“Türkiye sosyalizmi ithal malı değildir. Bu ne Batı’daki ne Doğu’daki örneklere benzer. Çünkü Türkiye ne Batı’dır ne Doğu’dur. Türkiye kendine özgü koşulları olan bir ülkedir.” (Aybar, 1968b, ss. 8-9).
Giriş[1]
Tarık Zafer Tunaya (Tunaya, 2004, s. 84), II. Meşrutiyet Dönemi için siyaset ve fikriyatımızın laboratuvarı değerlendirmesinde bulunmaktadır. Her ne kadar Erik Jan Zürcher (2010, s. 11), Tunaya’nın II. Meşrutiyet Dönemi’ne bu şekilde yaklaşmasını anakronik bulsa da Tunaya’ya göre, 1908’de hürriyetin açtığı kapıdan özellikle Batı’nın düşünce şablonları hızla girmiştir. Burada şablon ifadesi hassaten dikkat çekicidir zira Osmanlılar, bu düşünce biçimlerini büyük ölçüde Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısına uyarlayarak düşünce kamusunda tartışmaya açmışlardır. İlk kez 1904’te Kahire’de neşredilen Türk gazetesinde yayınlanan Akçura’nın (2015) Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı metni, bu şablonların Osmanlı ülkesinde nasıl tartışıldığına ilişkin iyi bir örnek olarak okunabilir. Dikkat çekici olan bu düşünce şablonları arasında en etkisiz olanının sosyalizm olmasıdır. Tunaya (1988, s. 12) da Osmanlı Devleti’nde bütün fikir akımlarının siyasal ve toplumsal gündemde sert bir ajandayla tartışılırken sosyalizmin aynı etkinlik derecesinde olmadığını belirtir. Aynı dönemde sosyalizmin özellikle Avrupa entelektüel kamusundaki yaygınlığı sıklıkla II. Meşrutiyet’le bir arada anılan Rusya’daki yönetim reformu sürecinde belirgin rolü, Osmanlı entelektüellerinin bu dönem Avrupa düşünce hayatını çok yakından takip ediyor olmaları dikkate alındığında bu durum gerçekten dikkat çekicidir. Gelgelelim bu durum bir yanılsamadan ibaret gibidir. Tunaya ve Osmanlı’nın II. Meşrutiyet Dönemi düşünce hayatı üzerine çalışan araştırmacıların, sosyalizmi, düşünce kamusunda aradıkları çözünürlükte tespit edememelerinin sebebi büyük ölçüde bu akımın gayrimüslim unsurlar arasında gelişmiş olmasıdır. Özellikle Ermeniler ve Türkler arasındaki köprülerin tamamen atıldığı 1909 Adana Olayları sonrasında Osmanlı’nın kimliğinin yeniden tanımlanma çabası dolayısıyla gayrimüslim unsurların düşünsel hareketliliğine, anakronik biçimde sonraki dönem araştırmacıları gereken ilgiyi göstermemişlerdir.
Osmanlı Gayrimüslim Uyrukları Arasında Sosyalizm
- yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti açısından kritik önemi haiz iki meseleden bahsedilebilir. Bunlardan ilki, doğu ve güney vilayetlerinde nüfusları yoğunlaşmış olan Ermeni nüfus arasındaki sosyal ve siyasal hareketlilik diğeri ise Rumeli’de özellikle Makedonya’da bulunan etnodinsel gruplar arasında beliren mücadele ve bu mücadelenin yarattığı sosyal-siyasal hareketliliktir.
Osmanlı Devleti’nde sosyalizmin öncelikle gayrimüslim unsurlar arasında geliştiği gözlenmektedir. İmparatorluk vatandaşı olan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve sonrasında Makedonlar, Bulgarlar gibi unsurlar arasında sosyalizm gelişmekle birlikte Türk unsur arasında belki daha genel bir ifadeyle Müslüman unsurlar arasında sosyalizm fikrinin 20. yüzyılın başına kadar taraftar bulmadığı görülmektedir. 1908 Devrimi sonrasında gelişmeye başlayan sosyalist hareketlerde de ne kadar sosyalist oldukları tartışmalı olmakla birlikte Balkanların etkisinin ve biçimlendiriciliğinin önemli boyutlarda olduğunun altı çizilmelidir. Tunçay’ın (2010, s. 251) da dikkat çektiği üzere Türk milliyetçiliğinin Balkan ve Rusya kökleri üzerinde durulurken Türk sosyalizminin bu boyutları üzerinde durulmuyor olması ilginçtir.[2]
Protestan misyonerlerin Anadolu’da faaliyet göstermelerinin de etkisiyle ivme kazanan Ermeni milliyetçi hareketleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çeşitli sivil toplum örgütleri altında toplanmaya başlamışlar ve bu sivil toplum örgütleri, 1880 yılında birleşerek faaliyetlerini Ermenilerin Birleşik Cemiyeti adı altında devam ettirmişlerdir. Bir yazar, bu birleşmenin ardından Ermeni “kurtuluş” hareketlerinde sosyalizm ve milliyetçiliğin ayrılmaz biçimde birbiriyle iç içe geçtiğini ileri sürmektedir (Minassian, 2010, s. 165).
Nalbandian’ın, İran ve Türkiye’de faaliyet gösteren ilk sosyalist parti olarak tanımladığı (Nalbandian, 1967, s. 104) Devrimci Hınçak Partisi, Cenevre’de eğitim gören ve Rus sosyalist hareketinin önemli simalarından Plehanov’un görüşlerini benimseyen bir grup Marksist öğrenci tarafından kurulmuş ve Ermeni nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde faaliyet göstermiştir. Parti’nin yayın organında cemiyetin amacı; “Türk Ermenistan’ın siyasal bağımsızlığı ve daha sonra sosyalist bir devlet biçiminde örgütlenme” olarak ilan edilmiştir (Sonyel, 2009, s. 147). Nalbandian da teşkilatın yakın hedefinin Türk Ermenistan’ının bağımsızlığı, uzak hedefinin ise sosyalizm olduğunu ileri sürmüştür (Nalbandian, 1967, s. 112).
1908’de toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Erzurum’dan Varteks Serengülyan ve Karekin Pastirmaciyan, Van’dan Vahan Papazyan Taşnak-Sütyun Cemiyeti üyeleri olarak İttihat-Terakki listelerinden, Sivas’tan Doktor Nezaret Dagavaryan ve Kozan’dan Hamparsum Boyacıyan Hınçak listelerinden seçilerek siyaset yapan Ermeni asıllı Osmanlı sosyalistleridir (Erdal, 2014, s. 117).[3]
Osmanlı Rumeli’sinde büyük bir mesele haline dönüşecek Makedonya’da da sosyalist hareketlerin ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Bunlar arasında en dikkat çeken hareket, 1896’da Vasil Glavinov adlı bir Bulgar’ın önderliğinde kurulan Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği isimli örgüttür. Glavinov’un sosyalizm anlayışı, Bulgar sosyalist hareketinin önemli figürlerinden Blagoev’den etkilenmiştir. Bu bağlamda hem Makedonya’da Bulgarların etkili olduğu sosyalist hareket Bulgaristan’da cereyan eden tartışmalardan hem de Bulgaristan’daki sosyalist hareket Makedonya’da devam eden çatışmalardan oldukça etkilenmiş gözükmektedir (Adanır, 2004, s. 44). Bu gelişmeler, Makedonya’daki sorunun temelini de teşkil eden ulusal sorunun da bir neticesidir. Süreç 1893’te etnosentrik bir hareket olan ancak sosyalist paradigma ile de bağ kurma arayışı olan bazı araştırmacıların Avrupa’daki ilk bilinçli politik terör örgütü olarak niteledikleri (Hupchick, 2001, s. 22) İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün kurulmasına kadar varmıştır. Balkan eksenli sosyalizmin 1908’de toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Selanik Mebusu Dimitar Vlahof ve Serez Mebusu Hristo Delçev tarafından temsil edildiği söylenebilir (Erdal, 2014, s. 117).
Ana Akım Osmanlılar ve Sosyalizm
Tatil-i Eşgal Kanunu, Osmanlı sosyalizminin kamusal görünümlerini tespit edebilmek açısından önemlidir. Hürriyetin ilanını takip eden kısa süre içerisinde Rumeli’deki demiryolu inşaatları ve ulaştırma sektöründe çalışan işçilerin grevlerinin ülkenin çeşitli yerlerindeki iş kollarına yayılması üzerine hükûmet, işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek amacıyla Meclis’in gündemine Tatil-i Eşgal Kanunu’nu getirmiştir (Ökçün, 1982; Makal, 1997). Kanun, 26 Mayıs 1909’da Meclis’te görüşülürken Dahiliye Nazırı Avlonyalı Ferid Paşa, Meclis çatısı altında ilk kez “sosyalizm” tabirini kullanmıştır (Tunaya, 1988, s. 248). Ferid Paşa, sendikalarla sosyalist hareketler arasındaki ilişkilerin yabancı sermayeyi ürkütebileceğinden bahsetmiştir. Ferid Paşa’nın bu yaklaşımı, ana akım Osmanlı entelektüellerinin sosyalizme ilişkin yürüttükleri tartışmanın bir yansımasından ibarettir.
Sosyalizmin Avrupa’da kamusal bir görünüm kazanması sonrasında Osmanlı münevverlerinin de ilgi duymaya başladıkları ve bu kavramı anlamaya çalıştıkları söylenebilir. Örneğin; Namık Kemal, sosyalizmin hiç de hafif bir şey olmadığını, gerçekleşmesi durumunda Avrupa’nın hercümerç olacağını ifade etmektedir. Benzer şekilde komünizmin de anlaşılmaya çalışıldığı görülmektedir. Şemsettin Sami, komünizmi, tehlikeli bir yol; sosyalizmi ise onun panzehiri olarak değerlendirmektedir (Cerrahoğlu, 1966, s. 6).
A.Cerrahoğlu’nun aktardığı şu ifadeler, kavramın nasıl anlaşıldığını göstermesi bakımından güzel bir örnektir:[4]
Komünizm davası (...) döl yetiştirmede ana ve baba belli olmayacak bazı hayvanlar gibi rastgelen dişi ile çiftleşmiş, vatan evladı namiyle bir takım piç yetiştirmekten ibarettir (akt. Kocabaşoğlu ve Berge, 1994, s. 25).
Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa ise komünizm, sosyalizm ve nihilizm gibi akımların, İran’da zuhur eden Mezdeki tarikatın devamı hükmünde olduklarını ileri sürmektedir (Kocabaşoğlu ve Berge, 1994, s. 25). Sosyalizmin anlaşılmasındaki bu düzey, siyaset üzerindeki baskı ortadan kalktığında da kavramın algılanmasını ve siyasal pratiğini etkileyecektir.
Sosyalizme ilişkin düzeyli tartışmaların büyük ölçüde iktisat çevrelerinde cereyan ettiği söylenebilir. Bu fasılda Mekteb-i Mülkiye’de iktisat hocası olan Sakızlı Ohannes Paşa’nın sosyalizme ilişkin değerlendirmeleri ilgi çekicidir. Paşa, Mebadi-i İlm-i Servet-i Milel adlı eserinin 38. Kısmı’nı sosyalizm ve komünizmin eleştirisine ayırmıştır. Ohannes Efendi, insanlar arasında mutlak bir eşitlik tesis etmeye çalışan kimseleri sosyalist olarak tanımlamıştır. Ohannes Efendi, sosyalistlerin, devletlerin insanları birbirine düşman eylediği şeklindeki görüşünü eleştirerek bireyler arasındaki çıkar çatışmalarının esas sebebinin insanların ihtiyaçları olduğunu ileri sürmüştür. Paşa’ya göre bireyler arasında mutlak bir eşitliğin sağlanması mümkün değildir. Zira mevcut durumda mülkiyete konu olan eşya/mal, bireyler arasında eşit dağılsa bile nüfus hareketleri neticesinde bu eşitlik yine bozulacaktır (Erdal, 2014, s. 23).
Devrimin hemen ertesinde oluşan özgürlük ortamında birtakım sosyalist hareketlerin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bunlardan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, ilk sosyalist hareketlerden birisi olmakla birlikte tarih araştırmalarında fazla ilgi çekmemiştir.[5] Bu durumda özellikle Türk araştırmacıların örgütü, İT’nin karanlık bir maşası olarak değerlendirmeleri etkili olmuş gibidir (Haupt & Dumont, 2013, s. 28).
İstanbul’da ise 1908 Devrimi sonrasında kendilerini sosyalist olarak adlandıran kimselerin İştirakçi Hilmi adıyla bilinen kişinin çevresinde toparlandıkları ve Hilmi’nin çıkardığı İştirak dergisi[6] ile etkinlik gösterdikleri görülmektedir. Bu kadro, 1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kurmuştur (Tunaya, 1988, ss. 247-262). Tunaya (1988, s. 248), Parti’nin kurulması ile 1908 Devrimi’nin arasında iki yıllık bir zaman dilimi olduğuna işaret etmekte ve bu durumu sosyalizmin ciddi bir tartışma konusu olmamasına bağlamaktadır. Dr. Refik Nevzat, bu Parti’nin Paris şubesini faaliyete geçirecektir. İT yönetiminin otoriterleşmesi sürecinde ülkedeki iptidai sosyalist hareketler ve yayınlar da kapatılacaktır. Osmanlı Sosyalist Fırkası da kapatılan örgütler arasındadır. Parti’nin lideri Hüseyin Hilmi de Mahmud Şevket Paşa suikastı sonrasında Anadolu’ya sürülmüştür (Sayılgan, 1968, ss. 51-60). Paris şubesi ise Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na kurucu olarak katılacaktır (Tunaya, 1988, s. 255).
İttihat Terakki’nin tek parti yönetimi döneminde sosyalist hareketlere izin verilmezken Parvus adıyla bilinen ve radikal sosyalizmin savunucularından Alexander Israel Helphand’ın faaliyetlerine izin verilmesi dikkat çekicidir. Parvus Efendi, Türk Yurdu dergisinde yazılar yayınlayarak Osmanlı İmparatorluğu’na bir perspektif kazandırmayı denemiştir. Parvus Efendi, sosyalizmin doğması için bir millî burjuvazinin doğmasını ön koşul kabul ettiğinden İttihatçıların “milli iktisat” politikasını desteklemiştir. Bu sebeple de İT yönetimi, Parvus Efendi’nin İstanbul’daki faaliyetlerini engellememiştir (Beyaz, 2013, ss. 15-37).[7] Ancak Mütareke dönemine kadar ciddi bir sosyalist hareketlenmenin ortaya çıkmadığı söylenebilir.
Mütareke döneminde ortaya çıkan sosyalist hareketler, Bolşevik Devrimi’nin Rusya’yı Birinci Büyük Savaş’tan çıkarmasının Osmanlı entelijansiyasında yarattığı prestijden de faydalanmışlardır.[8] Osmanlı gazeteleri, Rusya’daki gelişmeleri yakından takip etmişlerdir. Bununla birlikte Ekim Devrimi’nin ideolojik yönünden ziyade siyasi yönünün önemsendiği rahatlıkla söylenebilir. 31 Ağustos 1917 tarihli İkdam’da yayınlanan imzasız makaledeki şu ifadeler ilgi çekicidir:
Fransız İnkılâbı zengin bir inkılâbdı; usulleri, çirkin hareketleri, şen’i olsa da böyle idi. Pek çok fikirler yeşertti. Pek çok rical çıkardı. Rus inkılâbı ise -yine tabirimizi mazur buyurunuz- züğürt bir inkılâptır. (...) Hülasa Rus İhtilâli bir züğürtler, acizler, nüfuz tahtında kalanlar inkılâbıdır (Kocabaşoğlu & Berge, 1994, s. 69).
1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kuran İştirakçi Hilmi,[9]9 Mütareke’den sonra İstanbul’a gelerek Türkiye Sosyalist Fırkası’nı kurmuş ve İdrak adında bir gazete çıkarmaya başlamıştır (Tunaya, 1986, ss. 399-400).
Hilmi’nin İdrak gazetesinde sosyalizm ve İslâmiyet arasında benzerlikler kurması hatta onları birbiriyle kaynaştırması dikkat çekicidir (Cerrahoğlu, 1966, s. 54). İlk dönemlerde etkin olan Hilmi’nin siyasi faaliyetleri zaman içerisinde azalmıştır. İştirakçi Hilmi de 1922 yılında bir suikast ile öldürülmüştür (Sayılgan, 1968, s. 71).[10]10
Almanya’da eğitim gören birtakım gençler arasında da birinci büyük savaş mağlubiyeti ve Mütareke dönemi koşullarında sosyalizm fikrinin yayılmaya başladığı görülmektedir. Bu gençler büyük ölçüde Almanya’daki spartakist akımdan etkilenmişlerdir. Vedat Nedim (Tör), Ethem Nejat, Mustafa Nermi gibi kişilerin de aralarında bulunduğu bu gençler, Mayıs 1919’da Almanya’da Kurtuluş adında bir dergi çıkarmışlar, yurda döndüklerinde de bu dergiyi çıkarmaya devam etmişler ayrıca Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nı kurmuşlardır (Tunaya, 1986, ss. 493-511). Yurda dönüşlerinde Şefik Hüsnü de bu ekibe katılmış ve böylelikle Türkiye’nin ilk gerçek Marksist partisi kurulmuştur (Sayılgan, 2009, s. 60).
Mustafa Suphi’nin ekibinden bir grup da 1919 yılı başlarında İstanbul’a gelmişler ve Türkiye Bolşevik Komünist Partisi adıyla bir parti kurmuşlardır. Parti bir yıl kadar bir süre faaliyet gösterdikten sonra mensupları, İngilizlerin baskısına dayanamadıkları için İstanbul’u terketmişler, bir kısmı Anadolu’ya geçerken bir kısmı da Bakü’ye gitmiştir (Akal, 2013, ss. 101-102). Bakü’ye geçenler burada TKP Kongresi’ni gerçekleştirmişler ve Türkiye Komünist Fırkası Programı’nı neşretmişlerdir (Tunçay, 1982, ss. 54-161; Erdem, 2010, ss. 145-146).
Bakü Kongresi’nde tartışılan konular arasında milliyetler ve azınlıklar meselesinin olması ilgi çekicidir. Bu bağlamda özellikle Anadolu’daki Ermeni, Kürt ve Arap unsurların vaziyeti üzerinde durulmaktadır. Tehcire ayrı bir parantez açılmış olmasıve bunun sorumluluğunun İttihat ve Terakki’ye yükleniyor olması önemlidir (Erdem, 2010, ss. 148-151). Bu hareketliliğin, bazı çevreler tarafından Türkiye’de komünist hareketin başlangıcı olarak 1920 yılının baz alınmasına sebep olduğu söylenebilir (Babalık, 2005, s. 43).
