Giriş
Organize solun 20. yüzyılın en müthiş devrimlerinden biri olan 1979 Devrimi’nin kimseye boyun eğmeyen lideri olarak ortaya çıkan din adamı Ayetullah Humeyni’ye verdiği kategorik destek, tüm dünyayı hayretler içerisinde bırakmıştır. Laiklik, eşitlik, demokratik haklar, özel mülkiyet, kişisel özgürlükler ve özerkliğin ortadan kaldırılması gibi sosyalist fikirler nasıl oldu da ilahi kural ve düzeni (şeriat) yeniden tesis etme, özel mülkiyete saygı ve kadınlar, gayrimüslimler ve inanmayanların hiyerarşinin alt tabakasında bulundukları ilahi olarak buyurulmuş insani eşitsizlikler gibi amaçlara sahip olan İslamcılar ile uzlaşabildi? Bu şaşırtıcı soruya ancak 20. yüzyılda İran’da faaliyet göstermiş olan örgütlü sosyalist parti ve örgütlerin ortaya çıkış ve genişleme ile gerileme ve çöküş süreçlerini tarihî bağlamda inceleyerek bir yanıt verilebilir.
Sosyalist Partilerin Doğuşu
İran’da sosyalist fikirlerin ortaya çıkışı, milliyetçi duygu ve düşünceler ile sömürgecilik ve despotizm karşıtı duygu ve faaliyetlerin iyice arttığı bir döneme denk gelmiştir. Bu dönemdeki siyasi hava, ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi kurumlarının modernizasyonu ile laik kanunların kurulması arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Pek çok ilerici aydın, ülkelerinin yarı sömürgeci statüsü ile İngiliz ve Rusların ülkelerindeki siyasi ve ekonomik çıkarlarından ve entrikalarından nefret etmekteydi. Bu aydınlar, Şah’ın hukuk ve eğitim kurumlarını kontrol eden güçlü din adamları tarafından kendi çıkarları gereği yönlendirilip desteklenen keyfî gücünü, ülkenin sosyoekonomik ve siyasi sefaletinin nedeni olarak görüyorlardı. Genel itibarıyla bakıldığında 1904 ile 1911 yılları arasında milliyetçi, ılımlı ya da radikal görüşlere sahip birçok dernek, grup ve partinin ortaya çıktığı görülmüştür. Bunlar arasında Sosyalist Demokrat Parti (Hizbe Ijtima’youn Amiyun), Gizli Toplum (Anjoman-i Gheibi), İnsanlık Toplumu (Jamea’ye Adamiat) ve daha radikal olan Devrim Komitesi (Komiteh Enghelabi), Gizli Merkez (Markaz-ı Gheibi) ve Sosyal Demokrat Parti’den (Hezb-i Ejtemaiun-Amiun) söz edilebilir (Abrahamian, 1983).
İlk sosyalist parti olan Sosyal Demokrat Parti esasen Narim Narimanov, Amin Rasulzade ve Haydar Han Amuoğlu gibi Bakü merkezli aydınların girişimleriyle 1904 yılında kurulmuştur. Bunu 1909’da kurulan ve kurucuları arasında Hüseyin Takizade, Muhammed Terbiyet ve Süleyman İskenderi gibi bir grup ılımlı Meclis üyesinin bulunduğu Demokrat Parti’nin (Ferghe-i Demokrat) kuruluşu izlemiştir. 1905 Rus Devrimi’nin ardından Rus Marksistlerin, İran Anayasa Devrimi’ne (1905-1911) ve Marksist düşüncelerin İran boyunca yayılması noktasında entelektüel ve pratik katkılarda bulunduğu ve yine Rus İşçi Sosyal Demokratları’nın (WSD) bu noktada aktif destek verdiğine dair elimizde tarihî kayıtlar mevcuttur. Sürgünde gerçekleştirilen Rus WSD konferansları ve toplantılarında alınan birçok kararda, İran halkının acımasız emperyalist politikalar sonucunda düştüğü kötü duruma değinilmiştir (Tarihsel Belgeler, 1970, ss. 18-19).
1917 Bolşevik Devrimi, İran’daki milliyetçi arzuların daha da ivme kazanmasını sağlamıştır. Yeni kurulan Sovyet hükûmetinin İran’a yönelik uygulamaya başladığı, İran’ın Çarlık Rusya’sı döneminde birikmiş olan devasa borçlarının affedilmesi, İran ile Rusya arasındaki adaletsiz ekonomik anlaşmaların feshedilmesi ve başka bazı şeylerin yanı sıra başta Müslüman Asya Cumhuriyetlerinde kadınların özgürleştirilmesini amaçlayan bir dizi radikal kararnameler gibi özgürleştirici, sömürgecilik karşıtı politikalar, birçok sıradan insanda sosyalist fikirlere karşı bir saygı ve bu fikirlere dair bir merak uyandırmıştır. İranlı entelektüellere, uzun zamandır gerçekleştirmeye hevesli oldukları fakat hayata geçirilmesi noktasında çok geç kalınmış olan değişikliklerin hayata geçirilebilmesi için yeni ufuklar açılmış gibi görünüyordu. Bu nedenle aralarında Modernite Partisi (Hezb-i Tajadod), Sosyalist Parti ve Sosyal Demokrat Adalet Partisi’nin de bulunduğu birkaç yeni ılımlı ve radikal parti ortaya çıkmıştır. Ayrıca 1919 yılında Muhterem İskenderi başkanlığında bir kadın örgütü olan Yurtsever Kadınlar Birliği (Nesvan-e Vatankhah-e Iran) kurulmuştur. Bu Birlik, ana hedeflerinin kız çocuklarının eğitimini ve ahlaki olarak yetişmesini teşvik edip desteklemek, yetişkin kadınlar arasında okuryazarlığı yaymak, fakir kadınlar için hastaneler kurmak, çocuk işçiliğini yasaklamak vb. ılımlı hedefler olduğunu ilan etmiştir (Bamdad, 1977, ss. 2-13). Birlik, peçeye karşı yayınladığı bildiri ve kadınların eğitim hakkını savunmasının yanı sıra kadın hakları aleyhtarı ifadeler içeren broşürlerin kamuya açık alanlarda yakılması gibi kamuoyunun dikkatini kadınların kötü durumuna çekmek adına cesaret veren çeşitli yöntemler kullanmıştır. Fakat bu yöntemler, Birliği din adamları ve sivil makamların düşmanca saldırılacağı bir hedef hâline getirmiş ve Birliğe mensup aktivistler tutuklanmıştır (Bamdad, 1977, s. 64). Daha radikal bir kadın grubu olan Peyk-i Saadat-i Nesvan, Birlik’ten ayrılarak grupla aynı isme sahip bir dergi yayınlamıştır. Bu dergi, İran’daki ilk komünist yayınlardan biri olarak kabul edilmektedir (Moghissi, 1994). İranlı komünistler arasında en meşhur ve en çok saygı duyulan kişi olan Arani’nin yargılandığı davada, bu ikinci örgütün liderleri ve kadın sosyalist aktivistlerden olan Jamileh Sediqi ve Shoukat Rousta’nın, Rıza Şah’ın yönetimde terör estirdiği dönemde hapis cezasına çarptırıldıklarına dair ifadeleri de bahsedilmeye değerdir (Tarihsel Belgeler, 1970, s. 54).
