Giriş
Bu çalışmada tarihsel perspektifte Rus/Sovyet yapılanmasında dinin yeri, rolü ve önemi ele alınmış, bu politik ve ideolojik sistem çerçevesinde Müslümanların dinî, siyasi, kültürel ve geleneksel yaşam koşulları incelenmiştir. Bir dinî kimlik olarak Müslüman kavramının Rus yönetim kültüründe gelişen ve değişen kilise-devlet ilişkilerine paralel olarak nasıl bir değerlendirilmeye ve muameleye tabi tutulduğu Çarlık Dönemi kapsamında araştırılmıştır. Bunun yanı sıra makalede tarihsel süreçte Müslüman ve Slav halkları arasında din temelli gerçekleştirilen ayrıştırma stratejilerinin hangi temel kaynaklardan beslendiğine değinilmiş ve bu yaklaşım doğrultusunda Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen ötekileştirme eylemleri kimlik ve kültür politikaları üzerinden ele alınarak tartışılmıştır.
Sovyet sistemine geçiş sürecinde değişen siyasi koşullar doğrultunda oluşan modern düşünce biçimlerinin Müslümanların dinî, siyasi ve kültürel yaşam şartlarını nasıl etkilediği hususunda araştırmalara yer verilmiş, dönemin dinî ve entelektüel aydınlarının toplumsal gelişim üzerindeki etkileri incelenmiştir. Bu çerçevede makalede, yeni kurulacak Bolşevik sistemde bir statü belirleme hususunda dönemin Müslüman aydınları tarafından gerçekleştirilen siyasi temsil ve katılım girişimleri, geliştirilen modern ideolojik düşünce ürünlerinin oluşturduğu toplumsal bir siyasi kültürün çıktısı olarak da değerlendirilmiştir.
Çalışma, Volga Boyu, Kuzey Kafkasya, Güney Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde yaşayan Müslüman halkları kapsamaktadır. Bu çerçevede Sovyetlerin din politikası da çalışmada Müslümanlarla sınırlandırılarak incelenmiştir. Komünist sistemindeki din karşıtı politik uygulamalara karşın Müslüman yaşam tarzının kendinî koruma ve yaşatma noktasında geliştirdiği savunma mekanizmaları örgütsel, geleneksel, kültürel ve siyasi boyutlarıyla ele alınmıştır. Şöyle ki din, Müslüman halkların geleneksel, kültürel, etnik ve tarihin ilerleyen aşamalarında ise milli bir değeri olarak onların Sovyet sistemi içindeki varlık dinamizmini oluşturmuştur (Alekberov, 2014, s. 36-37). Odur ki din, Sovyetlerin “homojen toplum”, “Sovyetleştirme”, “Ruslaştırma” ve bu türden geliştirilen “bütünleştirme” stratejilerine doğrudan bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu çerçevede din, her daim Rus emperyalistlerin saldırgan eylemlerinin hedef noktası olmuştur.
Sovyet Dönemi boyunca Müslümanlar dinî değer ve inançlarını aynı zamanda geleneğin bir parçası olarak da yaşatmaya ve korumaya çalışmışlardır. Bu çerçevede Müslümanlar örgütlenme ihtiyacı duymuş, tarikat ve cemaat özelinde geliştirilen oluşumlarda yer almışlardır. Bu oluşumlar devlet tarafından resmî olarak tescil edilmemiş örgütler olarak bağımsız bir ortamda İslami geleneği yaşatmış ve öğretilerini müritleri aracılığıyla farklı bölgelerde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırmışlardır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 216-217).
Oluşan kapsamlı kitlesel ağlar Sovyet yönetiminin kontrol ve denetim gücünü bir hayli zayıflatmıştır. Öyle ki Sovyetlerde kontrol mekanizması devlet içinde oluşturulan merkeziyetçi bürokratik aygıtları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu aygıtların dışında yer alan tüm oluşumlar devlete karşı pozisyon alan usulsüz dinî hareketler olarak nitelendirilmişlerdir (Roy, 2009, s.207-208). Bu bağlamda çalışmada Sovyet yönetim sisteminde dinî alana yönelik geliştirilen kontrol mekanizmaları ve bunların uygulayıcıları olarak kadrolaşan din adamlarının sistem ve toplum içindeki pozisyonu ele alınmış, onların dinî kimlik ve siyasi sorumlulukları bağlamındaki toplumsal tutumları incelenmiştir.
Bunların yanı sıra Sovyetlerde farklı dönemlerde oluşan siyasi koşulların talepleri doğrultusunda dinî alana yönelik politik esneklik durumu da söz konusu olabilmiştir. Bu politik yaklaşım birtakım iç ve dış siyasi gelişmelerden kaynaklanmıştır. Bu durum dinî ve siyasi alan arasında sağlanan uzlaşı doğrultusunda ilerleme sağlamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşıyla birlikte dinî alana yönelik açık baskıcı uygulamalar yerini dolaylı yaptırımlara bırakmıştır. Genel çerçevede ise bu dönemeç dine ve dinî temsilcilere yönelik şiddet eğilimlerinin kırılma noktası aynı zamanda “dinîn bir gerçeklik” olarak kabul görmesi şeklinde de değerlendirilebilmektedir.
Buradan hareketle Rus tarihinin her aşamasında manevi gücünü ve toplumsal etkinliğini yitirmeyen din, bir değer olarak varlığını her daim koruyabilmiştir. Bu gerçeklik doğrultusunda din, en katı ateist bir sistemde bile yeniden muhatap olarak alınmış ve onun gücüne ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede çalışmada, din bağlamında “kabullenme” ve “yok sayma” arasında sıkışan Sovyet yöneticilerinin izlemeye çalıştıkları politika da Müslümanlar özelinde ele alınarak incelenmiştir.
Rus Tarihsel Arka Planında Din Olgusu ve Müslüman Halklar
Eski Rus topraklarında Hristiyanlığın yayılmasından (10-11. yüzyıl) Bolşevik Devrimi’ne (1917) kadarki süreçte din (Hristiyanlık), birleştirici ve kimlik belirleyici özelliğiyle hem toplumsal hem de yönetsel alanda etkin olmuştur. Ortak değerlerin önemli bir üreticisi misyonunu da benimseyen Hristiyanlık özelinde Ortodoksluk, farklı halklar arasındaki kültürel çeşitlilikleri aynı potada eriterek Rus devletinin oluşum sürecini de hızlandırmıştır (Likhacev, 1978, s. 120-124). Dinin bu etkinliği toplumsal nüfuz bağlamında Kiliseyle Rus Çarlarını kimi zaman karşı karşıya getirmiş, kimi zaman da çıkar ilişkileri devreye girerek onları uzlaşı doğrultusunda aynı çizgide birleştirmiş ve devletin iç ve dış politik stratejilerinin uygulanmasında her iki alanı ortak paydada buluşturmuştur (Voronina, 2014, s.77-81). Bu bağlamda Rusların Müslüman topraklara gerçekleştirdiği saldırılarda da Kilise, Rus halkını politik, ekonomik ve askerî sıkıntılara hazırlayarak onları ruhsal olarak motive etmiş, vatanseverlik duygusunun yüksek maneviyatlı bir değer olduğunu topluma aşılamaya çalışmıştır (Runkevich, 2013, ss. 37-40). Böylece işgallerle birlikte genişleyen Rus topraklarına faklı dil, din ve ırklara sahip halkların girişi mevcut homojen kültürel yapıya, dinî değerlere ve dolayısıyla da siyasi düzene güçlü bir “tehdit” olarak algılanacaktır. Bu doğrultuda devlet Kiliseyi Hristiyanlaştırma ve Ruslaştırma stratejilerinde etkin bir silah olarak kullanacaktır.
Bu coğrafyada Müslümanların yoğun olarak yerleştiği bölgelerin başını günümüz Rusya’nın İdil (Volga) boyu toprakları oluşturmaktadır. Bu topraklarda devletleşme sürecinde İslam önemli bir rol oynamış, bu durum halklar arasındaki etnik bütünleşme süreçlerini de hızlandırmıştır. Dinler etnik bütünleştirme işlevlerinin yanı sıra farklılaştırıcı özellikleriyle de Müslüman halklar ve Slavlar arasındaki sınırı belirginleşmiştir (Faizov, 2010, s. 32).
Rusların (Volga) İdil-Ural bölgelerine ilk saldırılar Çar IV. İvan (1533-1584) döneminde gerçekleştirilmiş; Kazan (1552), ardından da Astarhan (1554) Çar Rusya’sı tarafından işgal edilmiştir (Acar, 2017, s. 101). 1598 yılında ise Sibirya’nın da işgali gerçekleştirilmiş ve bu topraklarda yaşayan Müslüman Türklerin önemli bir kısmı etnik temizleme politikaları kapsamında yurtlarından sürülmüş, bu topraklara Rus köylülerin göç etmesinin önü açılmıştır (Benningsen ve Quelquejay, 181, ss. 4-5). Bununla da sınırlı kalmayan Çar yönetimi, Müslüman Türklerin Ruslaştırılması ve Hristiyanlaştırılması yönünde sert adımlar atmış, camiler yıkılmış, din adamları (mollalar) öldürülmüştür. Hatta öyle ki işgal edilen topraklarda din eğitimi verecek, İslam’ı anlatacak neredeyse okur-yazar bir Müslüman dahi bırakılmamıştır (Voronina, 2014, s. 79). Hristiyanlığı kabul edenler ise vergi muafiyetine tabi tutulmuş, aynı zamanda devlet kurumlarında da görev alma hakkına sahip olmuşlardı (Faizov, 2010, s. 45). İşgal politikalarında en başından beri dinî hoşgörü yaklaşımı hiç söz konusu olmamış, saldırılar “kafirlere karşı haçlı seferi” olarak nitelendirilmiştir (Faizov, 2010, ss. 46-47).
Ancak kilise-devlet iş birliği çerçevesinde gerçekleştirilen misyoner faaliyetleri yeterli düzeyde etkili bir dönüş sağlamadığı gibi, devletin rüşvet ya da cebir, tehdit ve baskılarla uygulamaya çalıştığı stratejiler de beklenen sonuç vermemiştir. Öyle ki 1729 yılında vaftiz olanların durumunu değerlendiren Kazan Metropoliti Silvestr Rus Ortodoks Kilisesi’ne göndermiş olduğu mektubunda “170 yıl bundan önce vaftiz olmayı kabul eden Tatarların Hristiyan yaşam tarzı hiçbir şeye yaramamaktadır. Onlar ibadet etmeyi bilmez, kiliseyi ziyaret etmez, Rusça konuşmaz, çocuklarını vaftiz ettirmez ve ölülerini Müslüman Türk geleneklerine göre defnederler” tespitlere yer vermiştir (Faizov, 2010, ss. 46-47).
Müslümanların işgalci yönetime karşı direnişi, dinî değer ve inanışlarından taviz vermemeleri Çar Rusyası’nı politik ve stratejik değişikliğe zorlamıştır. Bu bağlamda I. Petro (1672-1725) dönemi Müslümanlar açısından kısmi rahatlama dönemi olarak da görülmüştür. 1716 yılında İslam dinî değer ve öğretilerine vakıf olma adına Kur’an ilk defa Rusçaya çevrilmiştir. Ancak Müslümanların ibadetlerine yönelik kısıtlamalardan asla vazgeçilmemiştir (Zhitenev, 2010, s. 37). I. Petro döneminde 1719 yılında Çar yönetimi tarafından ilgili birimlere verilen talimatta “Hristiyan olmayanlar (inoverets) iradeleri dışında vaftiz olunmayacaktır” doğrultusunda hareket edilmesi emri verilmiştir (Landa, 2003, s. 23).
1. Ekaterina (1762-1796) döneminde de işgal politikasında Hristiyanlaştırma stratejileri reddedilmiş, Müslüman halkların Çar yönetimiyle iş birliğine teşvik edilmesi amaçlamıştır (Robert, 2003, s. 24). Kraliçenin 1773 yılındaki kararnamesi de Müslümanlarla ve ibadetlerle ilgili olmuştur. Kararnamede “Dinî hoşgörü kapsamında Müslümanların ve diğer Hristiyan olmayanların ibadetlerine ve izinli bir şekilde inşa edilen cami ve diğer ibadet yerlerine müdahaleler yasaklanmıştır” belirtilmiştir (Zhitenev, 2010, s. 37).
Bu yaklaşımın yanı sıra II. Ekaterina, Müslümanlar üzerinde kontrol ve denetim mekanizması olarak dinî kurumsallaştırmaya gitmiş ve 1789 yılında tüm Volga boyu Müslüman halkları kapsayacak ve birleştirecek Ufa Müftülüğünü tesis etmiştir (Chicherina, 1906, s. 9). 23 Ocak 1794 yılında da II. Ekaterina’nın talimatıyla Kırım ve Kuban bölgelerinde yaşayan Müslümanların dâhil edildiği “Tavr Müslüman Ruhani İdaresi” oluşturulmuştur (Arapov, 2005, s. 20). 1817 yılında ise Din İşleri Başkanlığı ihdas edilmiştir. Başkanlığın kuruluşundaki başlıca amaçlarından biri de “özgürlükçü düşünce”ye karşı mücadelede kontrolün güçlendirilmesi olmuştur. Bunun yanı sıra 1826 yılında Müslüman halkın “güvenilirliğini” kontrol etme adı altında bizzat çara bağlı başka bir birim de oluşturulmuştur (Dashkovskiy ve Shernyovskiy, 2020, s. 23-24). Güney Kafkasya’da ise 1823 yılında merkezi Bakü olan “Zakafkasya Müslümanları Ruhani İdaresi” ihdas edilerek çoğunluğu Şiilerden oluşan Müslüman toplumun bu kurum özelinde yönetilmesi amaçlanmıştır (İsgenderov ve Mövlayi, 2016, s. 6).
Ruslar, Kafkasya saldırıları (1817-1864) sırasında ise Volga boyundaki bölgelerle kıyaslamada ciddi bir direnişle karşılaşmışlardır. Kafkasya’nın yerli halkları olan Edilge, Kabardlar, İnguşlar, Çeçenler ve Dağıstanlılar dağlara çekilerek Ruslarla savaşmışlardır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 7-15). Böyle bir direniş karşısında Ruslar uzun bir süre bölgede istedikleri sistemi oturtmakta zorlanmışlardır (Hklınina vd., 2012, s. 31-32).
Rus emperyalist işgalci politikalarının son durak noktası ise Orta Asya (Türkistan) bölgesi olmuştur. 1865 yılında başlayan saldırılar sonucu sırasıyla Türkistan, Çimkent, Taşkent, Buhara, Semerkant Hive ve Kokand işgal edilmiştir (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 9). Bu topraklarda din adamları bölgenin nüfuzlu ve saygın kesimini oluşturuyor, toplum üzerindeki etki ve güçlerini kullanarak onları yönlendirebiliyorlardı. Bundan olacak ki Rus emperyalist güçleri Orta Asya topraklarında Müslümanların merkezî bir dinî idareye bağlanmasını istememiş ve burada dinî kurumsallaşmaya gidilmemiştir (Hayit, 1995, s. 192-193).
Ilımlaştırılmış incelikli politik yaklaşımlara rağmen Müslümanlar bu topraklarda tüm yönetsel güç ve kurumlarını kaybetmiş ve zamanla İslam “halk dini”ne dönüşmeye başlamıştır. İslam yaşam biçimi bir taraftan aşiret ve topluluklar şeklinde aksakallar idaresinde, diğer taraftan da tarikat ve cemaatler olarak din adamları önderliğinde gelişim göstermiştir. Bunların yanı sıra 16-18. yüzyıllarda yaygınlaşan Tasavvufi akımlar da Müslümanlar açısından önemli bir motivasyon kaynağı olarak öne çıkmıştır (Şangarayev, 2020, ss. 47-48).
