Giriş
1. Dünya Savaşı sonuçları itibariyle öncelikle dünyayı iki zıt kampa ayırmıştır. ABD ve SSCB, hem savaşın muzafferleri hem de başlayan yeni dönemin süper güçleri olarak dünyayı iki kutuplu hale getirmişlerdir. Sonrasında yaklaşık yarım asır devam eden Soğuk Savaş ise bu kamplardan dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill’in meşhur ettiği ifadesiyle Demir Perde’nin liderliğini üstlenen SSCB’nin dağılmasıyla nihayet bulmuştur. Soğuk Savaş boyunca doğu Avrupa SSCB’nin önderliğinde komünist bloğa dâhil olurken Orta ve Batı Avrupa ülkeleri de ABD’nin güdümündeki kapitalist bloğu oluşturmuşlardır. Soğuk Savaş boyunca, dönemin ismine yakışır şekilde, ABD-SSCB arasında sıcak çatışma yaşanmamasına rağmen nükleer silahların gölgesinde konvansiyonel silahların ve yöntemlerin istihdam edildiği dolaylı çatışmalar eksik olmamıştır. İşte bu iki süper güç askerî danışmanlar ile Kalaşnikof ve G3 tüfeklerinin sembolize ettiği sıcak çatışmalarda dolaylı olarak karşı karşıya gelirken aralarındaki istihbarat ve karşı istihbarat savaşları da edebiyattan sinemaya birçok esere ilham kaynağı olmuştur. Bu dönemde Sovyet totaliter yönetiminin boyunduruğundaki Birliği oluşturan federatif unsurların hepsinde olduğu gibi Orta Asya devletlerinde de ulusal olarak neşvünema bulabilecek her türlü düşünce ve eylem Homo Sovyeticus yaratma gayretinin doğal sonucu olarak manipüle edilmiş veya rüşeym halde boğulmuştur. Zira siyasal ve ekonomik olarak Moskova’nın temel endişesi, geniş bir coğrafyaya yayılan Sovyetleri -herhangi bir devletin ontolojisinin temel rüknü gereği- bir arada tutmak şeklinde tecelli etmiştir. Birliğin dağılması ve bağımsızlıklarını kazanan devletlerin artık kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları, bu yeni yetme devletleri hem rüştlerini ispat etmeye hem de ulus inşa süreçlerinde siyasal otorite eliyle milliyetçi fikirlerin ve hareketlerin kontrollü bir şekilde özendirildiği bir atmosfere sürükledi. İşin özü, Sovyetler döneminde Birliğin bekası adına bastırılan, ket vurulan ve kerih görülen milliyetçilik artık pamuklara sarılıp el üstünde tutulan bir fenomene dönüştü. Bu dönüşümün siyasal yansıması sadece milliyetçi sembollerin pıtrak gibi her yerden fışkırması değildir, aynı zamanda daha düne kadar Sovyetler Birliği’ni ayakta tutmak üzere Moskova’ya biat etmiş Cumhuriyetlerdeki liderlerin birer milliyetçi lidere dönüşmesidir. Elbette bu dönüşüm, özellikle Orta Asya Cumhuriyetlerinin ne liderleri ne de halkları için görüntü veya söylemdeki gibi hızlı gerçekleşmiştir. Aksine oldukça sancılı bir şekilde cereyan etmiştir.
İster etnik ister kültürel milliyetçi hareketlerin nihaî kertede siyasal dürtüsü, bir ulus-devletin vücuda getirilmesi ve bu devletin de ilelebet varlığının devam ettirilmesidir. Her biri eski Sovyet Cumhuriyetleri olan Orta Asya ülkelerinde de bu amaç, yukarıda da ifade edildiği üzere, Soğuk Savaş sona erdikten sonra gelişen ulus-devlet inşasıyla kendini göstermiştir. Bu dönemde hem pratik hem de akademik anlamda milliyetçiliğe artan ilgi de arttı çünkü Soğuk Savaş boyunca güvenlik endişeleriyle görmezden gelinen, gölgede bırakılan hatta bastırılan etno-linguistik, dinsel, mezhepsel, toplumsal cinsiyet ve cinsel tercih bazlı kimlikler kendilerini ifade edecek ortamlar bulduğu gibi bu kimliklere yönelik akademik çalışmalar da tabiri caizse coşmuştur. Bu kimlikler içinde ulus-devlet talebiyle yükselen etno-linguistik, dinsel ve mezhepsel kimlikler Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Yugoslavya’nın da çatırdaması sonrasındaki iç savaş boyunca Sırpların Hırvatlara ama özellikle Boşnaklara yönelik etnik temizlik ve soykırımı sırasında daha belirginleşti. Böylece Sovyet sonrası geçiş süreçlerine ilişkin çalışmalarda ulusal kimlik sorunu giderek merkezî bir yer aldı. Çünkü ulusal kimliği anlamak, genelde Sovyet-sonrası dünyayı ve dönemi anlamak özelde de Orta Asya’da gelişen siyasi, iktisadî, hukukî, sosyal ve kültürel süreçleri anlamak ve söz konusu ülkelerin geleceğine dair projeksiyon geliştirebilmek adına önemliydi. Sovyetler Birliği gibi birçok farklı etno-linguistik, dinsel, mezhepsel ve ulusal kimliği bünyesinde bulunduran bir devletin ardından bölge halklarının gelecekte bir bütün olarak hareket edip edemeyecekleri ya da aksi yönde birbirleri ile çatışıp çatışmayacaklarının tahmin edilmesi mümkün görünmüyordu. Elbette bu hem düşünsel hem de uygulama anlamında bütün varyantlarıyla Marksizmin millet ve türevleriyle ilgili onmaz sorununun çözümlenmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Günün sonunda Marksizm sosyalizmin tüm dünyada uygulanabilmesiyle ilgili küresel bir çerçeve sunarken milliyetçilik ise en geniş anlamda bireyin bir ulusa aidiyeti ve bunun anayasal bağıtla vatandaşlık olarak tecellisi üzerine kuruluydu. Bu da kaçınılmaz olarak vatandaşlar arasında hangi dille etkileşim sağlanacağı ve bunun oluşturduğu kültürel aidiyet çerçevesinde sorgulanmasını gerekli kılıyordu. Dahası, bireylerin sınıfsal kimlikleri rolleri adedindeki kimliklerinden sadece bir tanesiydi. İşin gerçeği siyasal iktidarı elinde tutan otorite, ihtiyaç duymadığı sürece, kimliklerimizden birine vurgu yaparak diğer kimliklerimizi bastırıyordu. Bu duruma göre sınıf, duruma göre ulusal kimlik hatta toplumsal cinsiyet kimliğimiz olabilirdi. İşte ulus-devletin üzerinde yükseldiği ideoloji milliyetçilik olduğuna göre tam da bu noktada milliyetçilik ile ilgili şu üç soruyu sormak gerekiyor:
Milliyetçiliğin belirleyici olmasını ne mümkün kılmaktadır?
Yeni bağımsızlığına kavuşan devletlerde neden milliyetçilik siyasi sürecin odak noktası ve kilit mekanizması haline gelmektedir?
