Giriş
Özbekistan, Orta Asya’nın nüfus yönüyle en kalabalık, alansal olarak da üçüncü en büyük ülkesidir. Denize sınırı olmayan Özbekistan, jeopolitik anlamda Orta Asya devletleriyle çevrelenmiş tek bölge ülkesidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip, zengin bir kültürel mirası bulunan ülke, tarihi İpek Yolu’nun en önemli güzergahlarından biri olmuştur. Özbek şehirleri olan Buhara, Semerkant, Hive, Hokand ve Fergana ise siyasi, dinî, ticari ve kültürel merkezler olarak hem İslam dünyasında hem de Türk dünyasına önemli roller üstlenmişlerdir. Uzun yıllar dinî hareketler ve eğitimle birlikte kültürel faaliyetlerin merkezi olan bu bölge, Orta Asya içinde farklı özellikler kazanmıştır.
Bu noktada 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Özbekistan ve kullanılan Orta Asya kavramı daha kapsamlı incelenmelidir. Orta Asya, siyasi ve coğrafi açıdan oldukça farklı tanımlara sahiptir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından yapılan dar tanımlamada, Orta Asya Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın oluşturduğu bölgeyi belirtmek için kullanılmıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından bu tanımlamanın içerisine Kazakistan da eklenmiştir. Tarihsel açıdan ise Türk uygarlığının beşiği olan bölge, asırlar boyu Türkistan olarak kavramsallaştırılmıştır.
Tamamen karayla çevrili olan bölge, doğuda Çin, güneyde Afganistan ve İran, kuzeyde ve batıda Rusya ile sınır komşusudur. Orta Asya coğrafi olarak batıda Hazar Denizi, doğuda Tanrı Dağları, güneyde Hindukuş ve Pamir Sıradağları ile çevriliyken, kuzeyde düz Kazak bozkırları nedeniyle sabit bir coğrafi sınıra sahip değildir. Türkmenistan’da Karakum ve Batı Özbekistan’da Kızılkum başta olmak üzere bölgenin önemli bir bölümü çöl topraklarından oluşmaktadır. Ancak bölgenin tarihi ve mitolojisinde çok önemli bir yer tutan Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri, bölgenin su kaynaklarının önemli bir kısmını karşılamaktadır (Rashid, 1994).
Orta Asya tarihsel olarak doğu ile batı, Çin, Hindistan, Rusya, İran ve Akdeniz toprakları arasında bir köprü olmuştur. Bölge birçok farklı göç ve kültürden etkilendiği için zaman içinde değişen etnik, dilsel ve siyasi sınırlara sahiptir. Tüm bu süreçlerin bölge insanı için yarattığı en temel fark, iki farklı yaşam biçiminin ortaya çıkmasıdır. Bu durum daha çok kuzey bölgelerde yoğunlaşan bozkır göçebelerini ve güneyde yerleşik halkı temsil etmektedir. Bazı tarihçiler bölgeyi Avrasya’nın “kalbi” veya mihveri olarak tanımlamıştır (Golden, 2011).
Bölgenin bugünkü haritası, bir asır önce tamamen farklıydı. Bahsedildiği gibi bölge halkı güneyde yerleşik hayatın olduğu Türkistan ve kuzeydeki bozkır bölgesi olarak ayrılmaktaydı. Bu iki farklı hayat tarzı dini, kültürü ve düşünceyi etkileyen en temel etkendi. Bu noktada bir ulus-devlet olarak Özbekistan’ın ve diğer bölge devletlerinin ortaya çıkışı oldukça geç bir tarihte gerçekleşmiştir. Etnik tanımlar bölgede çok daha erken ortaya çıkmasına rağmen, ulusal isimler ve tanımlar yerine coğrafi ve dinî adlandırmalar daha fazla kullanılmıştır. Bölge halkları için en yaygın kullanım ise “Türkistan Müslümanları” olmuştur (Khalid, 2016). Bu ortak yaşam kültürü asırlarca devam ederken bugünkü Özbekistan’ın (ve diğer bölge devletlerinin) temelleri büyük ölçüde 1924-1936 yılları arasında atılmıştır.
1924 yılında Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak ortaya çıkan yapı, çeşitli değişimlerle 1991 yılında siyasi bağımsızlığını elde etmiştir. Ancak bölgenin taşıdığı önem ve dünyaya bıraktıkları miras, bu kısa siyasi anlatıdan çok daha fazlasıdır. Tarihin çeşitli dönemlerinde kurulan medrese, kütüphane ve rasathanelerin yanında fen bilimleri ve dinî ilimler alanında yetişen âlimlerle bölge dünyanın sayılı ilim ve kültür merkezlerinden biri olmuştur. Özbekistan’da fıkıh, tasavvuf, hadis, tefsir, kelam gibi dinî ilimlerin yanında astronomi ve tıp gibi alanlarda da eserleri temel başvuru kitabı haline gelmiş çok sayıda âlim yetişmiştir (Türkoğlu, 2007).
Türkistan’da İslam’ın Yayılışı ve Medrese Kültürü
7. yüzyıl ile başlayan Arap fetihleriyle, İslam Orta Asya’ya da yayılmıştır. 650’li yıllarda Sasaniler’i yenerek Orta Asya’ya giren Arap orduları, 673 yılında Ceyhun’dan geçerek Buhara’ya yerleşmişlerdir. Arap kuvvetleri 715 yılında Kuteybe İbn Müslim liderliğinde Orta Asya’nın fethini tamamlamıştır. Araplar, Orta Asya halklarının ciddi direnişiyle karşılaşsalar da Türklerin dağınık topluluklar halinde olması bu toprakların ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır (Botakarayev, 2019). İlk fetih hareketlerinden önce de ticari ve sosyal ilişkilerle İslam dininin bölgede tanınmaya başlandığı bilinse de sistematik bir İslamlaştırma faaliyet Emeviler döneminde başlamıştır. Emeviler’in Müslüman Araplarla farklı milletlerden Müslüman olanlar arasında gerçekleştirdikleri ayrım, bölge halkının zaman zaman ayaklanmasına neden olmuş ve İslam’ın toplu olarak yayılmasını geciktirmiştir (Er, 2020).
Ömer bin Abdülaziz döneminde Emeviler’in uyguladıkları ayrımcılık kırılırken, bölge halkının İslamiyet’i kabul edişi de hızlanmıştır. Nitekim bu dönemde Müslüman olanların sayısı hızla artmıştır. Yine de Orta Asya, Emeviler döneminde askerî harekatlarla İslam hâkimiyetine alınsa da toplumsal, siyasi ve ekonomik açıdan bölgedeki değişim Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Abbasi hilafetinin ilk yılı olan 751 yılında gerçekleşen Talas Savaşı, Orta Asya’nın İslamlaşması açısından önemli bir dönüm noktasıdır (Starr, 2013). Arap güçleriyle birlikte bazı Türk boylarının Çinlilere karşı birlikte kazandıkları zafer, ikili ilişkileri olumlu bir noktaya getirmiştir. Bir anlamda Sasani Devleti’nin yıkılmasıyla başlayan ve yaklaşık bir asır süren Türk-Arap mücadelesi, Talas Savaşı sonrası yerini iş birliğine bırakmıştır. Nitekim sağlanan bu barışla İslamiyet Türkler arasında hızla yayılmış ve Türkler Abbasi halifeliğinin askerî ve siyasi kadrolarında yer almaya başlamışlardır (Er, 2020).
Abbasi hilafetiyle birlikte Maveraünnehir, bir asır içinde İslam dünyası için oldukça değerli bir bölge halini almıştır. Özellikle bu dönemde Irak ve Horasan’dan gelen âlimler ve seyyahlar, sahip oldukları bilgi ve deneyimleri yerel kültürle harmanlayarak Maveraünnehir’i İslam medeniyetinin eğitim ve kültür merkezine dönüştürmüşlerdir. Samaniler ile bölgede cami ve mescitler inşa edilirken, Karahanlılar ise ilk Müslüman Türk devletini kurmuşlardır. Karahanlılar döneminde özellikle Buhara ve Semerkant, başlıca ilim ve kültür kentlerine dönüşmüştür. Kısa süre içerisinde bölgedeki pek çok şehir, âlim yetiştiren ve tüm İslam coğrafyasını kültür, bilim ve yeni fikirlerle etkileyen bir merkez haline gelmiştir (Yıldırım, 2012).
İslam dini, Orta Asya toplumunun yerleşik kesimleri arasında hızla yayılırken, göçebe halkları arasındaki yayılma süreci daha yavaş bir şekilde gerçekleşmiştir. Din göçebeler arasında yüzeysel olarak algılanırken, kitlelerin düşüncelerini derinleştirmemiştir. Bunun temeli, göçebelerin Orta Asya’nın kültür merkezlerinden uzak olmasıdır. Yine de eski dinî inançlar, zamanla halkın manevi ihtiyaçlarını karşılamazken, göçebe elitlerin oynadığı önemli rollerle İslam dinî göçebeler arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Modern Özbekistan topraklarında yer alan Buhara, Semerkant ve Kokand gibi şehir medreselerinde, zamanla göçebe Kırgız ve Kazak toplumunun üst tabakalarının çocukları eğitim alması için gönderilmiştir. Bu medreselerde verilen eğitimle İslam’ın etki alanı, özellikle manevi ve kültürel değerleri göçebe topluluklar içerinde de daha iyi kavranmıştır (Botakarayev, 2019).
Yerleşik hayatın ve kent kültürünün olduğu Harezm, Fergana ve Maveraünnehir gibi bölgelerde yaşayan Türk toplulukları arasında Sünni İslam yaygınlaşmıştır. Kur’an ve Sünneti esas alan Hanefilik ve Maturidilik mezhepleri, Buhara başta olmak üzere, Semerkant, Merv ve Belh gibi şehirlerin medreselerinde en önemli eserlerini vermiştir. Hukuk ve inanç temelli bu iki mezhep, Karahanlılar’dan itibaren Gazneliler ve Büyük Selçuklular gibi Türk devletlerinin resmî mezhebi olurken, halkın büyük çoğunluğunun benimsediği Müslümanlık anlayışı da ortaya çıkmıştır. Nitekim Türklerin İslamiyet’i kabulünün ardından oluşturdukları İslam anlayışının fıkhi tarafını Hanefilik, itikadi tarafını Maturidilik ve tasavvufi boyutunu ise Yesevilik oluşturmuştur. İlk Müslüman Türk devletlerinde ve Türk kültür coğrafyasında da hukuk, ekonomi ve ceza kanunları Hanefi-Maturidi anlayışı çerçevesinde düzenlenmiştir (Ocak, 2003); (Kutlu, 2012). Günümüz Özbekistan’ı ve genel Orta Asya halkları arasında da Hanefi-Maturidi anlayışı hâlâ etkisini devam etmektedir.