Millî Mücadele’nin Ankara merkezli bir hâle gelmesi ve sosyalist parti mensuplarından bir kısmının Anadolu’ya geçmesi sonrasında Anadolu’da da parti teşkilatlanmaları artacaktır. Bunlardan birisi, 1920 Haziran’ında Ankara’da kurulan Türkiye Komünist Partisi’dir. Parti teşkilatlanması gizli olduğu için Hafi Komünist Parti olarak da bilinmektedir. Parti’nin kurucusunun Mustafa Suphi’nin Moskova’ya vardığında Müslüman Komiserliği’nde ilk görüştüğü kişi olan Şerif Manatof olması ilginçtir. Manatof, Ankara ve Eskişehir gibi lokasyonlarda açık hava toplantıları tertipleyerek halka komünizm propagandası yapmış ve bu arada diğer komünist teşkilatlar ile de ilişki kurmuştur. Tunçay, bu partinin Mustafa Suphi’nin Bakü’de kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisi’nin Anadolu şubesi gibi düşünülmüş olabileceğini belirtmektedir (Tunçay, 1967, ss. 90-92).
Bu dönemde Anadolu’da Sovyet desteğini sağlamak üzere kurulan başka sosyalist görünümlü hareketler de vardır. Bunlardan birisi, 1920 yılının ilk yarısında kurulan Yeşil Ordu Cemiyeti’dir. Cemiyetin temel hedefi; Millî Mücadele’yi kâfir ilan eden İstanbul hükûmetinin propagandasını karşılamak ve dengelemektir. Birinci Meclis’te Yeşil Ordu ile ilişkili bir de Halk Zümresi teşekkül ettirilmiştir. Bununla birlikte Yeşil Ordu’nun Mustafa Kemal’den ziyade Enver Paşa’ya yakın olduğu söylenebilir. Enver Paşa’dan kasıt İttihat ve Terakki’dir.
Yeşil Ordu’nun bu dönemde ikili bir etkisi olduğu söylenebilir. İlki, Anadolu’da oluşan umutsuzluk durumuna bir “hızır” hükmünde olmasıdır (Erdem, 2010a, s. 50). Kulaktan kulağa dolaşan etkisi, “Enver Paşa’nın atının üzerinde, arkasında on binlerce asker ile Anadolu’ya yürüdüğü” efsanesi (Sayılgan, 2009, s. 167), kitlelere bir umut aşıladığı gibi bir direnç kaynağı olmuş da gözükmektedir.[11] Mustafa Kemal ilk dönemlerde Yeşil Ordu’nun Millî Mücadele yararına eylemleri ve halka dönük propagandası sebebiyle fazla ses çıkarmamış ancak Çerkes Ethem’in duhulünden sonra Cemiyet’in lağvedilmesine karar verdiği, yeraltına kayan Cemiyet faaliyetlerine katılanların da İstiklâl Mahkemeleri’ne çıkarıldığı görülmektedir (Sayılgan, 1968, ss. 126-127).[12]
Millî Mücadele döneminde Mustafa Kemal Sosyalist-Bolşevik hareketlerle dönem dönem iş birliği yapmış ve SSCB’nin desteğini sağlamaya çalışmıştır. Bununla birlikte M. Kemal’in bu hareketleri bir araç olarak değerlendirdiği ve güçlenmesini önleme arayışında olduğu söylenebilir. Mustafa Kemal esas olarak Sovyetler’le tek muhatap kendisi olma gayretindedir. Ancak Anadolu’daki birçok hareket de aynı gayeyi taşımaktadır.[13]
Nitekim bu minvalde Çerkes Ethem de Yeni Dünya adında İslâmî Bolşevizm tadında bir gazete neşretmeye başlayacaktır. Nadir Nadi de Ankara’da Anadolu’da Yeni Gün adında sosyalist, İslamcı, korporatist bir gazete neşretmektedir. Sovyet yardımlarının dağılmasını ve herhangi bir hareketin Sovyetler unsurunu kendi kontrolüne almasını önlemek maksadıyla Mustafa Kemal de yakın arkadaşlarına Ekim 1920’de Türkiye Komünist Partisi kurduracaktır. Nitekim uzun yazışmalar sonucu[14] Mustafa Kemal’le görüşmek üzere Ankara’ya gelmek üzere yola çıkan Mustafa Suphi ve beraberindeki heyet suikast ile öldürülmüşlerdir (Tunçay, 1967, ss. 119-120).[15]
Mustafa Suphi ve beraberindekilerin öldürülmesi sonrasında sosyalist hareketlerin Türkiye’deki etkinliğinin önemli ölçüde azaldığı söylenebilir. Bu arada Şefik Hüsnü’nün kadroları, İstanbul’da Aydınlık dergisini ve işçilere dönük Orak-Çekiç gazetesini neşretmeye devam edecektir.
TKP’nin 1925 yılına kadar yarı gizli bir örgüt olduğu, 1925 sonrasında ise tamamen yeraltı örgütü haline geldiği söylenebilir. 1925’te komünist hareketlerin tamamının faaliyetlerinin yasaklanmasına sebep olan gelişme, Şeyh Sait İsyanı’dır. TKP, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası karşısında CHF’yi desteklemesine ve Şeyh Sait İsyanı’nı İngiliz emperyalizminin bir kışkırtması olarak değerlendirmesine rağmen TKP üyelerine dönük geniş bir tutuklama ve kovuşturma dalgası yaşanmış, faaliyetleri yasaklanmış ve neticesinde örgüt tamamıyla yeraltına çekilmiştir (Tunçay, 1992, s. 20). Bu yeraltına çekilme, parti kadrolarında hem birbirlerine karşı hem de mevcut siyasal yapıya karşı eleştirelliği de beraberinde getirecektir.
Parti kadroları arasındaki çelişme, 1927’de büyük bir tevkifatla neticelenecektir. Şefik Hüsnü bu tarihte yurtiçindeki TKP’nin lideri durumundaki Vedat Nedim’i (Tör) pasiflikle suçlayınca Vedat Nedim, partiye ait dokümanların tamamını emniyete teslim edecek ve Cumhuriyet tarihindeki en büyük komünist tevkifatlarından birisi gerçekleşecektir (Sayılgan, 1968,ss. 188-190; Tevetoğlu, 1967, ss. 398-399; Ergüder, 1978, s. 7). 1929 yılında Nazım Hikmet de partiden Troçkist ve sosyal demokrat olduğu iddiasıyla ihraç edilmiştir (Tunçay, 1992, ss. 76-77).
Vedat Nedim’in bu tavrı sonrasında TKP’den ayrılan grup, 1930’lu yıllarda Kadro hareketini oluşturacaktır. Dolayısıyla Kadro hareketini, TKP’nin bir versiyonu olarak değerlendiren eğilimlerin söz konusu olduğuna da burada temas edilmelidir.[16] Bununla birlikte Kadro’nun eski TKP’lilerin çekirdeğini oluşturduğu bir çeşit aydın-bürokrat hareketi olduğunu söylemek daha doğru gibi gözükmektedir. Kadro, sosyalizmin değil Türkiye’ye uygulanabilir bir devletçiliğin teorisini oluşturmayı denemiş ve bu çabaları da erken Cumhuriyet dönemi siyasal kadrolarının bir bölümü tarafından desteklenmiştir. Ancak dergi, belli bir süre sonra arkasından hükûmet desteği çekildiği için lağvedilecektir. Sol Kemalizm’den bahsedildiğinde sürekli Kadro dergisine atıfta bulunulmasının temel sebebinin bu durum olduğu söylenebilir (Sunar, 2004, ss. 511-526).
1946’da çok partili yaşama geçilmesi sürecinde iki sosyalist parti teşekkül edecektir. Bunlardan birisi, Türkiye Sosyalist Partisi diğeri ise Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’dir (Sayılgan, 1970, ss. 15-18). Her iki partinin de ömrü altı ayı geçmeyecektir. 1951 yılında gerçekleşecek olan geniş çaplı komünist tevkifatı, lider kadroların etkisizleşmesine sebep olmuştur. Ancak Hikmet Kıvılcımlı önderliğindeki birkaç komünist, 1954 yılında Vatan Partisi’ni kurmayı başarmışlardır. Vatan Partisi de 1957 yılında “komünist eşhas tarafından sevk ve idare olduğu anlaşıldığından” kapatılmıştır (Tevetoğlu, 1967, ss. 662-669).
1961 yılında bir kısım sendikacı tarafından TİP kuruluncaya kadar Türkiye’de sosyalizmin legal bir örgütü olmayacaktır. İllegal örgütlenme TKP ise büyük ölçüde yurtdışı yapılanma haline gelecektir. TKP’nin Türkiye işçi sınıfının siyasal mücadelesinin gereklerine cevap verememesinin TİP’i doğurduğunu ileri süren Yalçın Küçük’ün (1978) tespiti bu bakımdan anlamlı ve açıklayıcıdır.
Ara Değerlendirme
Osmanlı döneminde sosyalizm üzerine çalışan kimselerin neredeyse tamamı, sosyalizmin nasıl anlaşıldığının ortaya konulması gerektiğini düşünmektedirler. Sosyalizmin 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar çok farklı tanımlarının olduğu, farklı şekillerde anlaşıldığı muhakkaktır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde kavramın nasıl anlaşıldığı, sonraki yıllardaki değerlendirme biçiminin de ipuçlarını vermektedir.
Cumhuriyet döneminde genellikle yasaklı ve gizli yürütülen sosyalist hareketlerin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin siyasal ve sosyal koşullarında biçimlendiği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu geçiş, emperyalizme karşı mücadele olduğu kadar bir ulus-devletin ortaya çıkması sürecinin de ifadesidir. Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetmesi ve Millî Mücadele’nin kazanılması sürecinde ortaya çıkan ve küresel etkileri yanında bölgesel anlamda da şekillendirici olmuş olan Ekim Devrimi’nin Türk sosyalistleri üzerindeki etkisi bu noktada unutulmamalıdır. Dolayısıyla ulus-devletleşme süreci ile Ekim Devrimi’nin karşılıklı etkileşimi ile biçimlenen bir sosyalist düşüncenin varlığından bahsedilebilir. Komünist Enternasyonal’in 1920 tarihli üçüncü toplantısında, ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleme kararı almış olması bu etkileşimde katalizör vazifesi görecektir.
Bu çerçevede Şerif Mardin’in Türkiye’deki Marksizm teorisyenlerinin muhtemelen dünya üzerinde Marksizm’e katkıda bulunanların en yetersizleri oldukları tespiti üzerinde ayrıca düşünmek gerekmektedir. Mardin, bu kavrayış eksikliğinin, Osmanlı’da endüstriyel altyapının yetersizliğiyle ilgisiz olduğu düşüncesindedir, çünkü I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da bulunan Çin entelektüelleri, Marx’a dönük böylesi bir ihmal içerisinde olmamışlardır (Mardin, 2013, s. 183). Bu durum sadece ana akım Osmanlı münevverleri için değil gayrimüslim Osmanlı aydınları için de geçerlidir. Mardin’in bu dikkati, Osmanlı-Türk sosyalizmi açısından önemli bir noktaya isabet etmektedir. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi-toplumsal koşullarından daha yetersiz koşullara sahip Hindistan’dan M. N. Roy, Rusya’nın Müslüman nüfusu içerisinden ise Sultan Galiyef gibi teorisyenler çıkabilmiştir. Feroz Ahmad, İstanbul’da dört yıl kalan ve Parvus Efendi adıyla bilinen Aleksander Helphand’ın dahi Osmanlı toplumu için bir sosyalizm nazariyesi geliştirememiş olmasını dikkat çekici bulmaktadır (Ahmad, 2010, s. 24).
Türkiye’de Marksist düşüncenin büyük ölçüde siyasal reaksiyonlar biçiminde gelişmesinin en önemli neticesi kabaca 1920’li yılların ilk yarısından 1960’a kadar yaşanan hareketsizliktir.[17]17 Devletin sosyalist hareketler üzerindeki baskısı, bu durumu bir ölçüde etkilemiş olabilir. Ancak vakıa 27 Mayıs sonrasında sosyalizm sözcüğünden bahsedilmeye başlandığında sosyalizm ve Marksizm’e ilişkin düşünsel birikimin çok zayıf olmasıdır. Türk sosyalizminin geçmişindeki kopukluk ya da süreksizlik sorununu, sosyalist aydın Kemalizm’ini biçimlendirip dönüştürerek aşma eğilimindedir. Güler’in yerinde tespitiyle bu dönemde içerideki kadrolar siyasette yoktur. Dışarıdaki kadrolar ise SSCB’nin desteğiyle radyo yayını sürdüren bir mülteci grubu haline dönüşmüştür (Güler, 2015, s. 207).
Bu durum Türkiye’deki sosyalist-Marksist hareketlere ilişkin Şerif Mardin’in tespitine de bir cevap teşkil edebilir. Metin Çulhaoğlu’nun (2012, s. 124) dikkat çektiği üzere Türkiye’de sosyalist hareketler (Çulhaoğlu’na göre olumlu anlamda değil olumsuz anlamda), sürekli olarak siyasal iktidardan uzak düşmüşlerdir.[18]18 Anlaşılan bu durum zamanla yapısal bir zafiyet hâline dönüşmüş ve bu durum düşünceyi de derinden etkilemiştir. Sosyalist düşüncenin Türkiye’de Kemalizm’le kurduğu ilgiyi ve ünsiyeti de bu iktidar eksikliği üzerinden okumak mümkündür. Bünyesel zaaf, İttihatçılığın birtakım sosyalist vurgulara açık damarının ve pratiklerinin takipçisi olarak kurgulanan Kemalizm üzerinden aşılmaya çalışılmaktadır.[19]19
Nazım bir aşk hikâyesi dolayısıyla Rusya’ya gittiğinde Marksizm ve Leninizm’i öğrenir. Şevket Süreyya Turan, arayışında, Kafkasya’da öğretmenken Marksizm’le tanışır. Cevat Dursunoğlu, Erzurum Kongresi’nden bir yıl sonra Kafkasya’da Marksizm’i benimser. Avcıoğlu, M. Suphi’nin komünistliğe Türkçülükten/milliyetçilikten geçerek geldiğine dikkat çekmektedir. Ahmet Bedevi Kuran, M. Suphi ile Sinop’ta sürgün oldukları günlerde kendisine millî bir mason teşkilatı kurulması yönünde görüşlerini ifade ettiğini aktarmaktadır. Zeki Velidi ise M. Suphi’nin milliyetçiliğinin Bolşeviklerin farkında olduğunu ve bu yüzden pek tutulmadığını iddia etmektedir (Avcıoğlu, 2001, ss. 462-465). Tüm bunlar dikkate alındığında ülkemize komünizmin Rusya’nın periferisindeki bir ülkeden ziyade esasen milliyetçi aydınlar marifetiyle geldiği görülmektedir. Bu aydınları, öğrendikleri Marksizm elbette içerisinde birtakım tepkileri de barındıran Rusya’nın periferisindeki coğrafyalarda gelişmekte olan Leninizm’dir.
Bu bakımdan Belge’nin Türk sosyalizmine ilişkin tespitinin ufuk açıcı olduğu söylenebilir. Belge, TKP’nin M. Suphi tarafından 1920’de Moskova’da kurulmuş olmasından bahsederek bu durumun her yerden önce Türkiye’de Leninist bir örgütlenmeye sebep olduğu kanaatini dile getirmektedir. Bununla birlikte TKP’nin doğduğu ortam yani M. Kemal’in bağımsızlık hareketinin başarısı, bu yeni doğan komünist hareketin ölü doğuşuna sebebiyet vermiştir (Belge, 2013, s. 246).
Belge’ye göre Cumhuriyeti kuran Kemalizm’in laik, çağdaşlaşmacı ve devlete dayalı sanayileşme anlayışı, erken dönem komünistlerini, ideolojik bakımdan silahsız bırakmıştır. Bu ideolojik silahsızlık, hareketin Stalinizmin etkisi altına girmesini hızlandırmış bu da kurumsal bir teslimiyetçiliği beraberinde getirmiş ve bu durum 1960’lı yıllarda Türkiye tarihinin Marksçı bir çözümlemesinin yapılması ihtiyacı belirdiğinde bu ihtiyacın karşılanamamasına sebep olmuştur (Belge, 2013, s. 249).
Belge’nin (2013, s. 255), TİP’in TKP’ye göre enerjik, açık ve teoriyi pratiğe uydurma yeteneği dolayısıyla Türkiye sol tarihinde eşsiz bir yere sahip olduğunu ileri sürmesi isabetlidir. Zira 1960’lı yıllardan günümüze kadar geçen sürede kitlelere TİP kadar dokunabilen bir sol hareket söz konusu olmayacaktır.
1968 Hareketi, dünyada ortodoksluktan uzak, devrimci ama komünist olmayan bir hareket durumundayken Türkiye’de tam tersi bir süreç yaşanmış ve 68 Hareketi, Stalinizm’i ve Kemalizm’i sol içerisinde tahkim etmiştir. Belge’ye (2013, s. 261) göre Stalinizm ve Kemalizm’den kopulmaması, Çekoslovakya olayı sonrasında Türk solunu, tarihinin en derin bunalımlarından birisine itmiştir.
Belge’ye göre Türkiye’de Marksistlerin çözmesi gereken paradoks, Türkiye’nin iktisaden geri kalmış bir ülke olmasına rağmen siyasi bakımdan görece ileri olmasıdır. Yine bu çerçevede Belge’ye göre Kemalizm, çağdaşlaşmacı bir seferberlikti ama popüler değildi. Sol popüler bir toplumsal dönüşümün yolunu gösterebilirdi (Belge, 2013, s.286). Ancak ifade edilmesi gereken, Kemalizm bir seferberlik olmasına rağmen popüler değilken solun görece popülerliğine rağmen bir seferberlik yaratamamış olmasıdır. Çünkü Türkiye’de sol, teorik tartışmalara fazlasıyla boğulmuş durumdadır.