Zamanın elverişli siyasi iklimi, sosyalist grupların tüm bölge genelinde daha güvenle örgütlenmelerini sağlamıştır. 1920 yılında kurulan İran Komünist Partisi (Ferghe-i Kommonist), Mustafa Suphi tarafından kurulan Türkiye Komünist Partisi (1920) ile Hüsnü Arabi’nin önderliğindeki Mısır Komünist Partisi (1921) ile yakın zamanlarda kurulmuştur. Büyük Sovyet Ansiklopedisi’ne (10, s. 104) göre, İran Komünist Partisi’nin kuruluşu aslında Amin Rasulzadeh, Assadolah Ghaffarzadeh, Sultanzadeh, Haydar Han ve Pishehvari gibi kıdemli sosyal demokratlar ve Bolşevik Devrimi destekçileri tarafından 1919’da kurulan Sosyal Demokrat Adalet Partisi’nin isminin değiştirilmesinden ibaretti. Ayrıca 1926 yılında Berlin’de Fars Devrimci Cumhuriyetçi Partisi (Ferqe Jomhory Enelbi Iran) adlı bir partinin daha kurulduğunu da biliyoruz (Tarihsel Belgeler, 1970, ss. 21-23). Bu Parti’nin kurucuları bazıları hâlihazırda Komünist Parti üyesi olan bir grup radikal öğrenci idi. Partinin liderlerinden Dr. Taki Arani, Rıza Şah döneminin hapishanelerinde, arkadaşı olan Shaheza Alavi ise Stalin’in Rusya’da terör estirdiği dönemde hayatlarını kaybetmiştir.
Bir yandan Gilan, Azerbaycan ve Horasan’daki milliyetçi ve sosyal demokrat ayaklanmaların artışı ile marjinalleşmiş kesimlerin anayasa sonrası kısa bir süre yürürlükte kalan demokratik özgürlüklerden aldığı güçle artan talepleri öte yandan komşu ülkelerdeki siyasi dönüşümler, egemen sınıfların hegemonyasına karşı ciddi tehditler teşkil etmişlerdir. Ülkede belli başlı bazı sosyoekonomik yeniden yapılandırmaların hayata geçirilmesi kaçınılmaz olarak görülmüştür. Dolayısıyla ülkeyi diktatörlük yoluyla modernleştiren Rıza Şah, kuzey ve güneydeki ayaklanmalar ile milliyetçi ve sosyalist güçleri bastırmak ve ülkenin eski yapı ve kurumlarında değişiklikler yapmak görevlerini üstlenerek ülkenin başına geçmiştir. Egemen sınıfların desteğini arkasına alan Rıza Şah, Gilan’da ortaya çıkan Cengeli Hareketi’ni, Horasan’da ortaya çıkan Hiyabani Hareketi’ni ve Azerbaycan’da ortaya çıkan Pisyan Hareketi’ni vahşice bastırmıştır. Bütün bu hareketler ortaya çıktıkları dönemde daha sonra 1931 yılında Meclis tarafından çıkarılan komünizm karşıtı yasa ile tüm faaliyetleri yasaklanan Komünist Parti tarafından desteklenmekteydi. Bu yasanın çıkmasının ardından Rıza Şah’a bağlı polis güçleri Komünist Parti’ye ve Parti’ye bağlı kuruluşlara saldırarak Parti liderlerinin çoğunu ya öldürmüş ya da hapsetmiştir.
Rıza Şah aynı dönemde bir dizi dönüştürücü sosyal ve ekonomik reform başlatmıştır. Bunların arasında en dikkat çeken değişiklikler, dinî yargıçların yerine seküler eğitim almış yargıçların getirilmesi, medeni kanun ve ceza kanununun çıkarılması, kızların eğitim aldıkları okulların sayısının arttırılması, modern bürokrasinin ve büyük endüstrilerin oluşturulması ve en dikkat çekici ve en çok tartışılan konu olan kadınlara peçelerini açma hakkı verilmesidir. Bununla birlikte Rıza Şah’ın bir grup modern eğitimli ve aydın danışman tarafından desteklenen zaman zaman acımasız güvenlik güçleri ile polis gücü tarafından dayatılan demir iradesi altında gerçekleştirilen ve ülkenin hızlı, heyecanlı ve kritik bir şekilde modernleşmesini sağlayan reformlar, Rıza Şah’ın 1941 yılında müttefik güçlerin baskısı sonucunda iktidarını zorla oğlu Muhammed Rıza Şah’a bırakması ile son bulmuştur. Böylece cezaevlerinin kapıları açılmış ve kapatılan eski komünist parti, milliyetçiler ve sosyal demokrat grupların üyeleri ve taraftarları da dâhil olmak üzere mahkûmlar serbest bırakılmıştır. Sonuç olarak siyasi partiler ile demokratik organizasyonlar ve aktivizmin yeniden örgütlendiği ve tekrardan gruplandığı yeni bir siyasal özgürlükler dönemi başlamıştır.
Yeni Sosyalist Partiler Dalgası
Rıza Şah sonrası dönemde ortaya çıkan pek çok milliyetçi, ılımlı ve sol siyasi parti arasında en dikkate değer olanları İran Partisi (Hezb-i İran), Kardeşler Partisi (Hezb-i Hamrahan), Tudeh Partisi, Sosyalist Parti ve Üçüncü Güç (Niru-yi Sevom) olmuştur. Bu dönem aynı zamanda İlerici Partiler Birlik Cephesi (Jebhe-i Motalef-i Ahzab-ı Azadikhah) ile meşhur Ulusal Cephe’nin (Jebhe-i Melli) de ortaya çıktığı dönemdir (Rahnema, 1991). Bununla birlikte bu partilerden hiçbiri komünist Tudeh Partisi kadar hızlı büyüyememiş ve İran’ın siyaset ve toplum sahnesinde bu kadar etkili olamamıştır.
