Giriş
Arap milliyetçiliği, Arap halkının birliğini ve kültürel dayanışmasını teşvik etmeyi amaçlayan siyasi bir harekettir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Arap dünyasındaki Avrupa emperyalizmine ve Batılı fikir ve kültürün artan etkisine bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Arap milliyetçiliğinin etkinliği 1950’ler ve 1960’larda doruk noktasına erişmiştir. Arap milliyetçiliği ideolojisini benimseyen partiler, Arap halklarını birleştirmeye ve Arap bağımsızlığını desteklemeye çalışmışlar ve bölgenin siyasi manzarasının şekillenmesinde önemli bir rol oynamışlardır.
1970’lerde ve 1980’lerde Levant’taki Arap milliyetçi hareketi, petrol gelirleri artan Körfez monarşilerinin bölgesel ve küresel siyasetteki etkisinin artması, İslami hareketlerin yükselişi ve İsrail ile Filistin halkı arasında devam eden çatışma, İran Devrimi ile birlikte bölgede mezhepçiliğin derinleşmesi gibi bir dizi farklı yönden meydan okumalarla karşı karşıya kalmıştır. Bununla birlikte, Arap milliyetçiliği fikri bölge politikalarını ve toplumlarını etkileyen belirleyen önemli faktörlerden biri olma özelliğini korumaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arap milliyetçiliği, Arap halkını tek bir bayrak altında birleştirmeyi ve yabancı hakimiyetine direnmeyi amaçlayan siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın başlarında, Levant’taki ve Arap dünyasının diğer bölgelerindeki Arap milliyetçileri, Arap halkların bağımsızlığı ve kendi kaderini tayin hakkı için destek oluşturmaya çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu dağılmış ve Arap toprakları, Avrupalı güçlerin kontrolü altında bir dizi manda bölgesine bölünmüştür. Bu ortamda Batı, Levant’taki Arap milliyetçilerinin yeni “ötekisi” haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap milliyetçiliği, sömürgecilik ve sömürge sonrası bağımlılık karşıtı hareketler bütün dünyayı etkilerken bölgedeki bağımsızlık ve özgürlük hareketlerinin öncülüğünü üstlenmiştir. 1950’lerde ve 1960’larda Ürdün, Lübnan ve Levant’ın diğer bölgelerindeki Arap milliyetçileri bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme mücadelesinde önemli bir rol oynamışlardır. İsrail’in Arap ülkeleri karşısında durdurulamayan ilerleyişi durumundan ötürü Siyonizm, Arap milliyetçilerinin en önemli yeni “ötekisi” haline gelmiştir. İran, Türkiye ve Etiyopya gibi Arap ülkelerinin Arap olmayan komşuları da özellikle Arap dünyası ile yaşanan çıkar uyuşmazlığı dönemlerinde, Batı ve Siyonizm ölçeğinde olmasa da Arap milliyetçilerinin “ötekisi” olarak nitelendirilmişlerdir.
Satı el-Husri, Mişel Eflak gibi teorisyenler, Irak Kralı I. Faysal, Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır, George Habaş liderliğindeki Arap Milliyetçi Hareketi, Libya lideri Muammer Kaddafi, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat, Irak’ta Arap Sosyalist Baas Partisi lideri Saddam Hüseyin, Suriye’de Baas Partisi lideri Hafız Esat; Arap milliyetçiliği ile ilişkili önemli kişiler ve gruplar arasında sayılabilir.
Kavramsal Açıdan Arap Milliyetçiliği
Arap milliyetçiliği (el-Kavmiyye el-Arabiyye), Arapların tek bir ulus olduğunu ileri süren ve Arap halkının birliğini destekleyen, Arap medeniyetinin, Arapların dilini ve edebiyatını yücelten, Atlantik Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar Arap dünyasının yenilenmeye ve siyasi birliğe (pan-Arabizm’e) davet eden bir ideolojidir. Addi, Arap milliyetçiliği ile ilgili olarak üç temel tipolojiden söz edilebileceğinden söz etmektedir: Proto-Milliyetçilik olarak Vehhabilik, başlangıçta Mısır’da etkili olan liberal Arap milliyetçiliği ve Birinci Dünya Savaşı’dan 1967 yenilgisine kadar olan dönemde etkili olan radikal Arap milliyetçiliği (Addi, 2017, s. 18). Suriye ve Lübnan’da etkili olan milliyetçi hareketlerin, bazıları liberal milliyetçilik akımına yaklaşan özellikler gösterse de geneli itibarıyla geniş halk kitlelerini Batı ve Siyonizm karşıtlığında harekete geçirmeyi amaçlayan radikal Arap milliyetçiliğine daha yakın oldukları görülmektedir.
Milliyetçilik olgusu ile ilgili düşünceler ulusların tarihte hep var olduğunu savunan ilkçilik (primordialism), ulusların ve milliyetçilik fikrinin şu ya da bu şekilde modern dönemlerde ortaya çıktığını savunan modernizm ve bu ikisi asında bir orta yol olarak değerlendirilebilecek olan etno-sembolcülük olmak üzere üç ana başlık altında değerlendirilebilir. Etno-sembolcüler, milliyetçiliğin modern çağın bir ürünü olduğunu kabul ederek ilkçilerden; milliyetçiliği kapitalizm ve endüstrileşme gibi modern süreçlerle açıklayan kuramlarla yetinilmemesi gerektiğini söyleyerek de modernistlerden ayrılırlar (Özkırımlı, 2005, s. 34-35) Arap milliyetçiliği ideolojisi, Arap ulusunun 19. ve 20. yüzyıllarda milliyetçiliğin yükselişinden önce tarihsel bir olgu olarak var olduğu inancından yola çıkması hasebiyle ilkçi milliyetçi düşünce grubunda değerlendirilebilir. Buna göre, bilinmeyen zamanlardan beri var olan Arap ulusu, Arapçanın kademeli gelişimi ve bölgede İslam’ın bir din ve kültür olarak yükselişiyle son şeklini almıştır. Bu noktada Mişel Eflak gibi gayrimüslim teorisyenlerin de ön kabulüne göre hem Arapçanın hem de İslam’ın, Arap ulusunun iki temel unsuru olarak görülmesi dikkat çekicidir.
Arap milliyetçiliği 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti karşıtı bir akım olarak başlamıştır. 1860’larda, o dönemde Osmanlı kontrolünde olan Levant ve Mezopotamya’da üretilen edebiyat, Osmanlı Türklerini İslam’a ve Arap dünyasına ihanet etmekle suçlayan bir içeriğe sahipti. Arapların askerî zaferlerini ve kültürel ihtişamını dinin gelişine bağlayan bu görüşe göre, İslam ve Müslümanlar her zaman geri durumda değildi ve esasen Avrupa modernizminin kendisi de İslami kökenliydi. Bu görüşte olanlar reformcu Osmanlı ve Mısır hükümetlerini, doğal olmayan ve yozlaşmış olarak görülen Batı uygulamalarını Avrupalılardan ödünç almaya çalışmakla suçlamakta; gerçek İslam’ın ihya edilmesi yoluyla anayasal (meşruti) hükümetler kurulması ve özgürlüklerin genişletilmesi gerektiğini ileri sürmekteydiler (Khalidi, 1991, ss. 9-11). Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap milliyetçilerinin amacı, Batı etkisini sona erdirmek ve Batı’ya bağımlı olduğu düşünülen Arap hükümetlerini ortadan kaldırmaktı (Dawisha, 2003, ss. 25-4). Arap ülkeleri karşısında İsrail’in durdurulamayan ilerleyişi münasebetiyle yeni hedef Siyonizm ile mücadele olmuştur. Altı Gün Savaşı’ndaki yenilginin ardından Arap milliyetçiliğinin işlevselliği ile ilgili beklentiler sönükleşmiştir. İzleyen dönemde Arap milliyetçiliği hareketinin bölgesel siyasetteki etkisi gerilese de tamamen ortadan kalkmamıştır.
Arap milliyetçiliği, tarihsel süreçte sarsıldığı düşünülen farklılık ve birlik şuurunun çağdaş koşullarda yeniden işlevsel hale getirilmesini amaçlayan bir ideolojidir. Dolayısıyla Arap milletinin kendine has hasletleri ve vasıflarıyla ontolojik bir gerçeklik olduğu ön kabulünden hareket eden Arap milliyetçiliği bu milletin tek bir siyasi sistem altında ve bütünleşmesini (pan-Arabizm) hedeflemektedir (Choueiri, 2001, s. 25). Öyle ki, Mısır’da firavunlar, Levant’ta Kananîler ve Ârâmîler, el-Cezire’de Âsûrîler ve Babilliler gibi eski çağlarda Arap coğrafyasının farklı noktalarında yaşamış kavim ve kültürlerin mirası da Arap milliyetçiliğinin müktesebatı arasında görülmüştür (2000, s. 26). Bu durum Arap milliyetçiliğinin temel amaçlarından biri olan pan-Arabizm’in temel açmazlarından biri olmuştur. Çünkü Mısır, Suriye ve Irak gibi Arap milliyetçiliğini sembolik sermaye (ya da yumuşak güç unsuru) olarak kullanmak isteyen ülkelerden her birinin kendi topraklarına özgü müktesebatı öncelemeye çalışması kaçınılmaz olarak merkezkaç etkisi doğurmuş ve Afrika Boynuzu’ndan Suriye’ye, Irak’tan Moritanya’ya kadar uzanan coğrafyada Arap ülkeleri arasındaki rekabeti ve ayrışmayı derinleştirmiştir. Esasen sınırları sömürgeci ülkelerin çıkarlarına göre belirlenen ve bağımsızlıklarını kazandıktan sonra oluşturulan “ulus devlet”lerin bekasını güvence altına alma amacı da bu ayrışmanın temel sebebidir ve Arap devletleri tarihi kültürel ve antropolojik mirası bu amaçla kullanma yoluna gitmişlerdir. Nitekim Arap milliyetçiliğini anlatmak için kullanılan “kavmiyye” ve “vataniyye” terimleri de bu ayrışmayı yansıtmaktadır. Bu iki kavram bazen çelişen bazen birbirini tamamlayan iki farklı olguyu ifade etmektedir.