İslam’ın Orta Asya’da yaygınlaşmasıyla birlikte medreseler de bölgenin önemli birer kültürel değeri haline gelmiştir. Karahanlılar ile Buhara, Semerkant, Kokand, Nesef, Tirmiz ve Merv gibi şehirler, Sünni İslam’ın ilahiyat ve fıkhının işlendiği medreselerin merkezine dönüşmüştür. Bölgede ilmî faaliyetlerin yaygınlaşmasıyla, yaşadığı şehirlerle anılan pek çok âlim ortaya çıkmıştır. Fıkıh, hadis, kelam, tefsir ve tasavvuf alanında tüm İslam dünyasında tanınan âlimler yetişmiştir. Hadislerin ana yurdu Hicaz olsa da bu konudaki en önemli eserler, Türkistan coğrafyasındaki Horasan-Maveraünnehir bölgesinden çıkmıştır. Kütüb-i Sitte olarak bilinen altı ana hadis kitabının yazarı da bu bölgede yetişmiştir (Yıldırım, 2012).
En önemli hadis kitabı olarak kabul edilen Buhari-i Şerif kitabının yazarı, Muhammed bin İsmail bin İbrahim bin Mugire bin Merdizbeh el-Cu’fi’dir. Buharalı olduğu için de İmam-ı Buhari olarak anılmaktadır. 810’da Buhara’da doğmuş ve 870’te Semerkant’ın Hertenk kasabasında vefat etmiştir. Diğer büyük hadis yazarlarından İmam-ı Tirmizi ise Buhara’nın Tirmiz kasabasında doğduğu için bu isimle anılmaktadır. Anadolu başta olmak üzere yazıları ve düşünceleriyle İslam dünyasını derinden etkileyen İmam Maturidi, Ahmet Yesevi ve Bahaeddin Nakşibend de Özbekistan topraklarında yetişmiştir. Bu isimler, günümüz Özbek toplumunu da derinden etkilemeye devam etmektedir (Türkoğlu, 2007).
Bunlarla birlikte bu medreselerde İbn-i Sina, Harezmi, Farabi, Biruni, Uluğbey ve Nevai gibi eserleriyle farklı bilim dallarına oldukça önemli katkılar sunan pek çok bilim adamı da yetişmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim ve sünnetin açıklanması ve öğretilmesine yönelik kurulan medreselerde, Arap dili ve edebiyatı, matematik, mantık ve fen bilimleri dersleri de okutulmuştur (Botakarayev, 2019). Medrese kültürü zamanla güçlenerek bölge açısından temel bir unsur haline gelmiştir. Başlangıçta daha çok camilerin yanında cami imamları yahut bölgesel liderler tarafından inşa edilen medreseler, zamanla prestijli bir hale geldiği için hanedanlar, emirler yahut vezirler tarafından yaptırılmıştır. Büyük Selçuklulardan itibaren medreseler, devlet himayesi ve sıkı denemi altında faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bilim, kültür ve sanat açısından Türkistan’ın altın çağı olarak kabul edilebilecek Timur ve Timurlular döneminde yapılan çok sayıda medresenin, sınırlı bir kısmı günümüze ulaşmıştır (Starr, 2013).
Rus Çarlığı Döneminde Türkistan’ın İşgali
15. yüzyıldan itibaren fetihlerle birlikte sürekli olarak genişleyen Rusya, Astrahan, Kazan ve Sibirya hanlıklarını topraklarına katmasının ardından, 16. yüzyılla birlikte Türkistan’a yönelmiştir. Bu yüzyılla birlikte Rusya, Orta Asya’nın siyasi sınırlarını şekillendirmeye başlarken, bölge halkının kültür ve düşünce hayatında da artan bir faktör haline gelmiştir (Beckwith, 2009). Bu dönemde İngiltere’nin Türkistan’daki faaliyetlerinden rahatsız olan Çarlık yönetimi, güney sınırlarının güvenliğini sağlama düşüncesiyle bölgeye yönelik askerî faaliyetlere başlamıştır. Özellikle Timurlular sonrası bölgede merkezi büyük bir siyasi gücün kalmaması, Rusya açısından önemli bir fırsat yaratmıştır. Nitekim bu dönemde Orta Asya’nın kuzeyinde yani göçebe yaşam tarzının hâkim olduğu bölgede Kazak Hanlığı yer alırken, yerleşik yaşam tarzının oturduğu güney bölgesinde ise Buhara, Kokand ve Hive Hanlıkları hüküm sürmüştür (Çalışkan, 2018).
Bölge hanlıkları I. Petro dönemine kadar saldırılara karşı koyabilse de Petro sonrası dönemde 1735’te Orenburg, 1754’te İletsk, 1773’te Orsk şehirlerinin kurulması Orta Asya’nın işgalini hızlandırmıştır. Ülkesini bir imparatorluk haline getirmek ve Hindistan ile ticari bağlantılar kurmak isteyen Petro için Orta Asya kilit bir önem taşımıştır. Petro 1720’de kuzeydeki Kırgız topraklarını ele geçirse de bölgenin tam hâkimiyeti kendisinden çok sonra gerçekleşmiştir. Rusya ve İngiltere arasında 19. yüzyılda yaşanan küresel mücadelede Orta Asya’nın önemi zamanla artmıştır. 1822-1848 yılları arasında Rusya, tüm Kazak topraklarını işgal etmiş ve yerel liderlerin gücünü ortadan kaldırmıştır. Rus yöneticiler, bölgede hâlâ etkili olan Hive ve Kokand hanlıklarına karşı isyanları teşvik etmişlerdir. 1850’lerde Kırgız boyları tamamen kontrol altına alınmıştır (Hopkirk, 1990).
Özellikle Çar II. Aleksandr döneminde, 1865 yılında Kokand Hanlığının mülkü olan Taşkent, 1866’da Cizzak ele geçirilmiş ve 1867 yılında ise Rusya’ya bağlı Türkistan askerî bölgesi kurulmuştur. Bu topraklar işgal edilirken Rus Komutan General Mihail G. Cherniaev’in Müslüman halkı ikna etmek için şeriat yasasının geçerli olacağına dair güvence vermesi ve işgal öncesi bölgedeki adaletsiz yönetim, Rus işgalleri için kolaylaştırıcı bir faktör olmuştur (Crews, 2009). 1873’te Hive Hanlığı’nın ve 1876’da Kokand Hanlığı’nın Rus yönetimi altına girmesi bölge için oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. 1884 yılında son Türkmen merkezi olan Merv’i işgal eden Rusya, Orta Asya’nın neredeyse tamamını ele geçirmiştir (Rashid, 1994). Böylece Rusya’nın bölge üzerindeki gücü Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasına kadar devam etmiştir.
Rus Çarlığında İslam ve Müslümanlara Yönelik Politika
Orta Asya’nın işgali, Rus Çarlığı’nın nüfusuna milyonlarca Müslüman’ın eklenmesine neden olmuştur. Erken dönemde Tataristan ve Kırım’ı işgal ederek Müslümanlarla karşılaşan Rus yönetimi, başlangıçta İslam’ı düşman olarak algılasa da yeni fetihlerle birlikte Müslümanlara yönelik yeni bir politikaya yönelmiştir. Kırım, Orenburg ve Ufa gibi bölgelerde açılan müftülükler, Rus Çarlığı’nın Müslüman tebaayı kontrol altında tutabilmesi için önemli roller üstlenmiştir (Çalışkan, 2018). Moskova ile yakın ilişkiye sahip Müslüman din adamları, Müslüman halk içinde Rus siyasetinin benimsenmesi için uğraşmışlardır. 2014 yılında yeniden işgal edilen Kırım’da bile bu siyaset takip edilmektedir.
Aslında Çarlık yönetiminin Türkistan’a bakışı ve Müslümanlar üzerindeki tutumu, göçebeler ve yerleşikler olmak üzere kuzey ve güney üzerinden iki ayrı politika olarak takip edilmiştir. Özellikle bölgenin işgal edilmeye başlandığı ilk dönemde, Kazak ve Kırgız bozkırlarında dolayısıyla göçebe bir hayat süren halklara karşı çok katı bir politika izleyen Rus yönetimi, bölgede var olan kültürel yapı ve dinî değerleri tamamen ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Göçebe halklar üzerinde uygulanmaya çalışılan Hristiyanlaştırma politikasının başarısız olduğu kısa sürede anlaşılmıştır. Güneydeki yerleşik Özbek bölgelerinde ise ilk dönemde daha dikkatli politikalar izleyen Ruslar, bölgede bulunan bazı dinî yapılara, vakıflara ve cemaatlere uzun süre müdahale etmemiştir. Ancak zamanla bu dinî kurumların öncülüğünde çıkan isyanlar, Rusların otoriteyi sağlayabilmek için daha sert politikalar izlemesine neden olmuştur (Barthold, 2015).
Bu noktada Rus yönetimi, Müslümanlara yönelik zaman zaman asimilasyon ve baskı, zaman zaman ise kontrollü bir yaklaşım sergilese de karşılıklı güven hiçbir zaman oluşmamıştır. Nitekim Rus Çarlığı içinde 1583-1917 yılları arasında Müslüman hiçbir vali, elçi yahut üst düzey bir bürokrat yoktur (Yaman, 2012). Her zaman ikinci sınıf ve öteki olarak nitelendirilmişlerdir. Ayrıca İngiltere ile yaşanan jeopolitik rekabetin yanında Türkistan Müslümanlarını etkileme potansiyeli olan Tatar, İran ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu da bölgeden uzak tutulmaya çalışılmıştır. İngiltere ve Fransa’nın yardımlarıyla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 1854-1856 Kırım Savaşı’nda kaybeden Ruslar, bu yenilgiyi telafi etmek amacıyla 1860’lı yıllardan itibaren Türkistan’ın işgaline daha fazla yoğunlaşmışlardır. Bölgenin dış dünya ile ilişkisi kesilmeye çalışılmıştır (Özcan, 2012).