İran Tudeh Partisi, Rıza Şah döneminde hapsedilen ve Elli Üçler Grubu olarak bilinen gruba mensup bir dizi sosyalist ve Marksist birey tarafından 1941 yılında kurulmuştur. Kurucuların Komünist Parti’den ziyade Tudeh (kitleler) ismini seçmeleri ve aynı zamanda Parti’nin kuruluş manifestosu ve programı ile tanınmış birkaç milliyetçiyi de partiye katma stratejisi, herhangi bir ideolojik bağa sahip olmadıkları ve tüm çalışan insanlar (işçi sınıfları) ve orta sınıfların partisi olduklarına dair halka bir güvence vermek anlamına geliyordu. 1979 Devrimi sonrasında başlayan çalkantılı dönemle birlikte 1983 yılında diğer parti liderleri ile birlikte hapsedilmesine kadar Komünist Parti Genel Sekreteri olarak görev yapmış olan Nurettin Kiyanuri’ye göre bu politika, Stalin’in Müslüman ülkelerdeki komünistlerin komünist unvanı altında faaliyet yürütmemeleri tavsiyesinin dikkate alınmasının bir sonucuydu (Kiyanouri, 1993, s. 75). Ancak Parti’nin 1979’a kadar Genel Sekreterliği’ni yapmış olan İrec İskenderi ise Tudeh adının kendi fikri olduğunu yazar. Ayrıca saygın siyasetçi ve sadık bir Müslüman olan Süleyman Mirza İskenderi’yi de aynı nedenden dolayı Parti’nin liderliğini üstlenmeye davet eden de kendisidir (Eskandari, 1989, s. 242). Süleyman İskenderi hayatta olduğu sürece kadınların Parti’ye üye olmasına izin verilmemesi ve bunun yerine kadın örgütüne katılmalarının tavsiye edilmesi ilginç ve kayda değer bir durumdur (Firooz, 1994, s. 39, 41; Kiyanouri, 1993, s. 203, 376).
Tudeh Partisi çok kısa bir zaman içerisinde ülkedeki en popüler ve etkili sol siyasi örgütlerden biri hâline gelmiştir. Toplumun her kesiminden partiye katılan veya taraftar olanlar olmuştur. Bu kişiler arasında edebî şahsiyetler, teknokratlar, avukatlar, hâkimler, öğrenciler, akademisyenler ve gizli tutsalar da pek çok rütbeli asker bulunmaktaydı. Birçok genç kadın da “kadınları, kalıcı ve devamlı bir şekilde mobilize eden ve kadın haklarını şiddetle savunan tek siyasi örgüt” olduğu gerekçesiyle kendisini Tudeh Partisi’ne yakın hissetmiştir (Abrahamian, 1983, s. 336). Parti’nin manifestosunda tüm vatandaşlara cinsiyetlerinden bağımsız olarak hak eşitliği tanınması çağrısında bulunulmuştur. Manifestoda kadınların sosyal ve siyasal haklarının genişletilmesi ve maddi refahlarının artırılması, kadın çalışanların erkek çalışanlarla eşit ücret ve ücretli izne tabi olmaları ve en az iki aylık doğum izni haklarının olması gibi politikaların hayata geçirilmesi için çalışma konusundaki kararlılığını vurgulanmıştır (Tarihsel Belgeler, 1970, s. 260). Dolayısıyla gerici Mollaların sürekli tehdidi altında bulunan kadınların açılması, okula gitmesi ve üniversite eğitimi alması gibi Rıza Şah döneminde kadınlar lehine gerçekleştirilen reformları geçersiz kılma kampanyalarına muhatap kalan pek çok kadın Parti’ye daha da yakınlaşmıştır. Necmi Alavi’ye göre, aristokrasi içerisinde yer alan kadınları bile etkileyen, kadınların evlilik, boşanma, çocuk velayeti gibi temel yasal haklardan mahrum olması durumu, bu kadınların, Parti’nin kadın örgütlerine, Kadın Topluluğu’na ve daha sonrasında da Kadınların Demokratik Örgütü’ne olan ilgilerini artırmıştır. Öte yandan bu kadınların Tudeh’e katılmak gibi bir amaçları olmamış ve birçoğu da hiç bir zaman Tudeh’e katılmamıştır (Alavi, 2004, s. 62).
Bununla birlikte Tudeh üyelerinin ezici çoğunluğu işçi sınıflarına mensup kişilerdi. Öyle ki Tudeh Partisi’nin üyelerinin %80’ini işçiler oluşturuyordu. Parti tarafından örgütlenen ve yönetilen Merkez Birlik Konseyi-CUC (Showray-e Motahedeh Markazi) 1942 yılında yaptığı açıklamada, konsey ile bağlantılı 186 sendika aracılığıyla 400.000 işçinin konseye üye olduğunu öne sürmüştür (Halliday, 1997, ss. 199-200). 1941-1953 döneminde ise Yousef Eftekhari grubu liderliğindeki petrol işçileri sendikası, İran’ın güneyindeki petrol sahalarındaki işçileri örgütlemede büyük bir başarı elde etmiştir. Bazı söylentilere göre partinin yerel birimleri zaman zaman silahlı milislerle birlikte hareket ederek Abadan, Ahvaz, İsfahan, Sari, Reşt ve Enzeli gibi endüstriyel şehirlerde yönetimi fiilen ele geçirmiştir (Abrahamian, 1983, s. 304).[1]
Tudeh’in popülerliği, Sovyet hükûmetinin partiye olan desteği ve Parti’nin büyük işçi sendikaları üzerindeki etkili kontrolü, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Parti’yi ülkenin en büyük ve en etkili siyasi örgütü hâline getirmiştir. Öyle ki parti yönetimindeki üç üye, 1946 yılında Ahmed Kavam’ın kabinesinde bakanlık pozisyonlarına getirilmiştir. Tudeh’in Sovyetler ve diğer aşırı hareketlerle bağlantısından kaynaklı görüş ayrılıkları başta olmak üzere parti içerisindeki ayrılıklar, 1947 yılında Halil Maliki liderliğindeki muhalif bir kadronun partiden ayrılarak Sosyalist Tudeh Topluluğu’nu (Jamiyat-i Socialyst-i Tudeh) kurmasına yol açmıştır. Bu Parti kısa ömürlü olmuş ve Maliki sonraki yıllarda da Toilers Partisi’ni kurmuştur. Tudeh Partisi, 1948’de yasa dışı ilan edilmesine rağmen 1950 ile 1953 yılları arasında kısmen açık kısmen gizli olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 1950 ile 1953 yılları arasındaki bu dönem, Başbakan olan Dr. Muhammed Musaddık’ın liderliğinde gerçekleşen “İngilizlerin hükmettiği petrol endüstrisinin millîleştirilmesi hareketi” açısından dönüm noktasıdır. Tudeh Partisi başlangıçta Musaddık hükûmetine karşı çıkmış ve petrol sahalarında birçok gösteri ve grev düzenleyip Musaddık karşıtı pek çok açıklama yapmıştır. Merkez Komitesi, Parti’nin, hükûmeti destekleyip desteklememesi konusunda ikiye bölünmüş olmasına rağmen Parti’nin sahip olduğu onlarca gazete ve haftalık dergide Musaddık, Amerikan emperyalizminin çıkarları için çalışmakla suçlanmıştır. Stalin’in dünyayı emperyalist ve sosyalist kamplar şeklinde ikiye ayırdığı dünya görüşünü izleyen bu strateji, 1953 yılındaki CIA ve İngiliz destekli darbeye kadar takip edilmeye devam etmiştir. Bu darbe sonucunda ise Musaddık’ın milliyetçi hükûmeti düşürülmüş, ülkeden kaçmış olan Şah ülkeye geri dönerek yeniden başa geçmiştir. Bu dönemde Tudeh’e karşı zalimce ve çok ağır önemler alınmış, çok sayıda Parti üyesi tutuklanmış, Parti’nin üst kadroları idam edilmiş ve birçok lideri sürgüne gönderilmiş, milliyetçi antiemperyalist hareket bastırılmış, Ulusal Cephe yasaklanmış, İngiliz, Amerikan ve Hollandalı ve Fransız petrol şirketlerinden oluşan bir konsorsiyum ile yeni bir sözleşme imzalanmıştır.