Kavmiyye, Arap birliği ve dayanışması fikrini ve Arap halkının ortak bir tarih, kültür ve dil ile tek bir ulus oluşturduğu inancını ifade eder. Bu kavram, Arap halkı arasındaki kültürel ve dilsel ortaklıkları ve ortak hedeflere ulaşmak için birlikte çalışma ihtiyacını vurgular. Kavmiyye ile en çok özdeşleşen kişi, kendi pan-Arap ideolojisini Arap dünyasına yaymak için hem askerî hem de siyasi gücü kullanan Mısırlı Cemal Abdunnasır olmuştur. Kavmiyye bugün hâl güçlü bir siyasi akım olmaya devam ederken, Nasır’ın ölümü ve Arapların Altı Gün Savaşı’ndaki yenilgisi bu ideale olan inancı zayıflatmıştır. Vataniyye kavramı ise belirli bir ulus-devletin savunulmasına ve desteklenmesine odaklanan daha dar, bölgesel temelli bir milliyetçiliği ifade etmektedir. Bu kavram, bireysel Arap ülkelerinin egemenliğini ve bağımsızlığını ve siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumanın önemini vurgular. Kavmiyye ve vataniyye genellikle birbiriyle çelişen kavramlar olarak görülse de bunların bir arada var olabileceğini ve hatta birbirini tamamlayabileceğini ileri sürmek de mümkündür. Buna göre, bir birey hem Arap birliğini hem de kendi ulus-devletinin egemenliğini destekleyebilir. Ancak Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazandıkları 20. yüzyıl başından günümüze kavmiyye ve vataniyye kavramları arasındaki gerilimin tümüyle ortadan kaldırılabileceğini gösteren bir konjonktür henüz oluşmuş gözükmemektedir. Dört yüz milyona yakın nüfusa sahip olan, geniş bir coğrafyaya yayılan, insan kaynakları, doğal kaynaklar, ekonomik koşullar, büyük güçlerle ilişkiler, siyasi kurumsallaşmada görülen farklılıklar vb. göz önüne alındığında Arap dünyasında bu gerilim ve ayrışmanın devam etmesi kaçınılmazdır. Irak-Suriye, Mısır-Sudan, Cezayir-Fas gibi Arap ülkeleri arasındaki zaman zaman ağır krizlere neden olan müzmin sorunlar bu savı desteklemektedir. Arap ülkeleri arasında Avrupa Birliği benzeri derinliğe ve genişliğe sahip bir ekonomik ve siyasi bir bütünleşme sağlanmadıkça Kavmiyye ve vataniyye kavramları arasındaki açmazın devam edeceği tahmin edilebilir.
Arap milliyetçiliği Fransız Devrimi’nin ardından dünyada gittikçe yaygınlaşan milliyetçilik dalgasının bir parçası ve Levant ve Mısır merkezli olarak doğmuştur. Arap milliyetçiliğinin gelişimi konusunda iki bölge arasında ciddi bir etkileşim söz konusu olsa da Suriye ve Lübnan’da ortaya çıkan milliyetçi dalga gerek sosyolojik ve entelektüel arka planı gerekse Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde oynadığı rol nedeniyle Mısır’da gelişen milliyetçi dalgadan ayrışmaktadır. Lübnan’da Hıristiyan filozof İbrahim el-Yazıcı öncülüğünde 1870’lerin sonlarında Arapları dirilişe davet etmeyi amaçlayan gizli bir cemiyet kurulmuştur. Zamanla Lübnan ve Şam’da, çoğu Müslümanlardan oluşan gruplar benzer gizli hareketler oluşturmuşlardır. Ne var ki, Arapçılığa karşı çıkan Hıristiyan gruplar tamamen bağımsız bir Lübnan çağrısı yaparken, Müslüman Arap toplumları genellikle hâlâ Osmanlı yönetimi altında olan özerk bir Büyük Suriye’yi (Büyük Suriye Milliyetçiliği) desteklemekteydiler (Khalidi, 1991, ss. 9-11).
Bu noktada Suriye’de başından beri etkili olan bir “Büyük Suriye” milliyetçiliğinden de söz etmemiz gerekir. Büyük Suriye milliyetçiliği günümüz Suriye devletinin kuruluşundan ve Baas milliyetçiliğinden de eski tarihlere gitmektedir. Bu akım, Osmanlı döneminde Bilad-ı Şam adı verilen bölgede tek bir Suriye devleti kurulmasını amaçlamaktaydı. Suriye milliyetçiliği, 19. yüzyılın sonlarında Nahda (Diriliş) hareketiyle bağlantılı olarak modern bir düşünce okulu olarak ortaya çıkmış ve Bilad-ı Şam adı verilen bölge başta olmak üzere tüm Arap dünyasını etkilemiştir. İlk Suriyeli milliyetçinin, 1860 Lübnan Dağı iç savaşının ardından Beyrut’ta bölgenin ilk gazetelerinden biri olan Nafir Suria’yı çıkaran, Lübnan Dağı doğumlu, Maruni Kilisesi’nden Protestanlığa geçen ve “vatan” kavramının önemini vurgulayan Butrus al-Bustani olduğu düşünülmektedir (Tauber, 2013, s. 257). 1870 gibi erken bir tarihte, Francis Marrash da vatan kavramını ulus kavramından ayırıp Büyük Suriye’ye uygulamış, dinsel ve mezhepsel farklılıkların dengelenmesinde ve böylece ulusun tanımlanmasında dilin oynadığı role işaret etmiştir (Suleiman, 2003, s. 114). Arap dünyasının bir parçası olma fikrini kabul etmekle birlikte, Suriye’nin Arap halkının lideri olduğunu iddia eden ve tüm Arapları aynı düzeyde görmeyi reddeden elitist bir yaklaşıma sahip olan Büyük Suriye milliyetçiliği, 1932’de Antun Saadeh tarafından kurulan Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nin (SSNP) kurulmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır (Yonker, 2021, s. 49).
Antun Saadeh’e göre Suriye milliyetçiliği, bölgedeki tüm farklı dinî mezhepleri ve varyasyonları ve ayrıca bölgenin farklı halklarının karışımını gruplandırarak ortak bir Suriye tarihi ve milliyeti varsaymaktaydı. Çünkü Suriye’nin bir coğrafi kavşak noktasında bulunması, Suriye bölgesinin çeşitliliğini de açıklamaktadır (Pipes, 1990, s. 16). Mezhepçiliğe yönelik genel eğilime direnen Sa’adeh, din adamlarının dünyevi gücünün bölgenin birleşmesi önündeki en büyük iç engel olduğunu, Suriye ulusunun temelinin etnik, dinsel veya dilsel bağlardan çok bölgesel özerkliğe dayalı ve laik olması gerektiğini savunmuştur. Büyük Suriye’yi “Kuzeybatıda Toroslar ve kuzeydoğuda Zagros dağlarından güneyde Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz’e kadar uzanan ve Sina Yarımadası ile Akabe Körfezi’ni içine alan ve batıda Kıbrıs Adası da dahil olmak üzere Suriye Denizi’nden, doğuda Arabistan çölü kemerine ve Basra Körfezi’ne kadar” uzanan vatan olarak tanımlayan Saadeh, Büyük Suriye’yi tek bir ulus olarak tasavvur etmiş ve coğrafi kimliğe büyük önem vermiştir (Sethian, 2007, s. 99). Sa’adeh’e göre bu doğal coğrafi sınırlar, bölgesel bir siyasi birlik için uygun bir temel sağlamaktaydı. Fenikecilik ve pan-Arabizm taraftarları gibi, Sa’adeh de bu bölgenin eski sakinlerini medeniyetin öncüleri olarak görmekteydi. Lübnan’da ise Saadeh’in fikirleri, sadece kendilerini daha büyük Maruni ve pan-Arabist Sünni grupların vizyonlarından dışlanmış hisseden Rum Ortodoks ve diğer azınlık topluluklarına hitap etmekteydi (el-Husseini, 2012, s. 202).