Orta Asya’da Sovyet-sonrası dönemde nasıl bir milliyetçilik ön plana çıkmıştır (Tolipov, 2001, s. 183).
Öncelikle belirtmek gerekir ki zamanın ruhu (Zeitgeist) gibi her ulusa milliyetçilerinin atfettiği bir ruh vardır. Bu ruhanî ilke iki temel sütun üzerinde yükselir: İlki, tarih diyebileceğimiz ortak geçmiş ve ikincisi de ortak gelecek tasavvurudur. Birincisi, zengin bir ortak hatıraya ortak olmaksa diğeri de birlikte yaşama arzusu ve rızasıdır. Ulus ruhunun bu iki temel sütunu, onun mitolojik bir geçmişten muhayyel bir geleceğe taşırken geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantılarıdır. Bu bağlantılar bazen diyalektiğin gereği olarak bir geçmiş ve gelecek ikilemi olarak tecelli edebilir. Başka bir deyişle, milletin geleceği, her zaman geçmişinin doğrudan devamı olarak ortaya çıkmaz (Tolipov, 2001, ss. 183-184). Zira milletler farklı kaynaklardan beslenirler. Bu noktada milliyetçilik üç iddiada bulunur:
Belirgin ve kendine has bir nitelikle donanmış bir ulus vardır.
Bu ulusun çıkarları ve değerleri diğer bütün çıkar ve değerlerden üstündür.
Ulusun bağımsızlığı siyasi egemenliğinin tanınmasını gerektirir (Breuilly, 1985).
Milliyetçilik, tabiatı gereği, vatanseverlikle özdeşleştirilir ve milliyetçiliğin sadakatle desteklediği birimler kültürel olarak homojendir (Gellner, 2006, s. 132), en azından öyle olması umulur. Anthony Smith’e göre “milliyetçilik” teriminin beş ana kullanımı vardır. Bunlar:
Bir ulus veya ulus-devlet oluşturma ve sürdürme sürecini,
Bir ulusun güvenliği ve refahına yönelik duygu ve özlemleri ve buna karşılık gelen bir o ulusa ait olma bilincini,
Onunla ilişkili dil ve sembolizmi,
Ulusal özlemlerin ve “milli iradenin” gerçekleştirilmesi için bir ideoloji ve
Ulusal hedeflere ulaşılmasına yönelik toplumsal ve politik hareket içerir (Smith, 1991, s. 72).
Smith, milliyetçiliği en doğru şekilde “bazı üyeleri tarafından gerçek veya potansiyel bir ‘ulus’ oluşturduğuna inanılan bir nüfus adına özerklik, birlik ve kimlik elde etmeye ve sürdürmeye yönelik ideolojik bir hareket” olarak tanımlar (Smith, 1991, s. 73). Gellner ise milliyetçiliğin “öncelikle siyasi ve ulusal birimin uyumlu olması gerektiğini kabul eden bir ilke” olduğunun altını çizer. Gellner, milliyetçiliği “etnik sınırların siyasi sınırları aşmamasını ve özellikle belirli bir devlet içindeki etnik sınırların -genel formülasyonunda zaten resmî olarak dışlanan bir olumsallığın- siyasi sınırları aşmamasını gerektiren bir siyasi meşruiyet teorisi” olarak tanımlar (Breuilly, 1993, s. 406). İşin özü, bir siyasi ünite olarak ulus-devlet kendisinden önceki din-u-devlet şeklinde formüle edilen amalgamın profan versiyonundan daha fazlası değildir ve politik toplumun içinden çıktığı toplumu yansıtmasından daha doğal bir durum olamaz. Orta Asya ülkelerinde de ulusal kimlikler sadece etnisiteyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Çoklu ve karma kimlikler -Müslüman veya ateist, Sovyet veya Asyalı, Türk veya Slav, bölgesel veya bireysel etnik kimlikler- Sovyet Dönemi Orta Asya toplumunda uzun süredir bir arada var olmuşlardır. Sovyet halkları içinde birçok insan kendilerini hem Doğulu hem Batılı hem modern hem muhafazakâr hem inançlı hem de iyi bir Sovyet vatandaşı olarak tanımlıyordu (Lubin, 1994, s. 268). Bu tanımlama, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Orta Asya Cumhuriyetlerinde değişime uğradı ve bölge halkları Sovyetler Birliği öncesinde etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklerini hatırlamaya başladılar. Ulusu “her gün yapılan bir plebisit” olarak tanımlayan Ernest Renan’a (1946, s. 122) göre, bu fenomeni oluşturan koşulların tarihselliğinden hareketle kolektif bilincin bir yandan biteviye üretilirken diğer yandan da sürekli tanzim edilmesi gerekmektedir. Böylece ulusal bilinç egemen ideolojiye rıza eşliğinde şekillenirken şimdinin biçimlendirdiği bir tarihsellik de geçmişten geleceğe taşınmaktadır. İşte böyle bir rızanın hem sürekli üretilmesi hem de durmadan yeniden şekillendirilmesi esnasında siyasal erk, toplumsal hafızayı sadece kayıt altına almakla yetinmeyerek bir hafıza yönetimini ve bürokrasisini de organize eder. Bu da resmî tarih yazımı ve ilgili kurumların eliyle gerçekleştirilir. Her yönetim bir seç/k/icilik gerektirdiğinden bu minvaldeki hafıza yönetimi de belirli tarihî olayların ve/ya figürlerin, örneğin Stalin’in ortadan kaldırttığı kişileri içinde kendisinin de olduğu fotoğraflardan da temizletmesi gibi, toplumsal bellekten de kazınmasını icbar eder. Kısacası, devlet eliyle hatırlamak paradoksal bir şekilde sistemli bir unutuşu da içerir. Nihaî kertede, ulus olabilmek için ortak bir tarihe sahip olmak ve onu hatırlamak için bazı kısımların devlet eliyle unutturulması elzemdir. Yine Renan’ın ifadesiyle “Hiçbir Fransız vatandaşı kendisinin Burgonde mu, Alain mi, Taifale mi ya da Visigoth mu olduğunu bilmez; her Fransız vatandaşının Saint Berthelemy’i 13. yüzyıldaki Güney katliamlarını unutmuş olması lazımdır” (1946, ss. 104-105). Esasında devlet, vatandaşlarının sadece hangi olayları hatırlayacağıyla ve/ya unutacağıyla değil nasıl ve ne kadar hatırlayacağı ve/ya unutacağını da düzenler hatta ihtiyaç duyduğu manipülasyona göre bir dönem unutulmasını uygun gördüklerini tekrar hatırlatmaya yeltenebileceği gibi tam tersi bir yol da izleyebilir. “Ulusal bilinç” dediğimiz fenomen için ulusal geçmişin icadı, aralıksız üretilmesi ve yeniden şekillendirilmesi elzemdir. Sovyet halklarının da bir Sovyet ulusal bilinci yaratılması için geçmişlerinin en azından bir bölümünün unutturulması gerektiği gibi Sovyet sonrası kurulan devletler için bu unutulanların bir bölümünün hatırlatılması gerekmiştir. Kısacası, hatırlatma ve unutturma devlet eliyle yekdiğerini takviye eden bir döngüyle hareket etmektedir. Böylece Sovyetler Birliği sonrası ulusal kimlikler inşa edilirken tarihten ve mitlerden faydalanılarak yeni bir formata sokulup yeniden şekillendirilmişlerdir.