Özetlemek gerekirse 1960’lı yıllara gelinirken Türkiye’de sosyalist sol düşüncenin en temel hususiyetleri olarak şunlar söylenebilir. Öncelikli olarak ciddi bir teorik derinlik ve tartışma söz konusu değildir. Devletin sosyalist/ komünist hareketlere yönelik sert tavrının yanı sıra sosyalist/komünist hareketlerin çok büyük ölçüde Sovyet sosyalizmine angaje olmuş olmaları ya da Sovyetlerin sosyalizm yorumunun dışına çıkma doğrultusunda pek az çaba göstermeleri bu durumun başlıca sebebi olarak ileri sürülebilir. Türk sosyalizminin bu hususiyeti, düşünsel olarak Soğuk Savaş gelişmeleri ile paralel gelişen bir sürecin de önünü açacaktır. Diğer bir deyişle, 1960’lı yıllarda dekolonizasyon sürecinde birbiri peşi sıra bağımsızlığını ilan edip radikal modernleşme ve sanayileşme sürecine giren ve kendilerini farklı sıfatlarla “sosyalizm” olarak tanımlayan ve neredeyse tamamı askerî bürokrasiye yaslanan diktatörler tarafından yönetilen ülkelere duyulan çocuksu sempatinin altında yatan gerçek sebep de budur. Bu sempatinin de etkisiyle 1960’lı yılların ilk yarısında askerî bürokrasi bağlamında ara tabakalarla Kemalizm üzerinden kurulan irtibat, Türk sosyalizminde uzun süre devam edecek bir tartışmayı da derinleştirecektir. 1970’li yıllara gelinirken bir tarafta milliyetçiliğe karşı eleştirel bir pozisyon alınırken diğer taraftan Kemalizm’in konumlandırılamayışı, 1968 sonrasında gittikçe derinleşen teorik çatışmalarla düğüm haline gelmiş ve sosyalist solda fraksiyonel parçalanma 1970’lerde dağılma halini almıştır. Bunun üzerine inşa edilmeye çalışılacak söylem, doğal olarak bu düğümü yaratan unsurların eleştirisi, yer yer yeniden yorumlanması, büyük ölçüde unutma üzerinden biçimlenmiştir.
1960’lar: Türk Sosyalizminin Baharı
1960-1980 arası dönem, Türkiye’de sosyalizmin neredeyse bütün tonlarıyla tartışıldığı ve büyüklü küçüklü gruplar tarafından temsil edildiği bir aralığı işaretlemektedir. Bu süreci düşünsel uzamıyla anlaşılır kılabilmek için tartışmaların odaklaştığı meseleleri/tartışmaları, temsil kabiliyetinin daha güçlü olduğunu düşündüğümüz Mehmet Ali Aybar, Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’ın görüşleri etrafında analiz etmeye çalışacağız.
Bu tartışmaların -özellikle 12 Mart 1971’deki muhtıra öncesinde- merkezinde bulunan Türkiye İşçi Partisi de 13 Şubat 1961’de Türk-İş’e bağlı 12 sendikacı tarafından kurulmuştur. Bir müddet aynı zamanda İstanbul İşçi Sendikaları Başkanı da olan Avni Erakalın’ın başkanlığını yaptığı parti, bir türlü arzu edilen ivmeyi yakalayamadı. M. Ali Aybar, TİP’in bu durumunu; “TİP hızlı gelişmiyordu ama ölü doğmadığı da ortadaydı” cümlesiyle özetlemektedir (Aybar, 2014).
İlerleyen dönemde Parti’nin üzerindeki ataleti yok etmek amacıyla aydınların parti bünyesine dâhil edilmeleri eğilimi ortaya çıkmış ve Nadir Nadi, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi aydınlara parti liderliği teklif edilmiştir. Bu tekliflere olumlu bir yanıt alınamadığından yine bir başka öğretim üyesi olan M. Ali Aybar’a gidilmiş, Aybar teklifi kabul etmiştir. Varuy’un tespitiyle: “Aybar’ın TİP’e lider olması, bu işe kendisinden başka isteklinin çıkmamış olmasındandır” (Varuy, 2010, s. 35).
Bu noktada tartışmalı bir husustan bahsetmek yerinde olabilir: Bazı kaynaklar, TİP’in TKP tarafından sevk ve idare edildiğini, TKP içerisinde de “TİP nasıl olsa iyi gidiyor, Türkiye’de TKP’nin legale çıkmasına gerek yok TİP üzerinden yürünebilir” gibi bir algının oluştuğundan bahsedilmektedir (Yurtsever, 2008, s. 40).[20]20 Ancak bu görüşte, İsmail Bilen tarafından görevlendirilen komite öyküsünün mevcut bilgiler ve hatıratlar ışığında ciddiye alınmadığı belirtilmelidir.
Türk Sosyalizminde Ayrıksı Bir Figür: M. Ali Aybar
Mehmet Ali Aybar, 1908 yılında İstanbul’da doğmuştur. Hareket Ordusu komutanlarından Hüseyin Hüsnü Paşa’nın torunudur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde devletler hukuku doçenti iken İsmet İnönü rejimini eleştirdiği Vatan gazetesinde yayınlanan “Kâğıt Üstünde Demokrasi” başlıklı makalesi dolayısıyla üniversiteden atılmıştır. 1949’da yazdığı “Açık Mektup”ta İsmet İnönü’ye hakaret ettiği gerekçesiyle hapse mahkûm edilmiş ve 1950 affına kadar hapiste kalmıştır. 50’li yıllar boyunca entelektüel faaliyetlere yoğunlaşan Aybar, 1962’de TİP’in Genel Başkanı olmuştur (Ünlü, 2002). 1967’de ABD’nin Vietnam’daki faaliyetlerini savaş suçu ilan eden -Bertrand Russell’ın girişimiyle teşekkül ettiği için Russell Mahkemesi olarak da bilinen- heyete davet edilmiştir (Aybar, 2012).
Aybar’ın hem düşünsel hem de siyasal serüveni gözden geçirildiğinde, Türk solu içinde oldukça ayrıksı bir tip olduğu rahatlıkla fark edilebilmektedir. Sadece akademiden geliyor olmasına bağlayamayacağımız bir entelektüel derinliğe[21]21 sahiptir. Türk solunun Marx, Lenin ve Stalin’in külliyatını birbiri peşi sıra tercüme edip ezberlediği bir dönemde (kaldı ki Marx’ı tercüme etmekle birlikte okuyanların, en azından Leninist bir anlama dışında anlayanların sayısı çok sınırlıdır) Rosa Luxemburg’un ve Kautsky’nin kitaplarının da tercüme edilmesi gerektiğini (TİP İzmir İl Kongresi’ndeki konuşması) dile getirmesi ezber bozucu bir çıkış olduğundan hiç de hoş karşılanmamıştır. Özellikle TİP içerisinde kendisine karşı gelişen muhalefet, Aybar’ın şabloncu Marksizm karşısında geliştirdiği tezleri, sapma hatta sosyalizme ihanet olarak değerlendirmiştir.
Sadun Aren, Aybar’ın Çekoslovakya olayları karşısında geliştirdiği tezler ve bu gibi kafa karıştırıcı çıkışları dolayısıyla sosyalizmden ayrıldığını, entelektüel fantezi peşinde koştuğunu iddia edecektir. Behice Boran (1969a, ss. 6-7) da benzer şeyler söylemiş ve Aybar’ın sosyalizm anlayışını oy avcılığı ile suçlamış, Aybar’ın hürriyet vurgusunun bireyselliği ön plana çıkardığını hâlbuki tarihin bir sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu, hürriyetin zaten sosyalizmde mündemiç olduğunu dolayısıyla burjuva demokrasilerinden böyle bir kavramı sosyalizme eklemenin ihanet olduğunu dile getirmiştir (Aren, 2006, ss. 139-140). 1990’lı yılların başına kadar bir sükût suikastına maruz kalan Aybar, 1990’lı yıllarla birlikte yeniden fark edilmiş, bir anlamda itibarı iade edilmiştir. Muhaliflerinden Sadun Aren (2006, s. 147), Sovyet tarzı sosyalizmin Türkiye’deki önde gelen eleştiricilerinden Aybar’a dönük bu ilgiyi, SSCB’nin dağılmasının getirdiği eleştirel havaya bağlamaktadır.
Aybar, sosyalizmin aşağıdan yukarı kurulacağı konusunda ısrarlıdır. Bu sebeple parlamentarizme inanmaktadır. Marksizm’de Örgüt Sorunu: Leninist Parti Burjuva Modelinde Bir Örgüttür (1979) başlıklı metni, Leninizmin bir eleştirisi mahiyetindedir. Bununla birlikte TİP’i bir Leninist parti gibi idare etmiştir. Parti içi demokrasiyi, katılımcı karar alma süreçlerini çok önemsememiş, bilinçli bir tercih ya da sürecin kaçınılmaz bir sonucu olarak TİP eşittir Aybar gibi bir görüntünün şekillenmesine sebep olmuştur. Sosyalizmin Türkiyeli versiyonunun peşindedir. Türkiye’deki sosyalizm tecrübesinin diğer ülkelerdeki tecrübelerden elbette farklı olacağı kanaatindedir. Ancak partisindeki TKP kanadının kalkışmasını önleyememiş ve süreç çözülmeyle neticelenmiştir.
Sürecin böyle gelişmesinde 1968 sonrasında sosyalist solda gençlik hareketlerinin oldukça belirleyici olmaya başlamasının rolü büyüktür. Sosyalist siyasal yelpaze kontrolsüz bir biçimde gençlik hareketlerinin peşine takılıp plastik bir etkiye kavuşurken bunu fark eden Aybar, partisini korumaya gayret etmiş ancak ara tabakaları partiden uzaklaştırmak ve gençliğe yeteri kadar önem vermemekle ve dolayısıyla yukarıda da aktarıldığı üzere Türkiye’deki devrimci eyleme ihanet etmekle itham edilmiştir.
27 Mayıs ve Kemalizm
Aybar’ın 1960-1965 aralığında sosyalizm yerine toplumculuk kavramını tercih ettiği görülmektedir. Bu durum çokça dile getirildiği gibi hem Türk Ceza Kanunu’nun komünizm propagandasını yasaklayan 141. ve 142.maddelerinin etrafından dolaşma arayışının hem de kalkınma ve reform talep eden küçük burjuvazinin tedirgin edilmemesi arayışının bir neticesidir. Ancak toplumculuk kavramının bunların yanı sıra Kemalizm’le kurulan irtibatı kolaylaştırması ve sağlamlaştırması da dikkate alınmalıdır. Özellikle 1960’lı yılların ilk yarısında sosyalizm ve Kemalizm arasındaki geçişkenlik ciddi düzeydedir ve rabıtayı sağlayan önemli unsurlardan birisi, toplumculuk edebiyatı üzerinden Kemalizm ve sosyalizmin paralelleştirilmesi ve hatta yer yer eşitlenmesidir.
Başlangıçta TİP Lideri Aybar için Kemalizm, temel referans noktalarından birisidir. Sonraki dönemde daha eleştirel bir pozisyona gelecek Aybar için bu dönemde Kemalizm en azından önemsenmesi gereken bir müttefik durumundadır. Aybar’a göre Türkiye’de sosyalizm safha safha gerçekleşecektir ve 1963 yılında içinde bulunulan safha, 1961 Anayasası ile verilmiş haklar için mücadele etmektir. Bu noktada Aybar Atatürkçülüğü de temel referans belki daha doğru bir ifadeyle kurucu ögelerden en önemlisi olarak değerlendirmektedir. Zira Aybar’a göre bu safhada yapılması gereken, Atatürkçülüğe günün gerçeklerine göre yeni bir öz kazandırılmasıdır (Sosyal Adalet, 1963, s. 8).
Kemalizm meselesi, Türk sosyalizminde ara tabakaların rolünün de tartışılmasına sebep olmuştur. Bu tartışma üzerinde aşağıda daha detaylı şekilde durulacaktır. Ara tabakaların öncü rolü konusunda ilerleyen dönemde oldukça sert tavır takınacak olan Talat Aydemir’in iki darbe teşebbüsüne de eleştirel yaklaşan Aybar’ın 27 Mayıs’ı değerlendirme şekli dönemin genel temayüllerini göstermesi bakımından oldukça güzel bir örnek olarak değerlendirilebilir. Şöyle diyor Aybar:
27 Mayıs 1960 Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinin büyük günlerinden biri: 15-19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim, 27 Mayıs. 27 Mayıs Kuvayi Milliye ruhuna dönüştür. Atatürkçülüğün yeniden doğuşudur. 27 Mayıs emekçi halkımızın tarih sahnesine bilinçle çıkma yolundaki çabasının ileri bir merhalesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tabana oturma hamlesidir.
27 Mayıs’ta tarihimizin bir dönemi ebediyen kapanmıştır. 27 Mayıs Türk sosyal demokrasisinin meşruluğa kavuştuğu gündür. Sosyal hareketler o günden sonra daha büyük bir hızla gelişmeye başlamıştır. İşçinin, köylünün, emekten yana aydınların sesi daha güçlü çıkıyor. Tarihimizde aşağıdan yukarı kurulan ilk parti Türkiye İşçi Partisi o günden sonra kurulmuştur. Sosyal adalet kavramı anayasaya o günden sonra girmiştir. Milli gelirin hakça bölünmesi, toprak reformu, grev, toplu sözleşme, emekten yana devletçilik, planlı kalkınma gibi konular 27 Mayıs’tan sonra yaygın birer milli dava haline gelmiştir. İnsan haklarına, sosyal adalet ilkesine dayanan anayasanın üstünlüğü esası, 27 Mayıs’tan sonra müeyyideye bağlanmıştır.
Demokrasimizin sosyal özünü yitirmek artık hiçbir çıkarcı intikamcı grubun harcı değildir. Anayasayı bir yana iterek yukarıdan aşağı bir yönetim sistemi kurmak ve hele yaşatmak da artık kimsenin harcı değildir. Çünkü 27 Mayıs anayasasını uyanık ve demokrasiye bağlı silahlı kuvvetlerimiz, emekçi halk yığınları, Atatürkçü gençlik ve emekten yana aydınlarımız korumaktadır. 27 Mayıs hürriyet ve anayasa bayramı Türk milletine kutlu olsun (Aybar, 1963, s. 4).
Sosyalist solda tartışmaların çeşitlenmeye başlaması, Kemalizm ve 27 Mayıs’a eleştirel yaklaşımı da beraberinde getirecektir. Devrim stratejisi tartışmaları, TİP tartışmaları, Türkiye’nin toplumsal yapısı tartışmaları gibi hararetli tartışmalar, 27 Mayıs ve Kemalizm’e bakışı da etkileyecektir. Bu tartışmaların yanı sıra CHP’nin ortanın solu yaklaşımının sosyalist solda yarattığı kırılmaya dikkat edilmelidir.
CHP, TİP ve Ortanın Solu
Aybar, 1965 Seçimleri öncesi Yön’e verdiği mülakatta, CHP-TİP iş birliğini gerekli saymaktadır. CHP’nin devrimci potansiyelini kaybettiğini düşünmesine rağmen CHP ve TİP’i aynı kökten gelen iki farklı hareket gibi değerlendirmektedir. Bu bağlamda aşağıdaki ifadeleri dikkat çekicidir:
TİP Kurtuluş Savaşlarımızın devamıdır. Kurtuluş Savaşlarımızın bir sosyal tarafları vardı. Zaferden sonra yalnız politik tarafı kaldı. Yunan askerî İzmir’e çıkınca mukavemet halktan geldi. Muntazam ordu yoktu. Kurtuluşun ideolojisi ve teşkilatını kuran Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerini de halk kurmuştu. Bu cemiyetler yetkilerini Sivas Kongresi’nden sonra Büyük Millet Meclisi’ne terk ettiler. Muntazam ordunun da çekirdeği halk çeteleriydi. Ulusal Kurtuluş Savaşı bir halk hareketiydi. Türk halkı tarihinde ilk defa olarak kendisi için dövüşüyordu. Bu savaş bazı bölgelerde örneğin Gaziantep’te bütünüyle bir sosyal savaştı. Bu emeğiyle yaşayan halkın savunmasıydı. Ağalar düşmanla iş birliği bile ediyorlardı. Halk hem yabancıya hem onlara karşı savaştı. Resmî belgeler de bunu teyit ediyor. TBMM’nin 1920’deki kararı açıktır. Amaç yalnız siyasi değil aynı zamanda sosyaldir. Savaş hem sömürgeciliğe hem sermayeci çıkarlara karşıdır. Atatürk’ün sözleri de bunu teyid eder. Fakat zaferden sonra halkın köylere çekilmesiyle Atatürk’ün çevresindeki devrimci kadroyla halkın teması kesilmiştir. Savaş yıllarında hep halkın içinde, halkla beraber, halktan yana olan Atatürk’ün karşısına Babıali’nin eski politikacıları çıkıp halkla halktan yana aydın arasına girmişler, hükûmet mekanizmasının önemli yerlerinde oturarak devleti çıkarcılar yararına işleyen bir örgüt durumda düşünmüşlerdir. Bu bürokratik burjuvazinin tehlikesini sezen Atatürk CHP’yi halkla teması temin için kurmuştur. Aynı bürokratik burjuvazinin CHP’de de önemli yerlere oturması üzerine hükûmet halktan uzaklaştı. İşte TİP bu bağı tekrar kurmak istiyor. Bu bakımdan TİP Kurtuluş Savaşlarında hâkim anlayışın tâbi bir mirasçısı ve devamıdır (Aybar, 1963b, s. 5).
Aybar’ın bu ifadeleri, TİP’i, Millî Mücadele’nin yürütücüsü olan CHP’nin bir devamı, dejenere olmamış bir uzamı olarak değerlendirdiğini söylemek için uygun bir zemin yaratmaktadır. Bununla birlikte 1965 seçimlerinden sonra hem Aybar hem de genel olarak TİP çevresinin CHP’ye dönük daha eleştirel bir tutum geliştirmeye başladığı görülecektir. Bir sonraki bölümde detaylandırılacak olan, ara tabakaların sosyalist devrimdeki rolü tartışmasının merkezî bir yerde olduğu devrim stratejisi tartışmaları çerçevesinde biçimlenen bu tutum da daha çok CHP’nin sınıfsal yapısı üzerinden şekillenecektir.
CHP’nin devrimdeki rolünün belirsizleşmesi ve TİP’le çelişmesi, 1965 seçimlerinde TİP’in sadece %3 oy almasına karşın CHP’nin kitlesel desteğinin TİP’le karşılaştırıldığında daha ciddi boyutlarda olması, TİP’in sorgulanmasını beraberinde getirecek bununla birlikte TİP’i destekleyenler ve CHP’yi önemseyenler arasında küçük burjuvazinin devrimci potansiyeli dolayısıyla ayrışma sertleşecektir. Yön dergisinde başlayan ve sosyalist kesimlerde çalkantılı bir sürecin önünü açan TİP tartışmaları bu bakımdan önem arz etmektedir. Avcıoğlu’nun TİP’in başarısızlığının temel sebebinin sosyalizmin Türkiye’de yanlış tatbiki olduğu bu bağlamda meclise “eli nasırlıların değil en iyi sosyalistlerin” gitmesi gerektiği argümanı üzerinden biçimlenen tartışma, sosyalist solda sonraki dönemlerde yaşanacak teorik tartışmanın da ayak sesi olarak okunabilir (Avcıoğlu, 1966, s. 3). Bu ayrışmanın en sert tartışmalara sebep olacak kısmı ise Aybar-Divitçioğlu ve Küçükömer’in üzerinde durdukları, aydının Osmanlı’dan itibaren halktan kopuk olduğu ve devrimci bir potansiyel taşımadığı eleştirisidir.