Lübnan’daki Sünni çoğunluğun büyük bir kısmı, Arap milliyetçiliğine yönelik bölgesel hareketten etkilenmiştir. Lübnan’da Arap milliyetçileri Lübnan’ın sömürge gözetiminden bağımsızlığını iyi bir fikir olarak görmelerine rağmen, Maruni Falanjistlerin Fenikeci söyleminin Arap-Müslüman toplumunu marjinalleştirdiğini hissetmekteydiler. Sünnilerin çoğunluğu yeni kurulan Lübnan devletini gerçek bağımsızlıktan ziyade Batı müdahalesinin bir eseri olarak görmüştür. Pan-Arap hareketinin bölgesel uyumu gittikçe daha dar dinî ve yerel/ülkesel özellikler kazansa da Lübnan’da pan-Arabist bir ulusal kimlik arzusu, Sünnilerin siyasi eylemlerini motive etmeye devam etmiştir (2012, s. 201-202).
Albert Hourani ise çok mezhepli Lübnan’a özgü Arap milliyetçiliğinin nüfus yapısı, beylik sistemi, yerel yönetim özerkliği, ortak dil olarak Arapça gibi unsurlar üzerine inşa edildiğini ileri sürmektedir (Hourani, 1981, s. 126).
Tarihsel Süreç
Arap yenilenmesine en büyük kaktı 19. yüzyılın ikinci yarısında Hıristiyan Suriye-Lübnan entelektüellerinden gelmişti. Bu kesim dinî yönden Osmanlı’ya hiçbir bağlılık hissetmiyordu ve Amerikan ve Avrupalı misyonerlerden aldıkları eğitimin de etkisiyle bağımsız seküler bir Arap devleti için ısrar etmek onlar için çok kolaydı (Tibi, 1997, s. 230).
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesine kadar Batılı ülkelerle dirsek teması içinde olan Arap milliyetçiliği, Fransa ve İngiltere’nin Arap ülkelerini sömürgeleştirmesinden sonra yön değiştirmiştir. Batı artık özgürlük için kendisiyle mücadele edilmesi gereken bir düşmana dönüşmüştür. Sömürge öncesi Arap milliyetçiliği, liberal özgürlükleri ve Batılı anlamda burjuva demokrasisini seküler bir Arap devletinde uygulama arayışı içinde bulunurken, sömürge yönetimi altında reaksiyoner, popülist ve çoğunlukla radikal hale gelmiştir. Arap milliyetçiliğinin bu şekli II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Sati el-Husri’nin ve Michel Eflak’in yazılarında formüle edilmiştir.
Osmanlı’nın çöküşünden önce bazen İngiliz bazen de Fransız hayranı özellikler taşıyan Arap milliyetçiliği, Şerif Hüseyin olayında ihanete uğramalarından ve daha sonra Arap ülkelerinin İngiliz ya da Fransız sömürgesi olmasından dolayı, Alman hayranı bir yöne doğru yol almaya başlamıştır. II. Dünya Savaşı döneminde bir yandan Batı sömürgeciliğine olan düşmanlık diğer yandan Almanya ve İtalya’nın başlangıçta kazandıkları başarılar bazı Arap düşünürlerin, Alman etkisi altında pan-Arabist bir Arap milliyetçiliği anlayışı ortaya koymalarına neden olmuştur. Bu düşünürlerden en önemlileri Sati el-Husri ile Suriye’de Michel Eflak idi. O sırada gittikçe güç kazanan komünizm karşısında çaresiz kalan toprak ağaları ve burjuva çaresizlik içinde Michel Eflak’in Baas partisini desteklemişlerdir.
Eflak’e göre Arap milliyetçiliğinin temeli İslamlıktır ve İslamlık tarihin her döneminde Arap ruhunun tabiata, topluma karşı “yabancılaşma” tehlikesinden kurtulması sürecidir. İslamlık Arap milliyetçiliğinin ve tarihsel Arap misyonunun bizatihi kendisidir. Eflak’a göre, bütün Araplar tek bir ulustur ve ulusun tarihi ve büyük bir misyonu ise sosyalizmi gerçekleştirmektir.
18. ve 19. yüzyıllarda Avrupalı tüccarların Akdeniz’deki ticari faaliyetlerini artırmaları Osmanlı topraklarında, özellikle Levant bölgesinde ekonomik yapının Avrupa’ya eklemlenmesine neden olmuştu. Bölgede açılan misyoner okulları ise kültürel anlamda modern Batılı fikirlerin hızla yayılmasına neden olmuştur.
1911’de, Şam ve Lübnan’dan gelen Müslüman aydınlar, Paris’te küçük bir Arap milliyetçi kulübü olan al-Fetât’ı (Genç Arap Topluluğu) kurmuşlardır. Amacını “Arap ulusunun seviyesini modern ulusların düzeyine çıkarmak” olarak duyuran el-Fetât, Osmanlı Devleti içinde daha fazla özerklik çağrısında bulunmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nden gelen baskının artması üzerine yeraltına çekilen örgüt, Arap vilayetlerinin tek bir Arap devleti halinde imparatorluktan ayrılmasını talep etmeye başlamıştır (Choueiri, 2001, ss. 166-168) ama bu çağrının kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun sadık tebaası olarak gören Arapların çoğunluğu üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmamıştır (Karsh, 2003, s. 229). Bu noktada asıl kırılma Birinci Dünya Savaşı ortamında Osmanlı yönetiminin Lübnan’daki mutasarrıflık düzenini lağvedip bölgeyi doğrudan askerî yöneticilere bağlaması ile gerçekleşmiştir. Savaş ortamında vergilerin artırılması, bölgedeki ekonomik kaynaklara savaş levazımatı olarak el konulması, Müslim-gayrimüslim ayrımı gözetilmeksizin tüm Lübnanlıların askere alınması ve son olarak İngiltere ile görüşmeler gerçekleştirdiği açığa çıkan Şerif Hüseyin ile bağlantılı olduklarından kuşkulanılan 16 kişinin Beyrut meydanında idam edilmeleri bölge halkının ve elitinin Osmanlı’ya karşı tavrının tamamen değişmesine neden olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere, öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun gücüne karşı kullanılacak bir silah olarak, Arap milliyetçi düşünce ve ideolojisinin önemli bir destekçisi olmuştur. Arap güçlerine Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’in büyük bölümünü kapsayan bir devlet vaat edilmiş olsa da İngiltere ve Fransa arasındaki gizli Sykes-Picot Anlaşması bu bölgenin iki emperyal güç arasında paylaşılmasını öngörmüştür.
Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal 1918’de Şam’da Levant ve Hicaz’ın büyük bölümünü kapsayan bir Arap devleti ilan etmiştir. El-Fetât üyeleri bu yeni devletin çekirdeğini teşkil etmekteydi. Bu dönemde Kudüs, Beyrut ve Bağdat’taki Arap milliyetçileri Şam’ı merkez olarak görmeye başlamışlardır. Yine bu dönemde pan-Arabizm (kavmiyye) ile mahalli talepler (vataniyye) arasındaki gerilim de yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştı (Choueiri, 2001, ss. 171-173). El-Fetât içinden İzzet Derveze ve Şükrü el-Kuvvetli gibi isimlerin de aralarında olduğu bir grup genç Arap birliğini (ittihat) ve bağımsızlığını tamamlamak amacıyla Şubat 1919’da Arap İstiklal Partisi (AIP)’i kurmuştur.
Arap topraklarının Fransız ve İngiliz kontrolü altında olduğu iki savaş arası dönemde, Arap milliyetçiliği Batı karşıtı bir muhalefet hareketi haline gelmiştir. İzleyen dönemde Osmanlı karşıtlığının belli bir tonu Arap milliyetçiliği fikirlerinden hiç eksik olmasa da Arap milliyetçiliğinin temel ötekisi bir yanda sömürgeci ya da sömürge sonrası Batılı güçler, diğer yanda ise Filistin sorunu nedeniyle İsrail olmuştur. Irak-İran Savaşı nedeni ve Körfez ülkeleri-İran anlaşmazlığı nedeniyle İran, Suriye, Mısır ve Irak gibi Arap ülkeleriyle yaşanan dönemsel anlaşmazlıklar nedeniyle Türkiye, Mısır ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle Etiyopya zaman zaman Arap milliyetçiliğinin ötekisi olarak tanımlanmaya çalışılsa da bu tanımlamalar belli ülkelerin özel amaçlarıyla sınırlı kalmış ve bu ülkeler Arap milliyetçiliğinin ötekisi olma konusunda hiçbir zaman Batılı dünyası ve İsrail düzeyine düşmemişlerdir.
1920-1921 yıllarında Irak’ta İngiltere’ye karşı, 1925’te, Sultan el-Atrash liderliğindeki Güney Suriye’nin Dürzileri tarafından Fransız yönetimine karşı ayaklanmalar gerçekleştirilmiştir. Suriye’deki isyan Şam başta olmak üzere ülkenin her yerine yayılmıştır. İsyan, bastırılsa da Fransızları Suriye’nin bağımsızlığını tanıma konusunda daha fazla adım atmaya zorlamıştır.