Küreselleşme derinleşirken iç siyasi süreçler ve karar alma mekanizmaları da haliyle bundan kaçamazlar. Bu bağlamda Orta Asya devletleri de -diğer devletlerde olduğu gibi- içeriden olduğu kadar dışarıdan da inşa edilmekten kaçınamamışlardır. Böylelikle, ulus inşası tek bir etnik grubun öncü ulus haline gelmesiyle veya ulusun kendi kaderini tayin etmesiyle açıklanamaz. Siyasi irade bu noktada devreye girerken ulus inşası sürecinde belli bir etnik grup hem kendilerinin tasarrufuyla hem de onlara dayatılan siyasi iradenin sonucunda ulusa dönüşürler. Sovyetler Birliği sonrası beliren Orta Asya’da milliyetçiliğin belirginleşmesinde etnisitenin bir ulus oluşturmadaki rolü perçinlenirken örneğin Rus azınlığın bir bölümü artık kendisine şüpheyle bakılan konumları gereği Rusya’ya dönmek zorunda kalmışlardır.
Yukarıda sayılanlar ışığında milliyetçilik birkaç farklı biçimde kullanılabilir:
Bütün olarak ulus ve ulus-devletlerin bütün bir kurulma ve kendini idame ettirme süreci,
Bir ulusa aidiyet bilinci eşliğinde milletin güvenliği ve refahıyla ilgili özlem ve hissiyata sahiplik,
“Millet” ve rolüne ilişkin bir dil ve sembolizm,
Ulus ve ulusal irade hakkında bir kültürel öğretiyle ulusal emellerin gerçekleşmesi için ulusal iradeye dair reçeteleri de içeren bir ideoloji ve
Ulusun amaçlarına ulaşmak üzere ulusal iradeyi gerçekleştirecek bir toplumsal ve siyasi hareket (Smith, 1991, s. 119).
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle 20. yüzyılın son on yılı bu toplumsal ve siyasi hareketliliğin zirvede olduğu bir dönem haline gelmiştir. SSCB’nin dağılması uluslararası sisteme on beş yeni devletin dâhil olmasına yol açarken yeni ulus-devletlerin kurulması eşliğinde millet ve türevleri kavramların tarih sahnesine parlak bir şekilde dönmesinin de önünü açmıştır. Sovyetler Birliği gibi dünyanın iki süper gücünden birinin beklenmeksizin dağılması, sistemde derin ve kalıcı izlere sebep olurken kapanması on yıllar sürecek büyük bir boşluk yaratmıştır.
Sovyetler Birliği’nin bıraktığı miraslardan bir diğer paradoks da bağımsızlığını kazanan devletler istedikleri kadar ulusal semboller üretmek için yarışmalar açsalar bile üzerlerinde yükseldikleri teritoryalite zamanında boyunduruğu altında oldukları Moskova tarafından çizilmişti. Hatta özellikle Orta Asya’dakiler modern anlamda bir ulus-devletin erken örneğini pratiğe geçirme fırsatını Sovyetler Birliği’nin parçası oldukları federatif üniteler aracılığıyla öğrendiler. Böylece Sovyetler Birliği, ilginç bir şekilde, Asya’nın Müslüman halkları hatta Beyaz Ruslar arasında eskiden hiç olmamış teritoryalite üzerinde uluslar inşa etmeye girişmiş bir komünist rejimdi. Kazak, Kırgız, Tacik, Özbek ve Türkmen milletlerine dayanan Sovyet Cumhuriyetleri fikri, Orta Asya halklarının herhangi birinin en başından beri duydukları bağımsızlık özlemini değil, daha çok Sovyet entelektüellerinin kuramsal bir kurgusunu yansıtmaktaydı (Hobsbawm, 2010, s. 198). Orta Asya, Stalin’in uzak bölgelere sürdüğü Ahıska Türkleri gibi ulusal azınlıklara yönelik bazı programlar dışında, SSCB’nin çöküşüne kadar politik atalet içinde kalmıştı. Hatta Azerbaycan ve Kazakistan’daki olayları saymazsak, genelde Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetlerinde özelde de Türk Cumhuriyetlerinde bir bağımsızlık özlemi olmadığından gelişen milliyetçilik ancak Sovyet Dönemi sonrası bir fenomendi (Hobsbawm, 2010, s. 199).
Sovyetler Birliği, bazı Sovyetologların öngördüğü gibi iç anlaşmazlıklardan değil, ABD ile girdiği askerî ve ekonomik yarışta yaşadığı geride kalmasının sonucunda çökmüştür. Sovyet Cumhuriyetleri, Birliğin güçlü olduğu dönemde, SSCB’den ayrılma arzusunda değillerdi. Bu bağlamda milliyetçilik, Fransız Devrimi ile II. Dünya Savaşı’nın ardından gelen kolonilerin çözülmesi (decolonization) ve bağımsızlıklarını kazanmasıyla taçlanan dönemdeki gücüne 20. yüzyılın sonunda sahip değildi. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sosyalizmin pratik anlamda küresel denklemden çıkması ve bu inancı Gorbaçov’un Glasnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) politikalarının pekiştirmesi Sovyetlerin yıkılma sürecine girdiği anlamına geliyordu. Öte yandan bağımsızlık, belirsizlik ve bilinmeyene geçiş olduğundan gündeme geldiğinde coşkunun ve anlık yanılsamaların gerisinde endişeli bir bekleyiş ve korku hâkimdi. Olası bağımsızlık sonrası dünya, baş edilmesi oldukça güç bir ortam hatta bir hasım olarak algılanıyordu, Sovyetler bünyesinde bastırılan ve gizlenen korku bundan böyle açıkça ifade edilir oldu. Sovyet ulus sisteminin kurulduğu ve onun dışında hiçbir ulus hatta cemaat yaşamının mümkün olmadığı ülke toprakları bundan böyle kutsal bir sığınak haline geliyordu (Urgewicz, 1998, s. 102). Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetlerin dünya sahnesinden ayrılmasıyla oluşan boşlukta yeni bağımsızlığını kazanan uluslar Homo Sovyeticus kimliğini bir kenara bırakarak daha önce baskılanan, bastırılan veya en azından gölgede bırakılan etno-linguistik, dinsel ve mezhepsel kimliklerini yeniden keşfedip benimsemeye başladıkça milliyetçi hareketlerin hamuruna su taşıdılar. SSCB’den aldıkları yönetim mirasıyla göreceli olarak eğitim ve yüksek öğretimin yaygınlığının kazandırdığı kaynak kullanımı ve büyük güçlerle nasıl ilişki kurulacağı konusundaki tecrübeleri bağımsızlık sonrasında hayatta kalmalarına ciddi katkı sağladı. Dahası Sovyet sonrası bu ülkeler olabildiğince fazla ve farklı uluslararası örgütlerde yer alarak jeopolitik kaygılarını gidermenin yollarına başvurdular. SSCB’nin dağılmasını takip eden süreçte bağımsızlıklarını kazanan devletler, yukarıda da ifade edildiği üzere, ivedilikle ulusal kimlik politikalarını oluşturmaya başlamışlardır. Bu bağlamda, genelde Orta Asya Cumhuriyetleri özelde Kazakistan hukukî reformlarla ulusal kimliğini inşa eden öncü ülke olmuştur.