CHP ve aydın tabaka üzerinden yürüyen bu tartışma, sosyalist soldaki tartışmaların sertleşmesini ve zaman içerisinde ciddi ayrılıklara dönüşmesini beraberinde getirecektir. Dönemin önemli sosyalist figürlerinden birisi olan Behice Boran’ın fikirlerinin izi de bu tartışmada rahatlıkla sürülebilir. 1910 doğumlu olan Boran, ABD’de Michigan State University’de doktorasını tamamlayarak yurda dönmüş ve DTCF’de göreve başlamış, komünist hareketlerle ilgisi olduğu gerekçesiyle 1945’te DTCF’deki görevinden Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınmış ve 1948 yılında da devlet memuriyetinden uzaklaştırılmıştır. Çeşitli kereler komünizmle irtibatı dolayısıyla soruşturma ve kovuşturma geçiren Boran, 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne katılmıştır (Atılgan, 2007; 2015, ss. 291-299). TİP içerisinde etkili bir isim olarak beliren Boran, Türkiye’de sosyalist hareketin dönemlere göre çeşitlenen ve farklılaşan anlayışlarının izini sürmek bakımından güzel bir örnektir. Özellikle CHP’nin ortanın solu açılımı sonrasında hem CHP’nin hem de ara tabakaların yeri ve rolü konusunda sert eleştirileri ile dikkat çekmektedir. Bu bağlamda Behice Boran, TİP Ankara İl Kongresi’ndeki konuşmasında CHP’ye ve CHP’nin sola açıldığını iddia edenlere şu şekilde sataşmaktadır:[22]
27 Mayıs’tan sonra iki temel hareket görülmüştür. Bunlardan biri antiemperyalist uyanış ikincisi de sol akımın ve TİP’in güçlenişidir. Sosyalist sanılan bazı yazarlar şöyle diyorlar: “Sosyalizm bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir dava değildir. Acil mesele bağımsızlıktır. Henüz sosyalist görüşü gelişmemiş antiemperyalist çevreler vardır. Bunlarla iş birliği sağlanmalıdır.” Bağımsızlığı sosyalizm davası diye koymak hatalıdır. Şüphesiz antiemperyalist çevreler var. Bunlarla iş birliği sağlanması gerekir ama önce bağımsızlık sonra sosyalizm görüşü yanlıştır. Bağımsızlık hareketinin yarı yolda kalmaması, yozlaşmaması şarttır. Bunun için de öncülüğünü mutlaka sosyalist hareket TİP yapmak zorundadır. (...) CHP sola açılıyor diye tahliller yapanlar var. Aslında CHP’de ne yeni bir hamle vardır ne de sola açılış vardır. Aksine solu önleme çabaları vardır. (...) Ecevit nereye kadar sol sorusunu soruyor demokrasi sınırına kadar diyor. Fikir özgürlüğünden uzun uzun söz ediyor ama basına verdiği demeçte sola bir duvar çekmiştir. Kendinden solda akım, düşünce tanımıyor. Bu ne biçim fikir özgürlüğü anlayışıdır. AP’nin de sağda bir duvar çekmesini istiyor. İki duvar arasında gelişecek bir demokrasi. Sosyalist demokrasiden söz etmiyorum batı demokrasisi ile dahi bu durum ne ölçüde bağdaşır, izanınıza terk ediyorum (...) Onlarla iş birliğini sosyalizm platformunda yapacak değiliz. Somut hedefler koyacağız. Mesela Amerikalılara boykot ettik. Hangi partiden olursa olsunlar bunu desteklerler. Ama bağımsızlık mücadelesinin öncüsü sosyalist harekettir. Sosyalizmi yozlaştırma, yolundan saptırma teşebbüslerine karşı çok hassas olacağız.” (Yön, 1966e, ss. 6-7).
Behice Boran: Bürokrasi ve Devrim Denklemi
Önceki bölümlerde de ifade edildiği üzere CHP üzerine sürdürülen tartışma esasen bürokrasinin Türkiye’deki devrim süreçlerindeki rolüne ilişkindir. Aşağıda biraz daha detaylandırılacak olan Türkiye’nin toplumsal yapısı tartışmaları, sosyalist solda zaman içerisinde devrim stratejisi üzerine bir tartışmaya dönüşmüş bu da bürokrasinin bu süreçteki rolünün tartışmaya açılması ile neticelenmiştir.
Bürokrasinin devrim süreçlerindeki rolü tartışmasında görüşler kabaca iki grupta toparlanabilir. Bu görüşler aynı zamanda Türkiye’de devrim stratejisi tartışmalarının da kaba bir özünü vermektedir. Birinci grupta Millî Demokratik Devrim tezi ve Yön dergisi çizgisi bulunmaktadır. Bunlardan MDD tezine göre ilerici asker sivil bürokrasi, Türkiye’yi genel hatlarıyla sosyalizmin eşiğine kadar götürebilir. Yön dergisi çizgisi ise bürokrasinin özellikle asker bürokrasisinin eşiği de geçirebileceğine yani sosyalizmi kurabileceğine inanmaktadır. Boran’a (1968, ss. 10-11) göre ikinci görüş, Küçükömer ve Aybar’da biçimlenmektedir. Bunlardan Aybar, bürokrasiyi, bir sosyal sınıf olarak görme eğilimine sahipken Küçükömer, bürokrasiyi bir sınıf olarak değerlendirmez. Ancak her ikisi de bürokrasinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar ve sonrasında üretici güç olmamasına rağmen artı değere el koyması dolayısıyla ceberut ve baskıcı bir rejimin taşıyıcısı olmuşlar ve dolayısıyla ağalık ile aynı yerde konumlanmışlardır. Bu çerçevede bürokrasi, emekçi halk için en tehlikeli sınıftır, iktidarı ele geçirirse tepeden inmeci, ceberut, halka karşı politikalarını ve tutumunu sürdürür.
Boran (1968, ss. 10-11), kendi görüşünü ise bu iki görüşün ortasında konumlandırmaktadır. Boran’a göre ne bürokrasiye sosyalizme varmada çok önemli bir rol verilmelidir ne de bürokrasi ağalıkla aynı paralelde konumlandırılmalıdır. Her iki nokta da keskin, uç noktalardır. Bürokrasinin küçük burjuva kökü unutulmamalıdır ancak aynı zamanda toplum yapısını değiştirmemiş, üst yapıya münhasır kalmış olsa da sultanlık ve halifelikten cumhuriyete geçişi, laik yargı sistemini ve eğitimi ve diğer devrimleri, sosyalistler savunmak durumundadır. 27 Mayıs’ın getirdiği anayasayı subayların anayasası diye mi nitelendirmek gerekir? Burada Boran’ın 27 Mayıs’la bağını koparmamış olmasına da dikkat etmek gerekmektedir.
Boran’a göre MDD ve Yön çevresi içinde bulunulan koşulları, Millî Mücadele yıllarının koşullarına benzettikleri için yanılgıya düşmektedirler. Şöyle diyor Boran (1969a, ss. 4-6):
- yüzyılın üçüncü çeyreğinde milli kurtuluş savaş ve hareketleri kesin sonuca ulaşabilmek için sosyalist harekete dönüşmek zorundadırlar. Milli Kurtuluş Savaşı ile kazandığımız askerî zaferi ve siyasi bağımsızlığı ekonomik kalkınma ve bağımsızlıkla perçinleyemediğimiz içindir ki burjuva ideolojisi ufkunu aşamayan sivil asker yönetici tabaka, toprak ağalarına ve burjuvaziye dayanarak iktidarda kaldığı içindir ki yeniden yabancı sermayenin askerî paktların, emperyalizmin ağına düştük.
Boran’ın bu yaklaşımı şu vargıyı mümkün kılmaktadır: Millî Kurtuluş hareketleri, sosyalist olmak zorundadır.[23] Behice Boran, bürokratların devrim açısından bazı sakıncalı durumlarına temas etmekle birlikte bu sakıncalı durumların, onların devrim sürecinde dışarda bırakılması neticesi doğurmaması gerektiğini düşünmektedir. Böyle bir davranış Boran’a göre, sekter ve emekçileri tecrit etmeye dönük bir davranış olur. İşçi ve emekçi sınıflara müttefik kuvvetler sağlamak, sosyalist eylemi yürütenlerin ihmal edemeyecekleri bir görevdir. Emekçi sınıflara, günlük hayatlarında kendilerini ezenlerin bürokratlar değil ağalar ve burjuvazi olduğu anlatılmalıdır. Dahası yönetici tabaka, sosyalist düzene geçildiğinde de bürokratik niteliğini sürdüreceğinden onların sosyalist harekete kazanılması gerekmektedir (Boran, 1969b, ss. 7-8).
Aslında küçük burjuvazinin öncü bir rol oynayabileceğine ilişkin yaklaşımlara, ilk eleştirilerin Aybar’dan geldiği söylenebilir. Aybar, dönem entelektüellerinin aksine ara tabakaların rolüne başlangıçtan itibaren mesafeli yaklaşmış gözükmektedir. Sosyal Adalet dergisinin kendisine yönelttiği bir soruda, sosyalizmin Türkiye’de nasıl gerçekleşeceği üzerine kanaatlerini ifade ederken yukarıdan aşağı yerleşecek bir sosyalizm görüşüne mesafeli olduğunu hissettirmektedir. Aybar’a göre Türkiye’de sosyalizm safha safha gerçekleşecektir (Sosyal Adalet, 1963f, s. 9).
Aybar’ın sivil-asker bürokrasinin öncülüğüne ilişkin eleştirilerinin, TİP tartışmaları ve CHP’nin TİP’e alternatif olarak belirmesi sonrasında daha da sertleştiği söylenebilir. Aybar, 21 Ağustos 1966 tarihli konuşmasında şöyle demektedir:
Halkımız yüzlerce yıl tepeden inme yönetim metotlarının ıstırabından çekmiştir ve ancak 1950’de kendisini ayak takımı sayan, tepeden bakan bu ceberrut, bu yukarıdan aşağı yönetim şeklinden kurtulmak fırsatını bulmuştur. Osmanlı tipi devlet yönetiminin mirasçısı olarak gördüğü CHP iktidarını devirmiştir ve o tarihten beri bu partiye iktidar fırsatı vermemiştir. Fakat o tarihte böyle bir alternatif de bulunmadığından CHP’yi devirmekle beraber onun yerine kendi temsilcilerini geçirememiştir. Bugün dava 1950’de başlamış devrimi tam yörüngesine oturtmak yani Türkiye İşçi Partisi’nin halk için tek kurtuluş yolu olduğunu halka anlatmaktır” (Aybar, 1968s. 474).
Aybar’ın bu ve benzeri ifadeleri hem TİP içerisinde hem de TİP dışı sosyalist çevrelerde eleştiriyle karşılanmıştır. Örneğin; Arslan Başer Kafaoğlu (1966, ss. 11-12), Türkiye’nin evvel eski bir ceberut devlet ve bu devletin aparatı olan kapıkulları tarafından yönetildiği, halkın 1950 seçimlerinde bu kapıkulu iktidarını yıktığı görüşünü çok tehlikeli bulmaktadır. Aksine Kafaoğlu’na göre bu kapıkulu, ülkeye giren yabancı egemenliğine varoluşsal olarak karşıdır, karşısındadır.
TİP’in İstanbul’daki parti toplantısında Türk sosyalizminin özelliklerini açıklayan Aybar, öncelikle TİP tüzüğünün ikinci maddesine atıfla, Türk sosyalizminde işçi sınıfının önderliğinden değil demokratik öncülüğünden bahsedildiği üzerinde durmuştur. Aybar’a göre Türk sosyalizminin ikinci özelliği, aşağıdan yukarıya doğru bir hareket olması ve tepeden inmeciliği kesinlikle reddetmesidir. Zira Aybar’a göre tepeden inmecilik, sosyalizmin ret ve inkârı demektir (Aybar, 1967a, s. 5). Aybar’ın bu yaklaşımı, TİP içerisinde şiddetlenen teorik görüş ayrılıklarının da bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Tartışmanın bir başka boyutu, millî burjuvazi ile ittifak yapılıp yapılmayacağıdır. Millî burjuvazinin vasfı ve rolü sadece devrim stratejisi tartışmaları esnasında değil önceki dönemde de ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. Ancak millî burjuvazi üzerinden görüş ayrılıklarının sertleşmesi ve uzlaşmazlıkların ortaya çıkması, devrim stratejisi tartışmaları neticesindedir.
Dolayısıyla bu konuda görüşlerin dönem boyunca çeşitlilik arz ettiği söylenebilir. Behice Boran, millî burjuvazinin sağlam bir müttefik olup olmadığı konusunda şüpheci hatta olumsuzdur. Boran’a göre öncelikle Türkiye’deki millî burjuvazinin iktisadi kapasitesinin ve gücünün ne olduğu sorusunun cevaplanması gerekmektedir ve Boran’a göre Türkiye’deki yerli sanayici grubu, yabancı sermayeye direnmek yerine onunla iş birliğine girişme arayışı içerisindedir. Bazı Latin Amerika ülkelerinde millî burjuvazinin antiemperyalist savaşların ve direnişlerin başına geçtiği görülmekle birlikte Türkiye’de koşullar farklıdır çünkü Türkiye silahlı kurtuluş mücadelesini 40 yıl önce tamamlamıştır. Bu ortamda Türkiye’de faşist cepheye karşı ana unsurlar, sanayi ve tarım işçileri ile fakir köylülerdir. Bunlar ana sınıflardır ve en kısa sürede şuurlandırılmaları gerekmektedir (Boran, 1963a, s. 10).
Hikmet Kıvılcımlı: Tarih, Devrim ve Kemalizm
Bürokrasinin ya da dönemin jargonuyla ifade edilirse küçük burjuvazinin, devrim süreçlerindeki rolü tartışmasının en önemli boyutunu elbette askerî bürokrasi ile kurulacak ilişkiler ağı oluşturmaktadır. 1960’lı yıllarda kendisini sosyalizm olarak adlandıran ve askerî diktatörlük biçiminde idare edilen ülkelerin bulunması, bu ülkelere ilişkin tecrübenin Türkiye’den takip edildiği akılda tutularak bu mesele ele alınmalıdır.
Ordunun rolü konusunda dönemin en ilginç fikirlerinin sahibinin Hikmet Kıvılcımlı olduğu söylenebilir. Kıvılcımlı, Türk sosyalizmi açısından sembol isimlerden birisidir. 1902 Priştine doğumlu olan Kıvılcımlı, Askerî Tıbbiye’yi bitirmiş, çok erken dönemde komünist harekete dâhil olmuştur. 1925’te gerçekleştirilen TKP 3. Kongresi’nde Merkez Komitesi’ne seçilen Kıvılcımlı, 1935’te Marksizm Bibliyoteği adlı bir yayınevi kurarak Marksist tercüme ve telif eserler neşretmiş, 1954’te bir grup arkadaşıyla yasal zeminde siyaset yapan Vatan Partisi’ni kurmuştur. 1960’lı yıllarda çeşitli sosyalist gazete ve dergilerde yazmakla birlikte İkinci Kuvayi Milliyecilik adını verdiği bir çizgi etrafında TKP’den de TİP’ten de ayrı bir hareket içerisinde olmuştur.
Kıvılcımlı’nın orduya yaklaşımı, onun fikirlerinin anlaşılması bakımından iyi bir yol gösterici de olacaktır. Uzun yıllar sonunda geliştirdiği tarih tezi ile orduyu bir çeşit vurucu güç olarak değerlendiren Kıvılcımlı’nın Kemalizm’e yaklaşımı da geliştirdiği tarih tezi ile paralel bir şekilde dönüşecektir.[24] Yine de Kıvılcımlı, orduyu önemseyen diğer aydınlardan analizini Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın çok öncesine, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına götürmekle ayrışmakta, farklılaşmakta ve özgünleşmektedir. Tarih Tezi başlıklı çalışmasında bu durumu: “Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü çıkamadığı) Osmanlı tarihine inmek gerekir” cümlesiyle anlatmaktadır (Kıvılcımlı, 1974b, s. 46).
Kıvılcımlı’ya göre Osmanlı Devleti’ni silahlı gaziler, Türk akıncıları kurmuşlardır. Bütün erkeklerin silah taşıyor olmaları ve yine bütün erkeklerin savaşa katılıyor olmaları dolayısıyla Osmanlılar, ordu-millet olarak bilinmektedir. Bu noktada Kıvılcımlı, Osmanlılarda devlet kelimesinin de “silahlı adam” anlamına geldiğinden bahsetmektedir (Kıvılcımlı, 1974a, s. 200). Osmanlı Devleti’nin ordu tarafından kurulmuş olması, onun en orijinal özelliğidir ve bu gelenek hâlâ devam etmektedir (Kıvılcımlı, 1974a, ss. 164-166).
Kıvılcımlı’ya göre her toplumun kendine özgü devrim yapma yolu vardır (Kıvılcımlı, 1970b). Türkiye’de bu yol büyük ölçüde ordu ve gençlik üzerinden biçimlenmektedir:
Türkiye’nin devrim orijinalitesinde pratik bakımından başlıca iki taktik gelenek ağır basıyor:
- i) Gençlik orijinalliği
- ii) Ordu orijinalliği.
Dünyanın her yerinde gençlik de vardır, ordu da ama diyebiliriz ki dünyanın hiçbir yerinde sosyal devrim olayları Türkiye’deki denli genel olarak gençlik ve özellikle ordu ile içli dışlı değildir. Bugün yeryüzünün Asya olsun, Afrika olsun, Amerika-Avrupa olsun hangi kesiminde ileri bir harekete gözü karaca atılmış sivil-asker insanlar görülürse, onlara hiç düşünmeden herkes “Genç Türkler” diyor (Kıvılcımlı, 1970a).
Bu çerçevede Kıvılcımlı, Türkiye’de devrim süreçlerinde gençlik ve ordunun birbirlerinden ayrılamayacağını ileri sürmektedir. Orduyu “ordu gençliği” olarak anlayan Kıvılcımlı, bu ilerici geleneğin karşısına ise “ordu fosilleri” adını verdiği ve bahsettiği devrimci gelenekle hiçbir ilişiği bulunmayan grubu yerleştirmektedir (Kıvılcımlı, 1970a). Orduda bu devrimci antiemperyalist rolü, kurduğu denkleme uygun olarak genç subayların üstlenmesini beklemektedir. Bu perspektifle Kıvılcımlı, orduyu (daha doğru ifadeyle ordu içerisindeki genç subayları), Türk milletinin vurucu gücü olarak nitelemektedir:
Ordunun bir sosyal sınıf olmadığı ve olamayacağı halde sosyal devrim de vurucu güç oluşu Türkiye’ye Osmanlı göreneklerinden kalma en önemli ve en orijinal (türü kişiliğine özge) bir gerçekliğimizdir. O kadar ki bu gelenek her gün “Yakındoğu” etiketi takılan eski Osmanlı Türkiye’si haritası içine giren ülkelerde bile hâlâ yürürlüktedir. Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Sudan’da Libya’da ordu sosyal devrimlerin vurucu gücü olmaktadır (Kıvılcımlı, 1970a).