18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Kazan ve Orenburg bölgelerinde dinî eğitim veren medrese ve kurumların da sayısında ciddi bir artış gözlemlenmiştir. Bu kurumlar özel statü taşımış, kendilerine devlet tarafından her hangi bir maddi destek sağlanmamıştır. Bu medreselerde eğitim ücretsiz olarak mollalar tarafından veriliyor, bunların da çoğu dinî eğitimlerini Buhara’da tamamlayarak memleketlerine dönüş yapmış din adamlarından oluşuyordu. Din eğitimi veren medreselerin inşası çoğunlukla zengin Tatarların maddi desteğiyle sağlanıyordu. Bunun yanı sıra binlerce dinî içerikli kitap ve Kur’an basılmış ve bu eserler düşük fiyatlarla kitlelere dağıtılmıştır (Nisiyama, 2003, s. 204). Böylece dinî eğitim alanındaki söz konusu canlanma Çar Rusyası’nın ilerleyen yıllarında daha da geliştirilecek, dönemin dinî önder ve entelektüelleri tarafından oluşturulan dinî ve ideolojik kurumlar Müslümanları işgalci yönetime karşı daha dirayetli ve bilinçli kılacak ve onların hızlı bir şekilde örgütlenmelerini sağlayacaktır.
Geçiş Sürecinde Müslümanların İdeolojik Düşünce Biçimleri
Dinî çağdaş düzenin gereksinimleri çerçevesinde ele alan ve siyasi kültür oluşturma deneyimlerini bu yönde geliştiren din adamları ve entelektüel kesimin yönlendirmeleri sonucu oluşan örgütlenme ve cemaatleşme süreçlerinde Müslüman topluluklar Sovyetlerin kuruluş yıllarına giden kısa bir süreçte (1900-1917) aktif bir siyasi ve entelektüel hayat tarzına sahip olmuşlardır. Bilhassa özerk yapı oluşturma hususundaki düşüncelerini dönemin de oluşturduğu elverişli ortamdan kaynaklanarak özgür bir şekilde dile getirmişlerdir. Örneğin Kazan ve Kuzey Kafkasya’nın siyasi önderleri iç savaş ve devrimden faydalanarak ilkel bir biçimde olsa da hükûmet tarzında birtakım yapılar oluşturabilmişlerdir (Bennigsen, 2009, s. 9-10).
Bu bağlamda geçiş sürecinde Kuzey Kafkasya’da İslam muhafazakâr yönüyle halkların yaşam tarzında yerini korumuş ve onların ortak kimliklerini oluşturmuştur. Burada din adamları dışında halkı yönetecek veya yönlendirecek hiçbir yerli oluşum veya hareket olmamıştır. Tüm örgütlenmeler din temelli muhafazakâr nitelik taşımış ve tüm çağdaş düşünce ve öğretilere kapalı olmuştur. Ruslara yönelik direniş de muhafazakâr ve geleneksel değerlerin korunmasına yönelik seyretmiştir. Bu doğrultuda Çar yönetimi de açık baskıcı politikalardan uzak durarak, bölgeyi daha temkinli yaklaşımlarla yönetmeye çalışmıştır (Benningsen ve Quelquejay, 1981, s. 15).
Rusya iç savaş yıllarında özellikle Kuzey Kafkasya’nın Müslüman halkına yönelik “sakinleştirme politikası” uygulamış, bölge valisini değiştirerek uzlaşı kapsamında yeni arayışlar içinde bulunmuştur. Bu bağlamda yeni atanan Vali Vorontsov-Dashkov aracılığıyla siyasi istikrar sağlanılmaya çalışılmıştır. Onun politik değerlendirmeleri sonucu 1906 yılında Kuzey Kafkasya Müslümanlarının bağımsız ruhani idaresinin oluşturulması için Kuban ve Terek bölgelerinin din adamlarından oluşan temsilcilerinin toplantısı gerçekleştirilmiştir. 1913 yılında ise Dağıstan’da vali tarafından atanan Rus memurları ve bölgenin yerel temsilcilerinden oluşan “Arabuluculuk Kurumu” tesis edilmiştir (Hklınina vd., 2012, ss. 69-70). Böylece bölge sorunlarının çözümünde yerli halkı temsil eden bir heyetin de katılımıyla karşılıklı iş birliği çerçevesinde anlaşma yolları aranmıştır. Dolayısıyla Müslümanların İslami çerçevede örgütlenmesi ve hak arayışları Rus yönetimini onlarla aynı masaya oturtmaya zorlamıştır.
Rusları Kuzey Kafkasyalılarla anlaşmaya sevk eden nedenlerde biri de bölgede ulemanın etkin bir kimliğinin varlığı olmuştur. Toplumsal yönlendirmelerde ulema önderliğinde “Müritler Tarikatı” hareketi Çar yönetiminin baskılarını azaltmanın yanı sıra yönetsel anlamda da onun işini hayli güçlendirmiştir. Ruslar bu bölgede daha ılımlı ve liberal düşünce tarzına sahip olan “Milli Hareket” üyelerini desteklemeye çalışsalar da söz konusu örgüt tabandan yeteri düzeyde destek alamamış ve Müslümanların rağbetini kazanamamıştır (Benningsen ve Quelquejay, 1981, s. 86). Böylece Bolşevik Devrimi’ne kadarki süreçte Rus yönetimi bu bölgeyi yönetmekte güçlük çekmiş, çeşitli stratejiler doğrultusunda onlarla buluşma yolları aramıştır.
Bu bağlamda siyasi ayaklanmaları ve örgütlenmeleri körükleyen gelişmelerde düşünsel gelişim ve değişim sürecide önemli olmuştur. Müslümanların sadece dinî değil aynı zamanda etnik birliğinin de ön plana çıkarılarak siyasi örgütlenmelerinin sağlanmasına yönelik atılan adımlar ve ortaya konulan düşünsel yaklaşımlar olmuştur (Roy, 2009 ss. 71-72). Siyasi faaliyetlerin temeline Türklük anlayışı da oturtularak bir taraftan tüm Rusya Müslümanlarının makro düzeyde birleştirilmesine, diğer taraftan da ulus inşası bağlamında mikro çerçevede yeni bir kimlik belirlenmeye çalışılmıştır. Bu gelişmeler aynı zamanda milli ideolojileri ortaya çıkarma çabası olarak da değerlendirilebilir.
Kuzey Kafkasya halklarının aksine Güney Kafkasya (Zakafkasya) bölgesinde yerleşen Azerbaycan’da iki siyasal ve düşünsel akım hâkim oluşmuştur: Bunlardan birincisi makro çerçevede İslamlaşmak, Türkleşmek, Modernleşmek ve nihayet ulus sınırları içinde Milli Azerbaycanlı kimliğini öngören Doğu kültürünün benimsenmesi olmuştur. İkincisi ise Batı kültürünü ön plana çıkaran Rus-Avrupa-Batı endeksinde millileşen daha sonraları ise Bolşevizm, Sosyalizm özelinde temellendirilen Sovyet Azerbaycanlısı yaklaşımı entelektüel kesimi böylece iki kola ayırmıştır (Alekberov, 2014, ss. 34-37). Bununla birlikte her iki düşünsel akımı aynı paydada buluşturan modernleşme ve millileşme olmuştur.
Bu çerçevede Hasan Bey Zardabi (1842-1907) tarafından temeli atılmış Türkçülük anlayışı yalnızca din bağlamında İran’la olan bağlılık ve yakınlık sınırlarını aşarak Osmanlı, İran, Rusya ve Çin’de yaşayan Müslüman Türklerin birliğini ifade etmiştir. O, Türklük yaklaşımın yanı sıra çağdaşlaşma yolunda eğitimin ön plana çıkarılması gerektiğine dair düşüncelerini de Ekinci gazetesi aracılığıyla okurlarıyla paylaşmıştır (Nesibli, 2017).
Onun bu ideolojik çizgisi daha sonralar başarılı bir şekilde Ali Bey Hüseynzade, Memmed Emin Resulzade, Ahmet Ağaoğlu gibi önderler tarafından da geliştirilmiştir. Onlar Türk-İslam birliğini savunmanın yanı sıra modernleşmeyi de gelişmenin çığır açan önemli bir etkeni olarak görmüşlerdir. Buna karşın M. A. Şahtahtlı, N. Nerimanov C. Memmedkuluzade gibi entelektüeller Avrupalaşmayı öngörseler de daha çok Batılı değerlerin milli unsurlarla örtüştürülmesini savunmuşlardı (Alekberov, 2014, s. 36-37). Dolayısıyla aslında geliştirilen tüm teoriler ilk başlarda bir ulus inşasına hizmet etmiştir.
Bu bağlamda Resulzade 1903 yılında ilk siyasi “Müslüman Gençlik Örgütü”nü, 1904’te Müslüman Sosyal Demokrat olan “Himmet”i oluşturmuştur. Bunun yanı sıra Şarki Rus, İrşat, Tekâmül ve Terakki gazetelerinde çok sayıdaki yazılarıyla dinî, etnik ve siyasi temelde bir kimlik inşasına çalışmıştır. O, bir taraftan bu değerler etrafında halkın örgütlenmesine önem verirken diğer taraftan da eğitimin milli diriliş açısından ne denli önem arz ettiğini her fırsatta dile getirmiş ve paylaşmıştır (Yagublu, 2018, s. 11-12).
Önce İran’da, daha sonra da Türkiye’de siyasi çalışmalarına devam eden Resulzade, 1911 yılında İstanbul’da faaliyete başlayan “Türk Yurdu” oluşumu ve onun aynı adla yayınlanan Türk Yurdu dergisindeki faaliyetleri, Türkçülük olgusunun yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Müslümanların siyasi ve kültürel hayatlarında önemli bir rol oynayacak Azerbaycanlı aydınlar, Türk dünyasının çıkarlarının korunmasında, halkların etnik temelde birbirine yakınlaşmasında, karşılıklı iş birliği ve yardımlaşma geleneğinin oluşturulmasında önemli çaba sarf etmişlerdir (Yagublu, 2015, s. 66). Dolayısıyla İslam-Türk birliği ekseninde ilerleyen ve Müslüman halkları aynı çatı altında birleştiren siyasi bir çizgi izlenmiştir.
Dinî ve kültürel değerlerin yanı sıra Türkçülük anlayışı üzerine ulusal birliği oluşturan Müsavat Partisi lideri Memmed Emin Resulzade önderliğinde 1918 yılında ülkenin bağımsızlığı ilan edilmiştir (Abutalıbov, 2011, s. 8-11). Osmanlı’nın da askerî ve siyasi desteğini alan Azerbaycan halkı, Doğu’nun ilk Müslüman bağımsız devletini kurmuştur (Yagublu, 2015, s. 57).
Böylece Türkçülük, İslamlaşma ve Çağdaşlaşma ekseninde ilerleyen bağımsızlık mücadelesi milli bir nitelik taşımıştır. Din de etnik kimlik de ulusal sınırları çizen değerler olarak kabul edilmeye başlanmıştır (Yagublu, 2018, ss. 13-17). Bu değerler bir taraftan ulusal sınırları aşan ve tüm Rusya Müslümanlarını, hatta Osmanlı’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsarken, diğer taraftan da bağımsız Müslüman devletlerin sınırlarının belirlenmesinde önemli rol oynayan unsurlar olarak siyasilerin ideolojik düşüncelerinin temelini oluşturmuştur.
Bu bağlamda 19. yüzyılın ortalarında başlayan modernleşme temelinde İslam-Türk birliğini geliştiren eğitsel ve düşünsel nitelikli diğer bir akım da Kazan ve diğer Tatar şehirlerinde baş gösteren dinî reform hareketleri olmuştur. Bu hareketlerin ana gayesi gelenekselci ve muhafazakâr İslam anlayışı çerçevesinin genişletilerek modern düzene ayak uyduracak, liberal ve entelektüel düzeyde sorunların tartışılması ve çözüm yollarının aranması olmuştur. Bu hareketlerin önderleri arasında Tatar ruhanileri Şihabeddin Mercani (1818-1889), Abdul Kayum Nasıri (1825-1902), Musa Carullah Bigi (1857-1949) ve başka diğerleri olmuştur (Bennigsen, 2009, s. 6).
Bu hareketin en önemli önderlerinden birisi de eğitimci ve yazar İsmail Gaspıralı (1851-1914) olmuştur. Özellikle Kazan ve Kırım topraklarında Ruslar tarafından gerçekleştirilen politikalar bir kimliğin tümüyle yok oluşunu hedefleyen nitelikte olmuştur. Öyle ki bu topraklarda yerli halk Çar yönetiminin etnik temizleme stratejileri sonucu azınlık bir konuma düşürülmüştür. Bunun yanı sıra asimilasyon politikaları dinî değerler üzerine kurulmuş kültürel mirası da hedef almış, hatta Kırım’ın ismi Yunan kökenli bir sözcük olan Tavrida olarak değiştirilmiştir. Bu tehdide karşın tüm İdil (Volga) boyunca Müslümanların İslam ve Türk sentezi çerçevesinde birlik oluşturmasında Gaspıralı önemli çalışmalara imza atmıştır (Devlet, 2011, ss. 404-405).
O, gelenekselci din anlayışının gerçek İslam öğretilerinin ve yaşam tarzının önünü kapattığı düşüncesinden hareketle eğitimin önemine vurgu yapmış, Müslümanların bu hususta aydınlanmasıyla ilgili çaba sarf etmiştir. Onun inisiyatifiyle okul ve medreseler faaliyete geçmiş, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla Müslümanların bilinçli bir şekilde örgütlenmesini sağlayacak düşünceler ortaya konulmuştur. Özellikle o, Türklük ve Türkçe üzerine dikkatleri çekerek mezhepsel farklılıklar temelinde ortaya çıkan bölünmelerin Müslümanlar açısından ciddi sorunlara yol açacağına vurgu yapmıştır (Yücebaş, 2020, ss. 395-404).
Onun bu üstün faaliyetleri doğrultusunda Ufa, Kazan, Orenburg, Troitsk, Bahçesaray ve Bakü’de “ceditçilik” okulları faaliyete başlamıştır (Bennigsen, 2009, ss. 6-7). Hatta Bakü ceditçiliğin merkezlerinden birine dönüşmüştür. Ceditçilik öğretileri doğrultusunda faaliyet gösteren okullar Azerbaycan’ın hayırsever zengin işadamı, petrol milyoneri olan Hacı Zeynelabidin Tağıyev (1823-1924) tarafından maddi bağlamda finanse edilmiştir. Tağıyev, Müslüman öğrencilere burs bağlamış, okullar yaptırmış ve gazeteleri finanse etmiştir. Onun yanı sıra dönemin petrol zenginlerinden olan Murtuza Muhktarov (1855-1920) tarafından yeni okullar ve medreseler inşa edilmiştir. Dolayısıyla bu dönemin zengin iş adamlarının neredeyse tamamı söz konusu gelişimin önünü açacak tüm eğitim öğretim alanlarının gelişimine katkı sağlamış, yanı sıra yurt dışında eğitim almak isteyen gençleri de maddi olarak desteklemişlerdir (Mukhetdinov, 2019, s. 177).
Azerbaycan’la kıyaslandığında Kazan ve Kırım Tatarları ise Türkçülük akımını etnik ve dil temelinde geliştirerek, Rus yönetimi altında kendilerine bir kimlik ve statü belirlemeye çalışmışlardır. Ceditçilik okulları çerçevesinde başlatılan reform hareketi de bu anlayışa hizmet etmiştir. Azerbaycan’dan farklı olarak onların Rus yönetimine yönelik ciddi bir bağımsızlık iddiaları olmamıştır. Bu durumu Gaspıralı kendi yazılarında da dile getirerek kabullendiğini belirtmiştir (Roy, 2009, s. 71). O, seminer ve yazılarında bu doğrultudaki düşüncelerini şu şekilde savunmuştur: “Rus kültürü Müslümanlara Batı kültüründen daha yakındır”. O, bu yöndeki düşüncelerini siyasal çerçevede de değerlendirmiş aslında Batı’nın Müslümanlar açısından daha büyük bir tehdit oluşturabileceğine işaret ederek “Doğu’nun Batı’dan hayır bekleyeceği hiçbir şey yoktur” şeklinde temellendirmiştir (Landa, 2003, s. 25). Dolayısıyla Gaspıralı, Rusya’yı Doğu oryantasyonu çerçevesinde değerlendirerek, birlikte yaşamanın, kazanılan makul imtiyaz, kanun ve statü çerçevesinde gerçekleşebileceğini ileri sürmüştür.