Sovyet Sonrası Orta Asya’da Milliyetçilik
Uyanın ve birleşin ey Turan nesli!
Sen, iki nehir arasında doğan adam,
Turan halkı, vatan sizi çağırıyor.
Özbek, Tacik, Kırgız, Kazak, Türkmen,
Ellerinizi beş parmak olarak birbirinize verin.[1]
1990’ların milliyetçilik hareketleri Sovyet sonrası bağımsızlığını kazanan diğer ülkelerde olduğu gibi Orta Asya Türk devletlerinde de hız ve derinlik kazanmıştır. 1986 Aralık’ında Kazakistan’ın o zamanki başkenti Alma Ata’da meydana gelen olaylar ve 1989 Haziran’ında Fergana Vadisi’nde Özbeklerin Ahıska Türklerine karşı, 1990’da ise Kırgızistan’ın Oş şehrinde Özbeklerin ve Kırgızların birbirlerine karşı başlattığı saldırılarla yükselen etnik tansiyon, Gorbaçov’u hem Avrupa topraklarında hem de Orta Asya’da son derece dinamik bir milliyetler sorunu ile karşı karşıya bıraktı. İktidarının ilk yıllarında enerjisinin tamamını ekonomik reformlara yoğunlaştırdığından Sovyetler Birliği’nin en önemli yapısal sorunu milliyetler meselesine çok az ilgi gösteren Gorbaçov, bu menfi gelişmeler sonrasında bu sorunu Kremlin’in gündemine almak zorunda kaldı. Aslında milliyetçilik doğası gereği tüm zamanları ve mekanları kuşatan her şeyin teorisi olmak arzusundaki Marksizm için başlı başına bir sorun olduğundan özellikle modernist teoriler çerçevesinde Marksistlerin Lenin’den itibaren milliyetçilik literatüre hatırı sayılır katkıları dokunmuştur (Özkırımlı, 2010, ss. 17-26).
Sovyetler Birliği, totaliter yönetim anlayışının uzantısı olarak, idaresi altındaki cumhuriyetlerde ve özerk birimlerde politik, ekonomik ve sosyal alanda her türlü mekanizmayı kontrol altında tutuyordu. Soğuk Savaş’ın son yıllarında ortaya atılan Glasnost politikası, yukarıda ifade edildiği üzere, Baltık ülkelerinde olduğu gibi Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ni de radikal biçimde etkiledi. İşin gerçeği 1980’lerin başından itibaren Sovyetler Birliği’nin yaklaşık on yıllık ömrü kaldığı tahmin edilemese de 1960’lardaki şaşalı günlerinden oldukça uzaktı. Gorbaçov’un liberal reformların başarısızlığı Sovyet vatandaşlarının yaşam koşullarının günden güne zorlaştırırken merkezî hükümete de güveni zayıflattı. Bu gelişme yaşanan problemlere yerel çözümlerin bulunmasını daha da cesaretlendirdi. Bütün bunlara rağmen, 1990 sonrasında özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde elde edilen bağımsızlık, uğrunda mücadele verilerek kazanılmış bir durum olmaktan çok bu cumhuriyetlerin kabullenmek zorunda kaldıkları bir gelişme olarak ortaya çıktı. İşin gerçeği, Orta Asya ülkeleri “Sovyetler Birliği’nin Üçüncü Dünyası” olarak Birliğin çökmesi durumunda kendi üzerlerine çökeceğinin oldukça farkındaydılar. Bu minvalde Orta Asya Cumhuriyetleri’ndeki siyasi elit Baltık ülkeleri, Gürcistan ve Ermenistan’dakilerin aksine milliyetçi-ayrılıkçı hareketlere destek vermedi. Dönemin Kırgızistan Devlet Başkanı Akayev dışında, diğer dört cumhuriyetin liderlerinin Komünist Parti’nin içinden gelmeleri bu cumhuriyetlerin Moskova’dan bağımsız hareket etmelerini zorlaştırdı. Bununla birlikte 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında, söz konusu siyasi elit tercihini bağımsızlık yönünde kullanmak ve kendi ulusal programını uygulamak zorunda kaldı. Bağımsızlığını ilk ilan eden Baltık ülkelerinden, en son ilan eden Orta Asya Cumhuriyetleri’ne kadar tüm yeni bağımsız devletler, “egemenlik” ve “liberalleşme” kavramlarını son derece milliyetçi bir içerikle gündeme getirmekle kalmadılar, aynı zamanda izledikleri etnik temelli politikalarla yeni devlet içinde yaşayan farklı etnisiteler arasındaki ilişkilerde değişime neden oldular. Örneğin, Orta Asya Cumhuriyetleri’nde ulusallığın yeniden keşfedilmesi ve ulusal politikaların takip edilmeye başlanması, cumhuriyetlerde sosyo-ekonomik açıdan hâkim etnik grup olarak yaşayan Rusların pek çok yerde nüfusunun giderek azalmasının yolunu açtı. Perestroika yıllarında
Orta Asya Cumhuriyetleri’nde ve Kafkasya’da yaşayan Rusların en tipik tavrı, bulundukları ülkelerde kalma konusunda ısrar etmek yerine, bu ülkelerde -özellikle de Tacikistan’da- ortaya çıkan silahlı çatışmaların da etkisiyle, Rusya’ya ya da Ukrayna ve Beyaz Rusya gibi Slav Cumhuriyetleri’ne göç etmek oldu. Söz konusu silahlı çatışmalar her ne kadar direkt olarak bu cumhuriyetlerin yerli halklarıyla Ruslar arasında meydana gelmiş olmasa da, bu cumhuriyetlerde artan etnosentrizmin etkisi ve azınlık olarak yaşamaları Rusların gelecek endişesine kapılmalarına yol açtı. Kazakistan’da ve Kırgızistan’da büyük ölçüde işsizlik, yaşam standardının düşük olması gibi ekonomik faktörler ve gelecek endişesi nedeniyle ayrılan Rusların aksine, diğer Türk Cumhuriyetleri’nde Rusların ayrılmalarının temel nedeni bu ülkelerde yaşanan çatışmalar ve giderek kötüleşen etnik ilişkilerdi. SSCB döneminde Orta Asya’ya, özellikle de Kazakistan ve Kırgızistan’a yönelik gerçekleşen yoğun Rus ve Slav göçü, yerli halklar arasında farklı derecelerde de olsa milliyetçiliğin yükselişinde katalizör vazifesi gördü.