Mısır’da da İngiliz hegemonyasına karşı 1919’da başlayan isyanlar 1922’de Mısır’ın resmî bağımsızlığı ile sonuçlanmıştır. Başlangıçta Mısır Devrimi’nin siyasi liderleri, Arap milliyetçiliği (kavmiyye) yerine Mısır milliyetçiliğini (vataniyye) benimsedilerse (Choueiri, 2001, s. 178) de zamanla Irak, Suriye ve Kuzey Yemen’de bağımsızlık yönünde ortaya çıkan gelişmeler nedeniyle tüm Arap dünyası ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1931’de Kudüs’te düzenlenen Siyonizm karşıtı kongre pan-Arabizm çabalarını hızlandırmıştır. Kuzey Afrika, Mısır, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’den delegeler Arap meselelerini tartışmak için ilk kez bir araya gelmiştir. Kongrede Arap ülkelerinin ayrılmaz ve bölünmez bir bütün oluşturduğu, Arap milletinin hiçbir tür bölünmeyi kabul edemeyeceği ve tanımayacağı, sömürgeciliğin hiçbir türünün kabul edilemeyeceği, buna direnmek için bütün kaynakların seferber edilmesi, bütün Arap ülkelerinin ve halklarının bağımsızlık mücadelesine katılmaları, siyasi faaliyetleri yerel veya bölgesel meselelerle sınırlayan her çabaya karşı mücadele edilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Ağustos 1933’te, ortak bir Arap pazarı ve sanayi üssü oluşturmak ve Arap ülkeleri arasındaki gümrük engellerini kaldırmak amacıyla Batı eğitimli profesyonel kamu hizmeti grupları tarafından Lübnan’da Milliyetçi Hareket Birliği (LNA) kurulmuştur (Choueiri, 2001, s. 85). LNA, toprak sahiplerinin gücünü sınırlamak için tarım reformu yapılmasını ve endüstrinin teşvik edilmesini önermiştir. Erken dönemde, toprak ağalarını ve dolayısıyla Avrupalı güçlerin bölgesel çıkarlarını tehdit eden bu hareket 1930’lar boyunca etkisini hissettirse de 1940’lara kadar varlığını koruyamamıştır.
Arap milliyetçiliğinin Batı karşıtı bir nitelik kazanmasına neden olan faktörlerden biri bölgedeki Batı sömürgeciliği ise diğeri Filistin sorunu olmuştur. 1920’li ve 1930’lu yıllarda Filistin topraklarına mütemadiyen gerçekleşen Yahudi göçü ve İngiliz sömürge yönetiminin Yahudilere tanıdığı ayrıcalıklar bu dönemde Yahudi karşıtlığının somutlaşmasına neden olmuştur. 1935 yılında Suriyeli İzzeddin el-Kassam’ın İngiliz güçleri tarafından öldürülmesinin ardından Filistin’de Arap-Yahudi gerilimi doruk noktasına ulaşmış ve ayaklanmalar başlamıştır. AIP ve Filistinli ileri gelenleri, Kudüs Baş Müftüsü Emin el-Hüseyni’yi Filistin lideri olarak tanımıştır. Ardından Arap Yüksek Komitesi (AHC) kurulmuş ve Yahudilere karşı siyasi, ekonomik ve sosyal bir boykot başlatılmıştır. İngiliz sömürge yönetimi olaylara müdahale edip AHC’yi dağıtmış ve Emin el-Hüseyni’yi Lübnan’a sürgüne göndermiştir. El-Hüseynî, 9 Eylül 1937’de Suriye’de Arap dünyasının dört bir yanından 524 delegeyi bir araya getiren pan-Arap Bloudan Konferansı’nın düzenlenmesinde etkili olmuş ancak kendisi bu konferansa katılamamıştır (Choueiri, 2001, s. 97). Filistin’de başlayan ayaklanmalar 1939’da bastırılmışsa da “Arap milliyetçi duygusunun büyümesine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur” (Dawisha, 2009, s. 117).
Suriye’de gittikçe artan Fransız karşıtlığı, Bişara el–Khuri liderliğindeki gurubun ve Beyrut Marunî Patriği’nin desteğini alan Ulusal Blok’un geniş çaplı şiddet gösterileri başlatması ve Ocak-Şubat 1936’da bir genel grev gerçekleştirilmesi üzerine Suriye’nin bağımsızlığı için Fransız hükümetiyle görüşmeler başlamış ve Fransa 1936’da Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanımıştır. Ne var ki, Suriye’de Fransa ile uzlaşmacı politikalar izleyen ve İskenderun’un Türkiye’ye devredilmesini kabul eden Ulusal Blok, milliyetçilerin ağır eleştirilerine maruz kalmış ve yönetimdeki yerini Ulusal Hareket Birliği’ne bırakmıştır.[1] Lübnan’da ülkenin bağımsızlığını savunanların öncülüğünü Arap birliğini savunan Arap milliyetçileri (kavmiyye)’nden ziyade, Fenikecilik (Phoenicianism) adı verilen Lübnan milliyetçiliğini ve Arap değil Batı kültürü temsilciliğini esas alan (el-Husseini, 2012, s. 42) Lübnan Falanjist Partisi üstlenmiştir (el-Husseini, 2012, s. 42). Hitler etkisiyle kurulan parti, Lübnan’ın 1920 sınırları içinde yaşayanların kesin anavatanı olduğunu ve Lübnan milliyetçiliğini (vataniyye) savunmaktaydı (Traboulsi, 2007, s. 102). Vataniyye fikrini savunanlar da kendi aralarında ikiye ayrılmış görünüyorlardı: Bir yanda dar anlamda Lübnan’ı ön plana çıkaran, onu Batı dünyasının bir parçası olarak göstermeye çalışan Falanjistler, diğer yanda Antun Saadeh’nin fikirlerine uygun olarak Büyük Suriye idealini paylaşanlar (2007, s. 102).
İkinci Dünya Savaşı sırasında Filistin ve Irak’taki Arap milliyetçisi hareketlerin Alman yanlısı bir eğilime sürüklendikleri görülmüştür. Bunda İngiliz yönetiminin bölgesel politikalarına gösterilen tepkiye ilaveten Suriye’de Alman yanlısı Vichy hükümetinin kontrolü ele geçirmesinin etkisi büyük olmuştur. Bu dönemde İngiliz-Alman rekabetinin etkileri bölgede, özellikle Suriye, Filistin ve Irak’ta derinden hissedilmiştir (Choueiri, 2001, ss. 95-96). Bunun üzerine İngiltere, İngiliz karşıtı duyguları hafifletmek amacıyla 1942’de Mısır’da Mısır ile Arap dünyası arasında daha güçlü bağlar geliştirme çağrısında bulunan Mısır merkezli ve Bağdat, Beyrut, Yafa ve Şam’da şubeleri bulunan Arap Birliği Kulübü’nün kurulmasını desteklemiştir. İzleyen dönemde Ürdün Kralı I. Abdullah “Büyük Suriye”, Nuri Said ise Bereketli Hilal Federasyonu hayaliyle ulus devletlerin üyesi olduğu genişletilmiş bir Arap İmparatorluğu inşa etmeye çalışmışlarsa da bu girişimler Arap milliyetçiliği akımları nezdinde kabul görmemiştir (Sela, 2002. s. 154). Suriye’de Haşimileri pan-Arap fikirlerin gerçekleştirilmesi önünde ciddi bir engel olarak gören Kuvvetli’nin muhalifleri, onu Haşimiler ile anlaşmaya zorlamışlarsa (Dawn, 1988, s. 51) da Kuvvetli Suriye’nin cumhuriyet olarak kalmasında ısrar etmiştir.
1. Dünya Savaşı sırasında Mısır ve Suriye merkezli milliyetçi düşünce akımları arasındaki farklılaşmalar, Suudi ve Haşimi rekabetinde Haşimilerin Arap milliyetçilerinin desteğini alma çabaları, Fransa’nın Almanya karşısında mevzi kaybetmesi nedeniyle Alman yanlısı eğilimlerin güçlenmesi, buna karşı İngilizlerin Arap devletleri arasında kurulacak bir siyasi birliği desteklemesi Arap milliyetçiliği ve pan-Arabist düşünce akımları için ciddi sınamalar getirmiştir (Toffolo, 2008, s. 32). II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllar ise Arap milliyetçileri için daha ağır sınamalara sahne olmuştur. 1947’de yoğunlaşan Arap-İsrail çatışmaları sırasında milliyetçi eğilimler Filistinli Arapları savunmak amacıyla müdahale edilmesi için baskı ortamı oluşturmuşlarsa da İngiliz politikaları nedeniyle orduların donanımsız kaldığını ve bazı ülkelerde hiç ordu bulunmadığını gören Arap ülkeleri genelkurmayları bu konuda çekimser davranmışlardır. Ne var ki, Haşimi Irak ve Ürdün çatışmalara müdahale kararı alınca, Arap milliyetçiliğinin etkisi altında bulunan ve bekledikleri BM müdahalesinin gelmediğini gören Mısır, Suriye ve Lübnan gibi milliyetçiliğin etkisi altında bulunan ülkeler de Filistin lehine müdahale kararı almak zorunda kalmışlardır (Dawn, 1988, s. 54). İsrail’in askerî üstünlüğü karşısında Arap ülkelerinin çaresiz kalması Arap milliyetçileri için ciddi bir travma oluşturmuş, izleyen dönemde bu travma Arap milliyetçiliğinin temel özelliklerinden bir haline gelmiştir. Bu ortamda Zeki el-Arsuzi,[2] Ekrem el-Havrani[3] ve Baas Partisi’nin kurucuları olan Mişel Eflak[4] ve Selahattin el-Bitar[5] tarafından öteden beri dile getirilmekte olan Baasçı ve sosyalist fikirler feodaliteye dayalı mevcut toplumsal ve siyasi düzeni daha güçlü bir şekilde eleştirmeye başlamışlardır (Landis, 1998, ss. 369-396). Bu travmatik ortamın doğal sonucu olarak Arap milliyetçiliği irrasyonel, tepkisel ve aşırılıkçı bir nitelik kazanmış, bu tepkisel Arap milliyetçiliğinin etkisi altında kalan liderler ve yönetimlerin sahadaki gelişmeleri rasyonel bir şekilde okuma, davranma ve önlem alma yetenekleri son derece sınırlı hale gelmiştir.