Bu politikalarla birlikte Müslümanların Çarlık rejimine bağlılıklarını artırmak amacıyla, kendi şeriatlarını uygulamasına, camilerini inşa etmesine ve medreselerde dinî eğitim yapılmasına izin verilmiştir. Demiryollarının gelişmesiyle hacca gidenlerin sayısında önemli bir artış yaşanmıştır. Bölgeden ekonomik olarak yararlanmak amacıyla tarımsal alanlar yoğun şekilde kamulaştırılsa da vakıf mallarına uzun süre dokunulmamıştır. Tarımsal ürünler için daha modern bir sulama sistemi uygulanmıştır. Bu yapı görünürde özgürlükçü olsa da Müslümanlara yönelik sıkı kontrol ve takip stratejisi devam etmiştir. Özellikle halk üzerindeki nüfuzu fazla olan tarikatlar yakından takip edilmiş ve baskı altında tutulmuştur (Abdullaev vd., 2011)
Hanlıklar döneminde prestij ve güç sahibi olan siyasi liderler ve han ailesine mensup kişiler, Rusya’nın bölgeyi işgal etmesiyle birlikte otoritelerini ve saygınlıklarını kaybetmiştir. Bu durum zaten tarihsel olarak etkili olan tarikat şeyhlerinin ve dinî liderlerin daha fazla güçlenmesine ve bölge halkının, han liderlerinin otoritesinden ziyade tarikat şeyhlerine bağlanmasına yol açmıştır. Toplum içerisinde asırlardır önemli bir güç olarak yer alan tarikat şeyhleri, ayrıca önemli toprak sahipleridir (Kangas, 2018). Takipçileri ve destekçileri arasında kabile liderleri ve hanların da olduğu tarikat şeyhleri, oluşan yeni dönemde dinî nüfuzlarıyla birlikte sosyal ve siyasal güçlerini de yükseltmişlerdir
Nitekim Türkistan’da Rus işgaline yönelik isyanlarda Sufi, Nakşi ve Kadiri şeyhleri başat bir rol oynamıştır. Yalnızca Fergana Vadisi’nde 1870-1900 arasında iki yüzden fazla işgal karşıtı protesto düzenlenmiştir (Abdullaev vd, 2011). Rus idaresine karşı olan Türkistan Müslümanları, 1917 Ekim Devrimi’ne kadar tarikat şeyhleri liderliğinde altı büyük ayaklanma gerçekleştirmişlerdir. İsyanlar Ruslar tarafından kanlı bir şekilde kontrol altına alınsa da halkın Ruslara karşı bakışını göstermesi açısından değerlidir. Çarlık yönetimi zamanla sadece isyanlara müdahale etmekle kalmamış, 1884’teki gibi isyanın itici gücü olan Kalenderi tarikatının faaliyetlerini de yasaklayarak bu oluşumlara mesaj vermiştir. Yine de Türkmenlerin sürekli olarak vur kaç taktiğiyle yürüttükleri gerilla savaşı, 1930’lara kadar sürdürülmüştür (Yemelianova, 2002; Yayoi, 2018).
Türkistan’da Reform ve Ceditcilik Hareketi
Rus işgalleri öncesi vakıf malları ve dinî kurumların kontrolü Hanlık yönetimlerince gerçekleştirilmekteydi. Çarlık idarecileriyle birlikte bu kurumların üzerindeki denetim gevşedi ve vakıf gelirlerine yönelik yolsuzluklar arttı. Bu sebeple çoğu cami, vakıf merkezi ve medrese ilgisizlik ve bakımsızlıktan kullanılamaz hale geldi. İşgal sonrası Ruslar şeriat kanunlarını tanırken, her bölgeye kadı atadılar. Ancak kadı seçimlerinde Hanlık döneminde gözetilen liyakat ortadan kalkınca toplumdaki adalete olan güven de sarsılmıştır. Halk nezdinde kadı ve mollaların prestijinin azalması, medreseleri de etkilemiştir. Ayrıca 17. yüzyıla kadar Türkistan medreselerinde dinî eğitimle birlikte bugünkü üniversitelere benzer bir müfredat söz konusuyken, bu yüzyılla birlikte dünyevi ilimler olarak kabul edilen dersler kaldırılmıştır (Er, 2020). Bu durum bölgeyi, dış dünyadaki gelişmelerden soyutlayan bir yer haline getirmiştir. Bir anlamda eğitim merkezleriyle asırlarca aydınlanmanın merkezi olan Türkistan, karanlık bir çağa terkedilmiştir.
Medrese sistemindeki bozulma, Rus işgali sonrası bölgedeki geleneksel kurumlarda yaşanan çöküş, Türkistan’da yeni bir sistem arayışını da beraberinde getirmiştir. Aslında 19. yüzyıldaki bu yeni bir sistem arayışı sadece Türkistan Müslümanlarında değil tüm İslam dünyasında başlamıştır. Nitekim Çarlık rejiminin baskıları, Rusya’daki Türkler arasında reform arayışlarını hızlandırırken, entelektüel bir uyanış oluşturmuştur. Kırım’da İsmail Gaspıralı, Kazan’da Şehabeddin Mercani ve Azerbaycan’da Mirza Ahunzade önderliğinde Batılı ideolojilerle eğitime dair reform çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Daha sonradan “Ceditciler” olarak anılan bu grup, Rusya’daki Türkler arasında yeniliğe açık ve reform taraftarı aydınları tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır (Kanlıdere, 2004).
Ceditciler Batı’daki gelişmeleri yakından takip eden ve kendi toplumlarındaki gerilikten rahatsızlık duyan bir grup olarak, Türk kültür ve kimliğinin Rus politikaları karşısında asimile olmaması için Batı tarzı bir eğitim reformu önermişlerdir. Kelimenin ilk defa ortaya çıkışı Gaspıralı’nın 1884’te Kırım’da açtığı Usul-i Cedit Mektebi ile olmuş ve Ceditciler tanımlaması bu tarihten sonra yaygınlaşmıştır (Erşahin, 1999). Ayrıca Gaspıralı’nın bu düşünceleri yaymak amacıyla Bahçesaray’da çıkardığı Tercüman gazetesi kısa sürede bütün Türkistan’da okunmaya başlanmıştır. Nitekim Tercüman’ın bu etkisi, Özbekistan’da Turan, Semerkant, Buhara-yı Şerif ve Türkistan gibi çok okunan dergilerin basılmasına vesile olmuştur. Ayrıca ilki Buhara’da açılmak üzere kısa sürede Özbekistan’da sayıları 300’e varan Usul-i Cedit mektepleri, toplumun değişimine önemli katkılarda bulunmuştur (Kanlıdere, 2004).
Bolşevik Devrimi ve Sovyet Politikaları Karşısında Türkistan’ın Değişimi
1. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle 1917 yılında Rusya’da başlayan Bolşevik Devrimi, 1922 yılına kadar süren bir iç savaşla karşılaşmıştır. Kızılların 1922 yılında kontrolü tamamen ele geçirmesinin ardından Moskova başkent olmak üzere Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kurulmuştur. Basmacı olarak adlandırılan direniş gruplarına rağmen, Bolşevikler 1923’te Orta Asya’daki kontrollerini pekiştirmişlerdir. Türkistanlılar ortak bir tarih, din ve dili paylaşsalar da Sovyetler Birliği “Türkistan” kavramını kaldırmıştır. Bölgeye yönelik olası pan-Türkçü ve pan-İslamcı hareketlere bir yanıt olarak algılanan bu adım, Orta Asya’nın daha küçük parçalara bölünmesinin de başlangıcıdır.
Nitekim Stalin, klasik “böl ve yönet” politikasını Sovyetler Birliği çatısı altında Orta Asya için “Ulusal Bölgesel Sınırlandırma” (National Territorial Delimitation) süreciyle uygulamıştır. Bu politikayla birlikte 1924 yılında Kazak, Türkmen ve Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulmuştur. Aynı tarihte bugünkü Kırgızistan, Kara-Kırgız Özerk bölgesi olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne dâhil edilmiştir. 1929’da Tacikler Özbeklerden ayrılarak Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni (SSC) kurmuşlardır. Nihayet 1936 yılında Kırgızlar, Kırgız SSC’yi oluşturdular (Golden, 2011; Babadjanov vd., 2011). Böylece bugünkü Orta Asya’nın temel görüntüsü ortaya çıkmıştır.
Bu noktada Sovyet sistemi, bölgeyi ve toplumu dönüştürmüştür. Büyük ölçüde okuma yazma bilmeyen ve salgın hastalıklardan muzdarip kırsal kesim için zorunlu ücretsiz eğitim ve modern sağlık hizmetlerinin getirilmesi, Sovyetlerin en temel başarısı olarak gösterilebilir. Tüm şehir ve büyük köylerde klinikler ve tıp merkezleri açılmıştır. Kitlesel aşılamayla birlikte sıtma, tifüs, difteri, kolera gibi pek çok bulaşıcı hastalık ortadan kaldırılmıştır. 1938’de ilkokul ağı tüm SSCB’de olduğu gibi Orta Asya’da da yaygınlaşmıştır. Genel olarak okullarda, matematik ve fen bilimlerinin yanı sıra dil, edebiyat ve tarihe özel ilgi gösterilmiştir. 1950’lerin sonunda neredeyse tüm Sovyet vatandaşları okur yazar hale gelmiştir (Abdullaev vd., 2011).