Kıvılcımlı’ya göre orduyu, öncü güç olarak değerlendirmek hatalıdır. Ordu, vurucu güçtür. Örneğin; 27 Mayıs asker-aydın zümre ve vurucu gücün bir eseridir.[25] Kıvılcımlı, 27 Mayıs hareketini; “kediye göre budu bir DEVRİM önüneydik. ‘Dur bakalım, nâpıcak’ denilemezdi” cümlesiyle karşılamaktadır. Kıvılcımlı, bu çerçevede “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” metniyle Türk ordusunun devrimci geleneğini ilkokula giden çocukların bile anlayabilecekleri dille anlattığını söylemektedir. Kıvılcımlı’ya göre 27 Mayıs, bir devrim konağı adını alabilir. Çünkü üretici güçleri yani üretim ilişkilerini bir ölçüde düzeltmeye yönelmiştir ve öncesi dönemde cinayet sayılan sosyalizm, 27 Mayıs sonrası dönemde bir bilinç düzeyine ulaşmıştır. “Bu bakımlardan 27 Mayıs’ı <> bir devrim saymamak yanlıştır.” 27 Mayıs Kıvılcımlı’ya göre demokratik bir devrimdir. Bütünüyle milleti kapsadığı için aynı zamanda millîdir. Millet bu devrimde aktif bir rol almamakla birlikte genç ordu güçlerinin kolektif aksiyonuna tarafsız kalarak devrimi desteklemiştir. “O bakımdan da 27 Mayıs, Mustafa Kemal’in güttüğü Birinci Kuvayı Milliye, Birinci Kurtuluş Savaşı adlı <>in açtığı yolda İkinci Kuvayı Milliyecilik yahut İkinci Kurtuluş Savaşı yahut <<YENİ KURTULUŞ MÜCADELESİ>> diyebileceğimiz <<İkinci Milli Demokratik Devrim>>in bir konağı olmuştur” (Kıvılcımlı, 1969b, ss. 269-274).
Devrim stratejisi tartışmaları ile ordunun rolünün çok daha ciddi bir şekilde tartışılmaya ve eleştirilmeye başladığı görülmektedir. İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Devrim Üzerine Açık Oturum’da Boran, emekçi sınıfların yetersiz olduğu ülkelerde darbelerin yapıldığını ancak darbeyi yapanların daha sonra yine bir toplumsal tabana yaslanmak zorunda kaldıklarını ileri sürmüştür.
12 Mart ve Türk Sosyalizmi
Ordunun rolü konusundaki tartışmalarda turnusol kâğıdı işlevi gören hadise, 12 Mart Muhtırası’dır. Olay, sosyalist solun bütün parçalarının bu tartışmaya ilişkin samimiyet testi olarak değerlendirilmeye uygundur.
Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü önderliğinde Ankara’da bir toplantıda bir araya gelen Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ve DİSK temsilcileri, 12 Mart Muhtırası’nı olumlayan bir bildiri yayınlamışlardır. Türk Devrim Ocakları, İstanbul TÖS, İLK-SEN, Sağlık Personeli ve Maliye İş Sendikası ortaklaşa yayımladıkları bildiriyle komutanların muhtırasını “Mustafa Kemal Ordusunun Devrimci ve Yerinde bir çıkışı” olarak değerlendirmişlerdir (Cumhuriyet, 14 Mart 1971). MDD hareketinin öncüsü Mihri Belli de askerî müdahaleyi gerici feodallere ve komprador burjuvaziye karşı atılmış olumlu bir adım olarak değerlendirerek Muhtıra’yı desteklemiştir (akt. Sargın, 2001, s. 1051).
Hikmet Kıvılcımlı, muhtırayı destekleyen isimlerden birisi olmuştur. Kıvılcımlı, Sosyalist gazetesinde attığı meşhur “Ordu kılıcını attı” başlığı ile müdahalenin beklenen bir gelişme olduğunu ortaya koymuştur (Kıvılcımlı, 1971c). Bu yazıda, Kıvılcımlı’nın aşağıdaki ifadeleri onu ve bir eğilimi anlamak bakımından önemlidir:
Asker siyasetle uğraşmasın... Ya kim uğraşsın “Efendi Hazretleri”? Sen 500 para babası ile 2000 hacıağa perde ardından Orduyu gerek millet, gerek vatan, gerekse çalışan halk yığınları aleyhine kullanacaksın; hem de en ikiyüzlüce (ekonomiyi Ortak Pazara, politikayı NATO’ya, Ordu’yu Amerikan generali başkumandana teslim ederken “Vatan, Millet, Sakarya” nutukları atarak soygununu ve ihanetini rahat rahat huzur içinde sürdüreceksin. Onun için: “Asker siyasetle uğraşmayacak” da köpeksiz köyde sen değneksiz gezeceksin.
Yutar mı bunu “Asker”? Eğer Ordu kadrosu İngiltere’de olduğu gibi Antika hacıağa (Lord) çocukları, Fransa’da olduğu gibi modern işveren (burjuva) çocukları tekelinde olsaydı belki seninle her kumpası saman altından yürüterek siyasetle uğraşmaz maskesini takabilirdi. Türkiye Silahlı kuvvetlerinin büyük çoğunluğu “kadrosu subay oluncaya dek yamasız pabuç giymemiş” HALK ÇOCUKLARI’dır (Kıvılcımlı, 1971c).[26]
Kıvılcımlı, 12 Mart’ın yönelimi ortaya çıkınca ise Muhtıra’nın devrimci kanadın harekete geçmesini engellemek üzere atılmış bir adım olduğunu savunacaktır (Kıvılcımlı, 1971b). Ulus, Kıvılcımlı’nın bu yargısının Madanoğlu Cuntası’ndan haberdar olduğu şeklinde değerlendirilebileceği görüşündedir (Ulus, 2016, s. 369).
Güler Yüzlü Sosyalizm: Millî Sosyalizm
1960’lı yıllarda üçüncü dünya ülkelerinde yükselen sosyalizmlerin de en temel angajmanı, sosyalizmle eklemlenebilir milliyetçi bir retoriktir. Bu retoriği mümkün ve meşru kılan ise antiemperyalist konumlanmadır. Bu konumlanma hem popülizmi hem sosyalizmi hem de milliyetçiliği bir terkipte buluşturabilmektedir.
Bu durumu, Aybar’ın üçüncü dünyadaki millî kurtuluş hareketlerine yaklaşımında gözlemlemek mümkündür. Aybar’a göre millî kurtuluş hareketlerinin temel karakteristiği, antiemperyalist olmalarıdır. Bu antiemperyalist karakter dışarıdaki sömürücüye olduğu kadar içerdeki sömürücüye karşı da bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bu noktada antiemperyalist mücadelenin sadece sosyalistler tarafından yürütülemeyeceğinin altını çizen Aybar, millî bir cephe kurulması gerekliliği üzerinde durmaktadır. Aybar, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın da Suriye ve Mısır’daki sol karaktere sahip rejimleri çökertme amacıyla CIA tarafından tezgâhlanan bir komplo olduğunu iddia edecektir.
Aybar’ın Türkiye’deki sosyalizmin temel niteliği konusunda Avcıoğlu ile benzer bir yaklaşım içerisinde olduğu söylenebilir. Türkiye’nin bir Rus işgali tehlikesi ile karşı karşıya kalması durumunda en önce sosyalistlerin Ruslara karşı dövüşeceğini ileri süren Aybar’ın daha sonraki dönemde farklı cümlelerle tekrar kuracağı aşağıdaki ifadeler ilgi çekicidir:
Tarihin ilk milli kurtuluş savaşını vermiş olan halkımız yarım tedbir istekleriyle oyalanamaz. Yarım tedbirler hıyaneti perçinlemeye yarar. Türkiye İşçi Partisi Türkiye’nin tam bağımsızlığı için savaşmaktadır. NE AMERİKANCILIK, NE RUSÇULUK, NE ÇİNCİLİK. TÜRKİYE TÜRKİYELİLERİNDİR.
Bağımsızlık ve milliyetçilik sosyalizmin temel direkleridir. Emperyalizmle dövüşen ve sosyalizme yürüyen bütün mazlum milletler mücadele güçlerini insancıl bir milliyetçilik duygusundan alırlar (Aybar, 1967b, s. 4).[27]
Türk’e ve Türkiye’ye olan vurgu, bu fenomenleri yok etme potansiyeli olan her türlü argümana karşı tekrarlanmaktadır. Aybar’ın Marx’ın enternasyonalizmi vurgulayan ünlü “işçilerin vatanı yoktur” deyişini, “işçilerin vatanı vardır, çok şükür ki vardır ve biz vatanı olan bir sosyalizm kuracağız” şeklinde değerlendirmesi bu vurguyu göstermesi bakımından hayli ilginçtir.
Bu noktada Aybar’ın siyasal anlamda Batı karşıtı bir yerde konumlanmasının da onun sosyalizm anlayışını biçimlendirdiği ileri sürülebilir. Batı eleştirisinin milliyetçiliği besleyen bir boyutunun özellikle Türkiye sosyalist solunda var olduğu gözlenmektedir. Bu söylemin hareket noktasının, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısının özgünlüğü olduğuna dikkat edilmelidir. Bu konuda Aybar’ın sol içerisinde tepki de çeken kanaatleri söz konusudur. Sosyalizmi “a’dan z’ye” Türkiye’de yazacaklarını iddia eden Aybar’ın bu yaklaşımının arkasında aslında Türkiye’nin özgün bir toplumsal siyasal yapıya sahip olduğunu düşünmesi bulunmaktadır. Şu cümleler Aybar’a ait:
Türkiye İşçi Partisi’nin sosyalizmi ve Türkiye sosyalizmi ithal malı değildir. Bu ne Batı’daki ne Doğu’daki örneklere benzer. Çünkü Türkiye ne Batı’dır ne Doğu’dur. Türkiye kendine özgü koşulları olan bir ülkedir (Aybar, 1968b, ss. 8-9).
Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerine tartışmaların 1960’tan 1971 yılına kadar feodalite üzerinde odaklaştığı söylenebilir. Diğer bir deyişle Türk toplumunun feodal bir nitelikte olup olmadığı merkezinde tartışmalar şekillenmiştir. Yaşar Kemal’in burjuvazi, ağalık, sömürü düzeni eksenli ve tüm bunları feodalite bağlamına oturtan romanları ve politik analiz metinleri, Türkiye’nin toplumsal yapısı tartışmalarında akıntı yönünü çok güzel çerçevelemektedir. Türkiye’nin toplumsal yapısını oldukça statik ve hatta karikatürel bir biçimde kavrayan bu sosyalizm yorumu, yazarın bilhassa romanlarında kendisini çok net bir şekilde göstermektedir.
Türk Toplumunun Özgünlüğü:
Sosyalizm ve Behice Boran
Başlangıçta politik angajmanın daha az belirleyici olduğu bu tartışma zaman içerisinde Türkiye’nin toplumsal yapısının teoriye uydurulması gibi sentetik bir noktaya gelecektir. Diğer bir deyişle, 1960-1965 arası dönemde topluma bakıp teori uydurma eğilimi belirginken 1965-1971 arası dönemde teoriye bakıp toplumu teoriye uydurma eğilimi belirgin hâle gelecektir. Bununla birlikte ilk dönemde politik angajmanın kesinlikle belirleyici olmadığı düşünülmemelidir. Bunun en güzel örneklerinden birisi, Behice Boran ile Cahit Tanyol arasında Yön dergisinde cereyan eden tartışmadır.
Bu özgünlük tartışması beraberinde Türkiye’de Batılılaşmanın neden başarılı olamadığı tartışmasını getirecektir. Örneğin; Behice Boran, Türkiye’de Batılılaşmanın neden başarısız olduğu sorusuna, özgünlük değil evrensellik perspektifinden bir cevap geliştirmeyi denemektedir. Boran’a göre Osmanlı toplumu, Batı toplumlarından belli noktalarda farklılıklar gösterse de derebeylik/feodalite denilen tarihsel kategorinin bir çeşidini oluşturuyordu. Bununla birlikte Batı toplumları, derebeylik düzenini tasfiye edip kapitalist düzene geçerken Osmanlı İmparatorluğu’nda bu süreç kapitalist Batı toplumlarının Osmanlı pazarını zorla açmaya girişmeleri sonucunda Batılılaşma hareketleri başlamıştır. Batı’nın üstünlüğü, kendisini daha çok zor alanında gösterdiği için de Batılılaşma askerî alanda başlamıştır. Bu Batılılaşma hareketlerini sürdüren yönetici-aydın kadronun sınıfsal bağları dolayısıyla da (kendisi küçük burjuvazi ama dönem koşullarına göre büyük burjuvazi ya da eşrafla iş birliği yapmaya açık) genellikle ilerici noktada tutunamamıştır (Boran, 1964, ss. 5-8).
Behice Boran esas olarak Türk toplum yapısının Batılı toplumlardan çok büyük farklılıklar göstermediğini savunmaktadır. Boran’a göre Osmanlı toplum yapısının feodal gibi gözükmemesinin sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş devrinde feodal yapıda olmasına karşın Avrupa’nın feodal yapıyı tasfiye etmiş olmasıdır. Ayrıca Osmanlı’daki mülkiyet anlayışı üzerinde dikkatle durulduğunda görülecektir ki bu mülkiyet anlayışının, Avrupa feodalitesi ile büyük bir farkı yoktur. Kısacası Türkiye’nin toplumsal yapısı bir özgünlük göstermemektedir.[28] Boran, Tanyol’un Türkiye’de Batılı anlamda burjuva olmadığı tespitini eleştirmekte ve Batılı anlamda bir burjuvazi olduğunu savunmaktadır (Boran, 1962a, s. 8).
Cahit Tanyol’la Türkiye’nin toplumsal yapısı üzerine sürdürdüğü tartışmada, Tanyol’a cevap verdiği bir yazısında, Osmanlı toplumunun feodal nitelikte olduğunda ısrar eder. Batı’daki serfler yerine Türkiye’de hür köylü sınıfı bulunduğu iddiasının aslında Ömer Lütfi Barkan’a ait olduğunu ileri sürerek Barkan’ı da eleştirmektedir. Boran’a göre Barkan, serflik ve köleliği aynı kurumlar gibi değerlendirerek hata yapmaktadır. Bu ikisi birbirinden farklı kurumlardır. Dahası hür denilen köylü için “reaya oğlu reayadır” kuralının daima geçerli olduğunu iddia eden yani köylünün pek de hür olmadığını ortaya koyan yine Barkan’ın kendisidir. Tüm bunlar Osmanlı’nın merkezî nitelikte feodal bir devlet olduğunu, Anadolu’ya ve diğer coğrafyalara gittiğinde bulduğu feodal yapıları bozmayıp devam ettirdiği hatta yasallaştırdığı gerçeğini göstermektedir (Boran, 1962b, s. 13).
Boran esasen toplumun yasallığına vurgu yapmıştır denilebilir. Bu son derece pozitivist bir yaklaşım biçimidir. Bütün toplumların aynı sosyolojik formasyonlardan geçerek sosyalizme varacağı kanaatindedir. Boran’ın söylemek istediği aslında toplumsal gelişme aşamalarının Türkiye açısından da farklılık göstermediğidir. Bu yaklaşım, bilimsel sosyalizmin öngördüğü şablonun, Türkiye için de geçerli olduğu kabulüne dayanmaktadır. Diğer bir deyişle Boran, bilimsel Marksizm şablonunun Türkiye’ye de rahatlıkla uygulanabileceğini savunmaktadır. Bununla birlikte bütün toplumlar aynı gelişmişlik düzeyinde değildir.
Boran’ın Türkiye’nin özgün olmadığını ama farklı olduğunu düşündüğü savunulabilir. Türkiye’nin özgünlüğü ile farklılığı çok ince bir ayrıma dayanmaktadır. Bununla birlikte ayrım, 1960’ların sonunda bu temelde biçimlenecektir. Türkiye’nin özgünlüğünü savunanlar, küçük burjuva milliyetçiliğine sapmakla eleştirilecek, Türkiye’nin farklılığını savunanlar ise oportünizm ve revizyonizm ile suçlanacaktır. Peki özgünlük ve farklılık durumları nasıl ele alınabilir?
Boran’ın “Kestirme Yol Yoktur” başlıklı makalesinde bu durumu net bir şekilde görmek mümkündür. Boran’a göre Türkiye ile diğer ülkelerdeki tecrübeleri karşılaştırmak yersizdir. Türkiye ne bir Mısır, ne bir Gana, ne de bir Gine’dir. Türkiye, Batı’daki demokratik gelişmelerin safhalarını geçirmiş bir ülke olarak sosyal devlet ilkesini getirmiş bir anayasaya sahiptir. Dahası Türkiye, Batı’nın geçtiği bütün safhalardan uzun uzun geçmek zorunda da değildir (Boran, 1963b, s. 3).
Boran benzer bir yaklaşımı, Türkiye’de Maoculuğun etkisi arttığında, bazı kesimler Çin devrimini Türkiye için prototip olarak gösterdiklerinde de gösterecek ve MDD tezini savunanların, Türkiye toplumu ile Çin arasında bir paralellik kurmalarını eleştirecektir.[29]29 Boran, MDD’cilerin Çin’in devrimden önce yarı feodal bir toplum olduğu, Türkiye’nin de mevcut durumda yarı feodal olduğu, öyleyse antiemperyalist ve anti-feodal mücadele yapılacağı ve antikapittalist mücadele yapılmasına gerek olmadığı şeklinde özetlediği tezlerinin yanlış bir mantığa dayandığını savunacaktır. Zira Boran’a göre Türkiye’de, Çin’deki ölçüde bir feodalite yoktur. Dolayısıyla başka ülkelerin deneyimlerini doğrudan Türkiye’ye uyarlamak hatalı bir tavırdır (Boran, 1969c, ss. 2-3).