1945 yılında kurulan Arap Ligi ise İngiliz emperyal stratejisi, Ortadoğu’da ulus devlet oluşumu, bölgesel anti-emperyalizm ve Arap anti-Siyonizmi gibi faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkmıştır (Lüthi, 2020, s. 42). Arap Ligi, bir bakıma II. Dünya Savaşı sonrası dönemde İngiltere’nin bölgede gittikçe etkili olmaya başlayan Arap milliyetçiliği hareketlerini kontrol etmek amacıyla desteklediği bir oluşum şeklinde değerlendirilebilir. Ancak Arap Ligi bir yandan Arap ülkelerinin birbirlerine karşı duydukları kuşkuların Soğuk Savaş ortamında gittikçe derinleşmesi, diğer yanda ise kavmiyye ve vataniyye yaklaşımları arasındaki gerilimler nedeniyle nispeten etkisiz bir birlik olarak kalmıştır. Nitekim aynı faktörler 1960’lı yıllarda Mısır öncülüğünde Suriye, Irak, Kuzey Yemen, Sudan ve Libya gibi ülkeler arasında denenen Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) gibi siyasi birlik girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerinde de etkili olmuştur.
Irak monarşisinin bertaraf edilmesinden sonra Arap solu, Arap topraklarının büyük bölümünü kontrol altına almıştır. Ne var ki bu zafer ABD’nin Lübnan’a, İngilizlerin de Ürdün’e müdahale etmesi, Suudi-Haşimi rekabetinin ittifaka dönüşmesi gibi nedenlerden dolayı yarım kalmıştır. General Kasım Irak’ta Nasırcıları saf dışı bırakmış ve Arapların gerçek liderinin kendisi olduğunu ilan etmiştir (Lüthi, 2020, s. 42). Suriye’de Baasçılar, Sovyetlerin ve Suriye Komünistlerinin desteğini alan Khalid el-Azm’a karşı, Birleşik Arap Cumhuriyetini (BAC) kurmak için Nasır’a teklif götürmüşlerdir ve Nasır, bu teklifleri Arap milliyetçiliğinin getirdiği baskın siyasi ortam nedeniyle geri çevirememiştir.[6] Ancak Nasır’ın tam bir entegrasyon için öne sürdüğü koşullar, Suriye’yi Mısır’ın idari yapısıyla uyumlu hale getirecek önlemler içermekteydi. İzleyen dönemde Nasır’ın Suriye’de halk tarafından desteklenmeyen ekonomik politikalar uygulaması ve yeni rejimdeki Suriyeli sesleri etkili bir şekilde marjinalleştirmesi BAC’ın kısa sürede sonra ermesine neden olmuştur. Nitekim Baas-Nasır koalisyonundaki ikincil konumlarından giderek hoşnutsuz olan hükümetin Baasçı üyeleri 1959’da koalisyondan çekilmiştir. Yönetimde giderek artan doğrudan Mısır etkisi nedeniyle Suriye’de başarılı bir askerî ayaklanma gerçekleşmiş ve Eylül 1961’de Suriye Birlikten ayrılmıştır (Dawn, 1988, s. 58). Nasır tepki olarak S. Arabistan, Ürdün, Suriye ve Yemen’e karşı propaganda savaşını şiddetlendirmiş ve 1962’de Yemen iç savaşına müdahale etmiştir. Irak ve Suriye’de gerçekleşen Baasçı darbelerin ardından yapılan üç taraflı görüşmelerde Nasır ile Baasçıların anlaşmasının imkansızlığı anlaşılmıştır (Dawn, 1988, s. 59).
Radikal Arap milliyetçiliği 1950’li ve 1960’lı yıllarda Nasır’ın yükselişi ile birlikte doruk noktasına çıkmış ve 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndaki yenilgisi ile ağır bir travmaya maruz kalmış ve izleyen süreçte etkisini giderek kaybetmiştir. Bu dönemde Arap milliyetçiliği Suriye’de ve Irak’ta Baasçılar tarafından, Libya da Kaddafi tarafından canlandırılmaya çalışılmışsa da hiçbir zaman Nasır dönemindeki ihtişamını geri kazanamamıştır. Örneğin 1978 yılında Suriye ve Irak arasında Camp David Anlaşmaları’na tepki olarak birlik oluşturma girişimleri ortaya çıkmışsa da “ulusal egemenlik” (vataniyye) ve Saddam Hüseyin’in, oluşturulan birliğe hükümran olma çabalarına gösterilen tepkiler yüzünden akim kalmıştır (Ma’oz, 1995, s. 153). Enver Sedat’ın İsrail ile barış anlaşması imzalamasına diğer Arap ülkelerinin kolektif tepki göstermeleri (Farsoun, 1991, s. 4) ve 1978 yılında Suriye ve Irak arasında birleşme görüşmeleri yürütüldüğüne dair çıkan haberler (Mufti, 1985, s. 47) Arap milliyetçiliğinin eski günlerine dönmekte olduğu yönündeki düşünceleri canlandırmışsa da, izleyen süreçte Arap ülkeleri arasındaki tartışmaların ve çatışmaların daha önce görülmemiş bir düzeye erişmesi, örneğin Irak-Suriye rekabeti, Irak’ın Kuveyt üzerindeki hak iddialarını yeniden gündeme getirmesi, Suriye-İran yakınlaşması vb. bu düşüncelerin yersiz olduğunu ortaya koymuştur. 1989 yılında Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Moritanya’nın üyelikleri ile kurulan Mağrip Arap Birliği (MAB) ise büyük ölçüde Fas ve Cezayir arasında yaşanan Batı Sahra ve sınır sorunları nedeniyle etkisiz kalmıştır.
Arap Milliyetçiliğinin Etkisini Yitirmesi ve Sonuçları
Saddam Hüseyin, Nasır döneminde doruk noktasına erişmişken 1967 yenilgisi ve Nasır’ın ölümü ile sönükleşen Arap milliyetçiliğinin sembolik gücünü kendi liderliğinde yeniden canlandırma ve kullanma imkânına, daha sönük bir düzeyde de olsa, sahip olmuştu (Zunes, 1991, ss. 8-9). Ama Irak bu etkinliğini İran ile girdiği savaş sonunda kaybetmiştir. Bu noktada Arap milliyetçiliği konusunda iddialı ülkelerden olan Suriye’nin İran politikalarını desteklemesi sonucu Arap dünyasında ortaya çıkan parçalanmışlık görüntüsü de Arap milliyetçiliğinin etkin bir uluslararası ilişkiler aracı olma niteliğini kaybetmesine neden olmuştur.
Kuşkusuz Arap milliyetçiliğinin etkisini kaybetmesinde en önemli faktör Nasır’ın 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında aldığı ağır yenilgidir (Tibi, 1997, s. 218). Bu yenilgi sonrasında Arap elitleri ve halkları radikal Arap milliyetçiliğinin yol haritası çerçevesinde sonuca ulaşılabileceği konusunda ciddi bir kuşkuya düşmüşler ve yeni arayışlara girişmişlerdir. Bu konudaki en önemli girişim Mısır’da Nasır’ın ardından iktidara gelen Enver Sedat yönetiminden gelmiştir. SSCB-Mısır ilişkilerini kademeli olarak soğutmaya alan Enver Sedat, barış görüşmeleri için İsrail’i ve Batılı müttefiklerini ikna edemeyince son bir hamleyle 1973 Ekim Savaşı’nı gerçekleştirmiş ve ardından 1978 Camp David barış görüşmelerine giden süreç başlamıştır. Arap milliyetçiliğinin yaralı mirasının Irak, Suriye, Libya ya da Cezayir gibi aktörler tarafından ülkesel çıkarlar uğruna ihya edilmeye çalışılması da bu döneme rastlamaktadır.