Geçiş sürecinde Orta Asya’daki durum ise diğer Müslüman bölgelere nazaran daha farklı bir nitelik taşımıştır. Burada bir taraftan muhafazakâr/gelenekselci, diğer taraftan ise reformcu çabaların seyir ettiği bir süreç yaşanmıştır (Benningsen ve Guelquejay, 1981, ss. 84-85). Gelenekselci yaklaşımlar dinî korumanın yanı sıra Çar yönetimine karşı ciddi bir direnişi temsil etmiş olsa da, Müslümanları tek çatı altında birleştirmeye yeterli olmamıştır. Zira farklı tarikat ve cemaatler şeklinde gerçekleşen direniş, Ruslar tarafından kolayca bastırılmıştır. Reformcu yaklaşımlar ise Tatarlar tarafından bu topraklara getirilen ceditçilik hareketi olmuştur. Her iki yaklaşım arasında ciddi farkın oluşu, Rusların işlerini kolaylaştırmıştır. Bu süreçte Rus yönetimi politik gereksinimleri doğrultusunda dolaylı veya gizli yollarla kimi zaman reformcuları kimi zaman da gelenekselcileri destekleyerek, onların birleşmesini stratejik hamlelerle önlemiştir (Roy, 2009, s. 67-68).
Tüm bu verilerden hareketle Bolşevik Devrimi öncesi yani yeni sisteme geçiş sürecinde Müslüman halklar millet ve ümmet kavramları arasında bir ayrıma giderek yeni bir örgütlenme arayışı içinde bulunmuşlardır. Bu yaklaşımlar modernleşme ve gelenekselcilik olarak iki kola ayrılmıştır. Birinciler modernleşme çerçevesinde liberal görüşü savunan ve etnik temelde bir kimlik belirleme çabası içerisinde Türklük kavramını ön plana çıkarmaya çalışırken, ikinciler de muhafazakâr bakış açısına sahip ve din ekseninde geleneksel değerleri koruyan ve ümmet anlayışı etrafında birlik oluşturma stratejisini sürdürerek Ruslara karşı bir hareketlilik içinde bulunmuşlardır.
Bu bağlamda Kuzey Kafkasya ve Orta Aysa halkları genel olarak reformist yaklaşımlardan uzak, din önderleri etrafında örgütlenerek Çar yönetimine karşı mücadele yolunu devam ettirmişlerdir. Buna karşın Güney Kafkasya bölgesinde bulunan Azerbaycan, yanı sıra asıl merkezi Kırım ve Kazan olan İdil sahili halklar ise İslami değerlerin çağın gereksinimlerine cevap veren yeni ideolojik bakış açıları ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu ideolojik yaklaşımlar halkın eğitim düzeyinin yükseltilmesine, siyasi kültürünün oluşturulmasına aynı zamanda idari katılımın sağlanılmasına hizmet etmiştir.
Reformist hareket de siyasal bağlamda halklara göre farklılık arz etmiştir. Örneğin Kırım, Kazan Tatarlarının ceditçilik okulları kapsamında başlattıkları hareket eğitim kapsamında dil ve etnik kimliklerin ön plana çıkarılmasını hedeflerken, bunu Rus siyasal sistemi çerçevesinde gerçekleştirmeyi öngören bakış açısı sergilemişlerdir. Yeni sistem içinde bir statü, bir konum kazanmaya çalışmışlardır. Bu yaklaşım bir ulus olarak yeni sistem tarafından kabulleniş, muhataplık ve dolayısıyla da siyasal temsil talepleri içermiştir.
Azerbaycan’da ise dinî ve modernist hareket ulusal sınırları net bir şekilde çizebilmiştir. Dil, din ve etnik temelde bir millet kavramı ve buna dayanan toplumsal bir aidiyet duygusu oluşturulmuştur. Etnik kimliğin ön plana çıkarılması Şii ve Sünni gibi mezhepsel ayrımcılıkların da önüne geçmiş, Türklük, İslam’dan sonra toplumsal kesimleri aynı çatı altında birleştiren yeni ve önemli bir değer olmuştur. Bu bağlamda ideolojik çalışmaların daha geniş kapsamda gerçekleştirildiği Azerbaycan bağımsızlığını ancak ilan edebilmiştir. Böylelikle kimlik belirleyici unsurlar arasında yer alan dil, din ve etnik etkenler ilerleyen dönemlerde Sovyetlerin de mücadele ederek silmeye çalışacakları değerler olacaktır.
Komünist Sisteme Geçişte Müslümanlar
Müslümanların kimliklerini korumaya yönelik oluşturdukları ideolojik örgütlenmeler onların siyasi hayata katılımını da hareketlendirmiştir. Özellikle Bolşevik hareketin öncülleri devrim yolunda Müslümanların siyasi ve dinî taleplerini hoşgörüyle karşılamış, ilk başlarda sorunun dinsel ve etnik farklılıklar olmadığını savunarak “Halklara kendi kaderlerini belirleme” çerçevesinde siyasi vaatlerde bulunmuşlardır. Bu yaklaşım çerçevesinde Bolşevikler saflarını genişletmeyi yanı sıra yüzyıllarca dinî kimliklerinden dolayı Çar rejimi tarafından zulme maruz kalan Müslümanların desteğini kazanmayı hedeflemişlerdir.
Bolşevik Devrimi ve Sosyalist rejimin kuruluşuyla birlikte söz konusu politik strateji radikal bir değişime uğrayacak, Çarlık dönemi’nde bütünleşme önünde engel olarak görülen din, yeni sistemde tümüyle yok sayılmaya çalışılacaktır. Komünist sistemde ateist bakış açısı çerçevesinde dinsiz bir toplum inşası hedeflenecektir. “Sovyet vatandaşı” özelinde homojen toplum yapısına bir “tehdit” olarak algılanan din, topyekun bir şekilde yok edilmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla Çar yönetiminde Ruslaştırma politikası özelinde öngörülen Hristiyanlaştırma stratejisinde tecrübe edilen “dinî gerçeklik”, Komünist sistemde baskı, takip, güç, ateizm ve bilimsel öğreti gibi çeşitli yöntemlerle karşı karşıya kalacaktır.
Müslümanların Siyasi Katılım Girişimleri
1905 yılında Çar yönetimine yönelik gerçekleşen başkaldırı, ülkede süregelen siyasi ve ekonomik sorunların yanı sıra Rus olmayanlara yönelik devam eden kısıtlama ve baskılar devrim öncesi halkların ayaklanmasına sebep olmuştur. Bu süreçten faydalanan Bolşevikler Çar rejimine karşı saflarını genişletmeye çalışıyorlardı. Böyle bir dönemde Çar II Nikolay tarafından 17 Nisan 1905 yılında “Dinî Hoşgörü Beyannamesi” çıkarılarak, tüm dinlere Ortodokslukla eşit haklar tanınmıştır (Minçenko, 2005, s. 192). Bu beyanname Müslümanları yalnızca dinî değil, aynı zamanda siyasi hareketlenme açısından da cesaretlendirmiştir.
1905-1907 yılları siyasi katılım ve temsil bağlamında Müslümanların hareketli sürecini kapsamıştır. Rusya’nın farklı bölgelerinde yaygınlaşan Ceditçilik okul liderleri kendi aralarında koordinasyon sağlayarak ortak siyasi girişimlerde bulunmuşlardır (Mukhetdinov, 2019, s. 80). Modern ve gelenekselci olarak ikiye ayrılan Müslümanlar arasında milli değerler baskın bir şekilde ön plana çıkarılmıştır. Müslüman aydınlar delegeler şeklinde Rus yönetiminden siyasi taleplerde bulunmuşlardır (Bozkurt, 2008, s. 120).
İlk adım Kazan’dan Abdürreşid İbrahim tarafından gelmiş, onun girişimleri sonucu reformist aydınlar olan İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Azerbaycan’dan Ali Merdan Bey Topçubaşov ve Seyit Geray Alkin’in katılımıyla Ağustos 1905 yılında Nijni-Novgorod’da Müslümanların ilk kongresi gerçekleştirilmiştir. İlk kongre Türk aydınlar için yeterli düzeyde verimli olmasa da “İttifak’-ı Müslimin” birliğini oluşturarak ikinci kongreye teşkilatlanmış bir şekilde katılmayı amaçlamışlardır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, ss. 48-49). Zira katılımcı aydınlar farklı ideolojik ilkeleri paylaşan, Pan-Türk ve Pan-Rus yaklaşımlarına sahip heyetten oluşmuş, söz konusu yeni oluşum ise onları Müslüman kimliği altında birleştirmiştir.
Oluşturulan İttifak’-ı Müslimin gelenekselci ve Ceditçi oluşumları birbirine yakınlaştırmış ve 13 Ocak 1906 yılında Rus yönetiminden gizli bir şekilde Kafkas, Volga (İdil) bölgesi, Kırım ve Orta Asya’yı temsil eden 100 delegenin katılımıyla ikinci Müslüman kongresi Azerbaycanlı A. Topçubaşov başkanlığında gerçekleştirilmiştir. Kongrede Rus parlamentosu olan Duma seçimlerine katılım kararı alınmış ve söz konusu oluşum siyasi partiye dönüştürülmeye çalışılmıştır (Mukhetdinov, 2019, s. 182).
Müslümanların üçüncü kongresi ise devlet tarafından resmî bir şekilde tanınmış, bu toplantıda siyasi seçime katılım stratejisi ve yöntemleri üzerine görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu kongrede Rus siyasi partisi olan Kadet tarafından Duma seçimlerine katılım kararı alınmıştır. Zira İttifak’-ı Müslimin Rus yönetimi tarafından resmî olarak tanınmamıştır. Hatta öyle ki söz konusu kongreden sonra devlet, Müslümanlara yönelik istişare toplantılarını onların gıyabında gerçekleştirmiş ve katılımlarını engellemiştir. Buna rağmen Müslümanlar 1914 yılında dördüncü kongreyi de gerçekleştirmişlerdir. Kongrede din ve eğitim meseleleri gündem olarak tartışılsa da Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının belirginleştiği gözlemlenmeye başlanmıştır (Bayhan ve Poyraz, 2019, ss. 68-69).
Tüm bu zorluklara rağmen 1907-1917 yılları arasında dört defa gerçekleştirilen Duma seçimlerinde parlamentoya girmeyi başaran ve aralarında dinî temsilcilerinde bulunduğu Müslüman milletvekilleri kendi aralarında fraksiyonlar oluşturarak siyasi etkinliklerini ve birliklerini korumaya çalışmışlardır (Zhitenev, 2010, s. 39).
Ancak bu siyasi süreç Müslümanlar açısından oldukça zor bir dönemeç olarak tarihin kayıtlarına geçmiştir. Şöyle ki Rus yönetimi Müslümanların dinî eğitim ve yaşantıları üzerindeki baskıcı politikalarından hiç vazgeçememiştir. II. Duma seçimlerinde 36 milletvekili koltuğu kazanan Müslümanların sayısı III. Duma seçimlerinde 11’e, IV. Duma’da ise 6’ya düşürülmüştür. Yanı sıra dinî eğitim veren okulların kapatılmasına, İslam öğretilerini içeren kitapların basılmasının engellenmesine yönelik kararlar da alınmıştır (Mukhetdinov, 2019, ss. 183-184).
Böyle bir durumda Duma’ya seçilen milletvekillerinin bir kısmı Türkiye’ye giderek siyasi faaliyetlerine orda devam etmek durumunda kalmışlardır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 50). Böylece Müslüman aydınlar Çar yönetiminden umutlarını kesmiş, onların bir kısmı Bolşeviklerin siyasi desteğiyle çözüm yolları ararken, diğerleri de tüm umutlarını dinî ve milli bağlamlarda yakınlıkları olan Osmanlıya yöneltmişlerdir.
Rusya Müslümanları açısından Osmanlı en önemli ve güvenilir bir liman olmuştur. Bu dönemde Osmanlı’da oluşan “Genç Türkler” hareketi de milli nitelik taşımış ve Rusya Müslüman aydınlarının bir kısmı Türkiye’ye giderek bu oluşuma katılmış ve siyasi faaliyetlerini yurt dışından devam ettirmişlerdi (Mukhetdinov, 2019, s. 185). Ancak Osmanlıda “Jön Türkler” olarak da bilinen bu oluşum sadece milliyetçi bir ideolojiyi içermiş olsa da, onlarla aynı saflarda yer alan ve mücadele eden Rusya Müslüman aydınlar ise Türkçülük anlayışını etnik bir kavramla sınırlandırmamış, İslami kimliği de ön plana çıkararak Çarlık’a karşı siyasi faaliyetlerini sürdürmüşlerdir (Roy, 2009, s. 73).
Özellikle Müslüman Türkler Rus esaretinden kurtuluşu çoğunlukla Osmanlı’nın I. Dünya savaşındaki zaferine bağlamışlardır. Rusya’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki yenilgileri Müslümanlar arasında bağımsızlık veya özerklik umutlarını da arttırmıştır. Özellikle Orta Asya’da Rus saflarında asker olarak savaşmak istemeyen Orta Asya Türkleri tepkilerini ortaya koymuş ve Müslüman tarihinin çok önemli hareketi olan “Basmacı” isyanına katılmışlardır (Hayit, 1997, s. 9). Çar güçleri tarafından isyanın acımasız bir şekilde bastırılmasına rağmen bu hareket 1941 yılına kadar sürmüş ve tüm Rusya Müslümanlarının mücadele sembolüne dönüşmeyi başarmıştır. Emperyalist güçlere karşı mücadeleyi sürdürmek isteyen Müslümanlar dağlara çekilerek Rus güçlerine karşı silahlı mücadeleye devam etmişlerdir (Mukhetdinov, 2019, s. 186).
Tüm bu söylenenlerden hareketle, Rusya Müslümanları dinlerini, dinî yaşam biçimlerini ve kimliklerini korumak için farklı ideoloji ve stratejiler etrafında örgütlenseler de hep ortak paydada birlik olabilmişlerdir. Öyle ki amaç da, düşman da ortak olmuştur. Emperyalist güçlere karşı verdikleri mücadele yolunda fikir ayrılıkları değişen siyasi durum ve süreçlere göre şekillenmeye tabi tutulmuş olsa da bu onlar arasında radikal bir ayrıma işaret etmemiştir. Siyasi değişkenlikler onları çözümü içeride veya dışarıda, uzlaşı veya mücadelede, yenilik veya gelenekselcilikte aramaya itmiştir. Ne yazık ki tüm bu arayış çabaları Müslümanları sömürge esaretinden kurtarmaya yeterli olamayacak ve Sosyalizmin kuruluşuyla birlikte Müslümanlar kendilerini daha zor ve katı bir mücadelenin içinde bulacaklardır.
Ekim Devrimi ve Müslüman Halklar
1917 Ekim Devrimi öncesi politik vaat ve parti programlarıyla Müslümanlar arasında rağbet toplamayı başaran Bolşevikler, kurdukları geçici hükûmet döneminde emperyalist yönetimden farklı siyaset izlemiş, her türlü etnik, dinî ve kültürel ayrımcılıkları reddederek, oluşabilecek olası ayaklanmaları bertaraf etmenin yanı sıra halkların desteklerini de kazanmayı amaçlamışlardır. Bu bağlamda Bolşeviklerin devrimi izleyen aylarda çıkardığı iki önemli karar bu politik yaklaşımı geçici de olsa ispatlamıştır.