1940’ların sonunda Fergana Vadisi’nde gerçekleştirilen elektrik ve enerji tedarik sistemlerinin entegrasyonu, sıradan Müslümanların yaşam standartlarını iyileştirmiş ve modern yaşamın önünü açmıştır. Sovyet yapımı film ve müzikler, halka açık merkezlerde gösterilmiştir. Evlerde elektrik ve su sistemleri kısa sürede sistemleştirilmiştir. Ana tarım makineleri, aletler ve traktörlerle tarım modernleştirilmiştir. Ancak Sovyet ekonomi sistemi, Fergana Vadisi’ni Rus tekstil fabrikalarının hammadde kaynağı olarak görmüştür. Bu sebeple Özbekistan’ın verimli arazileri, diğer tüm mahsul alanlarını bırakarak pamuk üretimine yönelmiştir. Ayrıca benzersiz hayvan ve kuş türlerine ev sahipliği yapan Türkistan ormanları, pamuk tarlaları için yok edilmiştir. Bu sistem bağımsız Özbekistan’ı da derinden etkileyen bir ekonomik ve sosyal problem oluşturmuştur (Abdullaev vd., 2011).
Sovyetler Birliği her alanda toplum mühendisliğine yönelik çalışmalar yapmıştır. Çarlık rejimi azınlıklara karşı çok katı bir Rus dili ve kültür empozesi politikası takip etmişken, Bolşevikler iktidara geldiklerinde bu tarz bir siyasete karşı olduklarını belirtmişlerdir. Özellikle Lenin, Rus Şovenizmine karşıydı ve Sosyalizmin oturması için Rus milliyetçiliğinin bastırılması gerektiğini düşünüyordu. Bu bağlamda da Orta Asya’da bilhassa Müslüman halklar arasında Sosyalizmin benimsenmesi için ilk dönemde yerel kültür ve dillere karşı daha açık bir politika izlenmiştir. Ancak Lenin’in yerel dillerde eğitim hakkı uygulaması çok olumlu bir politika gibi yansıtılsa da işleyişi ve sonuçları Türk halkları açısından çok yıkıcı olmuştur. Sovyetler Birliği, Orta Asya’yı dil merkezli cumhuriyetlere bölerek yerel milliyetçiliğin yükselmesini sağlarken, Türk dünyasının dile dayalı birliğini de parçalamıştır. Böylelikle bölge çok daha yönetilebilir bir hale getirilmiştir (Karabulut, 2009).
Bununla birlikte yine de Lenin döneminde yerel dillere verilen serbestlik Orta Asya halkları arasında Türk dili ve alfabe konusunda yeni arayışları gündeme getirmiştir. 1920’li yıllarda Sovyetler Birliği içerisinde yaşayan Türkler arasında başlayan Latin alfabesi esaslı “Yeni Türk Alfabesi”ne geçiş tartışmaları, 1930’da hemen hemen bütün Türklerin “Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi”ni kabul etmesi ve kullanması ile sonuçlanmıştır. Özellikle 1928 yılında Türkiye’nin de Latin alfabesini kabul etmesiyle bütün Türkler arasında alfabe birliği sağlanmış ve sonuçta dil birliğine giden yol açılmıştır (Bushkovitch, 2012).
Ancak Stalin, Lenin’in tam tersi olarak Rus milliyetçiliğini değil azınlık milliyetçiliğini tehlikeli buluyordu. Bundan dolayı da Stalin ile Ruslaştırma politikası tekrar başlamıştır. “Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi” de Sovyetler Birliği’nin geleceği adına bir tehdit olarak görülmüş ve Rus idareciler bu yeni alfabeyi ortadan kaldırarak Kiril alfabesinin kullanımını zorunlu tutmuşlardır. Ayrıca Türklerin ortak Latin alfabesine geçişi konusunda çalışan pek çok bilim insanı ve düşünür, sürgün ve idamlarla cezalandırılmıştır (Arslan, 2009). Nitekim dil ve alfabenin değişimi, Türkistan Müslümanlarının düşünce sistemini de derinden etkilemiştir.
Bu değişim bölge insanını hem dinî hem de kültürel olarak İslam dünyasından uzaklaşmıştır. Sovyet yönetimi, Müslümanların rejime bağlılığını artırmak amacıyla Orta Asya’ya dair tarih yazımında “fetih” kelimesinin kullanımını yasaklamıştır. Bu kitaplarda Rus dönemi, Orta Asya halklarının tarihindeki medeniyet ve aydınlanma döneminin başlangıcı olarak sunulmuştur. Resmî yazıma uymayan tarih ve edebiyat yazıları, sosyalizm karşıtı ilan edilerek yasaklanmıştır. Azerbaycan destanı Dede Korkut, Özbek destanı Alparmış, Kazak destanı Er Sayın ve Kırgız destanı Manas gibi yapımlar bu listeye girmiştir (Yemelianova, 2002).
Sovyetlerin Din Karşıtı Politikaları
ve Türkistan’ın Tutumu
Bolşevikler iktidara gelir gelmez Müslüman halkların desteğini alabilmek amacıyla dinî özgürlükler konusunda pozitif açıklamalar yapmışlardır. Ancak her türlü dinî anlayışa karşıt olan Sovyet ideolojisi, 1920’lerin sonunda din karşıtı uygulamalar için bir dizi kararname çıkarmıştır. Bu politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte, Türkistan Müslümanları büyük bir darbe almıştır. Vatandaşların Sovyet sistemine tam olarak entegre olmasının önündeki en büyük engelin din olduğunu düşünen Moskova yönetimi, uyguladığı sert politikalarla bölgede ulemanın etkisini kırmıştır. 1930’larla birlikte Müslüman dinî liderler tutuklanmış ve yaklaşık otuz bin din adamı sürgün ve idam cezası almıştır. Şeriat mahkemeleri kapatılırken, binlerce din adamı ve molla, İran ve Afganistan’a gitmek zorunda kalmıştır (Hosking, 2015).
Sovyet rejimi, Türkistan’daki oturmuş tüm geleneksel kültür ve dinamikleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Nitekim dinî dernek ve vakıfların kapatılmasına yönelik kararname, binlerce yıllık vakıf geleneğine sahip olan Türkistan’ı derinden etkilemiştir. Vakıf mallarına önce el konulmuş, ardından vakıflar tamamen ortadan kaldırılmıştır. Hem geleneksel hem de Usul-i Cedit okullarına son verilmiştir. Buhara’daki Mih-i Arab ve Taşkent’teki İmam İsmail el-Buhari medreseleri dışındaki tüm medreseler kapatılırken, İslami kitap ve süreli yayınların basımı durdurulmuştur. Medreseler ve mektepler gibi neredeyse tüm camiler ve İslam ile ilgili diğer tüm kurumlar yıkılmış yahut kapatılmıştır. Kapanan kurumlar laik okullara, yayınevlerine, sosyal kulüplere, kreşlere ve fabrikalara dönüştürülmüştür (Yemelianova, 2002). Bu dönüşüm Müslümanlara yönelik bir aşağılama olarak algılanmıştır.
Bu politikaların yanında Türkistan toplumundaki elitlerin ve geleneksel liderlerin de etkisi kırılmaya çalışılmıştır. Bu noktada gerçekleştirilen toprak reformuyla, çoğu toprak ağası olan yerel dinî liderin yahut güçlü aşiretlerin tüm varlıkları ellerinden alınmıştır (Yemelianova, 2002). Sovyet rejimi bu politikalarla, halkı geleneksel anlayıştan koparmaya çalışmış ve Sovyet insanı yetiştirme stratejisinin bir adımı olarak görmüştür. Özellikle rejime sadakatin önündeki en önemli engel olarak görülen dinin, halk üzerindeki etkisinin kırıldığı düşünülmüştür. Ancak Sovyet politikaları, Türkistan’daki entelektüel ve kurumsallaşmış İslami anlayışı yok etmiştir. Müslüman halkın dinî ve geleneksel hayatı, tarikatlar ve tasavvuf anlayışıyla Orta Asya’da kendisine bir çıkış alanı bulmuştur. Bu tasavvuf anlayışı ve tarikatlar da Sovyet rejimi tarafından engellenmeye çalışılsa da yeraltında gizli varlığını sürdürmeyi başarmıştır (Babadjanov vd., 2011).
Bununla birlikte Sovyet rejimi, Müslümanların sosyal ve siyasi hayatlarını tüm yönleriyle kontrol etmeye çalışmıştır. dinî halkın afyonu ilan eden Komünist ideoloji, özellikle 1925-1940 arasında Orta Asya’da yoğun bir ateist propaganda gerçekleştirmiştir. Ateist teşkilatlar, kitap, gazete ve dergilerle bu politikayı yaygınlaştırmıştır. 1930’ların sonunda Ateist teşkilatların, Özbekistan’da yüzbinlerce üyesi oluşmuştur. Okullardaki eğitim ve bürokrasideki ilerleme için öğrenci, yazar ve idareciler bu faaliyetlere yoğun katılım göstermiştir. II. Dünya Savaşı’nda Almanların işgal ettikleri topraklarda Sovyetlerin kapattığı cami ve kiliseleri yeniden açması ve uyguladıkları din politikası, bazı yerlerde kurtarıcı gibi karşılanmalarına neden olmuştur. Bu sebeple SSCB, dinle olan mücadelesinde yumuşamıştır (Yemelianova, 2002; Babadjanov vd., 2011).