Boran’ın bu tespitleri, Türkiye’yi tamamen bir üçüncü dünya ülkesi olarak değerlendirmeye karşı çıktığını göstermektedir. Bu şekilde düşünmesinde, dönemin en sert tartışma konularından parlamentarizm içerisinde bir sosyalist devrim mi yoksa parlamentarizm dışında bir sosyalist devrim mi tartışmasının etkisi büyüktür. Boran, sosyalizme ulaşmada demokratik gelenekten, anayasadan ve parlamentarizmden vazgeçilmemesi gerekliliği üzerinde durmaktadır (Boran, 1963c, s. 8). Bu yaklaşım, Türkiye’nin feodaliteyi büyük ölçüde yok ettiği, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu (ve dolayısıyla bir Millî Demokratik Devrim’e ihtiyaç olmadığı) düşüncesinden esinlenmektedir. 1970 yılına geldiğinde, Türkiye’nin toplumsal yapısının fotoğrafını şöyle çekecektir Boran (1970, ss. 6-7):
Her ülkenin ve Türkiye’nin kendine özgü somut koşulları derken bütün bunları göz önünde tutmak hesaba katmak gerekiyor. Burjuva demokratik devrimini yapmış, kapitalist üretim ilişkilerini hâkim üretim ilişkileri durumuna getirmiş, bu arada devlet kapitalizmi niteliğinde büyük bir devlet sektörü kurmuş Türkiye’nin bundan sonraki devrim aşaması ancak sosyalist devrim olur. Türkiye’de burjuva demokratik devriminin yapılmış olmasından söz etmek bunun batıdaki burjuva demokratik devrimlerle aynı olduğu anlamına gelmez. Nasıl ki Türkiye’de hâkim üretim ilişkisi kapitalisttir demek Türkiye’de batıdaki gibi bir kapitalist düzen vardır demek değilse. Sanayi burjuvazisi gelişmemiş, ticaret burjuvazisinin ağır bastığı bir burjuva demokratik devrimi, demokrasi konusunda aynı farklılık içinde politik rejimler ekonomik sistemlere göre gerçek anlamda sanayileşmemiş (ama yine de şu veya bu nitelikte olsun bir sanayi gelişme göstermiş) ve gösteren ticaret burjuvazisi de sanayi burjuvazisi de kompradorlaşmış emperyalist aşamadaki dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmiş tasfiye halinde de olsa feodal kalıntılar barındıran az gelişmiş bir kapitalist sistemin politik demokrasisi elbette ileri derecede sanayileşmiş, ileri teknolojiye sahip az gelişmiş ekonomilere hâkim kapitalist sistemlerin politik demokrasisi ile aynı olmaz. Bizde olduğu gibi olur işte.
Esasen Boran ve MDD çevresi, Türkiye’nin feodal bir geçmişe sahip olduğu konusunda hemfikirdir. Aydınlık Sosyalist Dergi’nin ilk sayısı için hazırlanan başlangıç yazısında, Türkiye şartlarını da tahlil eden yazarlar, Osmanlı feodalitesinin 15. yüzyılda en olgun çağına ulaştığı kanaatindedirler. Arazi tekeline sahip egemen sınıf, yazarlara göre Osmanlı köylüsünü sömürmektedir. İlerleyen dönemde ise bu feodal Osmanlı toplumu, emperyalizmin boyunduruğu altında çöküntü dönemine girmiştir. Dolayısıyla emperyalizmle mücadele edecek laik milliyetçi burjuva ideolojisi de tutarlı bir şekilde gelişmemiştir. Bu şartlar altında gelişen Jön Türk hareketi de antiemperyalist bir karakter kazanamamıştır. İT’nin yönettiği Osmanlı toplumu, Alman emperyalizminin boyunduruğu altına sokulmuştur (Aydınlık, 1968b, ss. 1-31). İki eğilim arasındaki fark, Türkiye sosyalizminin önündeki safhanın ne olacağı noktasında düğümlenmektedir.
Aybar’ın yaklaşımı bu noktada oldukça farklıdır. Onun yaklaşımını biçimlendiren ise Boran’a göre daha milliyetçi bir diskura sahip olmasıdır. Aybar’a göre sosyalizm ve milliyetçilik özellikle geri kalmış ülkelerde aynı anlama gelmektedir. Sosyalizmin milliyetçi olmadığı ya da olamayacağı iddiası, 19. yüzyılda milletlerin uyanmasını önlemek maksadıyla kapitalistler ve emperyalistler tarafından ortaya atılmış gerçekle uyuşmayan bir iddiadır. Aybar’ın milliyetçilikle sosyalizm arasında paralellik hatta eşitlik kuran bu yaklaşımı esasen dönem koşullarında özgün değildir. Milliyetçilik ve sosyalizmi birbiriyle eşitleme anlayışının kabaca 1967-1968 yıllarına kadar solun tüm renklerinde görülebildiğinin altı çizilmelidir.
Bu çerçevede Aybar, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarına da yüz vermemektedir. Toprağın devlet mülkiyetinde olduğu, politik gücün yönetici bir sınıfın elinde toplandığı, merkezci, tekelci ve ceberut bir yönetim biçimi olarak “Osmanlı Tipi Devlet” kavramsallaştırmasını geliştirdiği görülmektedir. Aybar’a göre bu yönetim biçimi, halkın dışında ve üstünde, sömürücü bir yönetim biçimidir ve zamanın yaptığı ayarlama ve değişimlerle bugün hâlâ yaşamaktadır. Bu yönetim biçimi dolayısıyla kapitalizm, Türkiye’de komprador sınıfa yaslanmak durumunda kalmış bu sebeple de kapitalizm, gelişim safhalarını tamamlayamamıştır. Bu durum Türkiye’de yönetimin ağa-komprador-Amerikancı bürokrat elinde yoğunlaşması neticesini doğurmuştur. Bununla birlikte ilerici bir anayasaya ve Aybar’ın ifadesiyle Türkiye’nin neredeyse hemen her köyünden oy almış sosyalist bir partiye yani TİP’e sahiptir. Bu da Türkiye’nin diğer sömürge ve yarı sömürge ülkelerden farkını ortaya koymaktadır.
Aybar’a göre Batı’da temel çelişki, proletarya ve burjuvazi arasındayken Türkiye’de Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi, yönetimi elinde tutan ağa-komprador-Amerikancı bürokrat ile bütün emekçi sınıflar ve tabakalar arasındadır. Türkiye sosyalizmine farklılığını veren de budur.
Aybar’da özgün olan taraf, solda yaygın hâlde bulunan bu konumlanmayı, şabloncu Marksizmin ve Kemalizmin dışına taşıyabilmesidir. Diğer bir deyişle sosyalist solda 1968 sonrasında daha görünür olan, birisi Kemalizm’le diğeri şabloncu sosyalizm/Stalinizm’le iki ana akım yaklaşımın muhalifine bir sosyalizm anlayışı şekillendirebilmesidir. Bu durumu mümkün kılan büyük ölçüde Aybar’ın Osmanlı-Türkiye tarihine yaklaşım biçimidir. Bir ölçüde İdris Küçükömer’i çağrıştıran ancak aynı düzeyde derinliğe sahip olmayan bu bakış açısının Osmanlı-Türkiye tarihini bir kopuş içerisinde değil bir süreklilik içerisinde değerlendirdiği için hem Kemalizm’e hem de şabloncu Marksizm’e mesafeli bir yaklaşım biçimlendirebilmiştir. Aybar’ın “ceberut devlet” kavramsallaştırması, Osmanlı-Türkiye tarihini kopuşlarla, alt-üst oluşlarla değil bir süreklilik içerisinde değerlendirdiğinin en net ifadesi olarak ele alınabilir.
1980 Sonrası Sosyalist Sola Genel Bakış
1980 sonrası dönem, Türkiye’de genellikle 12 Eylül Darbesi’nin yarattığı kırılma merceğinden değerlendirilme eğilimindedir. Bu yaklaşım bir ölçüde doğru olabilir ancak 1980’e girilirken dünya ölçeğinde 1960’lara göre çok daha farklı bir atmosferin var olduğu muhakkaktır. Evvela sosyalist sol açısından 1968 “Prag Baharı” sonrasında Sovyetler Birliği’nin etkisinde ve “hamiliğinde” gelişen sosyalist düşünceye yönelik eleştirilerin, 1980’li yıllara gelindiğinde çok daha geniş bir çerçeveye sahip olduğunun altı çizilmelidir. Sovyetler Birliği’nin patentiyle gelişen devlet destekli Marksizm’in yerini Batı Marksizmi’nin temel metinleri almaya başlamıştır. Bu dönüşüm sürecini elbette Batı’da 1968 üniversite olaylarında kristalize olan makro ölçekli ideolojilerin ve bu ideolojilerin yarattığı/dayattığı kimliklerin, Soğuk Savaş’ın sorgulanması sürecine paralel biçimde düşünmek gerekmektedir. Aydınoğlu ise sol içi tartışmalara odaklanarak, TİP ve MDD önderlerinin solun dekompozisyonunda oldukça önemli bir işlev üstlendiklerini düşünmektedir. Bu çerçevede Aydınoğlu, bu dekompozisyonun anlamlandırılması açısından 1968 Kuşağı’nın ve 68 Hareketi’nin önemli olduğunu bunun ötesinde tarihsel önemleri olmadığını ileri sürmektedir (Aydınoğlu, 2011, s. 32).
1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve yine 1979’da ABD’nin bölgedeki ileri karakolu pozisyonundaki İran’da şah rejiminin yıkılması sonrasında detante döneminin son bulması ve kutuplar arasında gerilimin tırmanması, kapitalizmin 1980’li yıllara gelindiğinde aldığı form da bu bağlamda muhakkak dikkate alınmalıdır. Tam bu noktada Çin’in Mao sonrası geçirdiği büyük dönüşüm ve sisteme entegrasyonu da unutulmadan not edilmelidir. ABD ve SSCB, Soğuk Savaş’ın ikinci safhasında, 1980’li yıllarda gerilimi 1960’lı yılların jargonuyla tırmandırmayı denediklerinde, SSCB’nin başarısızlığa uğramasının arkasında sosyalizm üzerinde artık “tekel” pozisyonunu kaybetmiş olmasının etkisi vardır. 1980’lere girildiğinde Avrupa’da sosyalist partilerin, sosyalist hareketlerin gündemi oldukça farklılaşmıştır. 1960’larda burjuva radikalizminin ve sağ sapmanın unsurları olarak değerlendirilen sivil toplum, farklı adlandırmalarıyla demokrasi, farklılıklar, etnik ve cinsel kimlikler, çoğulculuk gibi kavramlar, küresel ölçekte sosyalizmin ajandasını belirler hâle gelmiştir (Kaynar, 2005,ss. 177-201).
Türk solunun da bu gelişmelerden 1970’li yıllardan beri etkilendiği bilinmektedir. 1974 yılında yayınlanmaya başlayan Birikim dergisi çevresi, bu bakımdan öncü olarak kabul edilebilir. Durumu belki de şu şekilde özetlemek mümkündür: 1967’de TİP Lideri Aybar “Althusser okuyun” dediği için revizyonizmle suçlanırken 1980’lere gelindiğinde Althusser eşiği çoktan geçilmiş gözükmektedir. Batı Marksizmi’nin önemli isimleri, metinleri, Birikim dergisi çevresinde toplanan entelektüel grup tarafından 1970’li yıllarda değerlendirilmeye, tartışılmaya başlanmıştır. Birikim dergisi, 1980 Askerî Darbesi ile kapatılmış olmasına rağmen Birikim çevresinin entelektüel faaliyetinin sona erdiği söylenemez. Aksine 1980 Askerî Darbesi’nin siyasal alanda yaptığı “temizlik”, Birikim çevresine önemli bir zemin yaratmıştır denilebilir. Bu durumun en net ifadesini Murat Belge’nin neden 1970’li yılların Birikim’inde Stalin ve Stalinizm’i eleştirmek için 1977’yi beklediklerine ilişkin eleştirilere o yılların atmosferinin buna müsaade etmediği şeklinde de anlaşılabilecek yanıtında bulmuştur denilebilir (Çandar, 2007, s. 185).
12 Eylül sonrasında sosyalist solda parti tartışmasının yeniden başlamasının 1984’e kadar sarktığı söylenebilir. Sosyalist solun partileşmesi ölçeğindeki tartışmayı başlatan ise TİP’in efsane Lideri M. Ali Aybar olmuştur. Somut dergisinde yayınladığı makalede, Anayasa’nın sosyalizme açık olduğunu iddia eden Aybar’ın attığı adımın ardından Behice Boran’ın liderliğini yaptığı TİP’e yakınlığıyla bilinen Gün dergisinde, Doğu Perinçek grubuna yakınlığıyla bilinen Saçak dergisinde ve ayrıca çeşitli renklerden sosyalistlerin yazdığı İlk Adım, 11. Tez, Zemin ve Yarın gibi dergilerde kurulacak sosyalist partinin muhtevası yoğun bir biçimde tartışılmıştır (Aytemur, 1996, s. 1281).
Doğu Perinçek ve çevresindeki sosyalistler, 1985-1988 arası dönemde birleşik bir sosyalist parti kurabilmek için çalışma yürüttüler. Bununla birlikte sosyalist hareketlerin hepsini Perinçek grubunun etrafında toparlamak mümkün olmayınca, 1 Şubat 1988’de kurucularının %70’ini işçi ve köylü kökenli kimselerin oluşturduğu Sosyalist Parti kurulmuştur (Aykol, 2010, s. 108). Parti’nin ilk Genel Başkanı Ferit İlsever’dir. Parti, 12 Eylül 1980 sonrasında kurulan ilk legal sosyalist parti olması bakımından önemlidir. Ancak çok zaman geçmeden Parti’de Perinçek’e yönelik bir muhalefet belirmiş ve bu muhalif grup, Sosyalist Birlik adıyla bir dergi neşretmeye başlamıştır (Ballı, 1989, s. 22).
1960’lı ve 1970’li yılların temel tartışma konusu, Kemalizm’in bu dönemde de sol hareketler arasında bir ayrım unsuru olmayı sürdürmektedir. Birikim çevresi de 1990’lı yıllarda Kemalizm’e dönük radikal bir eleştirel yaklaşıma sahiptir. Dergi’nin 1989’da yayınlanmaya başlamasından sonra bir süre devam eden Birikim’in tarihsel çizgisinin dışındaki “Resimli Gayriresmi Tarih” başlıklı, Kemalist dönem hatıratlarından yapılan alıntıların yer aldığı bölüm, dergi çevresinin yaklaşımını kristalize etmek bakımından önemlidir. 1960’lı ve 1970’li yıllardaki tartışmaların ardından Kemalizm’e dönük bu tavrın aslında eleştirellikten ziyade tepkisellik olduğu söylenebilir. 12 Eylül rejiminin uygulamalarıyla Kemalizm’i yeniden tanımlama girişimi ve çabası, Kemalizme dönük eleştirelliğin tepkisel bir hâl almasını da beraberinde getirecek ve bu durum, İslamcılar, liberaller gibi farklı ideolojik kesimlerin bir araya gelme zeminini de oluşturacaktır. Tepkisellik Birikim çevresinde (ve bazı liberal çevrelerde) yerini AK Parti iktidarlarından sonra bir başka tepkiselliğe terkedecek, Kemalizm’e ilişkin eleştirel tavır, bazı Kemalist uygulamalara ve “ilkelere” şerh düşülmekle birlikte Post-Post Kemalizm tartışması adı altında yeniden ele alınacaktır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere 1980 Askerî Darbesi, Türkiye’de 1970’li yılların ikinci yarısında kesin bir biçimde beliren Türk solundaki ayrımların kalıplaşmasına ve bir ölçüde kalıcılaşmasına giden sürecin önünü açtı. 1970’li yıllarda sosyalist solda Bolşevizmin tarihsel önderlerine ilişkin eleştirel tavır çok daha sınırlıyken 1980’lerde eleştirel tavır çok daha radikalleşerek Bolşevizm’in tezlerinden hızla uzaklaşma ve Batı Marksizmi’nin radikal görünümleri biçiminde kendini göstermeye başladı. Bu bağlamda İngiliz Kültürel Çalışmalar Okulu’nun etkisi, 1980’li yılların özellikle ikinci yarısında gittikçe sertleşen Güneydoğu Anadolu bölgesindeki düşük yoğunluklu savaşın yarattığı şokla kimlik meselesinin Türk sosyalizminde en önemli mesele haline dönüşmeye başladığı söylenebilir. Bu durum da aslında Kemalizm’in dayattığı iddia edilen kimliğe bir tepki olarak okunabilir.
Bu noktada Kürt milliyetçisi hareketlerle sosyalist hareketler arasında müşterekler ya da derin bölünmeler belirmeye başlamıştır. Bir tarafta kimlik siyasetinin belirleyiciliği temelinde Kürt milliyetçiliğine dönük olumlu bir tavır belirirken diğer tarafta Türk milliyetçiliğini olumlayan ve sosyalist yaklaşımla ortaklaştıran, Türk Solu dergisi örneğinde izlenebileceği üzere zaman zaman faşizan eğilimleri de belirginleşen tepkisel bir yaklaşım ortaya çıkacaktır. Bu noktada 1970’lerden günümüze etkisini artıp azalan şekilde sürdüren Aydınlık çevresinin lideri Doğu Perinçek’in siyasal konumlanışları ufuk açıcıdır. 1980’li yılların ikinci yarısında ve 1990’lı yılların ilk yarısında PKK’ye yönelik çok daha olumlu bir konumlanışa sahip Perinçek’in 1990’lı yılların ikinci yarısında radikal bir dönüşle Türk milliyetçiliğini, askerî bürokrasinin rolünü önemseyen bir pozisyona gelmesi, solun 1960’lı ve 1970’li yıllardaki temel analiz birimi “sınıf”ın, 1980 sonrasında önemini tamamen kaybetmesinin yarattığı savrulmaların bir neticesidir. 15 Temmuz Darbe Girişimi öncesinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun çubuğu merkez sağa büken politikalarını eleştiren ve solda konumlandıklarını iddia eden Şahin Mengü, Mehmet Faraç gibi isimlere sayfalarını açan, CHP’nin Mustafa Kemal’in partisi olmaktan çıktığını iddia ederek bu boşluğu dolduracağını iddia ettikleri siyasal örgütlerinin ismini Vatan Partisi olarak değiştiren ve tüm gerçek Kemalistleri davet ederek kitle partisi olmaya yönelen ve dolayısıyla kısmî çok sesliliğe kavuşan Aydınlık, gelinen noktada millîlik vurgusu yoğun bir entelektüel hareket vasfına geri dönmüş durumdadır.