Bu yaklaşım doğrultusunda Bolşevik yönetimi 2 Kasım’da eşitlik ve egemenliğe vurgu yapan “Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi”ni yayımlayarak onlara kendi kaderlerini belirleme hakkı tanımıştır. 3 Aralık tarihinde ise kurulan geçici hükümet “Rusya ve Doğu’nun tüm emekçi Müslümanlarına” çağrıda bulunarak, Volga, Kırım, Sibirya, Orta Asya ve Kafkas halklarının inanç, gelenek, milli ve kültürel değerlerini temsil eden kurumların dokunulmazlığını ilan etmiştir (Mukhetdinov, 2019, s. 193). Bu yaklaşım hem gelenekselci hem de liberal Müslümanları Sovyet yönetimiyle yakınlığa teşvik edecek nitelik taşımıştır. Hatta öyle ki şeriat taraftarları bile söylemlerinde “Sovyet ve Şeriat” kavramlarını yan yana getirecek sloganlar eşliğinde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir (Zhitenev, 2010, s. 39).
Bu süreçte Bolşevikler Müslüman halklara yönelik ılımlaştırılmış politika izlemiş olsalar da onlara herhangi bir özerklik veya bağımsızlık hakkı tanıma durumu söz konusu olmamıştır (Hayit, 1978, ss. 22-23). Aksine Müslüman aydınlar içinden kendilerine yakın ve onlarla iş birliğine hazır olacak birileri aracılığıyla Müslümanları yeni sisteme entegre etmeye çalışmışlardı. Bu bağlamda Bolşevikler ilk başlarda Müslümanlara çağrıda bulunarak İhtilali desteklemelerini sağlamaya çalışmışlardır: “Vakit kaybetmeyin! Asırlık işgalcileri topraklarınızdan atın! Ülkenizin efendisi kendinîz olun! Hayatınızı kendinîze göre düzenleyin! Sizin buna hakkınız vardır, çünkü kaderiniz kendi ellerinizdedir!” (Zakharov, 2020, ss. 28-29).
Bu çağrılar Müslümanlar arasında da yankı uyandırmıştır. Hatta öyle ki “Veysi Tarikatı” Bolşeviklerle aynı saflarda mücadele ediyor ve böylece cihat ettiklerine inanıyorlardı. Lakin Bolşeviklerin Müslümanlara yönelik tanıdıkları imtiyazlar yüzeysel nitelik taşımıştır. Şöyle ki 1917 yılında Kazan’da kurulan “Kazan Halk Komiserler Konseyi”ne Tatar olarak sadece Sultan Galiyev seçilmiştir. Buna karşın 19 Aralık 1918’de kurulan ve Molla Nur Vahidov tarafından başkanlığı üstelenen “Müslüman İşleri Merkez Komitesi” de Müslümanların Bolşevikleştirilmesi için Stalin tarafından ihdas edilmiş olsa da yöneticileri milliyetçi düşünceye sahip olmuşlardı (Benningsen ve Quelquejay, 1981, ss. 99-100).
23 Ocak 1918 yılında ise Halk Komiserler Konseyi “Kilisenin devletten ve okulun kiliseden ayrılmasına ilişkin” kararname çıkarmış ve devletin laikliğini ilan etmiştir. Bu kararname kapsamında Sovyet Rusya topraklarında tüm dinî kuruluşlar özel statüye tabi tutulmuş, okullar laik olarak belirlenirken, devletin tüm resmî belgelerinde herhangi bir dinî ibareye yer verilmesi de yasaklanmıştır (Mukhetdinov, 2019, s. 196). Müslüman halklara verilen vaatler yerini bulmadan böylece rafa kaldırılmıştır.
Daha Ekim Devrimi’nden önce Kuzey Kafkasya bölgesinde Sufi şeyhlerinin önderliğinde milli ve dinî hareket başlatılmış, bağımsız Kuzey Kafkasya Cumhuriyetinin kurulması için mücadele verilmiştir. Hareket “tek ve bölünmez” Rusya düşüncesini savunan “Beyaz” oluşumuna karşı savaşmış, daha sonra halkların haklarını “savunan” Bolşeviklerle yakınlaşsa da Sovyetlerin kurulmasıyla birlikte bu hareket dağıtılmış ve 1921 yılında Sovyet Dağlık Cumhuriyeti kurulmuştur. Hareket yatırılmış olsa da 1924 yılına kadar bölgede Müslüman ruhanilerinin konumuna ve şeriat mahkemelerine dokunulmamıştır (Zhitenev, 2010, s. 39).
1918 yılında bağımsızlığını ilan etmeye muvaffak olan Azerbaycan’da da siyasi ve ideolojik durum Bolşevik hareketinin etkisiyle parçalı nitelik taşımıştır. Bağımsızlığın korumasında Müslümanların bir kısmı Bolşeviklerle yakın ilişkiler kurmaya çalışırken, diğer bir kısmı ise umudunu Osmanlı’nın dünya savaşındaki zaferine bağlamıştır. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ve Mondros Mütarekesi sonucu Türk askerleri Azerbaycan’ı terk etmek durumda kalmış ve böylelikle durum Bolşeviklerin lehine değişmiştir. 27-28 Nisan 1920 senesinde Azerbaycan’daki Komünistlerle de iş birliği sonucu Rus XI. Kızıl Ordusu Bakü’ye girerek devlet kurumlarını ele geçirmiştir (Hayit, 1971, s. 9-12).
Bu süreçte iç politik gelişmeler içinde yer alan ve Tatar-Başkır Devleti kurma yolunda çaba gösteren Sultan Galiyev de 1917 yılında Komünist Partiye üye olarak siyasi etkinliğini Müslümanların çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmıştır. Dil, kültür ve etnik etkenleri ön plana çıkararak ilerlemeye çalışan Galiyev, Müslümanların kendi kurdukları Komünist Partisi altında örgütlenmelerine çalışmıştır (Roy, 2009, s. 80-81). Aynı zamanda “Müslüman Askerî Heyeti” başkanı olarak da Galiyev, Müslümanların askerî olarak örgütlenmesini “Kızıl Sosyalist Müslüman Ordusu” altında sağlamaya, ilerleyen süreçlerde ise tamamen Rus esaretinden kurtulmayı amaçlamıştır. Fakat bu stratejik yaklaşım da hedefe ulaşmadan Bolşevikler tarafından engellenmiş, Müslüman askerî birlikler Rusya’nın dört bir tarafındaki Kızıl Ordunun aralarına dağıtılmıştır (Benningsen ve Quelquejay, 1981, ss. 108-109).
Volga boyu topraklarda bağımsız bir devlet kurma hayali böylece XI. Kızıl Ordu’nun baskınıyla ortadan kaldırılmış, kademeli olarak bölgeye yönelik uygulanan yönetsel mekanizmalar değişkenlik gösterse de 1924-1925 yıllarında söz konusu topraklar bütünüyle Komünist işgali altına girmiştir (Hayit, 1971, s. 32). Galiyev gibi önderler bağımsız bir devlet kurma isteklerini değişen politik şartlar çerçevesinde geliştirdikleri stratejilerle gerçekleştirmeye çalışsalar da hedeflerine ulaşan ihtilalciler Bolşevikleştirme girişimlerini siyasi uzlaşıyla sınırlı tutmamış, işgallerle sonuçlandırmışlardır.
Benzeri durum Orta Asya bölgesi için de geçerli olmuştur. Rusların elinde bulunan Taşkent’te kurulan yönetim bu topraklarda cereyan eden bağımsızlık girişimlerini kırmakta kararlı olmuştur. Müslümanları temsil eden ve geçici hükûmet olarak kurulan “Türkistan Komitesi” yönetsel bağlamda herhangi bir resmî işleve sahip olmamıştır. Yanı sıra ülkedeki bağımsızlık hareketine önderlik eden reformist ve muhafazakâr kanatlar da ihtilalcılara karşı koymada güçlerini birleştirseler de bu girişimler Bolşevik işgalini önlemede yetersiz olmuştur (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, ss. 84-85).
Bu çerçevede 22 Şubat 1918 yılında Muhtar Kokand Hükûmeti, Rus ve Ermenilerden oluşan Kızıl Ordunun saldırısıyla işgal edilmiş, 10 bine yakın insan öldürülmüş, hükûmet yetkililerinden 50’ye yakın tutuklanma gerçekleştirilmiştir. Bu saldırı “Basmacı” hareketinin başlamasına sebep olmuştur (Hayit, 1995, ss. 249-250). Orta Volga Bölgesi’ne komşu olan Kazakistan’da 1917 yılında “Alaş Orda” lideri Bükeyhan tarafından kurulan “Milli Hükûmet” de Mart 1920’de Bolşeviklerle gerçekleştirilen iç savaş sonrası dağıtılmıştır (Mukhetdinov, 2019, s. 199).
Aynı zamanda bölgede bağımsızlığını koruyan Buhara ve Hive hanlıkları da İhtilalcılarla gerçekleşen mücadele sonucu yenilgiye uğramışlardır. XI. Kızıl Ordu’nun yardımıyla Bolşevikler Nisan 1920 yılında Hive Hanlığı’nın bağımsızlığına son verilmiş, Ekim’de ise Buhara emirliği düşürülmüştür. Kokand’ın işgali sonucu oluşan Basmacı Milli Kurtuluş Hareketi Osmanlı komutanı Enver Paşa tarafından yönetilmiştir. 1922 yılında Enver Paşa’nın savaş sırasında ölümünden sonra, hareket liderliğini üstlenen İbrahim Bey Lokay da 1932 yılında Sovyet güçleri tarafından esir alınarak infaz edilmiştir (Mukhetdinov, 2019, s. 203).
Böylelikle Müslüman halkların bağımsızlık mücadelelerindeki stratejik ve ideolojik yaklaşımlar bölgesel olarak farklı formlarda gerçekleşmiş olsa da onların ortak gayeleri özgür bir şekilde dinî değer, kültür ve kimliklerini koruyarak yaşatmak olmuştur. Bu durum gerek Çarlık, gerekse de Sovyet yönetimini her zaman tedirgin etmiş, uzlaşı ve anlaşma durumlarında bile Müslümanlara yönelik çifte standart uygulanmış ve son olarak da verilen tüm vaatler yerini bulmadığı gibi kanlı eylemlerle bastırılmıştır.
Sovyetlerde Din Olgusu Özelinde Dil, Kültür ve Kimlik Politikaları
30 Aralık 1922 yılında Moskova’da gerçekleştirilen Komünist Parti Kurultayında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen ilan edilmiştir (Hayit, 1971, s. 17). Kurulan Sovyet sisteminin 20’li yıllarının ortalarından başlayarak devlet, İslami yaşam biçimine ve kültürüne karşı doğrudan saldırıya geçmiştir. Zorla ateizm kabul ettirilmeye çalışılmış, Arapça ilk önce Latin, daha sonra ise Kiril alfabesiyle değiştirilmiştir. Arapça yazılan neredeyse tüm kitaplar imha edilmiş, 12 bine yakın cami kapatılmış veya yıkılmıştır. Din adamlarının %90’nı görevlerini icra etmekten men edilmiştir. Stalin’in yönettiği terör yıllarında 30 bin ile 50 bin arasında Müslüman ruhani öldürülmüştür. Neredeyse tüm Müslüman yönetsel ruhani kesim ortadan kaldırılmış ve böylece Müslümanların örgütlenmesi ve kültürlerini yaşatmaları engellenmeye çalışılmıştır (Zhitenev, 2010, s. 39).
Baskıcı politik yaklaşımların yanı sıra 1921-1927 yılları arasında dinî topyekun olarak ortadan kaldırılmaya acele edilmemiş ve Sovyet yönetimi Komünist ideolojiye yakın din adamlarıyla ilerleme stratejisini de uygulamıştır. Buradaki başlıca amaç hem iç hem de dış dinamikleri dengelemek olmuştur. Zira Müslümanlar tarafından oluşan tepkilere karşın devlete yakın olan molla ve müftülerin atanması sağlanmış, gelenekselci İslam anlayışından hareketle din adamlarına yüzeysel dinî bilgilerle Müslüman toplumun dinî taleplerinin karşılanması talimatı verilmiş, derin, bilimsel ve ideolojik ayrıntılı bir İslam öğretileri yasaklanmıştır. Yanı sıra söz konusu din adamları yurt dışında gerçekleşen toplantılarda Sovyet yönetiminin faaliyetlerini doğrulayıcı nitelikte konuşma ve tanıtımlar yapmışlardır (Roy, 2009, s. 90).
Dil ve din politikasının yanı sıra Sovyetler, aslında Çarlık stratejisinin de bir devamı olarak Müslüman topraklarda etnik özelde asimilasyon siyaseti uygulamaya devam etmişlerdir. Özellikle mikro milliyetçiliği ön plana çıkararak Müslüman halkların Türklük anlayışı etrafında birleşmesini önlemeyi hedeflemişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Kafkasya’yı yedi farklı bölgeye ayırarak onlar arasında çizilen yönetsel sınırın yanı sıra bu topraklarda yaşayan Müslüman halkların etnik temelde birleşmesini önlemek amacıyla Kabartay-Balkar ve Karatay-Çerkez olmak üzere farklı mikro kimlikler belirlemişlerdir (Ayan, 2010, s. 36).
Buradan hareketle 1924 yılında Orta Asya’da birliği vurgulayan ve çağrıştıran “Türkistan” ismi kaldırılmış ve bölge 5 Sovyet Cumhuriyetine ayrılmıştır. Söz konu Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan Tacikistan Cumhuriyetleri daha sonralar SSCB’ye katılmıştır (Hayit, 1978, s. 102). 1936 yılında ise Zakafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetleri dağıtılarak Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Sosyalist Cumhuriyetlerine dönüştürülmüştür (Yalçınkaya, 2006, s. 18). Dolayısıyla parçalı bir şekilde yönetme stratejisi, farklı halk ve milletleri aynı çatı altında bir bütün olarak tutmayı hedefleyen Sovyet emperyalizminin ilke edindiği başlıca siyasi bir yaklaşımı olmuştur. Sovyet yönetimi İslamcılık anlayışına karşın mikro milliyetçiliği, Müslümanların Türkiye ile yakınlaşmasını önlemek için ise gelenekselci akımı reformculara karşı desteklemiştir (Roy, 2009, s. 89).
Bunun yanı sıra Ruslaştırma temelinde Sovyetleştirme politikası güdülmüş ve bu strateji hem etnik bütünleşme hem de kültürel değerler üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda Rusçanın yaygınlaştırılması ve bunun ikinci “ana dil” olarak kabul ettirilmesi, okullarda Müslüman çocukların Rusça eğitim alması asimilasyon ve entegrasyonun önemli kollarını oluşturmuştur. Rus kültürünü empoze etme bakımından Müslümanların yaşadığı bölgelere çeşitli merkezler; sinema, tiyatro, eğitim kurumları açılarak onlara “modernleşme” ve “gelişme” adı altında yeni değerler aşılanmaya çalışılmıştır (Hayit, 1971, ss. 54-55).
Bu bağlamda Türk kimliğinin de bir ırk olarak Rusya Müslümanlarının hafızalarından silinmesine yönelik stratejiler Sovyet politikasında önemli yer edinmiştir. Eğitim müfredatlarında tarih tahrif edilerek, Müslümanlara Türk olmadıkları, Avrupa ve Asya ırkına mensup oldukları aktarılmış, Türk kavramı sadece Türkiye Türklerine ait olduğu düşüncesi on yıllarca aşılanarak Müslümanların etnik bağlamda dış güçlerden uzak tutulması ve aynı zamanda kendi aralarında bağlarının sıkılaştırılmasının engellenmesi hedeflenmiştir (Hayit, 1971, s. 56). Buradan hareketle emperyalist güçler tarafından Müslümanların milli değerleri “sosyalist kültür”le özdeşleştirilmeye, Türk kimliği ise “Sovyet vatandaşı” kavramına dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Bu ayrıştırılma politikalarının yanı sıra, etnik ve dinî temelde baş gösterebilecek tüm çatışma noktaları da Sovyet yönetimi tarafından saptanmış ve değerlendirilmiştir. Etnik kimliği bir taraftan ortadan kaldırmaya yönelik politika uygulayan Rus yönetimi diğer taraftan da bu durumu bir çatışma ortamına dönüştürerek “birliği” sağlamaya çalışmıştır. Bu kapsamda Kuzey Kafkasya’da etnik çatışmalar kapsamında Ermeniler Azerilere karşı kullanılırken, kendi inançlarına yakın olan Ortodoks Gürcistan’a karşı da Müslüman Abhazlar desteklenmiştir. Bu kapsamda ülkede bulunan diğer dinî azınlıklar (Yahudiler, Jogiler Çingeneler) ülkenin siyasi hayatını yönlendirecek güce sahip olmasalar da ekonomik durum ve sorunlar onların da gündemini meşgul etmiştir (Roy, 2009, s. 109-110).