1. Dünya Savaşı’nda Müslümanların savaşa katılımı ve dine karşı tutumda yaşanan yumuşama, 1943’te Stalin’in Orta Asya ve Kazakistan Müslümanları Din İdaresi’nin (SADUM) kuruluşuna izin vermesine yol açmıştır. Sovyet rejimi; Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dan sorumlu olan SADUM’un bürokratik gözetimle gerçekleştireceği çeşitli dinî aktivitelerin dinin tamamen yer altına inmesini engelleyeceğini düşünmüştür. Bir anlamda resmî İslam sıkı bir şekilde kontrol altına alınmıştır. Bu oluşumun sınırlı sayıda medrese ve cami açmasına, imamları atayıp, vaazları hazırlamasına izin verilmiştir. Ayrıca bu kurum vasıtasıyla yurt dışına öğrenci yollanmasına ve Sovyetler Birliği dışındaki Müslümanlarla bağlantı kurulmasına izin verilmiştir. 1991’de SSCB’nin çöküşüne kadar nüfuzlu bir Özbek aşireti tarafından yönetilen SADUM, yine de Fergana Vadisi’ndeki Hanefi Sünni Müslümanların yaşamlarında önemli bir rol oynamamıştır (Yemelianova, 2019)
Sovyet rejimi, doğunun ezilen kadınları sloganıyla özellikle Özbek ve Tacik toplumu üzerinde geleneklere karşı bir saldırı başlatmıştır. Kadınların çarşaf, peçe ve başörtüsü takmaması için çağrılar yapılmıştır. Kadınların toplumsal yaşama katılımı desteklenmiş ve tüm bu politikalar toplumsal bir çatışmayı da beraberinde getirmiştir. Ancak Sovyet politikaları kısa bir süre içinde sonuç vermiştir. 1940’larda okulların yarısı kadın öğrencilerden oluşurken, devlet kurumlarında da kendilerine pozisyon bulmuşlardır. Bu dinî baskı ve yasaklara rağmen, Orta Asya Müslümanları namaz, düğün, sünnet, cenaze, helal gıda ve hijyenle ilgili İslami kural ve alışkanlıklarını sürdürmüştür. Bu noktada Müslümanların kamu ve özel hayatları, ciddi bir şekilde ayrılmıştır (Abdullaev vd., 2011).
1960’ların sonunda başlayan yumuşama, Sovyet eğitimiyle büyümüş olan yeni nesil Özbeklere, ulusal ve kültürel kökenlerini yeniden keşfetme imkanı sunmuştur. Özbek kültür ve geçmişi, İslam ile iç içe olduğu için yeniden İslam’a yöneliş artmıştır. Rejim kontrolündeki resmî İslam anlayışı, bu ilgiyi tatmin etmemiş ve gayri resmî dinî faaliyetler kuvvetlenmiştir (Hiro, 2009). Kapatılan cami ve dinî merkezler yerine tasavvuf türbeleri, kahvehaneler, fırınlar veya diğer bazı dinî olmayan halka açık yerler, yeraltı camilerine dönüştürülmüştür. Fergana Vadisi’nde hemen hemen her köyde en az bir gayriresmî cami olduğu belirtilmektedir. Bu sebeple resmî olmayan camilerin sayısı, kayıtlı olanlardan çok daha fazladır. Örneğin, 1970’lerde Orta Asya’da 230 tescilli cami varken, en az 1800 gayriresmî cami olduğu tahmin edilmektedir. Gayriresmî camiler ve tasavvuf türbeleri; evlenme, boşanma, yeni doğanlara isim verme, sünnet, cenaze ve benzeri önemli İslami aile ritüellerini yürüten molla ve şeyhler tarafından korunmuştur (Yemelianova, 2019).
Nitekim 1960’larla birlikte din ve dindarlarla mücadele daha çok gençler, eğitimli insanlar, Komünist Parti üyeleri ve devlet memurları üzerine yoğunlaştırılmıştır. Bu gruptan insanların, dinî aktiviteleri takip edilirken, eğitimsiz ve köylülerin ibadetlerine karışılmamıştır. Türbe, tekke ve camilerin kapatılarak başka amaçlar için kullanılmasına devam edilmiştir. Ancak 1970’lerle birlikte din karşıtı propaganda ortadan kaldırılmıştır. 1979 İran Devrimi ve Afganistan’ın SSCB tarafından işgaliyle başlayan yeni dönem, Orta Asya Müslümanları üzerinde eski politikaların devam ettirilemeyeceğini göstermiştir. Nitekim uluslararası siyasette yaşanan gelişmelere bağlı olarak 1980’lerle birlikte Orta Asya’daki İslami hareketlerde bir canlanma başlamıştır. Özellikle Fergana Vadisi kökenli hareketler ve din adamları önderliğinde yeni bir süreç başlamıştır (Yemelianova, 2019).
Bağımsız Özbekistan ve Yeni Kimlik Arayışları
Uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmeler, oluşan yeni konjonktür ve Sovyetler Birliği’nin yönetilemez hale gelmesi, birlik üyelerinin bağımsızlık talepleriyle sonuçlanmıştır. 1 Eylül 1991’de bağımsızlığını elde Özbekistan, Orta Asya’nın nüfus yönüyle en kalabalık, alansal olarak üçüncü en büyük ülkesi haline gelmiştir. Jeopolitik olarak Orta Asya ülkeleriyle çevrelenirken, denize sınırı da bulunmamaktadır. Özbekistan ile Kazakistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Kırgızistan da bağımsız devletler olarak Orta Asya’yı oluşturmuştur. Ancak özellikle Özbekistan’ın yaklaşık %60’ına, Tacikistan %25’ine ve Kırgızistan %15’ine sahip olduğu Fergana Vadisi, nüfus yoğunluğu ve etnik çeşitlilikle, bölgedeki dikkat çekici merkez haline gelmiştir. Ayrıca bölgenin en kalabalık etnik grubu olan Özbeklerin, 2022 verilerine göre Tacikistan ve Kırgızistan’ın %20’sini oluşturduğu tahmin edilse de etnik bir azınlığın tam nüfusunu bilmek mümkün değildir. Yine de bu güçlü Özbek diasporası, Özbekistan’ı siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan derinden etkilemektedir.
Bununla birlikte İslam medeniyetinin önemli merkezlerinden biriyken, Rus işgali ve Sovyetlerin sert politikalarıyla karşılaşan Özbekistan, bağımsızlığı bu tarihsel sürecin ardından elde etmiştir. Bu sebeple bölge halkı ve yönetici elitler, yeni bir ulus kimlik oluşturma sürecinde bu tarihi mirastan etkilenmiştir. Bağımsızlığı koruma ve yeni bir doktrin arayışı, bu tarihsel bağlantılar üzerinden şekillenmiştir. Özbekistan’ın ilk Cumhurbaşkanı İslam Kerimov, Özbek milliyetçiliğini Timurlulara dayandırarak inşa etmiştir. Nitekim Özbeklerin Orta Asya’da baskın bir siyasi ve kültürel güç olduğunu iddia eden Özbek ulusal ideolojisi, 1993 yılında Karl Marx’ın yerine Taşkent’in merkezine etkileyici Emir Timur heykelini dikmiştir. Timurlu kültü üzerinden yeni bir devlet inşası oluşturulmuştur. Ayrıca zaman zaman Ruslara karşı direnişin sembolü olmuş kişilere ve İslam’a atıf yapılmıştır (Roy, 2005).
Kerimov ve yönetici sınıf, 1991 yılında kazanılan bağımsızlığı, Özbek milletinin asırlık tarihindeki en önemli olay olarak nitelendirmişlerdir. Bu sebeple, bağımsızlıktan sonra tarihçiler ve akademisyenler Rusya’nın Orta Asya’yı işgali hakkında oldukça eleştirel metinler yazmışlardır (Megoran, 2017). Kerimov, geleneksel toplumun kurumlarını ustaca dönüştürerek, onları yeni ihtiyaçlara hizmet etmesinin yolunu açmıştır. Sovyet kurumlarının kaldırılmasıyla bu geleneksel yapılar, devletten doğrudan mali destek alarak ulusal bağımsızlığa hizmet etmiştir. Ayrıca yabancı ideolojilere karşı devlet için bir siper oluşturmuşlardır. Bir anlamda yeni devlet ile yeni bir sistem oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak Özbek yönetici kadrosunun büyük kısmının SSCB dönemindeki elitlerden oluşması, otoriterliği ve halkla olan ilişkilerdeki kopukluğu beraberinde getirmiştir (Hiro, 2009).
Özbekistan’da İslamiyet ve Devlet Desteği
Özbekistan, bahsedildiği gibi Orta Asya nüfusu içerisinde İslami kültüre ve geleneklere en fazla bağlı olan ülkedir. Özbek yönetimi, 70 yıl devam eden İslamsızlaştırma politikası karşısında bile Özbek toplumunun İslam’a olan saygısının ve bağlılığın farkında olmuştur. Bu sebeple Kerimov, “altın miras” olarak tanımladığı İslami geçmişi, ulus-inşa sürecinin önemli bir parçası olarak tasarlamıştır. Ülkedeki İslami canlanma ve bilinci kendi kontrolü altında tutarak, bağımsız ve milli bir İslami anlayış düşüncesini oluşturmaya çalışmıştır. Özbek elitler kimlik oluşturma konusunda milliyetçiliği benimsese de İslam’ı toplumu bir arada tutacak manevi bir aparat olarak kullanmak istemişlerdir. Bu noktada Müslüman kimliğinin Özbek kimliğinin önüne geçmesinden endişe edilmiş ve süreç kontrol edilmeye çalışılmıştır. Aslında kurucu ideoloji, Özbek kimliği ve Müslümanlığı iç içe geçmiş milli ve kültürel bir miras olarak kodlamıştır. Ancak İslam’a sadece dinî pratikler içinde yer açılmış ve siyasal tarafı törpülenmiştir (Yemelianova, 2019; Babadjanov vd., 2011).
Bağımsızlıkla birlikte İslam Kerimov, Müslüman bir lider portesi oluşturmaya çalışmıştır. Cumhurbaşkanlığı görevine Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ederek başlayan Kerimov, Suudi Arabistan’a gerçekleştirdiği resmî ziyarette Hac vazifesini yerine getirmiştir. Siyasi konuşmalarında zaman zaman Kur’an-ı Kerim’den alıntılar yaparken, camilerde namaz kılma görüntüleri medyada sıkça yer almıştır (Çaman & Dağcı, 2014). Bahaeddin Nakşibendi, Buhari, Maturidi ve Tirmizi gibi İslam âlimleri altın miras söylemi içerisinde yer almış ve bu milli kahramanları anmak için görkemli törenler düzenlenmiştir. Ramazan ve Kurban Bayramları, resmî tatil olarak ilan edilmiştir.