Bu kısımda Türk sosyalizminin tarihsel aktörleri üzerinde durmakta fayda var. Yurtdışına çıkan Behice Boran ise TİP ile tarihsel TKP’yi bir araya getirmeye dönük faaliyetlerde bulunmuştur. 7 Ekim 1987’de tarihsel TKP’nin o dönem genel sekreteri olan Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) ve Behice Boran, düzenledikleri basın toplantısı ile iki partinin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adıyla birleştiğini duyurmuşlardır. İlk yasal kongresini 12-14 Ocak 1991 tarihlerinde gerçekleştiren TBKP hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre komünist adıyla parti kurmanın yasak olduğu ve parti programında yer alan Kürt sorunu bölümü gerekçe gösterilerek yasal olarak kuruluşundan 15 gün sonra Anayasa Mahkemesi’ne dava açmışve parti 16 Temmuz 1991’de Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmıştır (Çakır, 2017; Aykol, 2010, s. 112).
1980 Darbesi sonrasında Aybar’ın başkanlığındaki SDP ve Boran’ın liderliğindeki TİP kapatılmıştır. Aybar, 1980 sonrası dönemde 1995 yılına kadar sosyalist soldaki bölünmeler üzerine düşünmüş ve asgari müşterekler inşa ederek sosyalist solu yeniden bir araya getirme hedefine dönük çalışmalar yapmıştır. Bu çerçevede Aybar, 12 Eylül cuntası tarafından kapatılan partilerin yeniden açılmasına olanak sağlayan 3821 Sayılı Yasa, TBMM’den geçtikten sonra 1975’te bir grup arkadaşıyla kurduğu, 12 Eylül’de kapatılan, Sosyalist Devrim Partisi’ni yeniden kurdu. 25 Haziran 1995’te toplanan kurultay, Parti’yi feshetti ve kadroları ÖDP’ye katıldı (Aykol, 2010, s. 117).
Sadun Aren ve Aziz Nesin de 1990’lı yıllara gelinirken parti çalışmalarını yoğunlaştırmış, sosyalist solu bir çatı altında toparlayacak alternatifler üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu çalışmaların neticesinde 15 Ocak 1991’de Sosyalist Birlik Partisi (SBP) kurulmuş, genel başkanlığa Sadun Aren getirilmiştir (Aykol, 2010, s. 114). Parti, kendisini Marksist bir parti olarak tanımlamakla birlikte Parti kurucularının tamamı sosyalist değildir. Hatta Parti, kuruluş çalışmaları esnasında TKP’den gelen Zülfü Dicleli ve Erdal Talu’yu, partinin isminde sosyalist ifadesinin olmasına karşı çıkmışlardır (Aren, 2006, ss. 314-316). Aren, parti içerisinde bir grubun CHP’ye katılma yönünde baskı yaptığından da bahsetmektedir. Aren’e göre bunun sebebi, sosyalizme olan inancın kaybedilmiş olması dolayısıyla Parti’nin gereksiz görülmesidir (Aren, 2006, s. 314).
SBP, 1994 yerel seçimlerine giderken solda birlik adına farklı gruplarla yapılan görüşmeler neticesinde Birleşik Sosyalist Alternatif adında Kurtuluş, Emek, Yeni Yol ve SBP’nin katılımıyla bir inisiyatif geliştirilmiş, seçimlerin ardından bu oluşumlar SBP’ye katılmış ve partinin adı Birleşik Sosyalist Parti (BSP) olarak değiştirilmiştir (TBMM, 2019). Bu esnada 1990’lı yılların başında tahliye olan 1970’li yıllarda Devrimci Yol olarak bilinen grubun lider kadrosu da sosyalist, çoğulcu bir kitle partisi kurmak üzere yürütülen tartışmaların neticesinde Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi adıyla bir platform teşkil ettirmişlerdi. M. Ali Aybar, Canan Bıçakçı, Uğur Cankoçak, Kemal Nebioğlu çevresi de Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi’ne katılmışlar daha sonra girişim, BSP ile görüşmelere başlamıştır. 6 ay süren görüşmeler neticesinde Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi’ne katılan BSP, kendini feshetmiş ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kurulmuştur. Parti’nin ilk Genel Başkanı Ufuk Uras’tır (TBMM, 2019). ÖDP’nin bileşenlerinin başlıcaları şu sosyalist gruplardır: Devrimci Yol, Kurtuluş Hareketi, Emek ve Demokrasi Grubu, Emek ve Gül Platformu, Sosyalist Eylem Platformu, Sosyalist Politika, Yeni Yol, Toplumsal Özgürlük, Sosyalist Emek İnisiyatifi, Devrimci Marksist Kolektif, Sosyalist Alternatif’tir (Pala, 2008, ss. 16-22).
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, 12 Eylül rejimi dolayısıyla hayatlarının bir bölümünü yurtdışında geçirmek durumunda kalan sosyalist aydınların, Batı Marksizmi’yle (ve Avrupa’nın evrenselci, hümanizmacı, liberal söylemiyle) daha yakından irtibat kurmaları, Türkiye’nin özellikle bir bölümünde Kürt kimliği dolayımıyla ağırlaşan savaş koşulları ve artık daha kentli bir görünüm arzetmeye başlayan siyasal İslam’ın yarattığı dalgalanma, Türkiye’de sosyalist solun 1980 sonrası serüveninin biçimlenmesinde oldukça belirleyici oldu. 1960’lı ve 1970’li yıllarda neredeyse bütün toplumsal ve siyasal gelişmelerin/tavırların döküldüğü çelik kalıp sınıfsal çözümleme, bu dönemde alabildiğine erimiş bunun yerini daha plastik bir kalıp, kimlik siyaseti almıştır. Birikim çevresinde yürüyen Medine Vesikası tartışmaları, İşçi Partisi çevresinde yürüyen Kemalizm ve Kızıl Elma Koalisyonu tartışmaları, ÖDP çevresinde yürüyen farklılıklar siyaseti tartışmaları ve Kürt milliyetçisi partilerin üçüncü dünya sosyalizmi jargonunu umursamadan bu partilerin ya da CHP’nin ardına takılarak kitleselleşme arayışı, 1980 sonrasında yaşanan düşünsel şokun siyasal ve toplumsal uzamı olarak okunduğunda anlamlı olabilir. Dolayısıyla gelinen noktada sosyalist solun bazı renklerinde Kemalizm’in ilerici (bu ifadenin yerine hümanist, seküler, demokrat gibi sıfatlar/kavramlar da siyasal konumlanmaya göre tercih edilebilir) unsurlarıyla asgari müştereklerde buluşulabileceği şeklinde özetlenebilecek “Post-Post Kemalizm” tartışmasının başlamasının dinamikleri de anlaşılır olmaktadır (Aytürk, 2016, ss. 34-48; Bora, 2017a).
Sonuç ve Değerlendirme
Osmanlı döneminde ana akım entelektüeller arasında yaygın olmayan ve büyük ölçüde gayrimüslim unsurlar arasında gelişme gösteren sosyalizm, Millî Mücadele döneminde Çarlık idaresini deviren Bolşeviklerin desteğini alabilmek maksadıyla önemsenmiş, bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından bir Komünist Parti teşekkül ettirilmiştir. Ancak Lozan Antlaşması’nın ilanı sonrasında yeni devletin sosyalizme yönelimi daha hasmane olmuş, komünist-sosyalist hareketler takibat altında tutularak faaliyetlerine kısıtlama getirilmiş ve bu hareketlerin büyük ölçüde yeraltına çekilmesine sebep olunmuştur. 1961 Anayasası’nın yarattığı siyasal ve düşünsel koşullar altında ve 1960’larda tüm dünyayı sarsan dekolonizasyon süreçlerinin ve devam etmekte olan Soğuk Savaş’ın etkisi ve tesiriyle sosyalizm, Türkiye’de entelektüel kamuya hızlı ve sert bir biçimde giriş yapmıştır.
Sosyalizmin Türkiye serüveninde oldukça ilgi çekici bir nokta vardır: Hem Osmanlı döneminde hem de 1960’lı yıllarda sosyalizm ve milliyetçilik birbiri ile yapışık zaman zaman da örtüşen bir diskur üzerinde ilerlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni cemaatinde ve Makedonya sorunu dolayısıyla Bulgar, Makedon, Yunan unsurlarda sosyalist paradigmanın bir biçimde milletleşme sürecinin de bir unsuru olarak konumlanması dikkatten kaçmamalıdır. Mustafa Suphi etrafında, Bolşevik Partisi’ne akredite biçimde gelişen sosyalist-komünist hareketin de milliyetçi vurgusunun esas olduğu söylenebilir. Bir diğer deyişle, Türkiye’de sosyalizm 1970’li yıllara kadar milliyetçilik kabına dökülen ve bu kaba göre şekillenen bir fenomendir. Bu durumu tarihsel TKP ile Kemalizm arasında konumlanan Kadro hareketinin düşünsel angajmanlarından da takip etmek pekâlâ mümkündür.
1960’lı yıllarda da temel tartışma meselelerinin bu eksende biçimlendiği söylenebilir. Bununla birlikte tartışma alanları çeşitlenmiş, perspektifler ciddi farklılıklar göstermeye başlamıştır. Türkiye’de sol düşünce ve Kemalizm’in birbiriyle örtüşür biçimde değerlendiriliyor olmasının arka planında da bu durumun olduğu söylenebilir. 27 Mayıs Darbesi sonrasında yeniden şekillenen düşünsel ve siyasal alanda, Soğuk Savaş koşullarında kendisine yer açmak isteyen sosyalist entelektüeller, Kemalizm’i, sosyalizmle örtüştüren bir yaklaşım etrafında konuşmaya başlamışlar böylelikle hem geçmiş dönemlerde sıkça tecrübe edilen devletin hışmından korunmak hem de moral-motivasyon açısından tahkim edilmiş bir mevziden siyaset yapmak imkânına kavuşmuşlardır.
Diğer taraftan Kemalizmle kurulan irtibat, tercümelerle zenginleşen Türkiye sosyalist kamusunda sert tartışmaların da önünü açacaktır. Bu noktada çok temel üç meselenin yukarıda ifade edilen temel çerçeve etrafında tartışıldığı söylenebilir: 1) Kemalist hareketin antikapitalist olup olmadığı tartışması, 2) ara tabakaların, hususiyetle askerî bürokrasinin devrim süreçlerindeki rolü, 3) milliyetçilikle mesafenin nasıl belirleneceği ya da Türk sosyalizminin milliyetçilik paradigmasının nasıl biçimleneceği.
Burada her üç meseleyi de cem eden, perspektifleri kristalize eden husus, devrim stratejisi tartışmalarının da özünü teşkil eden askerî bürokrasinin rolünün ne olacağı sorunu olmuştur. 1960’lı yılların ilk yarısında bir bütün olarak sosyalist solda, ordunun rolüne ilişkin yaklaşımlar olumlu bir yöndeyken 1960’lı yılların ikinci yarısında, eğilim tam tersi istikamette olmuştur. Sosyalist solda, orduya mesafeli ve eleştirel tavrın belirmeye başlamasında dönüm noktası olan başlıca 3 hadiseden bahsedilebilir:
Cemal Tural hadisesi,
1967 Yunanistan darbesi,
Üçüncü dünyadaki sosyalizm tecrübelerinin diktatoryal devlet kapitalizmlerine dönüşmesi.
Bununla birlikte ordunun ilerici bir rol üstlenebileceğine dair 12 Mart muhtırasından sonra orduya eleştirel yaklaşan kesimlerde dahi bir beklentinin olduğu gözlemlenmektedir. Ancak 12 Mart’ın özellikle İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C tarafından kaçırılması sonrasında balyoz gibi inmesi, solda bu umutların büyük ölçüde yok olmasını beraberinde getirecektir. 12 Mart öncesinde oldukça etkili olan ordunun öncü rolünden bahseden isimler, 12 Mart sonrasında etkilerini yitirecekler, 70’ler solu, büyük ölçüde marjinal gençlik hareketlerinin kontrolü ve yönlendirmesi altına girecektir. Bu bakımdan 12 Mart yukarıda zikredilen üç unsuru bütünleştirici bir kelepçe etkisi yaratacaktır.
12 Mart ile sosyalist solda radikal savrulmaların ve kopuşların yaşandığı gözlenmektedir. Bu kopuşu, geleneksel solun diğer bir deyişle TKP çizgisinin daha dikkatli ve titiz yaşadığını ileri sürmek mümkündür (Çulhaoğlu, 2012, s. 134). Yeni sosyalist hareketler ise 12 Mart’ın yarattığı travmayı, demokrasi ve sivil toplum kavramlarını içselleştirerek veya dönüştürerek aşmayı denemiştir. Bu aşamada ilgi çekici olan nokta, Türk sosyalist solunun en temel referanslarından birisi olarak ele alınan antiemperyalist vurgunun flulaşmasıdır.
1980 sonrası dönemde ulusal ve uluslararası gelişmelerin etkisiyle sosyalist solun tartışma gündemi değişmeye başlayacak, teorik angajmanlar çeşitlenecektir. Bu durumun ortaya çıkmasında ulusal gerekçe olarak 12 Eylül rejiminin yarattığı şok etkisinden bahsedilebilir. Bu etki iki boyutludur. İlk boyutu, 12 Eylül rejiminin antidemokratik uygulamalarını Kemalizm’in yeniden yorumlanması ile birleştirerek sunması, Türk toplumu için yeni bir kimlik yaratma arayışına duyulan tepkidir. Bu tepki, sosyalist solda Kemalizm’e dönük eleştirel tartışmalarda tepkiselliği yoğunlaştırmıştır. Diğer taraftan 12 Eylül rejimi, siyasal alanda aldığı tedbirlerle ciddi bir temizlik gerçekleştirerek solda tartışılmasından çekinilen meselelerin tartışılmasına, Batı Marksizmi’ne ilginin kamusallaşmasına zemin hazırlamıştır. Batı Marksizmi’ne duyulan ilginin kamusallaşması, Türkiye’de sosyalist solun kadim ama sentetik analiz birimi olan sınıfın yerini kimliklerin almasına sebep olmuş, bu durum da hem Kemalizm’le hem sağ-muhafazakâr kesimlerin çeşitli renkleriyle hem de Kürt milliyetçiliği ile kurulan ilişkilerin muhtevasını belirlemiştir.
Kaynakça
Adanır, F (2004). Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal sorun ve sosyalizmin oluşması ve gelişmesi: Makedonya örneği. E. J. Zürcher ve M. Tunçay (Der.). Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm ve milliyetçilik içinde (ss. 33-72). İstanbul: İletişim Yayınları.
Ahmad, F. (2010). Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde milliyetçilik ve sosyalizm Üzerine bazı düşünceler. M. Tunçay ve E. J. Zürcher (Ed.). Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm ve milliyetçilik içinde (s. 13-33). İstanbul: İletişim Yayınları.
Ahmad, F. ve Rustow, D. A. (1975). İkinci Meşrutiyet döneminde meclisler: 1908-1918. Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi,4-5, 245-284.
Akçura, Y. (2015). Üç tarz-ı siyaset. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Ant. (23 Ocak 1968). Devrim stratejisi üzerine açık oturum. Ant,56, 10-11. Aren, S. (2006). Puslu camın ardından. Ankara: İmge Kitabevi.
Aren, S. (1993). TİP olayı 1961-1971.İstanbul: Cem Yayınevi.
Aşçıoğlu, A. (22 Temmuz 1966). Sosyalizm ve işçiler. Yön,173, 10.
Atılgan, G. (2007). Behice Boran-öğretim üyesi, siyasetçi, kuramcı. İstanbul: Yordam Kitap.
Atılgan, G. (2015). Behice Boran: Kahırlı bir yolun ardından kalan kuramsal miras. E. A. Türkmen ve Ü. Özger (Der.). Türkiye solundan portreler içinde. Ankara: Dipnot Yayınları.
Avcıoğlu, D. (17 Haziran 1966). TİP’e dair. Yön,168, 3.
Avcıoğlu, D. (20 Ocak 1967). Açık seçik. Yön,199, 3.
Avcıoğlu, D. (1987). Türkiye’nin düzeni (1. Cilt). İstanbul: Tekin Yayınevi.
Avcıoğlu, D. (2001). Milli kurtuluş tarihi (2. Cilt). İstanbul: Tekin Yayınevi. Aybar, M. A. (28 Mayıs 1963a). Bildiri. Sosyal Adalet,11, 4.
Aybar, M. A. (21 Mayıs 1963b). Sorumlu halk değil aydındır. Sosyal Adalet,10, 5.
Aybar, M. A. (21 Kasım 1967a). Türkiye sosyalizminin özellikleri. Ant, 47, 5.
Aybar, M. A. (26 Aralık 1967b). Milli kurtuluş savaşı nasıl verilecek. Ant,52, 7.
Aybar, M. A. (1968). Bağımsızlık demokrasi sosyalizm. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Aybar, M. A. (2 Temmuz 1968b). Aybar’ın Ant’a özel demeci. Ant, 79, 8-9.
Aybar, M. A. (23 Ocak 1968c). Teslimiyet politikasına hayır. Ant,56, 7. Aybar, M. A. (27 Ağustos 1968d). Bütün bloklara hayır. Ant,87, 4.
Aybar, M. A. (2014). TİP tarihi. K. Koçak (Dzl.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Aybar, M. Ali (1979). Marksizm’de örgüt sorunu: Leninist Parti burjuva modelinde bir örgüttür. İstanbul.
Aybar, M. A. (2012). Vietnam günlüğü-ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarına karşı Russell mahkemesi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Aydınlık. (Kasım 1968b). Dünya, Türkiye ve devrimci mücadele. Aydınlık Sosyalist Dergi,1, 1-31.
Aydınoğlu, E. (2011). Türkiye solu 1960-1980.İstanbul: Versus Yayınları.
Aykol, H. (2010). Bölüne bölüne büyümek-Türkiye’de sol örgütler. Ankara: Phoenix Yayınları.
Aytav, E. T. (2013). Aydınlıktan kaçanlar. İstanbul: Ufuk Yayınları.
Aytemur, A. (1996). Sosyalist solun parti serüveni. Cumhuriyet dönemi Türkiye ansiklopedisi
(15. Cilt) içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Aytürk, İ. (2016b). Post-post Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken. E. Aktoprak ve C. Kaya (Der.). 21. yüzyılda milliyetçilik teori ve siyaset içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Aytürk, İ. (Kasım 2016). Post-post-Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken. Birikim, 319, 34-48.
Babalık, N. (2005). Türkiye Komünist Partisi’nin sönümlenmesi. Ankara: İmge Kitapevi.
Ballı, R. (1989). Sosyalist sol konuşuyor. İstanbul: Cem Yayınevi.
Bardakçı, M. (2016). Naciyem, rûhum, efendim-Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’a Rusya ve Orta Asya’dan yazdığı sürgün mektupları. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Belge, M. (2013). Sol. I. C. Schink ve E. A. Tonak (Ed.). Geçiş sürecinde Türkiye içinde (ss. 243-286). İstanbul: Belge Yayınları.