Diktatörlük ve sıkıyönetimin Amerikan ve İsrailli danışmanların yardımıyla yeniden tesis edilmesi, Sovyetlerin ve dolayısıyla sosyalist güçlerin etkilerini frenleyerek baskı altına almayı amaçlamıştır. Bu nedenle 1953 ile 1979 yılları arasındaki dönem Tudeh Partisi’nin fiilî olarak ortadan kaldırılması, tüm sosyalist güçlerin sistemli olarak bastırılması, bağımsız sendikaların dağıtılması ve ilerici yayınların yasaklanmasının yanı sıra ekonomik büyüme ve geniş çaplı bir sanayileşmenin görüldüğü ve kapitalist ilişkilerin genişlediği ve orta sınıfların büyüdüğü bir dönemdir. Soğuk Savaş siyasi zihniyeti şeklinde tasvir edilen bu politika, sosyalist güçlerin ülkenin siyaset sahnesinden tecrit edilmesinde başarılı olmuştur. Camiler, İslamcı kurumlar ve İslamî yayınlar türeyip yayılmış ve dolaylı yollarla teşvik edilmişken sol eğilimli aydınlar ise katledilmiş, hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmiştir. Şah rejimi ile Batılı müttefiklerinin Soğuk Savaş politikalarına sadık kalan stratejileri sosyalist ideoloji ve aktivizmin etkisine karşı koymak ve bu etkiyi dengelemek amacıyla insanların duygusal ve ideolojik olarak dinî inanç ve ritüellere katılımını güçlendirmek olmuştur. Dinî vaazlar ile Marksizm ve komünizme karşı basılan çok sayıda İslamî kitap ve broşür, komünistleri, dinsiz, imansız, ahlaksız ve hain kişiler olarak takdim ederken Tudeh Partisi’nin Dr. Musaddık’a destek vermediği ve Parti’nin Sovyetler Birliği’yle olan bağlantıları tekrar tekrar dile getirmiştir. Bu faaliyetler, rejimin Tudeh’i ve daha genel olarak İranlı sosyalistleri tamamen itibarsızlaştırma ve dengeleme politikasıyla beraber büyük bir yankı uyandırmıştır.
Rejim bu noktada başarılı olmuştur. Şah’ın ve Amerikalı danışmanlarının anlamadığı şey ise CIA darbesinin halkın ruhunu ne kadar derinden sarstığı ve Şah’ın okuryazar ve siyaset odaklı halkın gözündeki meşruiyetini geniş bir şekilde etkilediğidir. Bu nedenle orta rütbeli bir din adamı olan Humeyni de dâhil olmak üzere daha radikal Mollalar, bu dönemde toplanmalarına müsaade edilen tek yer olan camiler sayesinde sıradan insanlara ulaşmış, cami müdavimlerini, başta kadınların daha yeni sahip oldukları oy kullanma hakkı gibi kadın hakları olmak üzere rejimin modern ve laik reformlarına karşı çıkmaya zorlama ve insanları bu noktada tahrik etme fırsatını iyi değerlendirmişlerdir. Ali Şeriati ve Celal Ali Ahmed gibi Mollalık mesleğinden olmayan Müslüman düşünürler ise toplumun hoşnutsuz ve marjinalleşmiş kesimini, okulların sayısının artması, yeni üniversitelerin kurulması, kırsal nüfusun refahını artıran eğitim ve sağlık kurumlarının oluşturulması ve kadınların toplumdaki varlığının ve imkânlarının artırması gibi yapıcı politikalar da dâhil olmak üzere rejim tarafından gerçekleştirilen her şeye karşı harekete geçirmişlerdir. Bu kişilerin daha sofistikeymiş gibi görünen argümanlarının altında aslında başarısızlığa uğramış milliyetçilik ve sosyalizmin yerine sömürgecilik karşıtı kurtarıcı tek alternatif olarak İslamcılık sunuluyordu. Daha sonraki yıllarda yaşanan olayların da gösterdiği üzere rejimin bu politikaları, Şah ve Batılı müttefikleri için ölümcül olmuştur.
Görünüşte Şah rejimine meydan okuyabilecek hiçbir siyasi güç olmasa da toplumun geneline yayılmış olan entelektüel hoşnutsuzluk, İran işçi sınıflarının özellikle petrol, iletişim ve ağır sanayi gibi kilit sektörlerde çalışan kesimlerin münferit grevleri, sosyal hayatın her yönünün bir güvenlik konusu hâline getirilmiş olması ve SAVAK’ın (gizli polis) insanları yakın takip ve gözetimi gibi rahatsızlık yaratan konular bulunmaktaydı. Fakat Şah tarafından 1963 yılında ortaya konulan ve Beyaz Devrim olarak adlandırılan altı maddelik (sonradan ek altı madde daha ile genişletilen) ekonomik ve sosyal programa karşı büyük bir isyanın bastırılması, Ulusal Cephe liderlerinin hapsedilmesi ve Humeyni’nin sınır dışı edilerek önce Türkiye’ye sonra Irak’a gitmesi, Şah’ı tüm muhaliflerin ortadan kaldırıldığına dair gururlu ve kibirli bir güven içerisine sürüklemiştir.