Bunlarla birlikte Özbek hükümeti, dinî eğitimi de yeniden düzenlemiştir. Arapça, Kur’an-ı Kerim ve dinî konularda ders veren kurs ve okullar açılmıştır. Yüksek İslami öğrenim için birkaç medrese faaliyete geçmiştir. Taşkent’te İslam felsefesi üzerine Uluslararası İslami Araştırmalar Merkezi kurulmuştur. Bağımsızlıktan hemen sonra ülkedeki cami sayısı 300’den 5000’e kadar yükselmiştir. 1992’de Kur’an-ı Kerim Özbekçeye çevrilip basılmıştır. SSCB döneminde yasaklanan dinî fikirler, yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu sebeple dinî kitap ve dergilerin sayısında ciddi bir artış yaşanmıştır. Özbek toplumu için kültürel olarak yerli olan türbe ziyaretleri[1] canlanmıştır (Peimani, 2009).
Bu noktada bağımsızlık sonrası Özbekistan’da “slam Felsefesi” çalışmaları, İslam rasyonalizmi, İslam Medeniyeti yahut İslam kültürü gibi başlıklar altında yükselişe geçmiştir. Çalışmalarda daha çok pozitif bilimler alanında adını duyuran ve felsefi yönü ağır basan milli isimler üzerinde durulmuştur. Farabi, İbn Sina, Biruni gibi İslam filozofları üzerine pek çok çalışma yapılmıştır. Orta Asya’da ilk uyanış devri, maneviyat yıldızları, Sufizm üzerine, Maveraünnehir’de kültürel ve manevi hayat, Maturidi’nin hayatı gibi çalışmalarla, Türkistan’ın ilim dönemi araştırılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Taşkent Biruni Şarkiyat Enstitüsü’nün arşivinde bulunan 26.000 cilt klasik döneme ait yazma eser, UNESCO Medeniyet Mirası listesinde dâhil edilmiştir (Celal, 2018).
Aslında Özbek hükümeti, hem İslam’ı ulus inşa sürecinde kullanmak isterken hem de laik bir devlet oluşturmak istemiştir. Tüm resmî söylemlerde, İslam milli din olarak yüceltilmiştir. Resmî kurum olarak görevlendirilen Özbekistan Müslümanlar İdaresi (ÖMİ), cami imamlarını atarken, vaazları belirlemiştir. Hanefi mezhebi ve Tasavvuf anlayışı, Özbek ulusunun geleneği ve altın mirasın önemli bir parçası olarak sunulmuş ve radikal akımlara karşı bir panzehir olarak desteklenmiştir. Dünyanın her yerine dağılmış tarikatların çıkış noktası olan Özbekistan da yeni dönemde tasavvufun yüzeysel taraflarına odaklanılmıştır. Dinin siyasallaşması endişesine karşı tasavvuf, ılımlı İslam olarak algılanmış ve uzun süre tehlikeli görülmemiştir (Khalid, 2021).
Radikal İslamcı Akımlar ve Derin Ayrılık
Hükümetin öncülük ettiği bu gelişmelere rağmen, ülkedeki bazı dinî gruplar tatmin olmamıştır. Özellikle 1970’lerle birlikte Fergana Vadisi’nde canlanan ve 1989’dan itibaren açıkça siyaset sahnesine çıkmaya çalışan İslami gruplar, devletin kontrol etmeye çalıştığı İslami anlayışla çelişmiş ve ülkeyi derinden etkilemişlerdir. Ayrıca bağımsızlıkla birlikte Suudi Arabistan’dan İran’a Türkiye’den Mısır’a Pakistan’dan Körfez ülkelerine kadar bütün Müslüman ülkelerden tarikatlar ve vaizler, tüm Orta Asya gibi Özbekistan’a da tebliği için gelmiştir. Özellikle Fergana’yı etkileyen Selefi düşünce, bölgede çeşitli milis gruplarının kurulmasına neden olmuştur. Nitekim bağımsızlığın hemen ardından Fergana’nın bazı bölgelerinde yerel dinî lider ve tarikat şeyhlerinin etkisi, kamu otoritesinin önüne geçmiştir (Bichsel, 2009).
Aslında Hanefilik ve Tasavvuf anlayışı, Orta Asya Müslümanlığının temelini oluşturmaktadır. Nitekim bu anlayış ve takipçileri, Rus rejimine direnişin sembolü olmuşlardır. Rus yetkililer, biraz da bu güçlü anlayışı dengeleyebilmek amacıyla 1910’lu yıllarla birlikte Selefi anlayışın bölgeye girmesine göz yummuştur. 1945’ten sonra sınırlı sayıda da olsa Arap ülkelerine gönderilen din adamları ve Muhammed Kutub, Seyyid Kutub ve Mevdudi gibi tanınmış ideologların eserlerinin bölgeye girmesiyle, Selefilik düşüncesi Taşkent ve Fergana’da yayılmıştır. Ayrıca Sovyet dönemindeki bazı gayri resmî cami ve okullarda, Hanefi fıkhını reddeden düşünürler, Selefi düşünceyi aktarmıştır. Ayrıca bağımsızlıkla birlikte Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden gelen vaizler ve bu ülkelerde dinî eğitim alan Özbekler ile Selefilik ülkedeki etkisini artırmıştır (Baran vd., 2006; Roy, 2005).
Özbekistan’daki siyasal İslam’ın toplumsal tabanı, bağımsızlık sonrası yönetime dâhil edilmeyen bazı bölgesel elitler üzerinden gelmiştir. Fakirlik ve işsizlik gibi ekonomik sebepler de bölge halkının dinî örgütlere başvurmasına neden olmuştur. Bu kuruluşlar sadece yerel halk tarafından değil yerel yetkililer tarafından da desteklenmiş ve güçlerini artırmışlardır. Aslında daha bağımsızlık gelmeden Ocak 1990’da Adalet (Adolat) hareketi mensupları, neredeyse kolluk kuvveti görevini yürütmeye başlamıştır. Bölgenin asayişini sağlarken, alkol satan dükkanları kapatmaya yahut kadınları İslami kıyafetler giyme konusunda zorlamaya başlamışlardır. Özellikle Andican ve Namangan’da yoğunlaşan bu grup, şeriat temelli bir düzeni ve hilafet talebini dillendirmeye başlamıştır. Bu şehirlerdeki birçok cami Selefi öğretimi ve ideolojisinin eğitim merkezine dönüşmüştür (Roy, 2005; Babadjanov vd., 2011; Baran vd., 2006).
Adalet gibi İslam’ın Savaşçıları (İslom Laşkarlari) ve Tevbe (Tovba) gibi kuruluşlar da Namangan, Andican ve Kokand’da otorite boşluğundan yararlanarak kamu düzeninin korunmasında yerel kolluk kuvvetlerine yardım eden yarı militer birimler oluşturmuştur. Bir süre sonra yardımcı rolleriyle yetinmeyip, önce yerel makamları ardından iktidarı devralma politikası izlemişlerdir (Baran vd., 2006). Nitekim Aralık 1991’de Nemengan’da kitlesel gösteriler yapan bu gruplar, Kerimov’u bölgeye çağırmıştır. Daha sonradan radikal bir terör örgütüne dönüşecek olan Özbekistan İslami Hareketi’nin (IMU) kurucuları arasında yer alacak Tahir Yuldaşev, kendisini Fergana Vadisi’nin filli yönetici olarak taktim etmiş ve Kerimov’dan çeşitli taleplerde bulunmuştur. Nemengan’daki idari binaların bu İslami kuruluşlara devredilmesi, muhalefetin yasallaşması ve en önemlisi Özbekistan’ın bir İslam devleti ilan edilmesi istenmiştir. Yeni yönetimde henüz kontrolü sağlayamayan Kerimov, bu büyük meydan okuma karşısında, isteklerin çoğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. İdari binalar hızlıca bu gruplara devredilirken, İslam devletinin kurulması konusunda parlamentoda görüşeceğine dair söz vermiştir (Cornell, 2005; Peimani, 2009).
Bu gelişmelerle birlikte daha başlangıçta Fergana Vadisi ve Selefi gruplar, iktidar için büyük bir endişe kaynağı olarak kodlanmıştır. Özbek hükümeti birkaç ay sonra gücünü toplamış ve Fergana Vadisi üzerindeki kontrolünü yeniden sağlamıştır. Radikal grupları bastırmak amacıyla 70 kişi hapis cezasına çarptırılmıştır. Aslında her şeye rağmen Kerimov, İslam üzerinden meşruiyet arayışına devam etse de 1992’de iktidar ile İslamcı muhalefet arasında Tacikistan’da başlayan iç savaş süreci değiştirmiştir. Tacikistan muhalefetindeki Afganistan bağlantılı radikal İslamcılara, ülkeden sürülen Özbek militanların da dâhil olması Taşkent’in güvenlik endişelerini giderek artırmıştır. Tacikistan örneği, Özbekistan’ın istikrarı için mücadele düşüncesini belirginleştirmiştir. Nitekim Kerimov, komşusundaki savaşın ülkesine yayılmaması için Tacik hükümetine yardım etmiştir (Bichsel, 2009).
Bu gelişmelerle birlikte Kerimov, ülkedeki İslamcı gruplara yönelik daha net bir söylem gerçekleştirmiştir. Hükümeti devirmek ve çıkar sağlamak amacıyla İslam’ın siyasete alet edilemeyeceğini belirten Kerimov, bu gruplara yönelik sert politikalar izleneceğinin mesajını vermiştir. Bu noktada tutuklamalar artmıştır. 1992-1993 arasında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden yaklaşık 50 vaiz Özbekistan’dan sınır dışı edilmiştir. Medreseler yeniden kapatılırken, dinî vakıf ve kurumlar kısıtlanmıştır (Roy, 2005). Hükümet, din adamlarını ve toplulukları uyuşturucu ve silah bulundurmak suçlamasıyla cezalandırmıştır. İktidarın karşı karşıya kaldığı tehditle mücadelesi, giderek sertleşmiş ve keyfi bir hal almıştır. Nitekim bazen sakal bırakan erkekler veya başörtüsü takan kadınlar, şüpheli olarak değerlendirilmiştir (Cornell, 2005). Bir anlamda Özbek yönetiminin radikal gruplara karşı yürüttüğü sert mücadele, zaman zaman sıradan Müslümanların sosyal ve dinî hayatlarına karışmaya kadar ilerlemiştir.