Milliyetçilikten bir ideoloji olarak bahsederken iki yüzünden de söz etmek gerekir. Bir yüzünde milliyetçilik, demokratik bir hükümet için siyasi temeller sağlayan olumlu bir tarihsel güce sahipken diğer yüzü ise soykırım, etnik temizlik, zorla asimilasyon ve diğer birçok potansiyel saldırgan ve düşmanlık içeren bileşenleri öne çıktığı kadar olumsuzdur (Hesli, 1997, s. 191). Bu bağlamda milliyetçilik, demokrasi ile uyumluyken öte yandan pekâlâ demokrasinin antitezi olarak kabul edilebilir. Sovyet sonrası Orta Asya cumhuriyetlerinde, özellikle Özbekistan ve Türkmenistan’da sürmekte olan ulus inşası süreci de saldırgan, etnik temelli, dışlayıcı ve demokrasiyi bırakın sekteye uğratmayı Sovyetler Birliği dönemini mumla aratacak totaliter uygulamaların beşiği haline getirmiştir.
SSCB’nin dağılmasının ardından yeniden canlanan ulusal kimlikler üzerine yapılan tartışmalarda, dış faktörlerin ya da uluslararası sistemin özelliklerinden çok Sovyet sisteminin kendi iç dinamikleri üzerinde durulmuştur ve bunun çözülme üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışılmıştır. Sovyetler Birliği’nin etnik ve teritoryal temelli idarî yapılanması bir taraftan bağımsız devletlerin sınırlarının ve demografik yapısının Birliği oluşturan cumhuriyetlerin sınırları ve demografik yapısı ile örtüşmesi sonucunu doğururken, paradoksal bir şekilde, diğer taraftan bu ülkelerin etno-kültürel temelli politikalarına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, Sovyet sistemi ilginç bir şekilde en çok kaçındığı hastalığa yakalanarak bugünkü ulus-devletlerin kurulmasına istemsizce zemin hazırlamış ve bunların siyasi yapılanmasını kolaylaştırmıştır. Aynı şekilde, Sovyetler Birliği dönemi milliyetler politikasının en önemli ayağını oluşturan korenizatsiya (kadroların yerelleşmesi) politikası yeni bağımsız devletlerin ulusal siyasi kadrolarının çekirdeğini oluşturmuştur. Bu politika aynı zamanda siyasi kadroların uygulamakta oldukları ulusallaşma programlarının önünü açtığı gibi yerli halklara tanınan kültürel özerklik ve belli dönemlerde verilen kendi dilinde eğitim hakkı gibi imtiyazlar yerli halkların da ulusal bilinç geliştirmelerini tetiklemiştir. Bununla birlikte etnik farklılıkları hem korumayı hem de kontrol altına almayı amaçlayan Sovyet sistemindeki yapaylıklar ve bunların ortaya çıkardığı problemler yeni cumhuriyetlere de intikal etmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle Rus topraklarında ve yeni bağımsız devletlerde yaşanan siyasi, iktisadî ve kültürel dönüşüm bu bölgelerde yaşayan insanların kimlik tanımlarını daha karmaşık bir hale getirmiştir. Bunun en ilginç örneği, Rus topraklarına Orta Asya’dan göç eden etnik Rusların döndükleri ülkelerin halklarıyla özdeşleştirilerek Kazak, Kırgız, Tacik, Türkmen veya Özbek olarak yaftalanmasıdır. Bunun yarattığı travma göçenler açısından öyle kolay atlatılamamıştır.
Anthony Smith’e göre, yakın zamanda bağımsızlığını kazanan devletler için etnik homojenlik ve kültürel birlik en önemli hususlardandır. Toplumların “çoğul” olduğu, çoğulculuğa ve kültürel hoşgörüye ideolojik bağlılığın olduğu yerlerde bile seçkinler kendi siyasi kültürlerinin yeni mitlerini ve sembollerini oluşturmaya mecburdur (1986, s. 147). Bağımsızlık sonrasında Müslüman kimliği, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde ortaya çıkan karmaşık kimlik tanımında önemli bir bileşeni temsil etmektedir. Böylece İslami canlanma yeni bağımsız olan bu ülkelerde açık bir biçimde kendini göstermiştir. 1992’de Özbekistan’da 3000 cami restore ya da yeniden inşa edilirken Tacikistan’da 130, Türkmenistan’da ise nüfusun yoğun olduğu bölgelerde 500 cami yeniden işlevsel hale gelmiştir. Bununla birlikte, yeni bağımsız Orta Asya Cumhuriyetleri’nde İslam’ın bu şekilde canlanması, devlet kontrolünün de etkisiyle, siyasi bir nitelik arz etmekten çok sosyal ve kültürel bir olgu olarak kalmaya devam etmektedir. Öte yandan milliyetçilik ve komünizm sonrası geçiş arasındaki ilişki hakkında genelleme yapmak oldukça zordur. Örneğin, Ukrayna ve Baltık ülkelerinde milliyetçi hareketler komünizmden geçişe katkıda bulunan baskılar uyguladılar. Eski Yugoslavya’da komünizmin çöküşü kanlı savaşlar, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlarla sonuçlanan milliyetçilik güçlerini serbest bıraksa da Çekoslovakya’nın barışçıl bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ayrılmasını da mümkün kıldı. Orta Asya’da komünizmden geçişin, bazı yönlerden, dünyanın eskiden komünist diğer bölgelerinde karşılaşılan benzer zorluklar yarattığı gözlemlenmiştir (Mellon, 2010, s. 140).
Modern Orta Asya devletleri varoluşlarının en başından itibaren jeopolitik bir dayatmaya maruz kalmışlardır. Çünkü Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan eski Sovyet rejimince oluşturulduklarından modern ulus-devlet tecrübesiyle ilk kez bu minvalde tanışmışlardır. Bu devletler Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleri olsalar da içlerinde farklı etnisitelerden ve uluslardan insanları barındırmaktaydılar. Bu anlamda Orta Asya’daki ulusların evrimi Batı’daki muadilleriyle uyuşmadıkları için tipik değildir. Orta Asya uluslarının Batı’dakilerle ortak noktası, yalnızca evrimlerinin siyasi karakteridir ve bu siyasi karakter genellikle bölgedeki milliyetçilik okumasının arkasında yatar. Bir siyasi süreç olarak ulus inşası ve milliyetçilik hem nesnel hem de öznel bileşenleri içerir (Tolipov, 2001, s. 185). Çünkü bireylerin oluşturdukları millet, vatandaşlık bağıyla ilintilendikleri ulus-devleti gerekli kılmaktadır. Bunun genel teoride böyle olup olmadığına bakılmaksızın, Orta Asya bağımsızlık sonrası pratiğinde bu böyle tecelli etmiştir. Modern devlet idaresi, iktidarlarını meşrulaştırmak ve böylece devlet idaresini güçlendirmek için milliyetçilik ideolojisini kullanan siyasi seçkinler tarafından yönlendirilen bir mecradır. Belirli bir kolektifin kendi geçmişini nasıl inşa ettiğini ve algıladığını etkileyen birçok faktör söz konusudur. Neyin yazılması ve neyin atlanması, bir ölçüde, belirli bir toplumda uygulanan “hafıza siyaseti” ve “kimlik siyaset”ine bağlıdır. Bunlar da çok çeşitli koşullar tarafından şartlandırılabilir. Bu milliyetçilikler arasında, özellikle genç uluslar ve yeni doğan ulus-devletler için genellikle en etkili güçtür (Garagozov, 2012, s. 137).