Daha on yıl geçmeden ortaya çıkan iki gerilla grubu olan Marksist İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü ve İslamcı Halkın Mücahitleri Örgütü, ülkenin görünüşteki siyasi durgunluğunu ve sessizliğini yerle bir etmiştir. Her iki silahlı grubun da teorik temeli, Şah ve emperyalist destekçileri tarafından inşa edilen sessizlik ve boyun eğme duvarının diğer tüm barışçıl stratejilerin bu noktada başarısız olmasından dolayı yalnızca silahlı bir mücadelenin sonucunda yıkabileceği fikrine dayanıyordu. Bu gerilla grupları, birkaç yıl süren başarılı sabotaj ve suikast eylemleriyle daha sonrasında ortaya çıkan başka gruplara da ilham vermiştir. Fakat birçok taraftar ve gizli hayran edinmiş olmalarına rağmen her iki kuruluşun da kurucu üyeleri ve aktivistleri ya gerçekleştirdikleri eylemler sırasında öldürülmüş ya da rejimin geniş kapsamlı saldırısıyla idam edilmiş veya hapsedilmiştir. Gerilla fikirleri 1970’lerin sonlarında gerçekleşen ayaklanmalar sırasında dirilerek yeniden ortaya çıkmıştır ki bu da Devrim’e yol açmıştır. Fedai ve Mücahit hareketlerinin hayatta kalmayı başarabilen üyeleri ve taraftarları, 1979 ayaklanmasının son günlerinde ve Devrim sonrası İran siyasetinde önemli bir rol oynamıştır.
Sol ve 1979 Devrimi
İranlı sosyalistler ve Marksistler, 1979 Devrimi’nin yolunu açan isyan faaliyetlerini coşkuyla karşılayıp kucaklamışlardır. Ancak yarım asırdan fazla bir süre boyunca baskı ve zulme maruz kalmış olduklarından örgütsel kaynaklar ve propaganda kaynaklarından ya da finansal araçlardan ve camilerin Devrim’in son dönemlerinde Devrim’in liderliğini üstlenen nüfuz sahibi Mollalara sağladıkları çok katmanlı sosyal ağlar kurma olanaklarından yoksundular. Tiranlığın hâkim olduğu ve sistemli bir komünizm karşıtı propagandanın yapıldığı bu yıllar, sosyalistleri, halka ulaşıp onlara Mollalar ve Şah’ın görüşlerine alternatif görüşlerini sunma şansından mahrum bırakmıştır. Ayrıca ayaklanmadan önceki yıl, din adamları öncülüğünde gerçekleştirilen sokak mitinglerine katılanların büyük kısmı, kendi afişleri veya sloganları olmayan sosyalist ve Marksistlerden oluşmasına rağmen Şah’a bağlı güvenlik güçleri ve polis gücünün ayaklananlara karşı gösterdiği tahammülsüzlük ve şiddetten sosyalist ve Marksistlerin de nasibini aldığı gerçeği inkâr edilmiştir. Bu durum, Fedailer ve Mücahitlerin ayaklanmanın son gününde gerçekleştirilen ve Şah rejiminin çöküşünün yolunu açan askerî garnizonlar ve radyo ve televizyon istasyonlarının ele geçirilmesinde beraber rol almış olmalarına rağmen Humeyni’nin Devrim’den hemen sonra “Devrim’e yalnızca inananların (İslamcıların) destek verdiğini ve Devrim’in başarısı için yalnızca onların kan döktüğü” iddiasında bulunmasını mümkün kılmıştır.
İran Halk Fedaileri (OIPF), Devrim’den sonraki ilk birkaç hafta ve ayda kurulan çok sayıda sosyalist ve komünist örgüt içinde en büyük ve en popüler olanıdır ve yeni rejim karşısında çeşitli pozisyonları tutmuştur (Rahnema, 2004, s. 255). OIPF dışındaki en önemli sol siyasi örgüt, 1945’te kurulan Kürt Demokrat Partisi’dir (KDP). Bu Parti’nin taraftarları ve destekçileri sadece Kürdistan’da yaşayan kişilerden oluşmamıştır ve Parti ulusal siyaset sahnesinde önemli bir rol oynamıştır. Fedailerin geçmişteki kahramanlıkları ve Tudeh Partisi’nin aksine Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak yürüdükleri siyasi yol, onların üniversite öğrencileri ile aydın ve entelektüel kesimler arasında çok fazla takdir görmesini sağlamıştır. Birçok seküler entelektüel ve hatta apolitik insan dahi bu örgüte yakınlık beslemiştir. Bunun sebebi, bu örgütü, Humeyni ve ortaklarının İslamcı fanatizmine karşı seküler bir alternatif olarak görmeleridir. OIPF taraftarları, 1979 Devrimi sırasında ve hemen sonrasında işçilerin özyönetimi ve demokratik katılımı ile ilgili radikal talepleriyle birlikte devrimci hareketin en etkileyici sonuçlarından birisi olan İşçi ve Çalışanlar Konseylerine (Showra-ye Kargaran va Karmandan) hükmediyorlardı (Rahnema, 1992). O zamanlarda bu konseyler ciddi olarak siyasi demokrasinin pekiştirilmesi adına bir olanak olarak düşünülüyordu. Konseylerin yıkıcı potansiyellerinin ve bu konseylerin yönetimlerinde solun ezici varlığından haberdar olan yeni rejim, konseylerin içerisine İslamcı unsurları sokarak meclis toplantılarını sabote etmeyi başarmış ve nihayetinde onların yerine bütünüyle rejime bağlı olan kişilerden oluşan İslam İşçi Konseyleri’ni kurmuştur.
Sol örgütlerin teorik söylemleri genellikle yeni rejimin toprak dağıtımı, bankaların ve büyük sanayi şirketlerinin millîleştirilmesi ile rejimin ABD’nin İran’a uzun süredir devam eden müdahalesine karşı kullanacağı retorik gibi konulara dair stratejilerinin ne olduğu gibi konulara odaklanmıştır. Yani sol söylemlerin ve stratejilerin interaktif değil reaktif olduğu söylenebilir. Humeyni’nin asıl kaygısının özellikle kadınların statüsü ve cinsiyetler arasındaki ilişkileri etkilemesi bağlamında Batı değerlerinin kültürel etkileri olduğu gerçeği göz ardı edilerek onun Batı ve modernite karşıtlığının emperyalizm karşıtlığı olarak kabul edilmesi birçok sol örgütün kafasını karıştırmıştır. 1980 sonbaharında ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’nin ele geçirilmesi olayı, solun dengesini iyice bozmuştur. Rejimin gerçek yapısının ve gelecekteki rotasının ve bu noktada solun doğru stratejisinin ne olduğu üzerine yapılan analizlere dair tartışmalar, kaçınılmaz olan duruma karşı ince düşünülmüş programlar tasarlanıp planlanmasına yer bırakmamıştır.