Arap milliyetçiliğinin ikinci plana atılmasına neden olan en önemli küresel siyasi ekonomik darbe 1973 petrol krizi olmuştur. Bu kriz sırasında başlangıçta, OPEC tarafından İsrail’e destek veren ABD ve Hollanda’ya petrol ambargosu kararı ilk bakışta Arap milliyetçiliğinin ilkelerine uygunmuş gibi görünse de zaman içerisinde Arap milliyetçiliğini zayıflatan bir etki meydana getirmiştir çünkü petrol krizi ile birlikte öteden beri Arap milliyetçiliğinin etkilerinden korunmaya çalışan Körfez monarşileri daha önce benzeri görülmemiş bir zenginliğe kavuşmuşlar ve hem iç siyasette hem de bölgesel uluslararası ilişkilerde etkilerini artırmışlardır. Petrol gelirlerinin artması ile, Körfez monarşileri kendi halkları nezdindeki meşruiyet sorununu rantiye devlet uygulamaları sayesinde aşma ve bu sayede halklarını Arap milliyetçiliği gibi dış siyasi faktörlerden koruma imkanı bulmuşlardır. Bölgesel siyasette ise, zaten ekonomik sorunlarla boğuşan ama 1973 petrol krizi ile birlikte derin ekonomik krizlerle yüzleşmek zorunda kalan bölge ülkelerine mali yardım ve borç vermek suretiyle onların dış politikalarını şekillendirme imkanına kavuşmuşlardır. Mısır ve Suriye gibi Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapan ülkelerin de Körfez ülkelerinden borç ve yardım alan ülkeler arasına girmesi tarihin garip bir tecellisi olmuştur. Bu süreçte milliyetçilikten ekonomik fayda sağlama çabaları da görülmüştür. Nitekim 1970’li yıllarda Mısır ve Suriye petrolü Arapların ortak mirası olarak tanımlamakta ve Arap dünyasının İsrail karşısında savunmasını üstlendikleri için kendilerine bu mirastan pay verilmesi gerektiğini ileri sürmekteydiler (Kramer, 1993, ss. 171–206). Kendisi de bir petrol ülkesi olan Irak ise, 1980’li yıllarda İran’a karşı Arap dünyasını savunduğu gerekçesi ile daha fazla petrol gelirine sahip olan Körfez ülkelerinin Irak’a mali yardımda bulunmalarını talep etmiş ve isteklerini kabul ettirmede bir ölçüye kadar başarılı olmuştur.
Arap milliyetçiliğinden boşalan düşünsel ideolojik alan 1960’lı yıllardan itibaren yükselen İslami politikalar, faaliyetler ve akımlar tarafından doldurulmuştur. 1964 yılında Suudi Arabistan tarafından kurulan ve petrol gelirleriyle finanse edilen Rabıta-i Alemi İslami örgütü ve 1969 Mescid-i Aksa yangının ardından Filistin sorununa karşı iş birliği amacıyla kurulduğu ilan edilen İslam Konferansı Teşkilatı (İKT, [2011’den itibaren İslam İşbirliği Teşkilatı, İİT]) gibi oluşumların ilan edilen amacı Filistin sorunu olsa (Saleh, 2006, s. 421) da bölgesel düzeyde Arap milliyetçiliği ve küresel düzeyde komünizmle mücadele gibi amaçlar taşıyor da olabilirdi. Her durumda Suudi Arabistan öncülüğünde dinî söylemin ve faaliyetlerin siyasi amaçlarla kullanılmasının etkili bir araç olduğu görülmüştür. Nitekim 1979 Efganistan işgalinin ardından komünizmle mücadele maksadıyla bölgesel kaynakların bu ülkeye transferinde İslami söylemin etkisi göz ardı edilemez.
Son olarak, İran Devrimi ile birlikte özelde Orta Doğu genelde İslam dünyası düzeyinde ortaya çıkan mezhepsel ayrışma da Arap milliyetçiliğinden boşalan siyasi söylem alanını bir ölçüde doldurmuştur. İran’ın “Direniş Ekseni”, Ürdün Kralı Abdullah’ın ise “Şii Hilali” adını verdiği İran’dan başlayıp Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’a ve İsrail sınırlarına uzanan gerilim hattı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Saddam rejimi bu gerilimin etkilerinden korunmak için Arap milliyetçiliğini kullanmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Suriye ise SSCB sonrası dönemde karşılaştığı bölgesel ve küresel yalnızlığı Arap milliyetçiliğinden ve Arap ülkelerinden destek alarak değil, gayri-Arap bir unsur olan İran ile ittifak kurarak aşmaya çalışmıştır (Risseeuw, 2018, s. 3). Suriye-İran ittifakının doğal sonuçlarından biri de Şii Lübnan Hizbullah’ının bölge dengelerinde belirleyici aktörlerden biri haline gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Sonuç
Milliyetçi ideolojilerin 19. ve 20. yüzyıllarda önem kazanmasını izleyen dönemde Arap milliyetçiliği de Arap dünyasında yaygınlık kazanmıştır. Arap milliyetçiliği bir dönem için Arap dünyasını siyasi ve sosyal problemlerini çözüm aracı olarak ön plana çıkmışsa da bir takım kimlik krizlerinin de en önemli nedenleri arasında yerini almıştır. Arap milliyetçiliğinin en önemli açmazı geniş bir coğrafyada farklı tarihi geçmişe, kültüre, ekonomik yapıya, iklim farklılıklarına, doğal kaynaklara, dış politikada ittifak farklılaşmalarına, kısacası farklı çıkarlara sahip 21 ülkeye ve bu 21 ülkenin dışında yaşayan Araplara hitap ediyor oluşudur. Bölge ülkelerinde sınırların Batılı ülkelerin çıkarlarına uygun biçimde keyfî olarak çizilmesi bu sorunu daha da karmaşık hale getirmiştir. Kimlik-çıkar etkileşimi çerçevesinde bakıldığında, bu denli bir çıkar farklılaşmasının tek bir kimlik -Arap milliyetçiliği- şemsiyesi altında toplamanın imkansızlığı açıktır. Çıkarların bu denli farklılaşması Arap milliyetçiliği teorisyenleri tarafından başlangıçta tasarlandığı şekliyle bir Arap kimliği inşasını imkansız hale getirmektedir. Arap milliyetçiliğinin bir alternatifi olarak sunulan din konusunda ise kimlik ve çıkar etkileşimi çok daha karmaşıktır. Çünkü Arapların ezici çoğunluğu Müslümandır ve İslam kimliğini 57 İslam ülkesinde ve diğer ülkelerde yaşayan iki milyar civarındaki Müslüman ile paylaşmak durumundadırlar. Bu durumda Arabizm (kavmiyye) yerine ülkesel milliyetçilik anlamına gelen vataniyye kavramının ön plana çıkması doğaldır. Yine de tüm Arapları kuşatan Arapçılık ideolojisinin Arap ülkeleri ve halkları üzerindeki etkisi küçümsenemez. Bu etki Nasır döneminde doruk noktasına çıkmış ve sönükleşmiştir ancak Suudi Arabistan gibi maddi ve sembolik unsurlar bakımından güçlü bir Arap ülkesi ya da bir grup Arap ülkesi elinde yeniden canlanma potansiyelini korumaktadır. Nitekim Arap milliyetçiliği I. Dünya Savaşı’ndan 1967 Arap-İsrail savaşına kadar olan dönemde Arap dünyası için ulusal ve uluslararası siyaseti belirleyen önemli bir norm kaynağı olmuştur ve 1970’li yıllardan itibaren güç kaybetmeye başlasa da göz ardı edilemez bir norm kaynağı olarak varlığını sürdürmektedir.
Arap milliyetçiliği ile ilgili “ben” ve “öteki” kavramlarının içeriği uluslararası yapıda görülen değişikliklere paralel olarak değişmiştir. Başlangıçta dinî içeriği kale almayan Osmanlı/Türk karşıtı bir Arap kimliği öngörülmekteyken, Osmanlı’nın dağılmasından sonra Türk karşıtlığına ek olarak, “gayrimüslim” İngiliz ve Fransız kavramları da öteki anlamına gelmeye ve ben ve öteki kavramları dinî içerik kazanmaya başlamıştır. İsrail’in kurulmasının ardından bölgedeki güç dengesinin değişmesi ile birlikte dinî kimlikler de uluslararası alandaki dost ve düşmanların belirlenmesi konusunda, en azından halklar düzeyinde, etkili olmaya başlamış; İsrail ve destekçisi diğer Batılı ülkeler öteki kavramına dahil olmuştur. Bir bakıma uluslararası alt sistemik yapılardan birinin baskın kültürel-siyasi öğesi olan Arap kimliği, uluslararası yapıda, yapının baş aktörlerinde, aktörlerin nüfuz alanlarında ve eylemlerinde görülen değişikliklere göre biçim değiştirmiştir.
Milliyetçiliğin etkili olmaya başlamasından itibaren Batı etkisi farklı çevrelerde farklı biçimlerde algılanmıştı. Bazıları geleneği koruma telaşına düşerken bazı Arap düşünürler yeni bir sentezle geleneği dönüştürmeye çalışmış, bir kısım düşünür Batı modelini olduğu gibi bölgeye uyarlamaya çalışmış ancak bölgenin öznel şartlarından kaynaklanan birtakım sınırlandırmalarla karşılaşmışlardı. Merkezi Avrupa devletlerinin dışında kalan bütün ülkelerde olduğu gibi bu bölgede de burjuvazinin filizlenmesi ve bölgeye sosyal ve siyasi olarak eklemlenmesi bölgenin kendine özgü koşulları çerçevesinde gerçekleşmişti. Bölge milliyetçiliğini Batı tipi milliyetçilikten ayıran, bölgeye özgü ve en çok dikkate alınması gereken olgu ise din faktörüydü. İslam ve Hıristiyanlık arasındaki yapısal farklılıklar Arap milliyetçiliğinin kendine özgü yönünün en göze çarpan kısmıydı. Bu durum hem şimdiye kadar bölgede Batılı anlamda laik bir milliyetçi anlayışın niçin gelişemediğini hem de şu an bölgede filizlenen radikal akımların yükselişini açıklayan temel etkendi.