Eski Sovyet Cumhuriyetleri arasında ve içinde ortaya çıkan ilişkilerde ayrışma ve entegrasyon önemli bir yer tutar. Dağılma sonrası kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Sovyet sonrası devletler arası iş birliğini teşvik etmek için kurulmuş olsa da birçok çevrede Rus egemenliğinde ve imparatorluğa dönüşün bir ara devresi olarak algılandığından güvenilirliği sınırlıdır. Bu nedenle, Rus olmayan çeşitli cumhuriyetler, ortak sorunları çözme girişimlerinde kendi aralarında hallederek Moskova yörüngesinden uzaklaşmaya başlamışlardır. Yeni Orta Asya devletlerini –Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan– işbirliğine ve olası entegrasyona doğru iten Türkistan’ın yeniden ortaya çıkma ihtimali olurken bu devletlerin tümü, öte yandan, geleceklerini ciddi şekilde tehdit eden göz korkutucu sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Bunlar arasında etnik farklılıklar, ekonomiyi yeniden yapılandırma ve çağdaşlaştırma ihtiyacı, sıfırdan devlet inşası ve ciddi çevre ve halk sağlığı sorunları başta gelmiştir. Bu sorunlara büyük ölçüde kuzey komşularının gelecekteki politikalarına ilişkin belirsizlik nedeniyle artan güvenlik kaygıları da eşlik etmiştir. Yalnız, bu devletlerin her biri zayıf ve belirsiz gelecekleriyle açgözlü komşuları tarafından sömürülmeye açıktılar. Hepsi resmî bir birlik içinde veya çok taraflı işbirliği yoluyla, ortak sorunlarının çoğunu çözüp daha istikrarlı ve güvenli bir ortam yaratabilirlerdi (Kubicek, 1997, ss. 637-655). Orta Asya devletleri arasında ortak bir kültür ve kimlik olsa da Orta Asya aynı zamanda çeşitli halklardan oluşan etno-demografik bir mozaiktir. Bu devletlerdeki liderler, kelimenin tam anlamıyla sınırlar söz konusu olduğunda, aynı zamanda siyasi meşruiyet ve kalkınma açısından da kendi alanlarını oluşturmaya çalışmışlardır. Kendilerini komşularından farklılaştırıp ortak bir kimlik duygusu yaratarak devletlerine farklı bir ulusal atmosfer aşılamaları gerekmiştir. Elbette bu “ulusal” bir tarihin, mitlerin ve sembollerin yeniden canlandırılmasını, yeniden yazılmasını ve hatta yaratılmasını ve aynı zamanda kendi kültür ve dilinin tanıtımını gerektirmiştir (Kubicek, 1997, ss. 637-655).
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana komünizm, Orta Asya’daki rejimlerin meşruiyet iddia edebilecekleri bir temel olmaktan çoktan çıkmıştır. Yokluğunda rejimler, çeşitli milliyetçilik mitlerine başvurarak iktidarda kalmaya çalışmışlardır. Çeşitli Orta Asya devletlerinde belirli bir rejim tarafından temsil edilen belirli bir ulusun belirli bir bölgeyle özel veya tarihî bir özdeşleşmeye sahip olduğunu önermek için farklı sembolizm, imgeleme ve mit biçimlerine başvurulmuştur. Bağımsızlığını kazanan bu devletlerde komünizm altında hüküm sürmüş rejimlerin hüküm sürmeye devam etmesi, ancak potansiyel bir meşruiyet kaynağı ve meşruiyet gerekçesi olarak milliyetçiliğe yönelmesi anlamına geliyordu (Mellon, 2010, s. 137). Bu bağlamda eski komünistler bağımsızlıktan sonra kaçınılmaz olarak milliyetçi oldular. Bu, bireysel devletlerin fiilen yaratılma biçimlerinin sonuçlarından kaçınmaya ve yalnızca kendi otoritelerini meşrulaştırmakla kalmayıp aynı zamanda belirli bir cumhuriyette şu anda baskın milliyetin her zaman o bölgeyle ilişkilendirildiği fikrini pekiştiren tarihler yaratmaya girişimiydi. Bu rejimler, kendi yönetimlerini meşru göstermeye çalışırken hassas dengeleri gözetme eğiliminde olmuşlardır. Kırgızistan ve Kazakistan gibi bazı Orta Asya devletleri, demokratikleşme ve ekonomik liberalleşme konusunda diğer devletlerden daha fazla ilerleme kaydetmiş olsalar da hepsi de retorik taahhütlerini yerine getirememekten veya Sovyet Dönemi’nin alışkanlıklarından vazgeçememekten dolayı hayal kırıklıkları yaşamıştır. Rejimler, bir yandan demokratikleşmeye kararlı görünmeye çalışırken, diğer yandan da Orta Asya’ya özgü kültürel değerlendirmeleri öne sürerek ilerleme eksikliğini ve otoriter yönetimin devamını insan hakları ihlalleriyle haklı çıkarmaya çalışmışlardır. Örneğin, Kırgızistan’da Manas Destanı’nı sadece Kırgız kültürel mirasının bir parçası olarak değil, aynı zamanda dünyanın kültürel mirasının bir parçası olarak kutlamak uluslararasıcılık, kültür ve eğitim değerlerine bağlılık anlamına gelmiştir. Özbekistan örneğinde, Timur’un güçlü yönetime bağlılığı ve muhalefete tahammülsüzlüğü, rejimin demokratikleşmeyi övgüye değer bir ideal bulmasına rağmen, Özbek siyasi kültürünün ya acil demokratikleşmeyi engellediğini ya da en azından Batı’da demokratikleşmenin anlaşıldığı şekliyle içselleştirilmediğinden hareketle rejimin kendini meşrulaştırmasına yardımcı olmuştur (Mellon, 2010, s. 139).