Sürgündeki liderlerinin sürgünden dönmelerini takiben İran’daki faaliyetlerini sürdürmeye devam eden Tudeh Partisi belki de geçmişte yaptığı İngiliz Petrol endüstrisinin millîleştirilmesi hareketi sırasında Dr. Musaddık hükûmetini tam olarak desteklememe hatasını tekrarlamama endişesi ile birlikte Humeyni’nin “emperyalizm karşıtı” olarak düşünülmesinin de etkisiyle “devrimci demokratlar” olarak tanımladığı İslamcılarla son derece hevesli bir şekilde bir araya gelmiştir. Parti yönetimi, rejim içerisindeki ilerici İslamcılar tarafından savunulan ve kapitalist olmayan yolun kademeli olarak sosyalizme doğru yöneleceğini ummuştur. Başta sayısız İranlı entelektüelin yüz yıldan fazla süren bir dönem boyunca uğruna mücadele ettiği ve canını verdiği bir ideal ve aynı zamanda Devrim’in de temel taleplerinden biri olan demokrasi için verilen mücadele dâhil olmak üzere diğer tüm kaygılarını ikinci plana itmişlerdir. Bu nedenle rejimin serbest basına ve özellikle kadın haklarına yönelik saldırıları, Humeyni rejiminin anti-emperyalist olduğu düşünüldüğünde konuşulduğu takdirde ihtilafa sebep olabilecek daha önemsiz meseleler olarak görülmüştür.
Diğer örgütler ve sol gruplar, Tudeh’in bu yaklaşımını paylaşmamıştır. Bu grupların stratejileri, yeni rejimin anti-demokratik politika ve uygulamalarını ortaya koymak ve bu politika ve uygulamalara karşı koymak olmuştur. Kendi içlerindeki bazı farklılıklarla birlikte bu grupların devrimci söylemlerinin özü, İslamcıların Devrim’in amaçlarını gasp ettikleri ve mevcut Devrim’in yerini sosyalist bir devrimin alması gerektiğidir. Bu gruplar arasında en dikkat çekenleri, bağımsız solcu ve liberal bireyleri bünyesinde bulunduran Jebhe Demokratik-e Melli (Ulusal Demokratik Cephe), bir grup eski siyasi mahkûm tarafından kurulmuş olan Rah-i Kargar (İşçilerin Yolu), Mücahitler grubunun bölünmesi sonucunda ortaya çıkan Marksist-Leninist Peykar (Mücadele), Yurt Dışındaki İranlı Öğrenciler Konfederasyonu’nun militan üyeleri tarafından kurulan Ettehadieh-i Kommunistha (Komünist Birliği) ve daha sonra İran Komünist Partisi olan Kürdistan merkezli Kommuleh’tir. Bu gruplar, rejimin acımasız ve zalimane baskısının ilk hedefleri olmuşlardır.
Bugün Tudeh Partisi’nin sosyalizme giden yolla ilgili çizdiği kavramsal çerçevenin OIPF çekirdek kadrosunun bir kısmı tarafından Şah zamanında cezaevlerinde yattıkları dönemlerde de benimsenmiş olduğunu biliyoruz. Bu nedenle diğer sol örgütlerin içerisinde var olan tartışmalar ve anlaşmazlıklar, OIPF yönetimine sıçrayarak onları da yıpratmıştır. Bu iç tartışma ve çatışmalar nihayet 1980 yılının yaz aylarında büyük bir bölünmeye yol açmıştır. Bu bölünme neticesinde rejime karşı radikal program ve politikaları savunan ve Asgariyet (Azınlık) olarak adlandırılan parti içerisinden bir kısım kadro, orijinal adları olan OIPF’yi kullanmaya devam ederek örgütten ayrılmıştır. Yönetimdekilerin çoğunluğunu oluşturan ve Ekseriyet (çoğunluk) olarak adlandırılan kesim, rejime ilişkin zaman zaman dile getirdiği hafif eleştirilerle birlikte rejimle uyumlu mevcut pozisyonunu sürdürmüştür. Bir yıl içerisinde partiden iki yeni kopuş daha olmuştur. İlk kopuşu gerçekleştiren grup daha sonra Asgariyet ile birleşen Jenah-i Chap (Sol Cenah) adlı gruptur. Ekseriyet’ten ayrılan ikinci grup ise yönetimin aldığı parti örgütünü feshetme ve Tudeh Partisi’ne katılma kararına itiraz ederek partiden kopmuş ve ardından kendisini 16 Hordad olarak adlandırmıştır.
Bu bölünmeler neticesinde birlikte sol örgütlerin Şah rejimine karşı ayaklanmalara neden olan herkes için ortak ve olmazsa olmaz ideallerin savunulması noktasında birleşik bir cephe veya koalisyon oluşturmaları mümkün olmamıştır. Bunun yanı sıra zamanın siyasi iklimini tanımlayan anti-emperyalist çılgınlık, solun, Devrim sonrası politikada yapıcı bir rol oynaması ihtimalini ortadan kaldırmıştır. İslamcı rejim, Türkmen Sahra ve Kürdistan’daki isyanları bastırarak ülke üzerindeki kontrolü tamamen eline aldıktan sonra “kültürel bir devrim” başlatma bahanesiyle tüm üniversiteleri kapatmış, laik ve rejimle uyumlu olmayan basına karşı yürüttüğü şiddetli saldırılarda amacına ulaşmıştır. Ayrıca Fedailer ile Mücahitler’in genel merkezleri, İslamcı muhafızlar tarafından ele geçirilmiş, yasa ve polis gücü zoruyla kadınların yeniden örtünmesi sağlanmıştır. 1980 yılının sonbaharında İran-Irak Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Mollaların korku krallığı daha da pekişmiştir. Bu dönem itibarıyla artık solun siyasi mitingler veya yayınlar yapmasına müsaade edilmemiştir. Rejime meydan okuyan radikal siyasi örgütler ve yine rejime karşı silahlanan az sayıda insan vahşice ve acımasızca bastırılmıştır. Bu arada Tudeh ve Ekseriyet ya bu yapılanlar karşısında sessiz kalarak kurbanları eleştirmişler ya da daha da kötüsü, Mollaların kuklalarıymış gibi hareket etmişlerdir. Bu iki grup da rejimin önce Tudeh yönetimindekileri ve bundan bir yıl sonra yani 1983 baharında Ekseriyet yönetimindekileri tutuklayarak solcuları sert bir şekilde baskıladığı döneme kadar faaliyetlerini yarı gizli bir şekilde devam ettirmişlerdir.