Berkes, N. (1965). 200 yıldır neden bocalıyoruz? İstanbul: Yön Yayınları.
Berkes, N. (2015). Türk düşününde Batı sorunu. İstanbul: YKY.
Beyaz, C. (2013). Dersaadette bir sosyalist: Parvus Efendi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Bora, T. (2016). Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Trajedisinden başka. E. A. Türkmen ve Ü. Özger (Ed.).
Türkiye solundan portreler içinde (ss. 201-233). Ankara: Dipnot Yayınları.
Bora, T. (5 Temmuz 2017a). Kemalizm ve ‘eleştirinin eleştirisi’. http://www.birikimdergisi. com/haftalik/8395/kemalizm-ve-elestirinin-elestirisi#.XSm9NC3BIUv adresinden erişilmiştir.
Bora, T. (2017). Cereyanlar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Boran, B. (12 Eylül 1962a). Türkiye’de burjuvazi yok mu? Yön,39, 8.
Boran, B. (5 Aralık 1962b). Metod açısından feodalite ve mülkiyet-II. Osmanlılarda mülkiyet meselesi. Yön,51, 13.
Boran, B. (26 Mart 1963a). İlerici demokratik hareketin başarı şartları. Sosyal Adalet,2, 10. Boran, B. (28 Mayıs 1963b). Kestirme yol yoktur. Sosyal Adalet,11, 3.
Boran, B. (11 Haziran 1963c). Halk yararına olan demokrasi bütün sorunları çözecektir.
Sosyal Adalet,13, 8.
Boran, B. (Kasım 1964). Yakın tarihimizde yönetici aydın kadro ve kalkınma sorunumuz.
Sosyal Adalet,8, 5-8.
Boran, B. (14 Temmuz 1969b). Bürokrasinin çelişmeli durumu. Emek,6, 7-8.
Boran, B. (8 Eylül 1969c). Sapmalar açık seçik beliriyor. Emek,10, 2-3.
Boran, B. (26 Ocak 1970). Türkiye İşçi Partisinin niteliği. Emek,20, 6-7.
Boran, B. (1968). Devrim stratejisi ne olmalıdır? Ant, 10-11.
Boran, B. (Mayıs 1969a). Sosyalist harekette küçük burjuva etkenler. Emek, 2, 6-7.
Cerrahoğlu, A. (1966). Türkiye’de sosyalizm (2.Kitap). İstanbul: Çiğ Yayınları.
Cerrahoğlu, A. (1968). Türkiye’de sosyalizm (1848-1925). İstanbul: Hüsnütabiat Matbaası.
Çandar, T. (2007). Murat Belge, bir hayat. İstanbul: Doğan Kitap.
Çulhaoğlu, M. (2012). Tarih, Türkiye, sosyalizm. İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Doğan, Z. (2005). Türkiyeli bir sosyalist: Mehmet Ali Aybar. İstanbul: Belge Yayınları.
Erdal, S. (2014). Osmanlı Devleti’nde sosyalist faaliyetler üzerine bazı örnek incelemeler. Yayınlanmamış doktora tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Erdem, H. (2010a). 1920 yılı ve sol muhalefet. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Erdem, H. (2010b). Mustafa Suphi. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Erdem, H. (2012). Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Ergüder, J. (1978). 1927 komünist tevkifatı. İstanbul: BDS Yayınları.
Güler, A. (2015). Türkiye sol tarihinde yöntem ve tartışmalar. İstanbul: Yazılama Yayınları.
Haupt, G.ve Dumont, P. (2013). Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist hareketler. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Hupchick, D. P. (2001). The Balkans: From Constantinople to communism. New York: Palgrave.
Kafaoğlu, A. B. (30Eylül 1966). Derhal düzeltilmesi gerekli eylem ve düşünceler. Yön,183, 11-12.
Kayalı, K. (2014). Türk kültür dünyasından portreler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kayalı, K. (2015). Türkiye’de ordu ve siyaset. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kaynar, M. K. (2005). Soğuk Savaş sonrası Avrupa solunda yeni yaklaşımlar: Birey, sivil toplum, demokrasi ve sosyalizm. Akdeniz İ. İ. B. F. Dergisi,9, 177-201.
Kıvılcımlı, H. (Ağustos 1969b). Türkiye halkının teşkilatlandırılması. Aydınlık Sosyalist Dergi,10, 261-275.
Kıvılcımlı, H. (12 Ocak 1970a). Pratik devrim orijinalliğimiz: Ordu. Sosyalist.
Kıvılcımlı, H. (29 Aralık 1970b). Türkiye’nin teorik devrim orijinalliği. Sosyalist.
Kıvılcımlı, H. (1971a). Kimin ağırır o bağırır. Sosyalist,24.
Kıvılcımlı, H. (1971b). Durum yargılaması: Sorular-cevaplar. Sosyalist,25.
Kıvılcımlı, H. (16 Mart 1971c). Ordu kılıcını attı! Sosyalist.
Kıvılcımlı, H. (1974a). Osmanlı tarihinin maddesi (1. Cilt). İstanbul: Tarihsel Maddecilik Yayınları.
Kıvılcımlı, H. (1974b). Tarih tezi. İstanbul: Tarih ve Devrim Yayınları.
Kocabaşoğlu, U.ve Berge, M. (1994). Bolşevik ihtilali ve Osmanlılar. Ankara: Kebikeç Yayınları.
Küçük, Y. (1978). Parti tarihine katkı 1. Ankara.
Küçük, Y. (1997). Aydın üzerine tezler. İstanbul: Tekin Yayınları.
Makal, A. (1997). Osmanlı İmparatorluğu’nda çalışma ilişkileri: 1850-1920. Ankara: İmge Kitabevi.
Mardin, Ş. (2013). Türk modernleşmesi-makaleler 4. İstanbul: İletişim Yayınları.
Minassian, A. T. (2010). 1876-1923 döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist hareketin doğuşunda ve gelişmesinde Ermeni topluluğunun rolü. M. Tunçay ve E. J. Zürcher (Der.). Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm ve milliyetçilik içinde (ss. 163-237). İstanbul: İletişim Yayınları.
Nalbandian, L. (1967). The Armenian revolutionary movement: The development of Armenian political parties through the nineteenth century. Berkeley & Los Angeles: University of California Press.
Ökçün, A. G. (1982). Ta’til-i eşgal kanunu 1909-belgeler, yorumlar. Ankara: SBF Yayını.
Pala, A. (2008). Türk siyasal yaşamında Özgürlük ve Dayanışma Partisi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sargın, N. (2001). TİP’li yıllar (1961-1971) anılar-belgeler (2. Cilt). Ankara: Felis Yayınevi. Sayılgan, A. (1968). Solun 94 yılı 1871-1965. Ankara: Mars Matbaası.
Sayılgan, A. (1970). Soldaki bitmeyen kavga. Ankara: Kardeş Matbaası.
Sayılgan, A. (2009). Türkiye’de sol hareketler. İstanbul: Doğu Kütüphanesi.
Sonyel, S. R. (2009). Osmanlı Ermenileri: Büyük güçler ve diplomasinin kurbanları. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Sosyal Adalet. (19 Mart 1963). Aybar ve torun 5 soruya cevap verdi: Aşağıdan yukarıya doğru sosyalizmi halka yaymak. Sosyal Adalet,1, 9.
Sunar, L. (2004). Kadro dergisi/hareketi ve etkileri: Türk devlet ideolojisi ve sol Kemalizmin oluşumu bağlamında bir analiz. TALİD,2(1),511-526.
TBMM. (13 Temmuz 2019). Siyasi partiler. https://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/siyasi_ partiler.html adresinden alındı.
Tevetoğlu, F. (1967). Türkiye’de sosyalist ve komünist faaliyetler. Ankara: Ayyıldız Matbaası.
Tunaya, T. Z. (1986). Türkiye’de siyasal partiler cilt: 2 mütareke dönemi. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Tunaya, T. Z. (1988). Türkiye’de siyasal partiler cilt:1 İkinci Meşrutiyet dönemi. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Tunaya, T. Z. (2004). Türkiye’nin siyasi hayatında Batılılaşma hareketleri. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Tunçay, M. (1967). Türkiye’de sol akımlar (1908-1925). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Tunçay, M. (1982). Eski sol üzerine yeni bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları.
Tunçay, M. (1992). Türkiye’de sol akımlar (1925-1936) (Cilt 2). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Tunçay, M. (2010). Sonuç yerine. M. Tunçay ve E. J. Zürcher (Ed.). Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm ve milliyetçilik içinde (ss. 239-256). İstanbul: İletişim Yayınları.
Ulus, Ö. M. (2016). Türkiye’de sol ve ordu. İstanbul: İletişim Yayınları.
Ünlü, B. (2002). Bir siyasal düşünür olarak Mehmet Ali Aybar. İstanbul: İletişim Yayınları
Varuy, N. (2010). Türkiye İşçi Partisi olaylar-belgeler-yorumlar (1961-1971). İstanbul: TÜS- TAV Yayınları.
Yurtsever, H. (2008). Yükseliş ve düşüş türkiye solu 1960-1980. İstanbul: Yordam Yayınları.
Zorlu, M. (2006). TKP’den TİP’e sol Kemalizm: MDD örneği. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Zürcher, E. J. (2010). Önsöz: Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm, milliyetçilik ve tarih yazımı. M. Tunçay ve E. J. Zürcher (Ed.). Osmanlı imparatorluğu’nda sosyalizm ve milliyetçilik içinde (ss. 7-12). İstanbul: İletişim Yayınları.
[1] Bu çalışma, Türkiye’de Sosyalist Sol ve Milliyetçilik (1960-1971) başlığıyla hazırladığım doktora tezine yaslanmakla birlikte yeni ve farklı yönler, saptamalar ve tartışmalar içermektedir.
[2] Yeraltı TKP’nin uzun yıllar liderliğini yapan Şefik Hüsnü Selanik’te doğup büyümüştür. Aynı şekilde Sabiha Sertel, TKP’de uzun süre genel sekreterlik yapacak Reşat Fuat Baraner ve Nazım Hikmet de Selanik doğumludur. TKP’nin erken dönemlerinde önemli roller oynayan gazeteci Arif Oruç, Ali Cevdet, Hasan Ali Ediz, Şevket Süreyya Aydemir ve Hikmet Kıvılcımlı da Osmanlı Makedonya’ sından gelmedirler. Marksist tarihçi Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu ya da gerçek ismiyle Nevzat Cerrahlar) Moralı, Ahmet Cevdet Emre Giritli ve Hüseyin Ragıp Baydur Rodosludur (Tunçay, 2010: 251-252).
[3] Ahmad ve Rustow (1975), Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı hakkında hazırladıkları makalede Dagavaryan’ın liberal olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak Erdal İkdam, gazetesinin 6 Kanun-i evvel 1324 tarihli nüshasına dayanarak Dagavaryan’ın Hınçakist olduğunu tespit etmiştir.
[4] 1848’den 1925’e kadar Osmanlı-Türkiye’sinde sosyalizm üzerine etraflı bir inceleme için bk. Cerrahoğlu, 1968.
[5] Mete Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar başlıklı çalışmasının 1967 tarihli ilk baskılarında da bu örgütten söz edilmemektedir. Mete Tunçay daha sonraki dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler başlıklı metnin neşredilmesinden sonra bu örgüt hakkında bir makale yayınlayacaktır (bk. Tunçay, 1977).
[6] Derginin mottosu sonraki yıllarda da çok tekrarlanacak bir ifadedir: “Milletim nev’i beşerdir, vatanım rûy-i zemin” (Cerrahoğlu, 1966,s. 69).
[7] Niyazi Berkes’in Helphand üzerine dikkatleri önemlidir. Ayrıntı için bk. Berkes, 2015, ss. 61-63; Berkes, 1965, ss. 63-66.
[8] Bu durumun da dönemin siyasi çekişmelerine göre biçimlendiğini söylemek gerekir. Örneğin; Ali Kemal 10 Aralık 1920 tarihli Peyam-ı Sabah’ta şöyle diyor: “(...) Bir Bolşevik ne olursa olsun ananât itibariyle her halde Moskoftur yani Türk’ün asırlanmış hasmıdır” (Kocabaşoğlu ve Berge, 1994, s. 266).
[9] Tunaya (1988, s. 255), İştirakçi Hilmi’nin sosyalizmle arasında bir hayli mesafe olduğundan bahsetmektedir.
[10] Tunaya (1988, s. 255), İştirakçi Hilmi’nin sosyalizmle arasında bir hayli mesafe olduğundan bahsetmektedir.
İştirakçi Hilmi hakkında oldukça detaylı bir çalışma için ayrıca bk. Erdem, 2012).
[11] Enver Paşa’ya da Anadolu’da halkın müthiş bir bıkkınlık içerisinde olduğuna, kendisinin bir kurtarıcı olarak beklendiğine yönelik haberler geldiği anlaşılmaktadır. Eşi Naciye Sultan’a yazdığı mektuplarda bu durum görülmektedir (Bir örnek için bk. Bardakçı, 2016, s. 254).
[12] Hem Yeşil Ordu hem de 1920 yılında Mustafa Kemal’e karşı gelişen sol muhalefet hareketlerinin ayrıntılı bir incelemesi için bk. Erdem, 2010a.
[13] TKP’nin temsilcisi olarak Ankara’ya gelip bir dizi görüşme yapan Süleyman Sami’nin Türkiye’den döndükten sonra verdiği raporda Mustafa Kemal’den diktatör olarak bahsetmesi ve bu şekilde bahisleri aktarması ilgi çekicidir (Erdem, 2010b, ss. 184-187).
[14] Mustafa Kemal ve Mustafa Suphi arasındaki mektuplaşmalardan örnekler için bkz. Erdem, 2010b, ss. 174-181.
[15] Sayılgan (1970, s. 10), Zeki Velidi Togan’ın hatıratına atıfla Mustafa Suphi’nin Sultan Galiyef’in adamı olması dolayısıyla Moskova ve Ankara tarafından ortaklaşa ortadan kaldırıldığı sonucunun da çıkarılabileceğini savunmaktadır. Mustafa Suphi’nin Sultan Galiyef başta olmak üzere önde gelen Müslüman komünistlerle olan ilişkileri için bk. Erdem, 2010b, ss. 79-98.
[16] Bir örnek için bk. Zorlu, 2006.
[17] Belki bu süreci kopukluk olarak da değerlendirmek mümkündür.
[18] “Türkiye sosyalist hareketinin ilk dönemine önce anti-ittihatçı tepkilerin, sonra da sosyalist hareketin bir kolu açısından II. Enternasyonal eğiliminin sonucunda, aşırı yasacı, objektivist eğilimler damga vurmuştur. İlk Osmanlı sosyalistlerinin sonra da yeni kadroların anti-ittihatçılıkları Türkiye sosyalist hareketi açısından talihsiz bir olgudur. Türkiye sosyalizmi anti-ittihatçı doğarken anti-iktidarcı doğmayı da sağlamış oluyordu. (...) Anti-ittihatçı tepkilerin yeni doğan sosyalist harekete gereksiz bir sünepelik yerleştirdiğini öne sürüyorum” (Çulhaoğlu, 2012, s. 124).
[19] Bu durum bugün de değişmemiştir. İlker Aytürk’ün Post-Post Kemalizm çıkışına (Aytürk, 2016b, ss. 323-346) Tanıl Bora’nın “yetmez ama evet” mealindeki cevabı (Bora, 2017), bünyesel zaafın 12 Mart sonrasının yeni sol hareketlerinde de derinden hissedilmeye başladığının bir göstergesi olarak okunabilir. Bora’nın bu yazısından sonra Güler’in şu cümlelerinin tam yeri geliyor: “(...)ulusal kurtuluş kavgasına destek vermek doğrudur, içinden bu kadar çok ve bu kadar üst düzeyde kemalist çıkarmak fazladır. Sol, burjuva siyaseti için ‘ara kadro hazırlık okulu’ olarak hizmet vermeye hep devam etmiştir” (Güler, 2015,s. 230).
[20] Benzer hikâye şurada da anlatılmaktadır (bk. Doğan, 2005, ss. 327-338)
[21] Olaylı genel yönetim kurulu toplantısında kendisini beşli önerge sahiplerine karşı bu argümanla savunmuştur.
[22] Behice Boran’ın “Birinci Kurtuluş Savaşı Milli Burjuvazinin önderliğinde kaldığından dejenere oldu” tespitine Avcıoğlu şöyle bir cevap vermektedir: “Boran o dönemde yaşasaydı sosyalistler öncülük etmiyorlar diye mücadeleden çekilecek miydi?”(Avcıoğlu, 1967, s. 3).
[23] Kemalizm’e daha eleştirel yaklaşmaya başladığı görülen Behice Boran’ın her şeye rağmen siyasi bağımsızlık ve ekonomik kalkınma vurguları dikkat çekicidir.
[24] Kıvılcımlı’nın 1929’da Elâzığ’da hapisken yazmaya başladığı ve ölümünden sonra yayınlanan Yol başlıklı 8 ciltlik metninde Kemalizm’i bir burjuva devrimi olarak tanımlamış ve oldukça eleştirel yaklaşmış, yine bu metinde Kürtlük ve 1915 olayları üzerine ilgi çekici tespitlerde bulunmuştur (Bora, 2016).
[25] Kıvılcımlı’nın görüşlerinde tutarlılık olmadığını ileri süren Küçük’e göre bu durumun sebebi Kıvılcımlı’nın sürekli güncelde yaşamasıdır, bk. (Küçük, 1997).
[26] Kıvılcımlı sonraki yazılarında 12 Mart müdahalesinin “Hacivatlarla Beberuhilerin boşuna debelendikleri” askerîn namlusunun ucundaki parlamentarizm perdesini dağıtarak parlamentaristleri gülünç hâle getirmesi bakımından da yüzyıllık eşya derslerinden daha öğretici olduğunu ileri sürecektir (bk. Kıvılcımlı, 1971a).
[27] Özün başka biçimlerde ifade edilmiş hali için bk. Aybar, 1968c; Aybar, 1968d.
[28] Avcıoğlu’da Boran’la aynı kanaattedir. Bu kanaatine, Batı’daki senyörlerin de esasen memur oldukları argümanından ulaşmaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın üzerinden 50 yıl geçtikten sonra da derebeyliğin Türkiye’de çok değişmeden hâlâ yaşadığı kanaatindedir (Avcıoğlu, 1987, ss. 1213,179).
[29] Cengiz Çandar’a göre, Türkiye’ye Maoculuğu bulaştıran aynı zamanda Aydınlık hareketini de Maocu yapan kişi, Şahin Alpay’dır (Aytav, 2013, s. 34). Berktay ise kendisi Maocu iken henüz kimsenin Maocu olmadığını ileri sürmektedir (Aytav, 2013, s. 90).