Bunların yanı sıra sürgün politikası da etnik stratejiler kapsamında emperyalistlerin Müslümanlara yönelik baskıcı politikaları arasında yer almıştır. Şöyle ki 20. yüzyılın 30-40’lı yıllarında entelektüel seçkinlere ve Müslümanlara karşı takip ve baskı dalgası uygulanmıştır. Bu yıllarda herhangi bir yeni düşünce ve milli kültürel değerlere dikkat çekici en ufak ince ayrıntı bile anti devrimci başkaldırı olarak değerlendirilmiş ve “vatana ihanet” veya “casusluk” olarak nitelendirilmiştir (Mukhetdinov, 2019, s. 212).
Bu çerçevede II. Dünya Savaşının ilk yıllarında Müslümanlara yönelik takip ve baskılar güçlendirilmiş, Almanlarla iş birliği yapmakla suçlanan özellikle Kuzey Kafkasya Müslüman halkları Sibirya ve Orta Asya’ya sürgün edilmişlerdir (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, ss. 196-197). Gerekçe olarak gösterilen casusluk iddiaları ise gerçeğe aykırı nitelik taşımıştır. Zira Sovyetlerin dört bir tarafında yaşayan Müslüman halklar Vatan Savaşı yıllarında (1941-1945) Sovyet saflarında yer alarak mücadele vermiş ve kahramanlık madalyalarıyla ile de ödüllendirilmişlerdir. Buna karşın Ermeni ve Gürcülerden oluşan birliklerin Almanlarla iş birliği yaptıkları gerçeği ise Sovyetlerin gündemini pek meşgul etmemiştir. Onların Türk karşıtı eylemlerini dinî ve milli çerçevede değerlendirmeye alan Sovyet yönetimi Müslüman olmayanlara yönelik daha ılımlı politika izlemiştir (Yalçınkaya, 2006, s. 18). Bu politik yaklaşım çerçevesinde Sovyetler kendilerine etnik destek sağlamak amacıyla Müslümanları demografik sorunlara muhatap etmişlerdir. Bu bağlamda emperyalist güçler Ermeni ve Gürcülerin yanı sıra diğer Müslüman olmayan halkları da bu topraklara yerleştirmişlerdir. Stalin bu politika kapsamında demografik sorunlara neden olacak zemin oluşturarak, Müslümanların ulusal bir ayaklanma gücünü kırmayı hedeflemiştir (Ayan, 2010, s. 37). Dolayısıyla problem dinî nitelik taşımış olsa da, politik gerekçelerle olay farklı zeminlere kaydırılmaya çalışılmıştır.
Göç ve sürgün politikaları sonucu Müslüman topraklarında oluşan nüfus dağılımı aşağıdaki şekilde değişim göstermiştir (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, ss. 200-201).
Orta Asya Müslümanlarının Genel Nüfusa Oranla Yüzdelik Verileri
1926 |
1939 |
1959 |
1965 |
%78 |
%67,5 |
%59,4 |
%55 |
1959 Yılı Verilerinde Rus Nüfusun Müslüman Topraklarındaki Yüzdelik Oranı
Edige |
Karaçay |
Çeçen |
Tatar Cumhuriyeti |
Kazakistan |
Başkır |
Kırgızistan |
Dağıstan |
%70 |
%51 |
%49 |
%44 |
%43 |
%42 |
%30 |
%20 |
Buradan hareketle Sovyetlerin kurulduğu yılları müteakip din baskı ve takiplere maruz kalsa da bir gerçeklik olarak yeni sistemi kendisine muhatap kılacak bir gücü her zaman elinde bulundurmuştur. Zira Müslüman halkların dil, kültür ve kimlikleriyle özdeşleşen ve hatta bu değerleri belirleyici unsur olarak ön plana çıkaran din, farklı halk ve kültürleri aynı potada eritmeye çalışan Sovyet sistemi tarafından her zaman bir tehdit olarak algılanmıştır. Aslında Komünist sistemde dinsiz bir toplum inşa etme ideolojisi hâkim olsa da, Sovyet sistemi siyasi stratejilerini kurulan tarihsel temeller üzerinden devam ettirme zorunluluğundan kendisini uzak tutamamıştır. Bir taraftan dinî yok sayan sistem ve ideoloji, diğer taraftan ise Müslümanlara karşı eylemlerde dinî yakınlık çerçevesinde Hristiyan halklarla kurmaya çalıştığı yakınlık ve hamilik durumu olayın gerçeklik boyutunu gün yüzüne çıkarmaktadır. Dolayısıyla, gerek Çarlık gerekse de Sovyet Dönemi’nde Müslümanlık özelinde din, milli, kültürel ve tarihsel bir değer olarak toplumsal ve siyasal düzenin bir parçası olmaya her zaman devam etmiştir.
İslam’a Yönelik Değişen Stratejik Yaklaşımlar
Çarlık Dönemi’nde temeli atılan dinî kurumsallaşma siyaseti Sovyetler tarafından da uygulanmıştır. Dinî alanın denetim, kontrol ve yönlendirilmesini sağlamak için Sovyetler, devrim sonrası kapattıkları dinî kurumları tekrar gözden geçirmek durumunda kalmışlardır. Bu durum Komünist rejim açısından dinî kabullenmenin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Nitekim II. Dünya Savaşı sırasında oluşan siyasi gelişmeler dinîn yeri ve konumuna yönelik tartışmaları tekrardan gündeme getirmiştir.
Bu çerçevede Büyük Vatan Savaşı döneminde (1941-1945) Sovyet yetkilileri dinî alana yönelik baskıcı uygulamaları azaltmış, bizzat müdahale yöntemlerinden geçici olarak vazgeçmişlerdir. Öyle ki Stalin, savaş yıllarında oluşan ekonomik, sosyal ve politik sorunların halklarda yol açtığı ruhsal düşüşü önlemek, içeride olası ayaklanmaları kontrol altında tutmak, dindar kesimleri saflarına çekebilmek için dine ve onun manevi gücüne ihtiyaç duymuş, dolayısıyla bir motivasyon kaynağı olarak dinî “yardıma” çağırmıştır. Bu kapsamda ibadet yerleri açılmış ve halk dua etmek için cami ve kiliselere davet edilmiştir (Yiğit, 2022, s. 162).
Bu çerçevede Hitler, savaş sürecinde dine yönelik yeni politikasını yakın çevresinde özetleyerek şu ifadelere yer vermiştir: “Her köyün kendi mezhebine sahip olacağı, Tanrı hakkında kendi özgür düşüncelerini geliştirebileceği durum lehimize olabilir. Bu Rusya topraklarını küçük birimlere bölecek faktörlerin sayısını arttıracaktır” (Dashichev, 1973, s. 66). Dolayısıyla yeni politikanın, dine kapı aralasa da dindar kesimi kendi içinde parçalamayı öngören stratejiyi de ihmal etmediği görülebilmektedir.
Stalin’in dine yönelik politik tutumunu yumuşatan bir diğer önemli durum ise din düşmanlığı sonucu uluslararası arenada Sovyetlere karşı oluşan olumsuz bakış açısı olmuştur. Stalin din adamlarıyla birlikte yol alarak, uygulanan din düşmanlığı stratejilerini perdelemeye çalışmıştır. Bu bağlamda din adamlarına ve dinî alana tanıdığı imtiyazlar sonucu kapatılmaya çalışılan mesafe olumlu dönüşler sağlamış, patriğin Stalin’le yan yana görüntülenmesi, devleti destekler nitelikte konuşmalara yer vermesi gibi durumlar da din-devlet ilişkilerindeki “olumluluklara” işaret etmiştir (Paspelovski, 2000, ss. 209-210).
Bu politika Müslümanları da kapsamış ve Sovyet yönetimi tarafından din adamları harekete geçirilmiştir. 1942 yılında Ufa’da gerçekleşen kongrede Müftü Abdurrahman Rasulov Müslümanlara “Sevgili Müslüman Kardeşlerim! Yüce Allah’ın ve Peygamberinin adıyla sizleri hiçbir çabadan kaçınmadan, Müslüman dünyasını, tüm insanlığı ve büyük vatanı hain faşist boyunduruğundan kurtarmak için savaşmaya çağırıyorum…” şeklinde seslenerek onları ana vatanı korumaya çağırmıştır (Nurimanov, 2017, s. 75).
Din bağlamında uygulanan bu strateji Müslüman halkları, onların dinî yaşantılarını da kapsamıştır. İbadete açık cami sayısında artış gözlemlenmiş, din adamları Sovyet temsilcileri olarak yurt dışında konferanslara katılmış, yanı sıra dinî konulara ilişkin seminerlerin yapılmasına ve dinî yazıların basılmasına izin verilmiş, hac ziyaretlerine kısıtlı sayıda da olsa Müslümanların katılımına müsaade edilmiştir (Akiner, 1995, s. 33).
Dine yönelik bu yaklaşım Müslümanların savaşa katılımını da olumlu etkilemiştir. Müslümanlar Kızıl Ordu saflarında savaşmış, gösterdikleri kahramanlıklar Stalin’in konuşmalarında şükranlıkla anılmıştır. Bu çerçevede Stalin’in de onayıyla Ekim 1943 yılında gerçekleşen I. Müslüman Ulema Kurultayı’nda hapisten çıkarılan dinî önder Eşon Babahan Müslümanlara, Almanlara karşı savaş çağrısında bulunmuş ve bu toplantıda merkezi Taşkent olan “Orta Asya ve Kazakistan Dinî İdaresi” (Orta Asya ülkelerini kapsamıştır) ihdas edilmiştir. Kurumun ilk Müftüsü olarak Babahan atanmıştır (Mukhetdinov, 2019, s. 232). Ardından merkezi Bakü olan Zakafkasya Müslümanları Dinî İdaresi Nisan 1944 yılında yeniden faaliyete geçirilmiştir. Sünni ve Şii idareleri birleştirilmiş, idare başkanı Şii Şeyhülislam, (Rusya’nın tüm Şii Müslümanlarını kapsamıştır) yardımcısı ise Sünni müftüden oluşturulmuştur (Roy, 2009, s. 91). Aynı yılın Haziran ayında ise merkezi Buynaks olan Kuzey Kafkas ve Dağıstan Müslümanları İdaresi kurulmuştur. Dördüncü dinî idaresi ise merkezi Ufa olan Rusya ve Sibirya Müslümanları (Volga-Ural, Sibirya ve Doğu Rusya Müslümanlarını kapsamıştır) İdaresi olmuştur (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 204).
Oluşturulan dinî idareler SSCB Din İşleri Başkanlığına bağlı kılınmıştır. Merkeziyetçi anlayış kapsamında tüm Rusya Müslümanları yönetilmeye çalışılmıştır. Bu mekanizma çerçevesinde dinî idarelere sadece dinî ve manevi işlevleri uygulama hakkı tanınırken, eğitim konuları ve yerellerde kurumsallaşma işlevleri ise merkezin yetkisine bırakılmıştır. Aynı zamanda merkez tarafından her bir bölgeyi temsil eden kadılık sistemi de tesis edilmiştir (Mukhetdinov, 2019, s. 233).
Nitekim dine yönelik baskıcı stratejilerin Almanlara karşı direnişi zayıflatacağı durumu daha savaşın başlarından beri Sovyet yönetsel çevrelerce hissedilmeye başlanmıştır. Anti din ve ateist öğretilerle savaşın olumlu sonuçlanamayacağı düşüncesi dinîn toplumsal önem ve konumunu ön plana çıkarmıştır. Bu durumu Churchill şöyle özetlemiştir: “Sovyetler Birliği savaşı Komünistlerin gücü ile değil, ancak söz konucu vatan ve inanç olunca kazandı” (Nurimanov, 2017, s. 79).
Bu ılımlaştırma stratejileri geçici de olsa dinî alanda canlanmaya neden olmuş, 1948 yılında 418 yeni cami devlet tarafından tescil edilmiştir. Bununla birlikte 1000’e yakın cami ve bir o kadar da molla kayıt dışı bir şekilde faaliyet göstermeye devam etmiştir. Öyle ki “Takiye” anlayışı çerçevesinde Müslümanlar dinî kimliklerini gizli tutabilmiş, devletin baskı ve takiplerinden kendilerini koruyarak dinî değerlerini yaşatmaya ve aktarmaya çalışmışlardır (Zhitenev, 2010, s. 40). Tarihsel süreçte yaşanan olumsuzluklar taraflar arasında uçurum ve güvensizlik ortamı oluşturmuş ve bu durum Müslümanları tüm Sovyet Dönemi boyunca tedbirli davranmaya itmiştir. Öyle ki daha 1944 yılında tüm bu olumlu gelişmelere paralel olarak Müslümanlara yönelik sürgün politikaları da devam ettirilmiştir. Topraklarından sürgün edilen Müslümanların bir kısmı ancak 1956 yılında beraat ederek yurtlarına dönüş yapabilmişlerdir (Mukhetdinov, 2019, s. 234).
1. Dünya Savaşı’ndaki din-devlet ilişkileri normalleşme sürecine geçiş yapsa da Komünist Parti dine karşı soğuk tutumunu devam ettirmiştir. Anti din propagandaları, bilimsel düzeyde geliştirilmiştir. Sovyet yöneticileri Marksizm ile dinîn bir arada yaşamayacağı iddiasından hareketle dinî, Müslümanların sosyal yaşantılarından silmeye çalışmış, hatta Kur’an ayetleri tartışılmaya açılarak, eşitsizlik üzerine kurulu olduğu öne sürülmüştür. Bunun yanı sıra dinîn, emperyalist güçlerin asırlarca kullandıkları meşruluk ve farklı sosyal kesimlerin ellerinde bulundurdukları bir “sömürge aracı” olduğu düşüncesi çeşitli kurum ve yayın organları aracılığıyla halka aktarılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda kurulan Siyasal ve İlmi Bilgiler Derneği de bu türden düşüncelerin yaygınlaşmasında misyon edinmiştir. Söz konusu dernek çeşitli bölgelerde halka açık konferanslar düzenleyerek ikna yöntemleriyle sadece sivil halkı değil din adamlarını bile etkilemeye çalışmıştır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, s. 208-210).
Bu bağlamda Büyük Vatan Zaferi’nden sonra Sovyetlerin dine yönelik açık baskılardan kaçınmasının başlıca sebeplerinden biri de uluslararası arenaya liberal devlet görünümü vermek olmuştur. Öyle ki Müslüman dünyasıyla ilişkilerin geliştirmesi ve yakınlığın tesis edilmesinde dinî alana yönelik ılımlı yaklaşımların uygulanması Sovyetlerin önüne sürülen koşullar arasında yer almıştır. Bu bağlamda Moskova Merkez Camisi yurt dışı Müslüman davetlerinin kabul edildiği ilk durak noktalarından biri olmuştur. İran Şahı, Suriye, Mısır, Endonezya ve başka ülkelerin Cumhurbaşkanları bu caminin avlusunda törenle karşılanmış, ilişkiler dinî mekan ve motiflerle pekiştirilmeye çalışılmıştır (Nurimanov, 2017, s. 83).
Bu doğrultuda Tüm Rusya Müslümanlarının merkezi ruhani idaresi kontrolü altında olan Batı Rusya ve Sibirya bölgesinde 129, Orta Asya bölgesinde 146, Kuzey Kafkasya’da 52, Güney Kafkasya’da ise 20 cami faaliyet göstermiştir. SSCB’nin Moskova, Leningrad, Taşken ve Bakü gibi büyük şehirlerindeki camiler aynı zamanda yabancı heyetlere dinî hayatı teşhir eden oluşumlar olarak da gösterilmiş ve değerlendirilmiştir (Mukhetdinov, 2019, s. 239, 244).