Bu noktada ülkede çapında görülen çeşitli terör eylemleri, hükümetin bu tarz adımlar atmasının yolunu açmıştır. Nitekim 1998’den itibaren İslamcı muhalefet, cami ve sokaklarda çok daha geniş bir söylem başlatmıştır. Köylerde ve şehirlerde broşürler dağıtılırken, özellikle Fergana Vadisi’ndeki çeşitli camiler siyasi toplantı merkezlerine dönüştürülmüştür. İktidar klanlık, fakirlik ve rüşvet üzerinden eleştirilirken, ülkenin pek çok yerinde protestolar düzenlenmiştir. 1999’da ülkede yaşanan darbe girişimi ise Özbekistan’ın hem iç hem dış politikasını radikal bir şekilde değiştirmiştir (Baran vd., 2006). Ayrıca bu olay, Müslümanlara yönelik politikaları da oldukça olumsuz bir hale getirmiştir. Devlet ve halk arasında ciddi bir kopukluk oluşmuştur.
Özbekistan İslami Hareketi ve Diğer Gruplar
SSCB’nin son dönemleri ve bağımsızlığın ilk yıllardında Namangan ve Andican’daki otorite boşluğu, çeşitli İslamcı grupların bölgede güçlenmesine neden olmuştur. Suudi Arabistan tarafından finanse edildiği düşünülen yapılar, Vahhabi medrese eğitimlerinin merkezi haline gelmiştir. Nitekim Özbekistan İslami Hareketi’nin kökenleri de Fergana’daki bu oluşumlardan gelmektedir (Roy, 2005). Adalet Partisi’nin lideri Tahir Yuldaşev, Özbekistan’da şeriat ve hilafet talebiyle Kerimov yönetimine karşı cihad ilan etmiştir. Kerimov yönetimi bu gruplara karşı sert önlemler alırken, ülkeyi terk etmek zorunda kalan binlerce militan Tacikistan’daki iç savaşa katılmıştır (Peimani, 2009).
1998 yılında Taliban ve El-Kaide’nin destekleriyle Tahir Yuldaşev liderliğinde Özbekistan İslami Hareketi kurulmuştur. Şubat 1999’da Taşkent’in merkezinde patlayan bombalar 16 kişinin ölümüne sebep olurken, Kerimov suikast girişiminden son anda kurtulmuştur. Bu olayın ardından hükümet sürgündeki muhalifleri sorumlu tutarken, yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Binlerce insan Özbekistan İslami Hareketi veya Hizb’ut Tahrir üyesi olmakla suçlanmıştır (Çaman ve Dağcı, 2014). Özbekistan İslami Hareketi gibi Hizb’ut Tahrir ve Andican olaylarıyla anılan İslami Cihad Örgütü ve Ekremiye Hareketi gibi pek çok grup, Özbekistan’da sorunlu bir yapı oluşturmuştur. 2004’te ülkenin pek çok yerinde gerçekleşen terör saldırıları, Özbek hükümetini çok daha katı bir tutuma sürüklemiştir (Baran vd., 2006).
Nitekim bu durumun en dramatik örneği, 13 Mayıs 2005’te Andican’da yaşanmıştır. İktidarı protesto etmek amacıyla meydanlara toplanan binlerce kişinin üzerine askerlerin açtığı ateş sonucu hükümete göre 187 kişi, insan hakları savunucularına göre binlerce kişi ölmüştür. Kerimov olayları silahlı bir isyan olarak tanımlarken, göstericileri de hükümeti devirmek isteyen radikal İslamcılar olarak nitelendirmiştir. Ancak olayların bağımsız şekilde araştırılmasını isteyen uluslararası toplumun girişimleri kabul görmemiştir. Bu olayın ardından Kerimov yönetimi iç politikada daha baskıcı bir hale gelirken, dış politikada ABD ve Batı ile yakınlaşma süreci dondurulmuştur. Ülkedeki Amerikan üssü kapanırken, Özbek yönetimi Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya çalışmıştır. Andican olaylarının en önemli sonuçlarından biri, Özbekistan’ın uluslararası toplumdan uzun süre soyutlanması olmuştur (Çalışkan, 2018).
Şevket Mirziyoyev ve Yeni Dönem
Çeyrek asırdan uzun bir süre Özbekistan’ı yöneten İslam Kerimov’un Eylül 2016’da hayatını kaybetmesi, ülke için bir dönüm noktası olmuştur. Aralık 2016’de yapılan seçimleri kazanan Şevket Mirziyoyev, Özbekistan Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı olmuştur. Göreve gelir gelmez iç politikada radikal bir değişim başlatan Mirziyoyev, dış politikada ise komşularla ve uluslararası toplumla Kerimov rejiminin bozmuş olduğu ilişkileri hızlı bir şekilde onarmaya çalışmıştır. Özbek lider en baştan itibaren “halkın başkanı” imajını oluşturmaya çalışmış ve insan haklarının iyileştirilmesi için çeşitli adımlar atmıştır. Siyasi mahkumların serbest bırakılması ve dinî özgürlüklerin güvence altına alınması gibi konularda kısa sürede ilerleme kaydedilmiştir.
Dinî faaliyetler üzerinde geçmişte baskıların olduğunu belirten Mirziyoyev, bu sorunların çözüleceğini pek çok kez dile
getirmiştir. Önceki yıllarda yasaklanan kamusal alanda iftar, ibadet ve yüksek sesli ezan gibi uygulamalar yeni dönemde serbest bırakılmıştır. 1992 yılından beri ilk kez ülkede Kur’an-ı Kerim basılmıştır. Ayrıca ibadet için ülke genelinde birçok mescit yapılması kararlaştırılmış ve hayata geçirilmiştir. Önceki dönemde Özbek emniyeti tarafından aşırılıkçı gruplarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle kara listeye alınmış 17 bin kişiden 16 bini bu listeden çıkartılmıştır. Özbek lider tarafından bireysel af ilan edilmiş ve siyasi nedenlerle hapse atılmış yüzlerce kişi serbest bırakılmıştır. Mahkumlara karşı uygulanan işkence yasaklanmıştır. Bununla birlikte, 2002’den beri ilk kez Özbekistan’daki insan haklarının incelenmesi için BM İnsan Hakları Komisyonu Taşkent’e davet edilmiştir (Çalışkan, 2019).
Komşularıyla var olan sorunlu ilişkilerini önemli ölçüde düzelten ve aktif bir dış politikaya yönelen Özbekistan, ilerleyen yıllarda bölgesel ve küresel siyaset de daha etkin bir konuma gelebilir. Ancak Çin ve Rusya’nın Orta Asya üzerindeki nüfuzlarını artırmaya yönelik politikaları ve Afganistan’ın kuzeyinde yeniden güçlenmeye başlayan radikal gruplar, Taşkent yönetiminin önümüzdeki yıllarda karşılaşabileceği dış tehditler olarak görülmektedir. Özellikle Afganistan’daki hareketliliğin Özbek toplumunu etkilememesi için devlet-toplum ilişkilerini yeniden düzenleyen reformlar hız kazanmıştır.
Sonuç
İslamiyet’in Orta Asya’da yaygınlaşmasının ardından, asırlarca İslam medeniyetinin ilim ve kültür merkezi olan bölge, Tasavvuf anlayışı ve yetiştirdiği âlimlerle anılmıştır. Hanefi-Sünni İslam anlayışı çerçevesinde, hareketli bir düşünce ortamı tüm bölgeye hâkim olurken, bu coğrafyadan çıkan fikirler bütün İslam dünyasını etkilemiştir. 15. yüzyılla birlikte zayıflayan siyasi güç Rus işgaline ortam hazırlarken, bölgedeki ilim ve kültür ortamı da gerilemeye başlamıştır. Özellikle SSCB döneminde gerçekleşen katı ve ideolojik din karşıtı politika, tüm Orta Asya’yı olduğu gibi Özbekistan’ı da hem yönetim hem de toplumsal bazda derinden etkilemiştir. Türkistan, Müslüman, Sovyet ve Özbek arasındaki kimlik karmaşası da bu durumu daha fazla derinleştirmektedir.
SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Özbekistan’ın yeni bir kimlik ve yol arayışı, devlet ve toplum ilişkilerini karmaşıklaştırmıştır. Özellikle ülkede İslam’ın ele alınış şekli ikiye ayrılmıştır. Özbek hükümeti devlet tarafından desteklenip kontrol edilebilen bir “resmî İslam” anlayışı oluşturmak isterken, bazı gruplar İslam’ın siyasette de etkin olduğu bir arayış içerisine girmiş ve hükümet karşıtı bir noktada konumlanmışlardır. Kökenleri ve finansal destekleri dışarıdan karşılanan Özbekistan İslami Hareketi ve Hizb’ut Tahrir başta olmak üzere radikal militanlara evrilen bu gruplar, yasal siyasi zeminin dışına çıkmış ve ülke yönetimine talip olmuşlardır.
Yıllarca saldırıya uğramış olan İslami bilgiyi, üretme ve öğrenme biçimlerini yeniden düzenlemekte zorlanan bazı Özbek gruplar, geleneksel İslami kültürleriyle çelişecek radikal akımları takip etmişlerdir. Özellikle Hanefilik ve Tasavvuf anlayışlarıyla örtüşmeyen Selefilik düşüncesi, baskıcı yönetimlere rağmen Fergana Vadisi başta olmak üzere otorite boşluğunun olduğu alanlarda güç kazanmıştır. SSCB’nin dağılma sürecinde ortaya çıkmaya başlayan İslamcı gruplar da hem içeriden hem de dışarıdan aldıkları destekle bir pozisyon elde etmişlerdir. Özellikle Afganistan ve Tacikistan gibi komşu ülkelerdeki militan hareketlerin etkisine açık olan Fergana Vadisi, hükümetler açısından giderek endişe verici bir yer haline gelmiştir.
Uluslararası ilişkilerde değişen konjonktür ve bölgesel dengeler de bu grupları derinden etkilemiştir. Özellikle 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin radikal hareketlere yönelik başlattığı savaş ve Afganistan’ın işgali, bu gruplara yönelik siyasi koşulları değiştirmiştir. Özbek hükümetinin sert ve baskıcı politikalarına rağmen dışarıdan aldıkları finansal destek ve ideolojik fikirlerle, Özbekistan’da iktidarı ele geçirme ve hilafet kurma stratejilerini yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Aslında Özbekistan İslam Hareketi yahut Hizb’ut Tahrir gibi gruplar, sadece Özbekistan’da değil Fergana Vadisi’ni oluşturan Tacikistan ve Kırgızistan’ı da içine alan Türkistan’da hâkimiyet söylemini yaygınlaştırmıştır. Bir anlamda ulusal kimliklerden ya da ulus-devletlerden ziyade doğrudan teokratik bir oluşum amaçlanmıştır.