Sosyalist yapılar için ortaya çıkan olumsuz durumların yanı sıra Devrim’in farklı imkânlar yaratan sonuçları da olmuştur. Bu bağlamda başka bir çalışmamda (Moghissi, 2009, ss. 63-71), Devrim’in solcuların basın ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme ve dernek kurma özgürlüğü gibi insanları Ayetullah Humeyni ve destekçilerinin baskıcı gündemine karşı uyarmak için kullanabilecekleri geçici imkânlar ve bu imkânların kullanılabileceği elverişli zamanlar yarattığını savundum. Bu, solcuları, rejim tarafından uygulanan bazı hukuki ve sosyal politikalardaki tehlikeler ile rejimin özgürlük, bağımsızlık ve mülksüzleştirilmiş hükûmet konusundaki aldatıcı belirsiz ve tutarsız söyleminin altında yatanlar konusunda uyarma şansıydı. Seküler güçlerin, İslamcıların gündeminin esas karakterini yanlış anlamalarının, İslamcıların muhalefetten kurtulmak için şiddete yönelmesinde önemli bir rol oynadığını öne sürdüm. Aslında Ayetullah’ı, bu kadar ayrıcalıklı yapan süreçleri kolaylaştıranlar, rejimin kadın hakları ve demokratik özgürlükler konusundaki politikalarına karşı sessiz kalmış ya da en hafif ve güçsüz eleştirilerde bulunmuş olan ve Ayetullah Humeyni’nin anti-emperyalist oluşuna delicesine âşık olmuş olan solculardır. Ayaklanmanın ilk aşamalarında, Fedai Teşkilatı, solcular ve diğer ilerici seküler güçlerin orta sınıfların büyük bir kısmının saygısına mazhar olmaya ve bu kesimin aktif ya da pasif desteğini almaya devam ettiği bu dönemde sergiledikleri bu uzlaşmacı duruş, Devrim’in kaderini değiştirmiştir. Bu başarısızlığın tamamen olmasa da kısmen muhalefetin bazı kesimlerinin ve en çok da solcuların siyasi toylukları, dar görüşlülükleri, yanıltıcı ve aldatıcı analizleri ile gerçekçi olmayan umutlarının sonucu olduğunu düşünüyorum. İslamcıların Batı karşıtı tutumunu anti-emperyalizm olarak ele alan ve Devrim’de rol almış olan bu ilerici güçler, Devrim’in otoriterleşme eğilimini görmezden gelmişlerdir.
Solun İran’daki Geleceği
1979 Devrimi’nden bu yana kırk yıl geçmiştir. İslam Cumhuriyeti, muhalefete gözdağı vererek ulusal azınlıkların kendi kaderlerini tayin etmeye yönelik taleplerini bastırmış, Müslüman ve Şii olmayan azınlıkların haklarını görmezden gelmiştir. Asker, polis ve güvenlik güçlerinin yanı sıra Hizbullah ve Basij, kadınları hicaba girmeleri konusunda baskı yapmaktadır. Ayrıca sayısız ahlak polisi, veli-i fakihin mutlak egemenliğini güvence altına alan bir dizi baskı unsuru olmuştur. Bir avuç Molla ile din adamları, ülkenin siyasi, yasal ve idari kurumları ile ekonomik kaynakları üzerinde tam yetkiye sahiptir. Devlet, radyo ve televizyonu devrimin ideolojik yapısına hizmet etmektedir. İran-Irak Savaşı’nın ardından yürürlüğe giren neoliberal politikalar ve kamuya ait ekonomik kurumların “özelleştirme” adı altında rejim yandaşları arasında dağıtılması sonucunda rejimin hayatını sürdürebilmesi açısından varoluşsal öneme sahip din adamları ve üst düzey İslamcı memurlar arasından yeni bir kapitalist sınıf ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte İslam Cumhuriyeti’nde gittikçe yoğunlaşan toplumsal ve ekonomik kriz ile birlikte ülke içerisindeki siyasi çatışmalar ve uluslararası baskılar, rejimin son on yılda bir krizden diğerine sürüklenmesine sebep olmuştur. Kaç gazeteciyi solcu ve işçi aktivisti, çevreciyi, dinî ve etnik azınlık mensubu insanı ve kadın hakları savunucusunu cezaevine göndermiş olursa olsun İran’daki mevcut rejim öyle pek de kolay aşılamayacak zorluklar ve meydan okumalarla karşı karşıyadır.
Farklı ekonomik, siyasi, kültürel, ekolojik, idari ve dış ilişkilerde yaşanan krizlerin bir araya gelmesiyle bu krizler, rejim için varoluşsal bir tehdide dönüşmüştür. Sokaklarda neredeyse her gün yapılan protestolardan da anlaşılabileceği üzere %39’un üzerinde olan enflasyon -ki gıda enflasyonu %59’un üzerindedir-, %30’un üzerindeki genç işsizlik, emeklilik fonlarının sıkıntıda olması, işçilerin ve çalışanların maaşlarının geç ödenmesi, gün geçtikte daha fazla insanın sefalet ve yoksulluk içerisine düşmesine neden olmuştur. Birçok endüstrinin acemi, beceriksiz ve yozlaşmış rejim yandaşlarına satılması çoğunlukla sanayisizleşmeye yol açmıştır. Yolsuzluk o kadar yaygındır ki rejim, kleptokrasi (hırsızlar yönetimi) ismiyle müsemmadır. ABD’nin nükleer anlaşmadan (JCPOA) çekilmesi ile yaptırımların yeniden uygulanması sonucunda petrol gelirlerinin azalması ve rejimin bölgesel çatışmalara katılmasından kaynaklı maliyetlerin artması, yönetimin iç krizlerle başa çıkma kabiliyetini ciddi bir şekilde sınırlandırmıştır. Son iki yılda ülke dışına kaçan sermayenin 59 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir.
IMF’nin beyin göçü ile ilgili daha önce yapmış olduğu tahmine göre yılda 150.000 ile 180.000 arasında akademisyenin ülkeden göç ettiği İran, akademik seçkinlerinin başka ülkelere göç ettiği ülkeler listesinde en üst sırada yer almaktadır. Ulusal para birimi olan riyalin ABD doları karşısındaki değeri 1 dolar=70 riyal iken bugün 1 dolar=140.000 riyal olmuştur. Çevrenin yanlış yönetilmesi ise, su krizi ve çölleşme gibi büyük ekolojik sorunlar yaratmıştır.