Petrol gelirlerinin artması 1973 yılına kadar Mısır lehine olan ve Arap milliyetçiliğinin ideolojik destek sağladığı üstünlüğün, diğer faktörlerin de göz ardı edilmemesi koşuluyla, S. Arabistan ve diğer Körfez ülkelerine geçmesini sağlamıştır. İslamcı ideolojiyle birlikte egemenlik haklarına yapılan vurgunun artması petrol sermayesinin ortaya çıkmasıyla aynı döneme rastlamıştır. Eğer petrol sermayesi ve Mısır gibi ülkelere sağlanan dış yardım olmamış olsaydı, Arap ülkelerinin Westphalia sistemine uygun bir egemen devletler sistemini meşrulaştırmaları, bunun yeterli olmadığı noktada da İslamcılığın meşruiyet sağlayıcı bir ideoloji haline gelmesi mümkün olmayabilirdi. Arap milliyetçi düşüncelerin gerilemesiyle İslamcı ideolojiler siyasi alanı doldurmaya başlamıştır. O kadar ki, Batı açısından İslamcı ideolojiler sayesinde Efganistan’da Sovyetlere karşı yürütülen mücadelenin kazanılması çok daha kolay olmuştur.
Suriye başından beri mevcut sınırları uluslararası alanda tanınmış topraklar üzerinde yaşayan vatandaşlarına güvene dayalı bir milliyetçilik anlayışı geliştirmekte güçlük çekmektedir. Suriye’de toplumsal çoğunluğun Sünnilere dayalı olduğu bir ortamda Suriye’nin lideri olduğu ve tüm Arap dünyasını kuşatan bir Arap milliyetçiliği anlayışı Suriye’deki Nusayri azınlığın ve Batılı ülkelerle irtibatlı kesimlerin çıkarlarını güvence altına alacak bir gelecek vadedememiştir. Bu ortamda gelişen Baasçı fikirler zamanla Nusayri azınlığın tekeline girmiş ve bu tür milliyetçilik anlayışı Suriye’de geniş halk kitlelerini yabancılaştırmıştır. Halk nezdinde yabancılaşan yönetim Arap dünyası ile ilişkilerinde de yalnızlaşınca İran ve Rusya (SSCB) gibi dış sponsorlarla varlığını güvence altına alma arayışına girmiştir.
Suriye’de Arap milliyetçiliği, ülkenin Fransız sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte 1940’larda ve 1950’lerde önemli bir siyasi güç haline gelmiştir. Suriye’deki Arap milliyetçileri, Arap halkının birliğini yabancı güçlerin etkisine karşı koymanın ve Arap dünyasının kalkınmasını ve modernleşmesini teşvik etmenin bir yolu olarak görmekteydiler. Suriye’deki en etkili Arap milliyetçi örgütlerinden biri, 1940’larda Mişel Eflak ve Salah al-Din al-Bitar tarafından kurulan Baas Partisi idi. Arap birliği ve sosyalizm ilkelerini temel alan Baas Partisi, 1963 yılında Suriye’de iktidara gelmiş ve bugüne kadar ülkede etkili bir siyasi güç olarak varlığını sürdürmüştür. Baas Partisi, Arap halkını tek bir siyasi ve ekonomik sistem altında birleştirmeye ve sosyalist ve pan-Arap ideallerini desteklemeye çalışmıştır.
1960’larda ve 1970’lerde Suriye’deki Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve İslamcılık gibi diğer siyasi hareketlerin yükselişinin gölgesinde kalmıştır. Ancak, Arap milliyetçiliği Suriye siyasetinde önemli bir güç olmaya devam etmiştir. Baas Partisi, 2011’de Suriye İç Savaşı’nın patlak vermesine kadar ülkede baskın bir siyasi güç olarak kalmıştır ve o günden bu yana Rusya ve İran desteğiyle ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Lübnan için de Suriye’ye benzer bir durum söz konusudur. İmparatorluğun düşüşünden sonra, Şekib Arslan, Bişara el-Khuri gibi Lübnanlı liderler ve aktivistler, Arap milliyetçi hareketinde kilit bir rol oynamışlar ve Arap dünyasını Batı emperyalizmine karşı birleştirmek için çalışmışlardır. Bununla birlikte, Lübnan’ın mezhepsel ve etnik yapısı ve ülkedeki Fransız mandası geçmişi, ülkenin Arap milliyetçiliği ile karmaşık ilişkisine de katkıda bulunmuştur. Bazı Lübnanlı politikacılar Arap milliyetçiliğini ülkeyi birleştirmenin ve Arap dünyasının geri kalanıyla bağlarını güçlendirmenin bir yolu olarak benimserken, diğerleri onu Lübnan’ın benzersiz kimliğini ve siyasi istikrarını tehdit eden yabancı bir ideoloji olarak reddetmişlerdir. Dünya Savaşı sonrası dönemde, sosyalizm ve İslamcılık gibi diğer siyasi ideolojilerin yükselişi nedeniyle Arap milliyetçiliği Lübnan’da ve tüm bölgede zorluklarla karşılaşmıştır. Bununla birlikte, Arap milliyetçiliği Lübnan’ın siyasi ve kültürel manzarasının önemli bir parçası olmaya ve ülkenin kimliğini ve Arap dünyasının geri kalanıyla ilişkilerini etkilemeye devam etmektedir.
Lübnan farklı mezhepleri ve siyasi akımları ile Arap milliyetçiliğine bağlı kalmıştır. Bununla bir yandan İsrail karşısındaki Arap kimliği kemikleşirken diğer yandan bu ülkeye karşı Arap dünyasının desteğini güvence altına alabileceğini düşünmüştür. Ne var ki, Lübnan’ın Batılı ülkelerle tarihsel ilişkileri yanında Arap milliyetçiliğinin tüm Arap dünyasını kapsayan doğası, Arap milliyetçiliğinin Lübnan tarafından etkin bir şekilde kullanılmasını engellemiştir. Etnik ve mezhepsel çeşitlilik de Lübnanlı kimliğinin etkin kullanımını engelleyince siyasi ve toplumsal bakımdan istikrarsız bir Lübnan manzarası kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu parçalanmışlık ortamında Lübnanlı aktörlerden her biri Batı, İran, Suriye, Arap ülkeleri gibi bir dış sponsora dayanma lüzumu hissetmekte ve bu da Lübnan’ın bölgesel ya da küresel düzeyde çıkar uyumu sorunu yaşayan aktörlerin oyun alanı haline gelmesine neden olmaktadır.
Lübnan ve Suriye’de tüm vatandaşları kuşatan adil ve eşitlikçi anayasal süreçlerle vataniyye anlamında tüm toplumsal kesimlerin desteğini az ya da çok güvence altına almış yönetimler oluşturulmadığı sürece istikrarsızlık ve iç savaş dönemlerinin sona ermesi beklenilmemelidir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan 1967 yılına kadar olan dönemde Arap milliyetçiliği bölge siyasetini belirleyen en önemli dahili unsur gibiydi. Bağımsızlık mücadelelerinin ve modernleşme faaliyetlerinin öncüsü, dış güçlerin bölgesel faaliyetlerinin önündeki en önemli engel Arap milliyetçiliğiydi. 1967 yenilgisinin ardından Arap milliyetçiliğinin etkisi mütemadiyen azalmıştır. Bu etkinin azalmasında 1967 yenilgisi kadar, Filistin sorununa tepki vermek üzere İslam Konferansı Teşkilatı (İKT, [şimdi İslam İşbirliği Teşkilatı, İİT]) bünyesinde ve dışarıda yürütülen faaliyetlerin artması, petrol krizi ile birlikte Körfez monarşilerinin bölgesel ve küresel siyasetteki etkilerinin daha fazla hissedilmeye başlaması, İran Devrimi’nin Şii-İslami bir görünümde gerçekleşmesi, komünizmle mücadelede özellikle Efganistan’ın SSCB tarafından işgalinin ardından dinî unsurların daha fazla kullanılmaya başlaması gibi nedenler de etkili olmuştur. Nitekim 2000’li yıllardan itibaren Arap milliyetçiliğinin bölge siyasetinde neredeyse tamamen etkisiz kaldığı, bunun yerine yerel siyasi rejimlerin ve İslami hareketlerin etkilerini artırdıkları görülmektedir. Suriye, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki iç çatışmalarda zarar görenler Arap oldukları için değil, mevcut rejimlere itaat etmedikleri için ya da farklı mezheplerin hatta aşiretlerin üyeleri oldukları için mağdur olmuşlardır. El-Kaide ve IŞİD gibi örgütlenmeler ve bunlarla mücadele bahanesiyle bölgedeki etkilerini artırmaya çalışan dış güçler yanında mezhepsel anlamda İran öncülüğünde gerçekleştirilen dış müdahaleler, bölgesel siyasetin asıl belirleyeni olarak ön plana çıkmış görünmektedir. Arap milliyetçiliği etkili olduğu dönemlerde bölgesel çatışmaların en ciddi taraflarından biriydi ancak Arap milliyetçiliğinin etkisini yitirdiği dönemde bölgede görülen kaos ve karmaşanın etkileri çok daha ağır olmuştur. Kuşkusuz bölgedeki kaosun en önemli nedeni modern dönemlerde bölge siyasetinin edilgenlikten ve dış müdahaleden kurtulamamış olmasıdır. Din, kabilecilik, ideoloji ve milliyetçilik gibi dahili unsurların etkisi bu çerçevede değerlendirilmek durumundadır.
