ulaşmasına sebep olmuştur. Müslümanların yeniden tarih sahnesindeki rolünü üstlenmelerinin, yine kendi köklerinden bir medeniyet hamlesiyle mümkün olduğuna ve bu hamlenin sadece Müslümanlar lehine değil, insanlık lehine bir tarihsel değişimi üreteceğine inanmıştır. Medeniyet anlayışının ulaştığı sonuçlardan biri budur. Ancak bu atılımın sağlanması, insan meselesine bir dönüşü ve dünyayı bütünsel olarak kabul eden inancın, fikrin ve uygulamanın dengeli bir hâlini gerektirmektedir. Elbette Malik bin Nebi’nin tarih felsefesi, kendi tecrübeleri ve yaşadığı dönemle ilgili bir yöne sahiptir ve bu sınırlar göz ardı edilmemelidir. Ancak o, kendi perspektifinden özgün bir sistematik ortaya koymayı başarmış Müslüman düşünürlerden biridir.
Kaynakça
Basha, A. K. (1992). Malek Bennabi and His Modern İslamic Thought. Phd. Thesis. University of Salford.
Benlahcen, B. (2011). Malek Bennabi’s concept and interdisciplinary approach to civilisation. International Journal of Arab culture management and sustainable development. 2 (1), ss. 55-71.
bin Lahsen, B. (2013). Malik bin Nebi’de Medeniyet: Sosyo-Entelektüel Temeller. (İ. Kapaklıkaya, Çev.). İstanbul: Mahya.
bin Nebi, M. (1991). Asrın Şahidinin Hatıraları. (E. Göze, Çev.). İstanbul: Boğaziçi.
bin Nebi, M. (1992). Cezayir’de İslam’a Yeniden Doğuş. (E. Göze, Çev.). İstanbul: Boğaziçi.
bin Nebi, M. (1997). Savaş esintisi: Sömürünün Gerçeği. (S. Özer, Çev.). Ankara: Ankara Okulu.
bin Nebi, M. (2013). Sunuş. Bireysel Ve Toplumsal Değişmenin Yasaları (7. Baskı). (İ. Kutluer, Çev.). İstanbul: İnsan.
bin Nebi, M. (2015). İslam Dünyasında Fikir Ve Put (2. Baskı). (C. Aydın, Çev.). İstanbul: Boğaziçi.
bin Nebi, M. (2016). Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu. (S. Özer, Çev.). Ankara: Ankara Okulu.
bin Nebi, M. (2017). Düşünceler (3. Baskı). (M. Tan, Çev.). İstanbul: Mana.
bin Nebi, M. (2018). İslam davası (2.Baskı). (M. Tan, Çev.). İstanbul: Ekin.
Cevizci, A. (2000). Paradigma Felsefe Sözlüğü (4. Baskı). İstanbul: Paradigma.
Çalışkan T. (2019). Malik bin Nebi’nin Kültür ve Medeniyet Yaklaşımı. Tezkire. 70, Ankara, ss. 53-68.
Güngör, F. (2019). İslam Medeniyetinin Sadık Muhafızı Malik bin Nebi. İstanbul: Çıra.
İbn Haldun. (1997). Mukaddime I. (Z. K. Ugan, Çev.). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı.
Kureyşi, A. (2002). Malik bin Nebi’ye göre toplumsal değişim. (M. Altunkaya, Çev.). İstanbul: Ekin.
Murad, S. (2012). Malik b. Nebi. İslam Ansiklopedisi. (31, ss. 410-412). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Nam, M. (2013). İşgalden İstiklale Cezayir. Tarih Dergisi. 55, ss. 155-187.
Okumuş, F. (2018). Çağa iz bırakan önderler: Malik bin Nebi. İstanbul: İlke.
Özdemir, M. (2006). Muvahhidler. İslam Ansiklopedisi (31, ss. 410-412). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Subhani, Z. H., Noon, H. M., Ahmed, Y. (2020). Bennabi’s Thoughts On Civilization: Analyzing From A Pluralistic Perspective. Journal of al-tamaddun, 15 (1), pp. 169-181.
Yardım, M. (2019). Malik bin Nebi’de sömürülebilirlik ve Müslüman ethosu. Tezkire. 70, 75-86.
Yıldırım, T. (2011). Malik bin Nebi’de Sömürülebilirlik Olgusu. Milel ve Nihal, 8 (2), ss. 33-52.