Giderek artan sayıda iş durdurma eylem ve gösterileri, genç kadınların açıktan muhalefeti ile halkın içerisinde başörtülerini çıkarmaları ve İranlı gençlerin rejime meydan okumaları, Ocak 2018’de gerçekleştirilen gösterilere, 2009 yılında gerçekleştirilen ve Yeşiller Hareketi olarak bilinen ayaklanmanın aksine daha kalabalık kesimlerin katılmış olması veya destek vermesi şu anda rejimin belirli bir kısmının değil toplumun çok büyük bir kesiminin zorda olduğu anlamına gelmektedir. İşçiler, işsizler, emekliler ve alt sınıflar tarafından gerçekleştirilen protesto gösterileri “ezilenlerin hükûmeti” olmak vaadiyle iktidara gelen mevcut rejim için hakikaten büyük bir handikaptır. Rejim protestocu genç kadınlara ve grevdeki işçileri destekleyen öğrencilere sert tepkiler vermiştir.
Şimdi asıl mesele, sosyalizm ve örgütlü solun İran’daki geleceğidir. Rahnema’nın (2004, s. 264) da iddia ettiği üzere şu anda hiç şüphesiz İran solunun metamorfozuna (değişim ve başkalaşımına) şahit oluyoruz. Rahnema’ya göre kimisi eski bir gerilla örgütünün kadrolarında yer almış bazı radikal devrimciler vites değiştirerek reformist sosyalistler olmaya karar vermiş ve esasen liberal milliyetçiler ya da pragmatik İslamcıların düşüncelerine eklemlenerek kendilerini etkisiz ve gereksiz hâle getirmişlerdir. Rahnema, devrimci solun, bu diğer grubun tam aksine liberalizmi bir burjuva olgusu olarak tanımlamaya devam ettiğini ve liberalizmi reddederek acilen bir sosyalist devrimin hayata geçirilmesi için çağrıda bulunduğunu dile getirmektedir. Birinci grup gibi bu radikal solcular da demokrasiyi vurgulamaktadır. Ancak onların savunduğu geçmişten gelen fikir ve inançları ile bağdaşan demokrasi kavramına göre tek gerçek demokrasi, bir proletarya diktatörlüğü veya işçi devletinin bir türüdür.
Kesin olan şey ise solcu aktivistlerin seslerinin, sıkı sansürden bir şekilde kurtulmayı başarabilen bir grup solcu site, gazete ve dergi aracılığıyla ülke içerisinde gün geçtikçe büyüyen bir dinleyici kitlesine sahip olduklarıdır. Muhafazakâr bir Müslüman sosyolog olan İbrahim Feyyaz’ın, Marksizm’e ilgi duyan üniversite öğrencileri hakkındaki şu ifadeleri bu durumu net bir şekilde açığa vurmaktadır: “Buradaki iddia, öğrencilerin %90’ının ülkeyi terk etmeyi planladığı veya umduğu, kalan %10’unun ise komünist eğilimler içerisine girdiğidir” (Ettelaat, 14 Haziran 2019).
Sürgündeki birtakım solcu kadrolar ve örgütler de eski stratejik, teorik ve ideolojik fikir ve inançlarını sorgulamaya başlamış ve daha önceki Leninist fikir ve inançlarını reddederek demokrasi ve kadın haklarını vurgulamış ve İran siyasetinde karşılığı olan anlamlı bir rol oynayabilmeleri için teorik bir çerçeve oluşturmaya ihtiyaçları olduğunun altını çizmişlerdir. Diasporada örgütlü sol hâlâ eski mezhepçilik illeti ile büyük hedeflerin aldatıcılığından muzdarip olsa da canlı yayınlanan tartışmalar ve fikir alışverişlerinden yola çıkılarak İran solunun, İran toplumunun farklı sınıfları ve katmanları ile bağ kurabileceği ve ülkedeki rejime karşı birleşik bir cephe oluşturabileceği analitik bir çerçeve ve söylem geliştirmeye doğru adımlar attığı ve bu noktada hâlâ bir umudun söz konusu olduğu söylenebilir.
Kaynakça
Abrahamian, E. (1983). Iran between two revolutions. Princeton: Princeton University Press.
Ahmadi, H. (1993). The red star: Political organ of Communist Party of Iran.
Alavi, N. (2004). We also have a right in this house. Tehran: Akhtaran Publishers.
Bamdad, B. (1977). From darkness into light: Women’s emancipation in Iran. Hicksville, New York: Exposition Press.
Firooz, M. (1994). Memoire of Maryam Firooz. Tehran: Didgah Publishers.
Halliday, F. (1997). Dictatorship and development. Hamondsworth: Penguin.
Tarihsel Belgeler. (1970). Historical documents: The workers’ social-democratic and communist movement in Iran. Florence: Mazdak Publishers.
Kiyanouri, N. (1993). Memoir. Tehran: Didgah Publishers.
Moghisi, H. (1994). Populism and feminism in Iran: Women’s struggle in a male-defined revolutionary movement. London: Macmillan Press; New York: St. Martin’s Press.
Moghisi, H. (2009). Women and the 1979 Revolution: Refusing Religion-Defined Womanhood. Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, 29(1).
Eskandari, I. (1989). Political memoir. Tehran: Tehran Elmi Publishers.
Rahnema, S. (1991). Rebirth of social democracy in Iran. Stockholm: Baran Publishers.
Rahnema, S. (1992). Workers councils in Iran: The illusions of workers contro. Economic and Industrial Democracy: An International Journal, 13(1).
Rahnema, S. (2004). The left and the struggle for democracy in Iran. S. Cronin (Ed.). Reformers and revolutionaries in modern Iran içinde. London ve New York: Routledge Curzon.
[1] İran’da ilk sendika kurma çabaları, Anayasa Devrimi’nin zirve noktasına ulaştığı 1906 yılında Tahran’da matbaa birliğinin kurulması ile ortaya çıkmıştır. 1910 ile 1922 yılları arasında, matbaacıların günde sekiz saat çalışma ve ek mesai ödemeleri alma dâhil olmak üzere çalışma koşullarını iyileştirme noktasındaki bu başarısından alınan cesaretle fırıncılar sendikası ve posta işçileri sendikası, ayakkabıcılar sendikası ve terziler sendikası gibi sendikalar da dâhil olmak üzere başka birçok sendika kurulmuştur (bkz. Abrahamian, 1983, s. 304).