1970’li yıllarda Sovyet yönetimi Müslüman din adamlarıyla ilişkileri daha da sıkılaştırdığı bir sürece girmiştir. Özellikle Batı’ya yönelik dış politikada Müslüman dinî kadrolarca düzenlenen “Kardeşlik” ve “Müslümanlık” üzerine gerçekleşen konferans ve yurt dışı gezileri Sovyet rejiminin dış politikasında önemli bir rol oynamıştır.
Bu bağlamda ruhanilerin Sovyetlerin din bağlamındaki faaliyetlerini olumlama ve doğrulama yönündeki konuşmalarının yanı sıra ABD, İsrail, Güney Afrika ve Çin emperyalist güçlerini hedef alan görüşleri de din adamlarının politik dilini oluşturmuştur. Sovyet sisteminde Müslümanların “özgür” olduğu, kalkınma yolunda istikrarla ilerlediği ve İslami gelenek ve mirasın SSCB tarafından özenle korunduğu, dinî adamlarının devletin bir aracı değil ortağı olduklarına yönelik savunmaları bu dönemin önemli stratejik boyutunu oluşturmuştur (Bennigsen, 1997, ss. 63-70).
Bu politik sürece karşın SSCB yönetsel kadro konusunda Müslümanları “yurttaş” kavramı kapsamı dışında bırakacak politik uygulamalarda bulunmaya devam etmiştir. Yüksek kadrolara Rus veya Ukrayna kökenli vatandaşları getirerek Müslümanlara karşın itimatsızlık ortamını sürdürmeye devam etmiş, etnik ve dinî ayrımcılık stratejisini her daim canlı tutmada kararlı olmuştur. Hatta öyle ki Federal Müslüman Cumhuriyetlerde bile I. Sekreter yerli halkın temsilcisiyken onun yardımcısı çoğunlukla Slav kökenli biri olmuştur. Böylece Müslüman yöneticinin aldığı karar ve uygulamalar sürekli bir gözetim altında gerçekleşmiştir (Monteil, 1992, s. 199-200).
Böylece kontrol altına alınan din ve onun yaşam koşullarını sağlayacak öğretiler tamamen merkezi yönetim tarafından gözetim altına alınmış, Sovyet yönetimi tarafından oluşturulan dinî kadrolar baskı ve yönlendirme altında görevlerini icra etmeye zorlanılmışlardır. Dinî ve geleneksel değerlerin aşamalı olarak ortadan kalkmasına yönelik uygulamalar devlet tarafından titizlikle işlenmeye çalışılmıştır. Bu koşullar altında Müslüman halklar İslam ve Türk kimliğini koruma ve yaşatmanın yollarını aramışlardır. Müslüman halkların direnişi tüm Sovyet süreci boyunca aralıksız devam etmiştir.
Müslümanların Dinî Yaşam Biçimi ve Koşulları
Komünist rejimde gerçekleştirilen din karşıtı eylemler dinîn toplumda zayıf düştüğü görünümünü vermiştir. Özellikle gençler arasında kültürel ve bilimsel öğretilerle dindarlık oranı düşürülmeye çalışılsa da geleneksel değerler eşliğinde süregelen yetiştirilme tarzları onları kimliklerinden koparamamıştır. Her bölge veya mahallede cami bulunmasa bile Müslümanlar uzak mesafeler kat ederek camileri ziyaret etmeye devam etmiş, dinî bayramları kutlamış, oruç tutmuş ve kurban kesmişlerdir. Cenazeler İslami usullere göre defnedilmiştir (Akiner, 1995, s. 34).
Tüm bu ibadetler belirli kısıtlamalar ve yasaklar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Cami ziyaretlerine yaş sınırlaması getirilmiştir. 18 yaşını doldurmayanların camiye gitmesi engellenmiş, bunun yanında namaz kılmak isteyen herkesin bilgileri alınmıştır. Devletin ilgili birimleri tarafından isim ve soy isimleri kaydedilmeyen Müslümanların ibadetleri hukuka aykırı sayılmıştır. Bununla birlikte Müslümanları namazdan uzaklaştıracak ve alıkoyacak baskılar da uygulanmıştır. İş yerlerinde namaz kılmak yasaklanmıştır. Özellikle kolektif iş yerleri olan, Ruslaştırma ve Sovyetleştirme politikasının önemli bir kolunu oluşturan Kolhoz ve Sovhozlarda çalışanların mesai sırasında namaza vakit ayıramayacakları hususunda ciddi baskılar olmuştur. Bu yasakları delenler çeşitli yöntemlerle cezalandırılmışlardır. Bu bağlamda Müslümanlar ibadet yeri olarak çoğunlukla evlerini kullanmışlardır. Hatta evlerinde bile dinî ibadetleri düzenli bir şekilde gerçekleştirenler bile kimi zaman devlet tarafından tespit edilerek yaptırımlara maruz kalmışlardır (Hayit, 1978, s. 335).
Dinî vecibeler konusunda sert tutum sergileyen Sovyet yönetimi, Müslümanlar arasında dayanışma ve birliği sağlayacak unsurlara tahammül etmemiştir. Bu kapsamda Müslümanların maddi bağlamda yardımlaşmasını önlemek adına devlet, dinîn farzları arasında yer alan bir değer olarak zekatı da yasaklanmıştır. Zekatın yalnızca camilerin, dinî oluşum ve merkezlerin idame ettirilmesi açısından kullanılması uygun görülmüştür. Bunun yanı sıra bir diğer dinî farz olan Hac hakkı da yalnızca Sovyet rejimi tarafından özel olarak seçilmiş ve belirlenmiş kişilere tanınmıştır. Burada da devletin çıkarı gözetilmiştir. Arapçaya hâkim olan kişiler kutsal topraklara gidebilmiş ve karşılığında onlardan Komünist sistemi övecek propagandalar yapmaları talep edilmiştir (Bennigsen ve Quelguejay, 1981, ss. 212-213). Dolayısıyla Sovyetlerin Müslüman politikası yalnızca siyasi algı üzerine kurulan bir dinî yaşam biçimini öngörmüştür.
Müslümanların beş vakit namaz konusunda yaşadıkları zorluklara rağmen cuma günleri camileri ziyaret, geleneğin bir parçası olarak aralıksız devam ettirilmiştir. Bunun yanı sıra Ramazan ayında oruç tutma konusu sıkıntılı ilerlese de bu dinî değerin uygulanmasından Müslümanlar alıkonulamamıştır. Dinî vecibe konusunda devlet, din adamlarının eliyle bir takım fetva ve vaazlar verdirerek bu değerleri zorunluluk kapsamından çıkarmaya çalışmıştır. Dinî vecibelerin insanın iç dünyasıyla bağlı olduğu, dışa vurmadan içtenlikle de yaşanabileceği şeklinde bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır (Roy, 2009, s. 210).
Müslümanlar tarafından dinîn yaşatılması ve korunmasında önemli bir kıstas da geleneksel davranış biçimlerinin manevi değerler üzerine kurulu oluşundan kaynaklanmıştır. Şöyle ki devletin eğitim ile kendi safına sözde çektiğini iddia ettiği gençlik bile dinî değerlerinden koparılamamıştır. Dinî alanın dışında, hatta karşısında oldukları ileri sürülen genç kesim bile dinî merasimlere, ayinlere katılım sağlamağı aidiyet duygusu bağlamında zorunlu hissetmiştir. Örneğin sünnet, dinî nikah, Kurban Bayramı ve bu gibi başka dinî değerler aynı zamanda kültürel ve geleneksel olanın bir parçası olarak Müslümanların toplumsal yaşamını kuşatıcı nitelik taşımıştır. Bu bağlamda Sovyetlerin “Allahsız” diye tanımlayacakları bir kuşak yetiştirme çabaları da yersiz olmuştur (Bennigsen, 1997, s. 57).
Buradan hareketle dinî geleneklerini yaşatma konusunda ısrarcı olan Müslümanlar ağır koşullarda bile geleneksel ve manevi değerlerine sahip çıkmışlardır. Özellikle evlilik konusunda hassasiyet gösteren Müslüman aileler genellikle Ruslarla akrabalık bağları kurmazlardır. Müslüman olmayanlara kız verilmezdi. Buna karşın çok olmamakla birlikte Hristiyan inancına sahip ailelerden kız alma eğilimleri de olmuştur (Hayit, 1978, s. 345).
Sovyet totaliter rejimin devam eden kısıtlama ve baskılarına rağmen Müslümanlar, her fırsatta kendi imkanlarıyla cami yapmaya çalışmışlardır. İzinsiz inşa edilen camiler devlet tarafından mahalli kültür merkezlerine dönüştürülüyor, insanların kalbinde yaşamaya devam eden dinî inancı siyasi, kültürel ve ideolojik devrimle bitirmeye çalışıyorlardı. Devlete yakın olan din adamları aracılığıyla din ve komünizm arasında bir bağ kurulması hedefleniyordu (Hayit, 1978, s. 339, 353). Bu bağlamda Sovyet Doğu Müslümanları dergisi dinî “dili” politik yönüyle kullanmış Sosyalizm ve İslam arasındaki benzerlik ve yakınlığı ortaya koymaya çalışmıştır.
Bu dergi aracılığıyla bir taraftan Müslüman halkların tarihi, kültürü, dili, dinî ve etnik kimliği tanıtılmaya ve hatırlatılmaya çalışılırken diğer taraftan da Sovyet yönetiminin bu halkların eğitsel ve kültürel gelişimine yönelik yaptığı “destek ve katkılara” da değinilmiştir. Aslında bu yaklaşımla din adamları bir uzlaşı ortamında din-devlet ilişkilerini yürüterek geleneksel ve dinî değerleri yaşatmaya ve korunmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda Taşkent Müftüsü Ziyaddin Han Babahanov Sovyet yönetimiyle yakın ilişkiler tesis ederek karşılıklı iş birliği doğrultusunda dinî faaliyetlerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunu yanı sıra Sosyalizm ve İslam ilkeleri arasında bağ kurmaya çalışan Zakafkasya Müslümanları İdaresinin tutumu da benzeri yönde gelişim sağlamıştır. Kurumun müftüsü “Sovyet yöneticileri ne Allah’a ne de Peygambere inanırlar. Yine de Allah’ın söylediği ve Peygamberin aktardığı yasaları uygularlar” şeklinde açıklamada bulunarak iki alan arasındaki benzerlikleri ileri sürmeye çalışmıştır (Monteil, 1992, ss. 205-206).
Bu dergi aracılığıyla çok sayıda din adamı Sovyet ideolojisini ve siyasetini savunarak Müslümanların bu topraklarda özgür ve sulh ortamında yaşadığını öne süren yazılar kaleme almış, özellikle yurt dışı endeksli olan bu dergi aynı zamanda Batı dünyasının işgalci politikalarına karşın SSCB’nin yanında olduklarını vurgulamışlardır. Nitekim din adamları aracılığıyla yurt dışında Sovyetlere yönelik olumlu bakış açısının oluşturulması da derginin ana hedeflerinden birini oluşturmuştur (Shikhaliyev, 2017, ss. 83-100).
Din adamlarının bu tutumu karşısında Müslümanlar, Sovyet yönetiminden bir takım dinî imtiyazlar alabilmişlerdir. Yeni camilerin inşası, medreselerin faaliyeti, gençlerin yurt dışında özellikle Arap ülkelerinde dinî eğitim alması gibi konularda Sovyetler tarafından kontrollü ve denetimli esneklikler sağlanmıştır (Khalilova ve Babadjanov, 2017, ss. 29-45).
Sovyetlerin dine yönelik esnek politikası görünürde olumlu izlenimlere yol açmış olsa da aslında devlet, manevi alana yönelik tüm kontrol mekanizmasını elinde bulundurmuş ve ideolojisini din görevlileri aracılığıyla halka aktarmış ve böylece toplumsal yönlendirme politikası uygulamıştır. Bu bağlamda yalnızca devlete kayıtlı olan imam ve camilerin faaliyet göstermesine izin verilmiş, her camiye bir imam atanmış ve maaşı da devlet tarafından karşılanmıştır. Camilerin bütçesi yerel birimlere bağlı kılınmıştır. Bunu yanı sıra camilerin yönetilmesi ve Müslümanların işlerine yönelik konuların ele alınması için üç kişilik mütevelli heyeti de dindarların kendi aralarından seçilmesine müsaade edilmiştir (Akiner, 1995, s. 36).
Dinî kadroların yetiştirilmesinde medreselerin de önemli rolü olmuştur. Akiner’in aktarımına göre Sovyetlerde iki önemli medrese faaliyet göstermiştir. Bu medreseler Rus tarihsel sürecinde birkaç kez resmî kurumlarca kapatılsa da din eğitimi bağlamında önemli yer edinmiştir. Bunlardan biri Buhara’da faaliyet gösteren “Mir Arap” diğeri ise Taşkent’te bulunan “Barak Han” medresesi olmuştur. Bu medreseler öğrencileri Arapça dil sınavına tabi tutarak alıyor, buradan mezun olan adayların çoğu tüm Rusya Müslümanları Dinî İdaresi’ne imam olarak atanabiliyorlardı (Akiner, 1995, s. 37). Aynı zamanda bu medreselerden mezun olan öğrenciler bir dönem Mısır’ın El Ezher Üniversitesinde eğitimlerini ilerletme imkanına da sahip olmuşlardır (Critchlow, 1997, s. 93). Yurt dışına gönderilen öğrencilerin aynı zamanda Sovyet menfaatlerini gözetecek bir misyonu da bulunmuştur. Hayit’e göre, bu medreselerde dinî eğitimin yanı sıra zorunlu olarak öğrencilere Komünist ideoloji çerçevesinde Leninist dersler de verilmiştir (Hayit, 1978, s. 343).
Sovyet yönetimi dinî eğitim kurumlarına karşın yerellerde ateist temelli okulların da sayısını artırmakta kararlı olmuştur. Özellikle Stalin’in ölümünden sonra yönetime gelen Brejnev döneminde (1964-1982) din karşıtı eğilimler hız kazanmıştır. 1967-1970’li yıllarda bilimsel ateizm çerçevesinde Özbekistan’da 100’ün üzerinde ateist okulu faaliyet göstermiş ve Ateizm Üniversitesi de etkin bir şekilde öğrenci yetiştirmeye çalışmıştır. Taşkent’te “Ateist Evi” aracılığı, Kuzey Kazakistan’da seminer ve konferanslar düzenlenerek, din ve bilim arasındaki ayrım “Allahsızlık” propagandalarıyla halka aşılanmış, “genç zihinler” ateist yaklaşımlarla yeniden formüle edilmeye çalışılmıştır (Hayit, 1978, s. 358).
İslam’a ve Müslümanlara yönelik seyreden ikili yaklaşım, ateist çevrelerin de tepkisini çekmiştir. Sovyet siyasilerinin bir kısmı dinî kontrol mekanizmalarıyla yönetme taraftarı olsalar da diğer bir kesim ise bu durumun manevi alanı daha da kuvvetlendireceğini ve yayılarak yükselmesine sebebiyet vereceğini ileri sürmüşlerdir. Onlar dinîn bir değer olarak toplum içinde tamamen ortadan kaldırılması gerekliliğini savunmuşlardır.
Bu iki farklı yaklaşım, siyasi çevrelerin de politik uygulamalarına yansımış ve sürekli değişen, ılımlılaşan ve aniden sertleşen yaptırımlar Müslümanların yaşamlarını zorlaştıran etkenler olmuştur. Bu durum din adamları ve Müslüman aydınların da işlerini bir hayli zorlaştırmıştır. Onlar bir taraftan Sovyet yönetimiyle sağlanan uzlaşı çerçevesinde toplumu itaate çağırmış, Komünist rejimin “adil” bir sistem olduğunu Müslümanlara aktararak din ve devlet arasında bir harmoni oluşturmaya çalışmış, diğer taraftan da dine karşı açık düşmanlık besleyen kesimin saldırılarını bertaraf etmek için mücadele vermişlerdir. Buradan hareketle din adamları adeta siyasetin bir parçasına dönüştürülmüş, dengeyi kurma ve koruma adına sürekli bir çaba ve yeni stratejik yaklaşımlar peşinde olmuşlardır (Hayit, 1978, ss. 359-363).