Kaynakça
Addi, L. (2017). Radical Arab nationalism and political Islam, Washington, DC: Georgetown University Press.
Britannica, T. Editors of Encyclopaedia (2023). Akram al-Hawrani. Encyclopedia Britannica. https://www.britannica.com/biography/Akram-al-Hawrani
Dawisha, A. (2003). Requiem for Arab nationalism. Middle East Quarterly, 10(1), 25-41.
Dawisha, A. (2009). Iraq: A Political History from Independence to Occupation. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Dawn, E. C.. (1988). The quality of Arab nationalism. İçinde D. Hopwood (Ed.). Arap nation, Arap nationalism (pp. 41-61). London: Macmillan Press.
el-Husseini, R. (2012). Pax Syriana: Elite politics in postwar Lebanon. Syracuse University Press.
Farsoun, S. (1991). Samih Farsoun: A new balance of forces. Middle East Report, 168, 4-7. doi: 10.2307/3012657
Halliday, F. (2005). The Middle East in International relations: Power, politics and ideology. New York: Cambridge University Press.
Hourani, A. (1981). The emergence of modern middle east. London: Macmillan.
Karsh, E. (2003). Arafat’s war: The man and his battle for Israeli conquest. New York: Grove Press.
Khalidi, R. (1991). The origins of Arab nationalism (L. Anderson, M. Y. Muslih & R. S. Simon, Ed.). New York: Columbia University Press.
Kramer, M. (1993). Arab nationalism: Mistaken identity. Daedalus, 122(3), 171–206.
Landis, J. (1998). Shishakli and the Druzes: Integratıon and intransigence. İçinde. T. Philipp ve B. Schäbler (Ed.). The Syrian Land: Processes of integration and fragmentation (ss. 369-396). Stuttgart: Franz Steiner Verlag.
Lüthi, L. M. (2020). The United Kingdom and the Arab League. İçinde L. M. Lüthi, (Ed.). Cold Wars: Asia, the Middle East, Europe (ss. 42-67). Cambridge: Cambridge University Press. Doi: 10.1017/9781108289825.004
Ma’oz, M. (1995). Syria and Israel: From war to peacemaking (1st edition). Oxford: Clarendon Press.
Morrison, J. Ve Woog, A. (2009). Syria: Creation of the modern Middle East (2nd ed). New York: Chelsea House.
Moubayed, S. M. (2006). Steel & silk: Men and women who shaped Syria 1900-2000. Seattle: Cune Press.
Mufti, M. (1996). Sovereign creations: Pan-Arabism and political order in Syria and Iraq. New York: Cornell University Press.
Golub, D. (1985). When oil and politics mix: Saudi oil policy 1973 – 1985. Harvard Middle East Papers, no. 4, Harvard University.
Özkırımlı, U. (2005). Contemporary debates on nationalism: A Critical engagement, Palgrave Mcmillan.
Pipes, D. (1990). Greater Syria: The history of an ambition. Oxford University Press.
Risseeuw, R. (2018). The Syrian-Iranian nexus: A historical overview of strategic cooperation. Brussels International Center for Research and Human Rights. https://www.bic-rhr.com/sites/default/files/The-Syria-Iran-Nexus-1.pdf
Saleh, M. M. (2006). The Arson of al-Aqsa Mosque in 1969 and its Impact on the Muslim World As reflected in the British documents. Dirasat, Human and Social Sciences, 33(2), 413-432.
Sela, A. (2002). Arab Nationalism. İçinde A. Sela (Ed.). The continuum political encyclopedia of the middle east. New York: Continuum.
Sethian, R. D. (2007). Sa’adeh and Syrian Nationalism. İçinde A. Beshara (Ed.). Antun Sa’adeh: The man, his thought (ss. 81–120). Reading, UK: Ithaca Press.
Suleiman, Y. (2003). The Arabic language and national identity: A study in ideology. Edinburgh University Press.
Tauber, E. (2013). The emergence of the Arab movements. NY: Routledge.
Tibi, B. (1997). Arab nationalism: Between Islam and the nation-state. London: Palgrave Macmillan.
Toffolo, C. E. (2008). Global organisations: The Arab league. New York: Chelsea House Publishing.
Traboulsi, F. (2007). A history of modern Lebanon. London: Pluto Press.
Yonker, C. C. (2021). The rise and fall of Greater Syria: A political history of the Syrian social nationalist party. Berlin; Boston: De Gruyter.
Choueiri, Y. M. (2001). Arab nationalism: A history: Nation and state in the Arab World (1st edition). Oxford; Malden, Mass: Wiley-Blackwell.
Zunes, S. (1991). Arab nationalism and the gulf war. Peace Review: A Journal of Social Justice, 3(2), 8-12, DOI: 10.1080/10402659108425590.
[1] Irak’ta bu dönemde yaşanan darbe ve karışıklıklarla ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Dawisha (2009, ss. 62-148).
[2] Zeki el-Arsuzi, Suriyeli bir filozof ve Arap milliyetçiliğini destekleyen bir siyasi parti olan Baas Partisi’nin kurucularından biridir. El-Arsuzi, 1909’da Lazkiye şehrinde doğmuş ve Sorbonne’da felsefe okumuştur. Daha sonra ülkesine dönerek siyasete atılmış ve birleşik bir Arap ulusu fikrini teşvik etmiştir. El-Arsuzi, Arap dünyasının bir dünya gücü olarak hak ettiği yeri geri almak için birleşmesi gerektiğini savunan “al-ba’ath al-ardhi” veya “toprağın dirilişi” kavramını geliştirmiştir. Fikirleri, Arap dünyasının siyasi gelişimini etkilemiştir ve bu etki azından Suriye Baas Partisi bağlamında halen devam etmektedir. Bkz. Moubayed (2006, ss. 143-144).
[3] Ekrem el- Havrani Suriyeli bir siyasi lider ve Suriye’de laik, anayasal bir hükümet kurmayı amaçlayan 1925-1927 Suriye Devrimi’nin ana figürlerinden biridir. El-Hawrani, 1895’te günümüz Suriyesi’nin güneyinde bulunan Havran köyünde doğmuş, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden hukuk diploması almış ve Suriye’de siyasete atılmıştır. El-Havrani, Arap milliyetçiliğinin ve birleşik bir Arap ulusu fikrinin güçlü bir savunucusuydu. Arap birliğinin laik, sosyalist ideallerin yayılması ve tüm Arapça konuşan halkları kapsayan tek, demokratik bir devletin kurulması yoluyla sağlanabileceğine inanıyordu. El-Havrani, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı muhalefetin örgütlenmesinde ve Suriye’de yeni bir hükümetin kurulmasında kilit rol oynamıştır. İki kez Suriye Başbakanı olarak görev yaptı ve ülke ekonomisini ve altyapısını modernize etmek için çalışmıştır. Bkz. Britannica, T. Editors of Encyclopaedia (2023).
[4] Mişel Eflak, Suriyeli bir filozof ve pan-Arap ideolojisini benimseyen Baas Partisi’nin kurucularından biridir ve en önemli ismidir. Eflak’ın fikirleri, Arap halkını birleştirmeyi ve ortak kimliklerini, kültürlerini ve tarihlerini ilerletmeyi amaçlayan bir hareket olan Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. Eflak Arap ulusunun birliğine inanmakta ve Arap halkının dünyadaki hak ettiği yeri geri almasının gerekli olduğunu savunmaktaydı. Eflak’ın fikirleri Orta Doğu’nun siyasi manzarası üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Eflak bir dönem Irak’ta ve halen Suriye’de iktidarda olan Baas Partisi’nin en önemli fikir babası olarak görülmektedir. Bununla birlikte, Eflak’ın görüşleri Arap milliyetçiliğini çevreleyen söylemi şekillendirmeye devam etmektedir. Bkz. Moubayed (2006, s. 131).
[5] Salahaddin el-Bitar, Suriyeli bir devlet adamı ve Mişel Eflak ve Zaki el-Arsuzi ile birlikte Baas Partisi’nin liderlerinden biridir. El-Bitar, 1912’de Şam’da doğmuş ve Şam Üniversitesi’nden hukuk diploması ve Sorbonne’dan siyaset bilimi doktora derecesi almıştır. El-Bitar, Baas Partisi’nin ideolojisinin gelişmesinde kilit bir rol oynamış ve partinin fikirlerinin Arap dünyasına yayılmasında etkili olmuştur. İki kez Suriye Başbakanı olarak görev yapmış ve Suriye ile Mısır arasında kısa ömürlü bir birlik olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin oluşumunda kilit rol oynamıştır. Bkz. Moubayed (2006, s. 214).
[6] Birleşik Arab Cumhuriyeti ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Halliday (2005, ss. 114-5), Morrison, (2009, ss. 50-53).