İşte böyle bir tarihsel arka plan eşliğinde 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan, 31 Ağustos 1991’de Kırgızistan, 1 Eylül 1991’de Özbekistan, 9 Eylül 1991’de Tacikistan, 27 Ekim’de Türkmenistan ve 16 Aralık’ta Kazakistan bağımsız oldu. Sovyetlerden kalma yerel komünist partiler, 1992’de birinci sekreterlerin ve başkanların da inisiyatifiyle Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da demokratik partilere dönüştüler. Devlet başkanları, Kazakistan’da Nazarbayev, Kırgızistan’da Akayev, Türkmenistan’da Niyazov yüksek oy oranlarıyla (%90 üzeri) demokratik seçimlerden başarıyla çıktılar. 1992’de Özbekistan’da İslam Kerimov Devlet Başkanı oldu. Aralık 1994-Ocak 1995 tarihleri arasında yapılan seçimlerde %80’i etnik Özbeklerden oluşan bir meclis göreve geldi. Aralık 1991’de Kazakistan’da Nazarbayev tek başına katıldığı seçimlerde bir kez daha başkan seçilmiştir. 1995’te etnik Kazakların meclis üyeliklerinin üçte ikisini kazandığı bir seçim yapıldı. Kazakistan’da da Özbekistan’da da olduğu gibi güçlü bir başkanlık iktidarı kurulmuştur. Kazakistan diğer Orta Asya Cumhuriyetlerinden farklı olarak kuzey bölgesinde Rus dilli bir etnik grup barındırmaktadır. Hâkim etnisite olan Kazaklar ise ülkede mutlak çoğunluğa sahiptir. 1991 verilerine göre Kazak nüfus %42 ve Rus nüfus ise %37 oranındadır. Türkmenistan 27 Ekim 1991’de bağımsız olurken Saparmurad Niyazov katıldığı iki seçimde de %98 üzerinde oy alarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Komünist Parti lağvedilip yerine Türkmenistan Demokratik Partisi kurulmuştur. Türkmenistan’da 1992’de kabul edilen anayasa ile sistemli bir kişilik kültüyle güçlenmiş bir başkanlık sistemi kurulmuştur. Başkan Niyazov’un soyadı -Atatürk örneği gibi- Türkmenbaşı olarak değiştirilmiştir. Kırgızistan’da ise 15 Ekim 1991’de Asker Akayev Cumhurbaşkanı olmuştur.
Bağımsızlıklarını kazanan bu beş devletin ilk icraatı, her bağımsız devletin sahip olduğu bir bayrak, ulusal marş ve arma icat etmek olmuştur. Sovyetlerden kalma kurumların, sokakların, caddelerin ve yolların isimleri değiştirilerek ulusallaşmanın ilk adımları atılmıştır. Her ne kadar isimleri değiştirilse de tabelalarda ve bina üzerlerindeki sloganlarda Sovyetik izlere rastlanmaktadır. “Yeni devletlerin mantığı, kesinlikle milliyetçi olan ama yeni cumhuriyetleri doğurduğu için onların meşruiyetlerinin bir parçası bulunan Sovyet döneminden çok da kopmayan bir meşruiyet icat etmekti” (Roy, 2016, s. 222). Orta Asya cumhuriyetlerinde bağımsızlık sonrası başlayan ulusal inşa sürecinde siyasal ve sosyolojik sebeplerle sürdürülen Ruslaştırmadan arındırma çabası izlenmiştir. Bu noktada en ivedi şekilde ulusal dilin kullanımının yaygınlaştırma çalışmaları gelmiştir. Özellikle Rusçanın oldukça hâkim olduğu Kazakistan’da Kazakçanın konuşulması ve yaygınlaştırılması için büyük uğraşlar verilmiştir. Aynı şekilde diğer Orta Asya Cumhuriyetleri’nde de ulusal dilleri resmîleştirerek desteklemek amaçlı yasalar çıkarılmıştır. Zira Stalin döneminden Sovyetlerin dağılmasına kadar geçen dönemde bölgedeki potansiyel milliyetçi direnişleri zayıflatmaya yönelik bilinçli bir Rus nüfus yerleştirilmesi ve zorunlu olarak Rusçanın yönetim ve eğitimde kullanılması sağlanmıştır (Mellon, 2010, s. 138). 1992’de Kazakistan’da, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi’nin ve 1995’de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin kurulması da milliyetçilik bağlamında atılan simgesel adımlardan olmuştur. Ayrıca Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin (Türk Konseyi) kurulması da etno-linguistik olarak tasavvur edilen Türk Dünyası için önemli bir girişimdir (Vurucu, 2020, s. 988). Konseyin amacı üye Türk Devletleri arasında çok taraflı işbirliğinin sağlanması ve geliştirilmesidir. Türk Konseyi, 1992’den itibaren düzenli toplantılar gerçekleştiren “Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirveleri” sonucunda meydana gelen ortak siyasi irade üzerine 3 Ekim 2009’da İstanbul’da kurulmuştur. Türk Konseyi, Türk Dili Konuşan Ülkeler arasındaki işbirliğini artırmayı amaçlayan bir kuruluştur ve bu çerçevede, Uluslararası Türk Kültür Teşkilatı (TÜRKSOY), Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA), Türk İş Konseyi, Türk Akademisi, Türk Kültür ve Miras Vakfı da ilişkili kurumlar olarak kurulmuşlardır.
Orta Asya ülkeleri arasında Özbekistan, bir tür sembolik milliyetçilik geliştirme girişimine tek örnektir. Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan gibi, millet olmadan önce devletti. 1989 Mayıs’ında, Özbekler ve Ahıska Türkleri arasındaki gerilimin bir sonucu olarak Fergana Vadisi’nde etnik ayaklanma patlak verdiğinde milliyetçi hareket dilsel, dinsel veya sembolik taleplerde bulunmak yerine demokratikleşmeyi, toprağın özelleştirilmesini, ülke dışı askerlik hizmetinin sona ermesini ve çevrenin iyileştirilmesini savunmuştur. Ancak bu hareketin Özbekistan’da o dönem pek de çekiciliği olmamıştır. Mart 1991’de Sovyetler Birliği’nin geleceğine ilişkin ulusal referandumda Özbeklerin sadece yüzde 6’sı “Birlikten çekilme” yönünde oy kullanmışlardır (Gleason, 1993, s. 357).
Yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere Orta Asya Cumhuriyetleri aslında ulus inşasının tarihsel sürecine geç kalmışlardı. Çarlık Rusyası’nın Orta Asya’yı fethinden önce Kazak, Kırgız, Özbek veya Tacik ulus-devleti diye herhangi bir emare bile yoktu. Buhara, Hive ve Semerkant Hanlıkları ve Ulus Çağatay gibi önceki devletler, bir hükümdar tarafından yönetilen göçebe konfederasyonlardı ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bugünkü sınırları SSCB’nin ürünüdür. Dahası Orta Asya bölgesindeki millileştirme süreci, Stalin’in 1920’ler ve 1930’lardaki kötü şöhretli ulusal sınırlandırma ve korenisatsiya politikalarıyla Sovyet rejimi tarafından başlatıldı (Bingöl, 2004, s. 45-46). Stalin, etnik olarak uyumlu devletler yaratmak yerine bölge üzerindeki Sovyet kontrolünü en üst düzeye çıkarmayı amaçlamış olsa da tedricen “eski SSCB’de bir ulusal özbilinç duygusuyla birlikte bir anavatan duygusu gelişmiştir” (Kaiser, 1994, s. 399) ve Homo Sovyeticus yaratma güdüsüyle hareket etmiştir.