Müslüman Dinî Yaşam Geleneğinde Tarikatlar
Müslümanların dinî değer ve geleneklerini yaşatma ve sürdürmede etkin olan bir diğer kıstas da dinî tarikat ve cemaatler olmuştur. Söz konusu dinî oluşumlar uzun tarihi köklere sahip olmuşlardır. Özellikle göçebe hayat tarzı süren ve kabile yaşam şekline sahip Müslümanlar arasında yaygınlaşan bu oluşumlar tarihsel süreçte gelişim sağlayarak daha sağlam temeller üzerine yapılanmış ve teşkilatlanmışlardır. Öyle ki Çarlık döneminde kabile esasına dayalı olan örgütlerin mahalli nitelik taşımasına karşın, Sovyetlerde bu dinî yapılanmalar genişleyerek farklı bölgelere de yayılabilmişlerdir. Belirli ilke, öğreti ve geniş kitleye hâkimlik durumu tarikat ve cemaatlerin geniş bölgeleri kapsayan Müslümanlar üzerindeki etkisini de artırmıştır.
Bu çerçevede Sovyetlerde kapsayıcılık ve etkinlik bağlamında 4 önemli tarikat olmuştur: Kafkasya ve Orta Asya’da Nakşibendi, Kuzey Kafkasya ve yine Orta Asya’da etkili olan Kadiri, Türkmenistan’da Halveti, diğer Orta Asya ülkeleri olan Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da ise Yesevilik yaygınlık kazanmıştır (Bennigsen, 1997, s. 58).
Bu tarikatlar Müslüman dinî gelenek ve yaşam tarzında önemli konuma sahip olmuş, tarihsel süreçte Çar işgaline kaşı uzun süre direniş sağlamışlardır. Özellikle geleneksel İslam anlayışı üzerine bina edilmiş değerlere sahip Kuzey Kafkas din adamlarının hemen hepsi bu tarikatlar içerisinden Sovyet kadrolarına seçilmiş ruhanilerden oluşmuştur. Bu tarikatlar kendi bünyelerinde katı bir şekilde örgütlenmiş hiyerarşik yapılar olarak geniş kitleleri bünyelerinde barındırmışlardır. Tarikatlarda türbeler, ziyaret yerleri ve dinî önderlerin mezarları Müslümanlar arasında kutsiyet arz etmiştir (Monteil, 1992, ss. 229-230).
Söz konusu tarikatların temelini tasavvufi öğretiler oluşturmuştur. Bu yaklaşım tarihsel süreçte tarikat ve cemaatlerin oluşum şeklini de belirlemiştir. Sovyet sisteminde daha da yaygınlaşan tasavvuf akımı bilimsel dinî bir öğretiden daha çok Allah’ı anma ve ona yakınlaşma bağlamında şeyhler tarafından belirlenmiş ilke ve ayinler doğrultusunda gelişim sağlamıştır. Bu ilkeler tarikat üyelerini bağlayıcı nitelik taşımıştır. Sovyetlerde tarikat liderleri hızlı bir şekilde Müslümanlar arasında sevilmiş, yükselmiş ve toplumsal yönlendirme konusunda önemli bir ölçüde güç ve etki sahibi olmuşlardır (Murtazin, 2019, s. 93).
Özellikle Orta Asya’da yaygınlık kazanan Tasavvuf geleneksel İslam anlayışı üzerine bina edilmiştir. Bu akım üzerine kurulan tarikatların ibadet pratiklerinde farklılıklar da mevcut olmuştur. Fakat ortak gaye İslam’ı yaşatmak adına Müslümanları örgütlemek olmuştur. Aile veya aşiret üzerine kurulan tarikatlarda haleflik durumu söz konusu olmuştur. Şeyh ölümünden sonra yerine geçecek olan varisini belirleme yetkisine sahip olmuştur. Böylece aile üzerinden kök yapmış dinî oluşumlar müritler aracılığıyla geniş topraklara yayılmıştır (Roy, 2009, s. 202).
Tarikatlar tarafından düzenlenen toplantı, ibadet ve ayinler bazen gizli bazen de açık bir şekilde gerçekleşmiştir. Sovyet yönetimini tedirgin eden bu oluşumlar üzerinde kontrol ve denetim mekanizması oluşturmak da güç olmuştur. Kurumsallaşan bir İslam’a karşın tarikatlar tüm bürokratik işlev ve eylemlerin dışında gelişim ve yaşam sağlamışlardır. Sovyet yetkilileri tarikatlarca gerçekleştirilen birtakım ayinleri, türlü bahanelerle dinde yer almayan ve hatta İslam öncesi inançlara kayma durumuyla bağdaştırmaya ve benzeştirmeye yeltenmişlerdir. Devlet tarikatlara, kurumsallaştırılan İslam içerisinde görev alan din adamları aracılığıyla da müdahale etmeye çalışmıştır (Bennigsen ve Quelquejay, 1981, ss. 216-217).
Tarikat tedirginliği yaşayan Sovyet yönetimi dinî idare kadrosuna Sufi ailelerine mensup olan kişiler arasından atama yapmayı tercih eden bir politika da izlemiştir. Zira onların mensup oldukları aile ve bundan kaynaklı olarak tabanla olan bağları devlet açısından kontrol mekanizmasını kolaylaştırıcı bir etken olmuştur. Devlete kaydolan din adamlarına karşın bir o kadar da kayıt dışı faaliyet gösteren mollalar olmuştur. Bunu Roy (2009) “paralel mollalar” olarak nitelendirmektedir. Resmî din adamları yerellerde görevlendirilerek kayıt dışı faaliyet gösteren mollaları denetlemişlerdir. Sovyet din kadrolarında görev yapan din görevlileri hem devletin verdiği görevi icra etmeye çalışmış hem de farklı bölgelerde faaliyet gösteren dinî oluşum ve önderlerle iyi ilişkileri korumaya ve sürdürmeye gayret etmişlerdir (Roy, 2009, ss. 206-207).
Tarikat ve cemaatlerdeki dinî yaklaşıma karşın, Sovyet yönetimi yeteri düzeyde eğitimli ve aynı zamanda rejim yanlısı dinî kadroların yetiştirilmesine yönelik de stratejik yaklaşımlar izlemiştir. Müslümanların büyük ekseriyetini oluşturan Sünni kesime karşı daha yakın bir pozisyon koruyan devlet, onları kendine yakın ve dost olarak gördüğü Lübnan, Mısır, Suriye ve Ürdün Üniversitelerine yollayarak mesleki yeterliliklerini geliştirmelerine destek olmuştur. Şiilere karşın ise İran’la oluşabilecek yakınlıktan kaynaklı olarak bir tedirginlik durumu yaşamıştır. İran Devrimi’yle birlikte her iki ülke arasındaki mesafe bir hayli açılmış ve Müslümanların tarihte olduğu gibi Sovyetlerde de İran’a gitmeleri veya oradaki ruhanilerle irtibat kurmaları yasaklanmıştır. Hatta öyle ki Sünni müftüler ve dinî kadrolar aldıkları eğitim gereğince Arapçaya hâkim iken, 1980 yılında seçilmiş Şii Şeyhülislam Allahşükür Paşazade Farsça konuşamamış ve herhangi bir İran dinî önderine biat etmemiştir (Roy, 2009, s. 206, 207).
Bu bağlamda Müslüman toplumlarında dinî yaşam biçimi iki koldan ilerleme sağlamıştır: Bunlardan birincisi devletin eliyle kadrolaşan ve bürokratik bağlamda birer memura dönüştürülen ve devletle uzlaşı doğrultusunda toplumsal işlevlerini gerçekleştiren din adamları ve mollalar özelinde sağlanan İslami yaşam biçimi olmuştur. İkincisi ise tamamen halk tabanından gelişim sağlayan ve siyasi çevrelerden bağımsız bir şekilde Tasavvuf temelli değerler örüntüsü doğrultusunda sürdürülen Müslüman hayat tarzı olmuştur.
Tarikatlar tarihin her aşamasında anti Komünist tutumlarından taviz vermeyen bir yapıya sahip olmuşlardır. Bu yapılar milli ve dinî değerleri aynı çerçevede değerlendirmeye tabi tutarak, Müslüman tarih ve kültürünü de bu özelde korumayı ve yaşatmayı ilke edinmişlerdir. “Dinî törenleri uygulamak” ve “yaşlılara saygı göstermek” gibi iki önemli ilkeyi de ön planda tutan tarikatlar, böylece dinî ve milli değerleri örtüştürerek ilerleme sağlamış, özellikle genç kuşağa yönelik öğretileri de bu doğrultuda gelişim sağlamıştır. Sovyetler tarafından kurumsallaşan dinî yapı içersinde yer alan din adamları ise devletle uzlaşı çerçevesinde ilerleyerek dinî yaşam tarzını korumaya ve söz konusu iş birliği çerçevesinde Sovyet yetkililerinin güvenini sağlayarak dine alan açmaya çalışmışlardır (Monteil, 1992, ss. 330-233).
Dolayısıyla İslam, Müslümanların etnik, dinî, kültürel, eğitsel ve siyasal konumunu belirlemiştir. Başka bir değişle SSCB nezdinde İslam, Müslüman halklar için bir “yer bildirimi” olmuştur. Onların tutum, tavır ve pozisyonlarını tanımlamıştır (Subaşı, 2022). Bu bağlamda Müslümanlar tüm Sovyet dönemi boyunca dinî değer ve geleneklerini yaşatmakta kararlı olmuşlardır. Müslümanlar farklı toplumsal yapılanmalar içinde çeşitli yöntemler kullanarak dinlerine tutunmaya çalışmışlardır. Din, kültürel ve geleneksel değerlerin “öz”ünü oluşturmuş ve milli olanla örtüştürülmüştür. Bu yerleşik yaklaşım, gelenekselci, bilimselci akımların yanı sıra farklı eğitim düzeyine sahip olan gençleri de aynı paydada buluşturabilmiştir.
Buna karşın Sovyet yönetimi Müslümanların dinî değerler üzerinden oluşturdukları konumunu dağıtmaya veya bu birliği parçalamaya çalışmıştır. Müslüman halkların “homojen toplum” projesinin bir parçasına dönüştürülmesinde en büyük engel olarak görülen İslam, Komünistlerin ideolojik mücadelesinin merkezinde yer almıştır. Bundan olacak ki Sovyetler, Müslüman halkları dil ve etnik farklılıklardan daha çok din politikası üzerinden baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Onların günlük hayatında yer edinen dinî alışkanlıkları hedef alacak şekilde gerçekleştirilen İslam karşıtı eylemler söz konusu olmuştur. Bu baskıcı uygulamalar farklı yöntemlerle SSCB’nin dağılmasına kadarki süreçte aralıksız olarak devam ettirilmiştir. Ne var ki emperyalist sistemin yıkılışı sancılı olmakla birlikte dinî gerçekliği yeniden gün yüzüne çıkaracak, Rus halkını da içine alacak şekilde tüm ulus devletlerin ve sınırların yeniden inşasında önemli bir rol oynayacaktır.
Sonuç
Rus tarihsel sürecinde devlet “güç” olgusu etrafında oluşturulan politik ve stratejik yaklaşımlar doğrultusunda sıklıkla sistem yenilenmesine giderek kendinî revize etmeye çalışmıştır. Bu sistem yenilenmelerinde din, bir gerçeklik olarak Rus Devleti’ni tarihin her aşamasında takip etmiştir. Kimi zaman din toplumsal statüde en üst zirveye taşınmış, kimi zaman da siyasi alanın bir parçası olarak devlet tarafından yönlendirilmiş ve bir meşruluk aracı olarak da kullanılmıştır. Ancak gerçek olan şu ki din, Rus Devleti’nin ve halkının formülasyon aşamasında önemli bir misyon üstlenmiş ve bir ulusun ortak değerlerinin bütünü olarak tarih sahnesinde kendine yer edinmiştir. Bu bağlamda din bir kimlik ürünü olarak Rus halkının toplumsal ve siyasal hayatında değiştirilmesi güç olan bir mevzi kazanmıştır.
Bu bağlamda Müslüman toprakların işgal politikasında Ruslar, bu bölgelerde kalıcı ve egemen olma yolunu “bütünlük” anlayışı üzerinden gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Rus Devleti’nin oluşum tarihinde tecrübe edildiği şekilde Çar yönetimi de farklı halkları aynı potada eritecek bir strateji geliştirmeye çalışmıştır. Bunu için ortak değerler bütünü oluşturacak bir mekanizmaya ve bu strateji kapsamında asimilasyonu uygulayacak bir aygıta ihtiyaç duymuştur. Bu çerçevede yine Rus tarihsel sürecinde aynı işlevi gerçekleştirmiş olan Ortodoksluk özelinde din ön plana çıkarılmıştır. Odur ki Müslüman topraklara gerçekleştirilen saldırılar da “haçlı seferi” olarak nitelendirilmiş, Rus toplumu nezdinde de meşruluk zemini bu yöne doğru kaydırılmıştır.
Böylece Müslüman toprakların işgali dinî boyut kazanmış ve bu değerlerin silinmesinde etkin bir çaba sarf edilmiştir. Müslümanlar din değiştirmeye zorlanılmıştır. Aslında asimilasyon iki boyutta uygulanmıştır. Bir taraftan Hristiyanlık diğer taraftan da Rusluk olgusu paralel olarak tatbik edilmeye çalışılmıştır. Hem din, hem de etnik kimliğe yönelik bir saldırı durumu söz konusu olmuştur. Oysa Müslüman halklar açısından bu iki değer arasında bir ayrım durumu söz konusu olmadığı gibi bunlardan birine yönelik verilecek en ufak bir taviz bile onların “öz”lerinden kopuşunu ifade etmiştir. Odur ki Müslümanlar bu saldırılar karşısında tüm Çarlık dönemi boyunca güçlerini seferber ederek işgalcilere karşı koymaya çalışmışlardır.
Zamanla Müslümanlar farklı dinî ve ideolojik örgütler etrafında birlik oluşturarak Çarizme karşı mücadeleyi daha teşkilatlanmış bir biçimde sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Bu örgütler arasında ideolojik farklılıklar mevcut olsa da onları aynı çatı altında birleştiren etken din olmuş ve onlar ümmet kavramı etrafında seferber olmuşlardır. Böyle bir durumda İslam’a yönelik savaşın zor olacağı düşüncesinden hareketle Çar yönetimi stratejik değişikliklere giderek baskı ve takipleri azaltmak durumunda kalmıştır. Dolayısıyla tehdit ve güç kullanımı yoluyla dinî inanç ve maneviyatla baş etmenin mümkün olmadığının farkına varan Çar yönetimi dinî kurumsallaşma yoluna giderek Müslümanları bu yolla kontrol ve denetim altında tutmaya çalışmıştır.
Sovyetlerin kuruluş yıllarına giden kısa bir zaman diliminde Müslümanlar oluşan en ufak fırsatı bile değerlendirmeye çalışmışlardır. Toplumların ileri gelen dinî önderleri ve entelektüelleri Müslümanları örgütleyerek dinî, siyasi ve kültürel yaşam biçimine karşı gerçekleştirilen saldırıları bertaraf etmeyi hedeflemişlerdir. Bu ideolojik hareketlilikte İslam dinî bağlamında Müslümanlar ülke sınırları dışında olan dindaşlarla bütünleştirilmeye, etnik temelde ise Türklük anlayışı çerçevesinde yurt dışı soydaşlarla yakınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Sovyet sisteminin kuruluşuyla birlikte Müslümanlar daha baskıcı eylemlerle karşı karşıya kalmışlardır. Bu dönemde siyaset, dinî tamamen yok sayma eğiliminden hareketle dinî değer ve inançları sembolize eden herkesi ve her şeyi yok etme yoluna gitmiştir. Bu süreç kanlı eylemlerle cereyan etmiştir. Camiler, türbeler, dinî eğitim veren okul ve medreseler kapatılmıştır. Dil, din ve etnik kimlik üzerinden asimilasyon politikaları devam ettirilse de tarihsel bir tecrübe olarak “bütünleşme” stratejileri daha farklı boyutlarda uygulanmaya çalışılmıştır. “Sovyet vatandaşı” ve “homojen toplum” oluşturma siyasetine “böl, parçala ve yönet” sloganı de eklenerek asimile politikalarına farklı bir boyut da kazandırılmıştır.