Bu radikal gruplara karşı İslam Kerimov döneminde gerçekleştirilen stratejik mücadele hem devlet ile toplum ilişkilerine hem de Özbekistan’ın dış dünyayla olan bağlantılarına büyük zarar vermiştir. Yönetici elitin güvenlik odaklı yaklaşımı ve devleti ayakta tutma düşüncesi, sıradan Müslümanların dinî özgürlük alanlarına müdahaleyi de beraberinde getirmiştir. Bir anlamda radikal gruplarla mücadele stratejisi, genel Özbek toplumun sosyo-kültürel yaşantısının kısıtlanmasına da yol açmıştır. Bu durum Özbek toplumu ile devlet arasında yıllar süren bir kopukluk yaratmıştır. Ayrıca 2005’te gerçekleşen Andican olaylarından 2016’da Kerimov’un vefatına kadar geçen sürede Özbekistan, dışa kapalı bir ülke konumuna gelmiştir. İslam Kerimov’un ardından göreve gelen Şevket Mirziyoyev, ilk olarak hem iç hem de dış politikada huzuru sağlamaya çalışmıştır. Mirziyoyev, dış politikada komşularıyla ve uluslararası toplumla Kerimov rejiminin bozmuş olduğu ilişkileri hızla onarırken, toplumla olan diyaloğunu da yeniden düzenlemiştir.
Bu yeni dönem Özbekistan’daki geleneksel dinî ve kültürel değerlerin yeninden keşfedildiği ve dış dünyayla iletişimin daha sağlıklı olduğu bir noktaya gelmiştir. 2019 yılında Türk Konseyi’ne tam üye olarak katılan Özbekistan, Türkiye başta olmak üzere Türk dünyasıyla birlikte yeni bir vizyon oluşturmuştur. İslam dünyasının ilim ve medeniyet merkezi olmuş bu bölge, tekrardan İslam dünyası için bir umut olabilir. Ancak küresel güçlerin Orta Asya kavramına Afganistan’ı da dâhil edilerek, Özbekistan ve genel olarak Orta Asya’yı “yabancı savaşçılar” ve “radikal gruplar” üzerinden gündeme getirmesi hem Özbek yöneticileri hem de toplum açısından büyük bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir.
Kaynakça
Abdullaev, R., Khotamov, N., ve Kenensariev, T. (2011). Colonial rule and indigenous responses: 1860-1917. Starr, F.S., Beshimov, B., Bobokulov, I.I., & Shozimov, P. (Ed.), Ferghana Valley: The Heart Of Central Asia içinde (ss. 69-93). New York: M.E. Sharpe.
Arslan, B. (2009). Sovyet Rusya hâkimiyetinde yaşayan Türklerin ortak birleştirilmiş Türk alfabesi’nden Rus Kiril alfabesine geçirilmesi. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 40, ss. 357-374.
Babadjanov, B., Malikov, K., & Nazarov, A. (2011). Islam in the Ferghana Valley: between national identity and Islamic alternative. Starr, F.S., Beshimov, B., Bobokulov, I.I., & Shozimov, P. (Ed.), Ferghana Valley: The Heart Of Central Asia içinde (ss. 296-372). New York: M.E. Sharpe.
Baran, Z., Starr, F., ve Cornell, S.E. (2006). Islamic radicalism in Central Asia and the caucasus: Implications for the EU. Washington: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program.
Barthold, V.V. (2015). Orta Asya Türk tarihi. İstanbul: Divan Kitap.
Beckwith, C.I. (2009). Empires of the Silk Road: A History of Central Asia from the Bronze Age to the Present. New Jersey: Princeton University Press.
Bichsel, C. (2009). Conflict Transformation in Central Asia: Irrigation disputes in the Ferghana Valley. New York: Routledge.
Botakarayev, B. (2019). Orta Asya’da Sovyet Dönemi sonrası İslami hareketler. Erciyes: İKSAD.
Bushkovitch, P. (2012). Rusya’nın kısa tarihi. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Celal, V. (2018). Özbekistan’da İslam felsefesi çalışmaları. Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 16, ss. 67-82.
Cornell, S.E. (2005). Narcotics, radicalism, and armed conflict in Central Asia: The Islamic movement of Uzbekistan. Terrorism and Political Violence, 17(4), ss. 619-639.
Crews, D. R. (2009). For prophet and tsar: Islam and empire in Russia and Central Asia. Boston: Harvard University Press.
Çalışkan, B. (2018). Orta Asya Raporu: Dönüşüm Sürecinde Türk Cumhuriyetleri. İstanbul: İNSAMER.
Çalışkan, B. (2019). Özbekistan’da değişimin ilk iki yılı. Anadolu Ajansı Analiz.
Çaman, E., ve Dağcı, K. (2014). Özbekistan’da İslam, siyasi sistem ve radikalizm. Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 5(8), ss. 8-22.
Er, P.D. (2020). Bağımsızlık sonrası Özbekistan’da İslam. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri, Ankara.
Erşahin, S. (1999). Buhara’da ceditcilik-eğitim ıslahatı tartışmaları ve Abdurrauf Fıtrat (XX. Yüzyıl Başları). dinî Araştırmalar Dergisi, 1(3), ss. 213-255.
Golden, P. B. (2011). Central Asia in world history. New York: Oxford University Press.
Hiro, D. (2009). Inside Central Asia: A political and cultural history of Uzbekistan, Turkmenistan, Kazakhstan, Kyrgyzstan, Tajikistan, Turkey and Iran. London: Overlook Duckworth.
Hopkirk, Peter. (1990). The great game: On secret service in high Asia. London: John Murray.
Hosking, G. (2015). Rusya ve Ruslar: Erken dönemden 21. yüzyıla. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kangas, R. (2018). Legal reform in Central Asia: Moving past history. Burghart, D.L. ve Sabonis-Helf, T., (Ed.), Central Asia in the Era of Sovereignty: The Return of Tamerlane? içinde (ss. 27-56). London: Lexington.
Kanlıdere, A. (2004). Sovyet ve Türk tarih yazıcılığında Rusya Müslümanlarının düşünce tarihi. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 2(1), 149-181.
Karabulut, F. (2009). İktidar ve meşrulaştırma mücadelesinin odağı Orta Asya: Sovyetlerin Dil ve Eğitim Politikaları. Bilig, S. 50, ss. 71-73.
Khalid, A. (2016). The roots of Uzbekistan: Nation making in the early Soviet Union. CAP Papers, S. 167, ss. 1-6.
Khalid, A. (2021). Islam in Central Asia 30 years after independence: Debates, controversies and the critique of a critique. Central Asian Survey, 40(4), ss. 539-554.
Kutlu, S. (2012). Orta Asya’da Türkler ve İslam Tasavvuru. Kafkasyalı, M.S. (Ed.), Orta Asya’da İslam: Temsilden fobiye, Cilt II: Türk’ün Tanrısı’ndan, Tanrı’nın Türk’üne içinde (ss. 737-765). Türkistan : Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.
Megoran, N. (2017). Nationalism in Central Asia: A biography of the Uzbekistan-Kyrgyzstan Boundary. Pittsburgh: University of Pittsburgh Press.
Ocak, A.Y. (2003). Türkler, Türkiye ve İslam: Yaklaşım ve Yorum Denemeleri. İstanbul: İletişim Yayınları.
Özcan, A. (2012). Rus Çarlığı ve İngiltere’nin Türkistan üzerinde nüfuz mücadelesi ve İslam faktörü. Kafkasyalı, M.S. (Ed.), Orta Asya’da İslam: Temsilden Fobiye, Cilt II: Türk’ün Tanrısı’ndan, Tanrı’nın Türk’üne içinde (ss. 1121-131). Türkistan: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.
Peimani, H. (2009). Conflict and security in Central Asia and the Caucasus. California: ABC-CLIO.
Rashid, A. (1994). The Resurgence of Central Asia: Islam or nationalism? London: Oxford University Press.
Roy, O. (2005). The New Central Asia: The Creation of Nations. New York: New York University Press.
Starr, F.S. (2013). Lost enlightenment: Central Asia’s golden age from the Arab Conquest to Tamerlane. Oxford: Princeton University Press.
Türkoğlu, İ. (2007). Özbekistan: Kültür ve medeniyet. İstanbul: TDV İslam Ansiklopedisi.
Yaman, A. (2012). Türk dünyasında İslam: Sovyet ateizmi ve kültürel süreklilik. Ankara: Elips Kitap.
Yayoi, K. (2018). Vali Khan Tura: A makhdumzada leader in Marghinan during the collapse of the Khanate of Khoqand. DeWeese, D., & Gross, J. (Ed.), Sufism in Central Asia: New Perspectives on Sufi Traditions: 15th–21st Centuries içinde (ss. 162-190). Boston: Brill.
Yemelianova, M. G. (2002). Russia and Islam: A historical survey. New York: Palgrave.
Yemelianova, M. G. (2019). Muslims of Central Asia: An ıntroduction. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Yıldırım, A. (2012). Orta Asya’da İslami ilimlerin ortaya çıkışı ve gelişimi. Türk dünyasında dinî hayat üzerinde Cengizli etkisi. Kafkasyalı, M.S. (Ed.), Orta Asya’da İslam: Temsilden Fobiye, Cilt II: Türk’ün Tanrısı’ndan, Tanrı’nın Türk’üne içinde (ss. 647-682). Türkistan: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi.
[1] Ancak bu tasavvuf ve İslam ilişkisi tartışılmaya başlanmış ve tasavvuf kimi çevrelerce evliya kültürü olarak nitelendirilmiştir. İlahiyat mensupları ve radikal çevreler, bu evliya kültürünü eleştirmiş ve insanları türbelerden camilere yönlendirmeye çalışmıştır.