Orta Asya milliyetçiliği, Smith’in “yurttaşlık ve bölgesel” milliyetçiliğe karşıt olarak “etnik ve soykütüksel” milliyetçilik dediği şeydir (1991). Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından neredeyse tüm komünizm sonrası rejimler, yeni devletlerin kurucu doktrini olarak etnik milliyetçiliği benimsemişlerdir (Sürücü, 2002, s. 388). Komünizm sonrası “millileştirici milliyetçilikler” etno-kültürel terimlerle tanımlanan bir “çekirdek ulus” veya milliyet adına yapılan iddialar olarak formüle edilirken devlet de çekirdek ulusun devleti olarak görülüyordu (Brubaker, 1996, s. 5). Ancak etnik milliyetçilik herkesi aynı derecede harekete geçiremedi hatta tam tersine “milliyetçiliği millileştirmek” muhalefetin karşı-milliyetçi bir pozisyonu dile getirmesi için geniş bir söylem alanı açtı. Aslında, milliyetçilik daha görünür ve iddialı hale geldikçe siyasal ve kültürel mücadelenin odağı çok etnili bir ortama kaymıştır. Örneğin, krizlerden önce kültürel ve siyasal mücadelenin parametreleri ezici bir çoğunlukla Kazak milliyetçiliğini destekleyen etnik Kazak aydınları ile Kazak dilini, tarihini ve kültürünü restore etme çabalarına karşı çıkan etnik Ruslar arasında olmuştur. Bu dönemde, Kazak hükümeti, ülkedeki bu iki baskın elit yönelimi barındıracak bir çerçeve tasarlamaya çalıştı. Bölgesel ulus olmanın ve Kazak milliyetçiliğinin belirsiz bir sentezi hem ılımlı Kazak milliyetçilerini hem de azınlık gruplarının hak ve çıkarlarını benimsemek, içermek ve temsil etmek için formüle edildi (Sürücü, 2002, ss. 389-390).
Sonuç
Günün sonunda, Orta Asya devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla son derece kapsayıcı bir milliyetçiliği benimsemiş oldukları söylenebilir. Orta Asya’da bağımsızlık sonrasında bölgesel bütünleşme siyasi süreçlerin öncelikli görevlerinden biridir. Entegrasyon ile kastedilen barışı korumak yeni bir öz imaj ve rol kimliği kazanmaktır (Tolipov, s. 192). Bölgede barış ve istikrar arayışı tüm bölge halkları için elzemdir. Orta Asya devletleri birlik olabilir ve ortak bir politika benimseyebilirlerse hem kendi bağımsızlıklarını pekiştirebilir hem de ulusal ve uluslararası çıkarlarını koruyabilirler. Birleştiklerinde, yeni ve güçlü bir uluslararası aktör imajı kazanabilirler ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan Yeni Dünya Düzeni’nde jeopolitik açıdan önemlerini artırabilirler. Bu nedenlerden dolayı Orta Asya bütünleşmesi; demokratikleşme, barış içinde yaşama ve kalkınma için önem arz etmektedir. Orta Asya’nın beş devleti, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana son derece yavaş bir demokratikleşme sergilediler. İktidardaki rejimler, meşruiyet temeli olarak komünist veya demokratik ideolojinin yokluğunda milliyetçiliği meşruiyet arama aracı olarak kullandılar. Bu rejimler tekrar tekrar, demokrasinin yerel değerlerle bağdaşmadığını veya mümkün olan tek demokrasinin kendine özgü yerel bir Orta Asya türü demokrasi olduğunu öne sürerek demokratikleşmeye doğru yavaş ilerlemeyi haklı çıkarmaya çalıştılar. Gelinen nokta itibariyle demokratikleşmeseler de varlıklarını sürdürebilmeleri açısından başarıya ulaştılar ve bunu da birer ulus-devlet olarak taçlandırabildiler.
Kaynakça
Bingöl, Y. (2004). Nationalism and democracy in post‐communist central Asia, Asian Ethnicity, 5(1), s. 43-60.
Breuılly, J. (1985). Nationalism and the State, Manchester: Manchester University Press.
Brubaker, R. (1996). Nationalism reframed: Nationhood and the national question in the new europe, Cambridge: Cambridge University Press.
Carney, C. P., Moran J. P. (2000). Imagining communities in Central Asia: Nationalism and interstate affect in the post-soviet era, Asian Affairs: An American Review, 26(4), s. 179-198.
Garagozov, R. R. (2012). Azerbaijani history and nationalism in the soviet and post-soviet periods: Challenges and dilemmas, Dynamics of Asymmetric Conflict, 5(2), s. 136-142.
Gellner, E. (2006). Nations and nationalism, Malden, MA, Oxford, and Carlton, Victoria, Australia: Blackwell.
Gleason, G. (1993). Uzbekistan: From statehood to nationhood, Nations and Politics in the Soviet Successor States içinde, (Ed.). Bremmer, I. ve Taras, R., Cambridge: Cambridge University Press.
Hesli, V. (1997). Political institutions and democratic governance in divided societies, (Ed.). Grey, R. Democratic theory and post-communist change, Prentice-Hall, Upper Saddle, NJ.
Hobsbawm, E. J. (2010). Milletler ve Milliyetçilik, (Çev. O. Akınhay). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Hyman, A. (1993). Moving out of Moscow’s orbit: The view for Central Asia, International Affairs, 69(2), s. 288-304.
Kaıser, R. (1994). The Geography of nationalism in Russia and the USSR, Princeton, NJ: Princeton University Press.
Lubın, N. (1994). Central Asia: Issues and challenges for United States policy, (Ed.). Banuazizi, A. ve Weıner, M. The New Geopolitics of Central Asia and Its Borderlands, Bloomington: Indiana University Press.
Mellon, J. G. (2010). Myth, legitimacy and nationalism in Central Asia, Ethnopolitics, 9(2), s. 137-150.
Özkırımlı, U. (2010). Theories of nationalism: A critical introduction, (2. Ed.). New York: Palgrave Macmillian.
Renan, E. (1946). Nutuklar ve konferanslar, (Çev. Ziya ISHAN), Ankara: Sakarya Basımevi.
Roy, O. (2016). Yeni Orta Asya: Ya da ulusların imal edilişi. (Çev. Mehmet Moralı). İstanbul: Metis Yayınları.
Smith, A. D. (1991). National identity, Reno, Las Vegas and London: University of Nevada Press.
Sürücü, C. (2002). Modernity, nationalism, resistance: Identity politics in Post-Soviet Kazakhstan, Central Asian Survey, 21(4), s. 385-402.
Tolıpov, F. (2001). Nationalism as a geopolitical phenomenon: The Central Asian Case, Central Asian Survey, 20(2), s. 183-194.
Urgewicz, C. (1988). Güney Kafkasya: Toprak, ülke ve ulusal kimlik, (Ed.). Leca, J. Uluslar ve milliyetçilikler, (Çev. Siren İdemen). İstanbul: Metis Yayınları.
Vurucu, İ. (2020). Turancılık, (Ed.). Erdem, T. Milliyetçilik, İstanbul: Otorite Yayınları.
[1] Nusrat Karim’in Özbekistan Yazarlar Birliği’nin bağımsızlık broşüründe yayımlanan şiiri, alıntılayan Hyman, (1993, s. 297).