Bu doğrultuda Müslüman halkların dinin yanı sıra olası etnik temeller üzerine birleşerek geniş bölgelerde aynı kimlik altında bir bütün olmalarını engelleme adına mikro milliyetçiliğe gidilmiş, aynı topraklarda yaşayan halklar arasında etnik sınırlar çizilerek farklılıklar belirginleştirilmeye çalışılmıştır. Zira daha Sovyet sisteminin oluşum sürecinde Bolşeviklerin destek amaçlı yakınlaşmaya çalıştıkları Müslüman ideolojik örgütlerin, dinin yanı sıra Türkçülük ve Modernleşme yaklaşımlarına da yer vererek bir ulus inşasına çalıştıkları, Ruslarca tecrübe edilmiş bir durum olmuştur. Odur ki Sovyetler sadece dinî bağlamda değil farklı kollarda da Müslümanlara yönelik baskılayıcı ve bölücü politikalar uygulamışlardır.
Bu zorlu koşullarda kimliklerini korumaya çalışan Müslümanlar dinî geleneklerini de yaşatmada kararlılık göstermiş, oluşan farklı hareket ve oluşumlar çerçevesinde Ruslarla savaşmaya devam etmişlerdir. Bu süreç II. Dünya Savaşıyla birlikte farklı bir evreye kaymaya başlamıştır.
Yüzyıllarca devam eden baskı Müslüman halkları manevi olarak yıpratmış, aynı zamanda toplumsal statü kazanma sürecinde karşılaştıkları engeller onların sosyal ve ekonomik sıkıntılarla da boğuşmasına neden olmuştur. Büyük Vatan Savaşında Almanya ile karşı karşıya kalan Sovyetler bu süreçte aynı zamanda iç ve dış politikada süregelen sorunlarla da yüzleşmek durumunda kalmışlardır. Onca zulme karşın farklı halkları vatan çatısı altında birleştirerek düşmana karşı nasıl seferber edileceği konusu emperyalist güçleri tedirgin etmiştir. Bunun yanı sıra din üzerinden gerçekleştirilen baskılar, ezilen halkların durumu dünya kamuoyunda Sovyetlere karşı negatif bir bakış açısının oluşmasına da neden olmuştur.
Bu durum aslında tarihsel bir ezber olan “dinî gerçekliği” tekrardan gündeme taşımıştır. Var olma ile yok olma arasında kalan SSCB, bu zor süreçte Stalin önderliğinde “dinî yardıma çağırma” zorunluluğu hissetmiştir. Onun emriyle tüm ibadet yerleri açılmış ve halk dua ve ibadet etmek için kilise ve camilere davet edilmiştir. Buradaki durum manevi destek ile maddi sorunların çözüme kavuşturulmasını öngörmüştür. Dolayısıyla Stalin’in buradaki yaklaşımı inançsal değil, siyasi olmuştur. Şöyle ki Stalin de dinin toplumsal manevi gücünü çok iyi idrak edebiliyordu. Odur ki toplumsal dinî canlanmanın halkı en iyi bir şekilde motive edici bir etken olacağı anlayışı Sovyet siyasi çevrelerce kabul görmüştür.
Bu dönemde aynı zamanda kapatılan dinî idarelerin yeniden faaliyete geçirilmesi zorunluluğu da hasıl olmuştur. Dinî alana tanınan esneklikler Müslümanların bir merkezden yönetilmesini ve yönlendirilmesini de gündeme getirmiştir. Bu politik tutum doğrultusunda 4 dinî idare faaliyete geçirilmiştir. Buradaki din adamları Sovyetlerce atanan birer memur konumunda olmuş ve emperyalist güçlerin direktifleri doğrultusunda faaliyet göstermeye zorlanmışlardır. Din adamları bir taraftan zorunlu bir şekilde devletle uzlaşı sağlayarak görevlerini icra etmiş diğer taraftan da dinî alana yeni imtiyazlar kazandırmaya çalışmışlardır.
Sovyet yönetimi bir taraftan dine yönelik açık baskıcı yaklaşımlardan uzak dursa da diğer taraftan ateist propagandalara yönelik faaliyetlerini hız kesmeden ilerletmiştir. Bu paradoksal siyasi muhitte yaşamlarını sürdürmeye çalışan Müslümanlar devletten bağımsız bir şekilde faaliyetlerini sürdüren tarikat ve cemaatlerin bünyesinde dinî geleneklerini yaşatmaya çalışmışlardır.
Kayıtlı ve kayıt dışı faaliyet gösteren tüm din adamlarının ortak gayesi ise dine alan açmak ve bu alanı korumak olmuştur. Bu hususta tarikatlar açık bir şekilde Komünist rejime karşı cephe alırken, devlet bünyesinde faaliyet gösteren dinî kurum ve mollalar ise devletle uzlaşı doğrultusunda Müslümanların dinî yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda din adamları açısından oldukça zor olan görevlerden biri de bu İslam’ın Komünist parti ideolojisiyle örtüştürülmesine yönelik Sovyetlerin talepleri olmuştur. Sovyetleşen Müslümanlık olgusunun toplum tarafından kabul görmesi devletin esneklik çerçevesinde Müslümanlara tanıdıkları imtiyazın karşılığında beklenen siyasi bir talebi olmuştur. Aslında Komünistlerin Müslümanlara yönelik ılımlı politikası daha çok yurt dışı endeksli olmuştur. Sovyetlerin yurtdışı Müslüman dünyasıyla yakınlaşma fırsatı ülke içindeki dinî durumun iyileştirilmesine bağlı kılınmıştır.
Toparlayacak olursak din, tarihin farklı aşamalarında değişen iktidar ve sistemlerde, hatta yeniden kurulan ve inşa edilen rejimlerde bile Rus Devleti’nin politikasında yer edinen bir gerçeklik olmuştur. Öyle ki dinsiz bir toplum inşa etme sloganıyla yola çıkan Komünist sistemde bile din, emperyalist güçleri kendisine muhatap edebilmiştir. Sovyetlerin kuruluşunun ilk yıllarından itibaren ortadan kalkacağına ve hatta kendiliğinden yok olacağına inanılan din, II. Dünya Savaşıyla birlikte toplumsal etkinliğini ve gücünü tekrar gösterebilmiştir. Bu gerçeklik emperyalistleri politik tutumlarında değişikliğe zorlamıştır. Ancak din ve devlet arasındaki bu inişli ve çıkışlı süreç SSCB’nin dağılmasına kadar devam etmiştir.
Kaynakça
Abutalıbov, R. A. (2011). Mamed Emin Rasulzade i Kavkazskaya konfederatsiya. Sotsial’no-politicheskaya mysl’. Bakü.
Acar, K. (2017).Orta Çağ’dan Sovyet devrimine Rusya. İstanbul: İletişim Yayınevi.
Akiner, Ş. (1995). Sovyet Müslümanları. (Çev. T. Buzpınar, A. Mutu.), İstanbul: Paşahan Matbaası.
Alekberov, F. (2014). Ulusal ideoloji sorununa tarihi-felsefi bakış (II. Bölüm) Bakü: Yysq --”Genç Elektronik Bilimi”- 55 (12 - 2014).
Arapov, D. YU. (2005). Sistema gosudarstvennogo regulirovaniya İslama v Rossiyskoy imperii (poslednyayatret’ XVIII-nachalo XX vv.) Doctoral dissertation, MGU im. MV Lomonosova.
Bayhan, F. Poyraz, M. (2019). İslam’ın Rusya’daki ayak izi: Sultan Galiyev. Ankara: Sebilürreşad.
Benningsen, A, Guelguejay, L. C. (1981). Step’de ezan sesleri. (Çev. N. Uzel). İstanbul: Selçuk Yayınları.
Benningsen, A. K. (1997). Sovyet Müslümanları ve İslam dünyası. . İçinde İ. O. Türköz. (Çev.) Çöküş Öncesi Sovyetler Birliği’nde İslamiyet ve Müslümanlar (ss. 61-80). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Benningsen, A. K. (1997). Sovyetler Birliği’nde İslami Uyanış ve bazı gelişmeler. İçinde İ. O. Türköz. (Çev.) Çöküş Öncesi Sovyetler Birliği’nde İslamiyet ve Müslümanlar (ss. 52-60). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Bozkurt, G. S. (2008). 1905-1907 yılları Rusya Müslümanlarının siyasi kimlik arayışı. İstanbul: Arı Matbaacılık.
Chicherina, S. V. (1906). O privolzhskikh inorodtsakh i sovremennom znachenii sistemy NI Il’minskogo. Sankt-Petersburg: Tip. N. Ya. Stoykovoy.
Crıtchlow, J. (1997). Minareler ve Marx. İçinde İ. O. Türköz. (Çev.) Çöküş Öncesi Sovyetler Birliği’nde İslamiyet ve Müslümanlar (ss. 91-104). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Dashichev V. I. (1973). Bankrotstvo strategii Germanskogo fashizma: ist. ocherki, dok-ty i mat-ly. T. 1. Moskva.
Dashkovskiy, P. K ve Shershneva, Ye. A. (2020). Islam i imperiya: polozheniye Musul’manskikh obshchin Zapadnoy Sibiri v kontekste gosudarstvenno-konfessional’noy politiki vo vtoroy polovine XIX -nachale XX vv .Federal’noye gosudarstvennoye byudzhetnoye obrazovatel’noye uchrezhdeniye vysshego obrazovaniya -Altayskiy Gosudarstvennıy Universitet-.
Devlet, N. (2011). İsmail Gaspıralı & unutturulan Türkçü, İslamcı, modernist. (C. 30). İstanbul: Hiperlink Eğit. İlet. Yay. San. Tic. ve Ltd. Şti.
Faizov, G. B. (2010). Islam i gosudarstvo: yedinstvo, protivobostvo, konvergentsiya. Ufa: Izd-vo BGPU.
Hayit, B. (1971). Komünizm ve Türk dünyası. Ankara: Altnok Matbaası.
Hayit, B. (1978). Türk dünyasında Rus emperyalizminin izleri. İstanbul: Kültür Yayınları.
Hayit, B. (1995). Turkistan devletlerinin millı̂ mücadeleleri tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Hayit, B. (1997). “Basmacılar” Türkistan milli mücadele tarihi (1917-1934). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
İsgenderov, A ve Mövlayi, A. (2016). Şeyhülislamlığın tarihi. Bakü: Elm ve Tahsil.
Khalilova, Z. E. Babadzhanov, B. M. (2017). Sovetskaya ideologiya v medrese: politicheskiye konteksty i uchebnaya praktika. Islamology, 7(2), 29-52.
Khlynina, T. P. Krinko, Ye. F ve Urushadze A. T. (2012). Rossiyskiy Severnyy Kavkaz: istoricheskiy opyt upravleniya i formirovaniya granits regiona. Federal’noye gosudarstvennoye byudzhetnoye uchrezhdeniye nauki Yuzhnyy nauchnyy tsentr Rossiyskoy akademi inauk.
Landa, R. (2003). Istoriya İslama v Rossii. Rossiya i Musul’manskiy Mir, (12), 17-27.
Likhachev, S. D. (1978). Pamyatniki Drevney Rusi. Moskva: Izdatel’stvo Khudozhestvennaya Literatura.
Minchenko, T. P. (2005). Ponyatiye religioznoy svobody i nekotoryye problemy yeye osushchestvleniya (naprimere Kamchatskogo regiona). Vestnik Tomskogo Gosudarstvennogo Universiteta, (287), 191-195.
Monteil, V. (1992). Sovyet Müslümanları. (Çev. M. Çamdereli,) İstanbul: Pınar Yayınları.
Motıka, I. I. (2001). U istokov pravoslavnoy missi sredine russkikh narodov Yevropeyskoy Rossii. Injinernıye Tekhnologii i Sistemy, (1-2), 39-44.
Mukhetdinov D. V ve Khabutdinov A. YU. (2011). Islam v Rossii v XVIII — nachale XXI vv.: modernizatsiya i traditsii. Nijnıy Novgorod: Medina.
Mukhetdinov, D. V. (2019). Istoriya Islama v Rossii. Uchebnoye Posobiye: Medina.
Murtazin, M. F. (2019). O sisteme İslamskogo obrazovaniya na postsovetskom Musul’manskom prostranstve. Rossiya i novıye gosudarstva Yevrazii, (2), 88-102.
Nesibli, N. (2017). Azerbaycan Türklerinin önderleri. Berikan Yayınları: Ankara.
Nisiyama, K. (2003). Prinyatiye İslama kreshchenymi Tatarami i pravoslavnaya tserkov’: etnokul’turnoye protivostoyaniye na Srednem Povolzh’ye v seredine XIX v. Novaya volna v izuchenii etnopoliticheskoy istorii Volgo-Ural’skogo regiona. Sapporo, 200-224.
Nurimanov, I. A. (2017). Gosudarstvenno-İslamskiye otnosheniya v SSSR do, vo vremya i posle Velikoy Otechestvennoy voyny: na primere vozobnovleniya khadzha i sozdaniya dukhovnykh upravleniy. Islam v Sovremennom Mire, 13(1), 71-88.
Paspelovski, D. (2000). Stalin i Tserkov: “Konkordat” 1943 god i jizn Tserkvi. Tserkovno-İstoriçeskiy Vestnik, (6-7): 209-227.
Roy, O. (2009). Yeni Orta Asya ya da ulusların imal edilişi. (Çev. M. Moralı,) İstanbul: Metis Yayınları.
Runkevich, S. G. (2013). Russkaya Tserkov’ v XIX Veke. Directmedia.
Shangarayev, R. R. (2020). Istoriya İslama i Musul’manskikh narodov Rossii. Kazan: Khrestomatiya.
Shikhaliyev, SH. SH. (2017). Islamskaya pressa v rannesovetskom Dagestane i zhurnal «Musul’mane Sovetskogo Vostoka». Islamology, 7(2), 74-100.
Subaşı, N. (2022). Entelektüelin yer bildirimi. Ardahan Üniversitesi, 28 Ocak 2023 tarihinde https://www.youtube.com/watch?app=desktop&v=mHUMaWIlRX4 adresinden erişildi.
Vladimirov, N.G. (1996). Islam v Rossii. Moskva: İnstitut Naslediya.
Voronina, T. Ye. (2014). Istoricheskaya rol Ivana Groznogo v tsentralizatsii Russkogo gosudarstva (VI v.) na osnove paradigmy pravoslaviya. Istoricheskaya i Sotsial’no-Obrazovatel’naya Mysl’, (3), 77-81.
Yagublu, N. (2015). Entsiklopediya Mukhammeda Emina Rasulzade. Bakü.
Yagublu, N. (2018). Cumhuriyet kurucuları. Bakü.
Yalçınkaya, A. (2006). Kafkasya da siyasi gelişmeler etnik düğümden küresel kördüğüme. İstanbul: Lalezar Kitabevi.
Yiğit, Y. (2022). Din-siyaset ilişkileri bağlamında Kafkas Müslümanları İdaresi. (Doktora Tezi). Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yücebaş, F. (2020). İsmail Gaspıralı’nın Türk-İslam birliğine yönelik faaliyetleri. Türk Dünyası Araştırmaları, 124 (245), 395-404.
Zakharov, V. (2020). I.V. Stalin i yego otnoshenıye k Tyurkskım narodam Kavkaza. Institut politicheskikh i Sotsial’nykh İssledovaniy Chernomorsko-Kaspiyskogo Regiona Rossiya. UDK 327: 27-42.
Zhitenev, T. Ye. (2010). Islam v Rossii: vekhi istorii. Vestnik Volzhskogo Universiteta im. VN Tatishcheva, (4), 35-42.