Giriş
Türk modernleşmesi, Türk düşünce tarihinin en önemli konularının başında gelmesinin yanında doğrudan Türk düşüncesinin yönünü belirleyen en önemli kaynaklardan da birisidir. Türk düşünce tarihinin şekillenişi, süreklilikleri ve kopuşları, Türk modernleşmesinin şekillenişi, süreklilikleri ve kopuşlarıyla birlikte ele alınmayı gerektirmektedir. Batı dışı modernleşme tecrübeleri arasında da özgün bir yere sahip olan Türk modernleşmesi, Türkiye’nin tarihsel olarak Batı’nın hem ötekisi olma hem de periferisinde bulunma durumları dikkate alınarak değerlendirilmesi gereken bir süreçtir. Konuya odaklanan literatür, ideolojik ve teorik bölünmüşlüğün yanında Türkiye’den ve Türkiye dışından katkılarla şekillenmiştir ve büyük ölçüde tarihsel ve sosyolojik bağlam odaklıdır. Bu durum bir yönüyle sosyolojinin Batı’da modernleşmenin bir ürünü olmasıyla ilgilidir. Türkiye açısından da durum farklı değildir. Uzun yıllara dayanan tarihsel ve toplumsal değişme bir ürün olarak sosyolojiyi Türk modernleşmesinin de merkezine yerleştirmiştir. Bu yüzden “Türkiye’de ilk sosyolog kimdir ya da ilk sosyologlar kimlerdir” gibi sorulara sosyolojinin kurumlaşmasına ciddi katkı sağlayan II. Meşrutiyet dönemi aydınlarından önce modernleşme süreci üzerine düşünce üreten Ahmet Cevdet Paşa ya da Ahmet Vefik Paşa gibi isimler zikredilebilmektedir. Bu tespit, şu temel kabul açısından önemli bir anlam ifade etmektedir. Türk modernleşmesi konusuna yakın dönemde en çok katkıda bulunan ve bugün eserleriyle alanın duayen isimleri olarak kabul edilen isimlerin bazıları alandan sosyolog olmasalar bile katkılarıyla Türkiye’de en çok sosyoloji alanına özellikle de tarihsel sosyolojiye katkıda bulunmuş isimlerdir. Yine bu duruma bağlı olarak Türk modernleşmesinin sonuçları olarak ortaya çıkan olguları ve olayları sosyolojik olarak analiz etmeye çalışan pek çok çalışma, tarihsel gerçekliği ve sürekliliği ıskaladığında bu çalışmaların dönemsel bir fotoğraf çekmeden öteye gidemediği de açıkça görülmektedir. Bu yazıda, modernleşme konusuna yönelmiş ve bu konuyu tarihsel ve sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul etmiş üç ismin, Niyazi Berkes’in, Şerif Mardin’in ve Kemal Karpat’ın görüşleri üzerinde durulacaktır. Bu üç isimden ikisi, alandan sosyolog olmasalar bile Türkiye’de sosyoloji alanına katkıları dolayısıyla sosyolog olarak kabul edilegelmişlerdir. Herhangi bir sosyal bilim alanında bugün Türk modernleşmesi konusunda çalışmayı düşünen bir akademisyen ya da ilgili, bu isimlerin katkılarıyla şekillenmiş bir alanla karşı karşıya olduğunu fark edecektir. Elbette Türkiye’den ve Türkiye dışından pek çok ismin katkısı göz önünde bulundurulduğunda Türk modernleşmesi konusunun çeşitliliği göz ardı edilemez. Ancak bu isimlerin farklı vurguları yanında belki de en önemli ortak yanları, Türkiye’de bir sosyal bilim olarak sosyolojiye ve Türk düşüncesine yaptıkları katkıların yanında Türkiye’de tarih disiplinine yaptıkları önemli katkılarla tarihçi olarak da kabul edilmeleridir. Nitekim Türk düşüncesinde modernleşme meselesi, tarih, sosyoloji ve siyaset disiplinlerinin kesiştiği bir alan olarak da kabul edilebilir. Bu yazıda karşılaştırmalı olarak ele alınacak olan üç isim, yaşadıkları dönem itibarıyla meselenin odaklandığı üç disipline de katkı sağlamayı başarmış akademisyenlerdir. Ayrıca bu durum, bu üç ismi çağdaşları olan pek çok bilim insanından da ayırmaktadır. Elbette meseleyi bu perspektiften ele alan ve dışarıdan bakmanın bazı avantajlarına ve dolayısıyla dezavantajlarına da sahip olan yabancı isimler bulunmaktadır. Bu yazıda yerli isimlerin seçilmesi, yukarıda bahsedilen perspektifle birlikte kendi biyografilerinin ve zihniyet dünyalarının da bir şekilde Türk modernleşmesinin tarihiyle ilişkili olmasıdır. Bu vurguyla birlikte Türk modernleşmesi konusundaki literatürün öne çıkan bu isimlerinin aynı meseleyi hangi farklı vurgularla anlamaya ve açıklamaya çalıştıkları da bu yazının bir başka yönünü oluşturmaktadır.
Bir Sosyal Bilim Meselesi Olarak Türk Modernleşmesi
Türk modernleşmesi denilince Türkiye’nin iki yüz yılı aşan genel toplumsal değişme süreci akla gelmektedir. Bu sürecin dünya çapında genel ya da makro tek biçimli bir modernleşmeye doğru bir gelişme ya da evrilme mi olduğu tartışmalı bir konudur. Türk modernleşmesinde gerek düşüncede gerekse uygulamada önemli bir yeri bulunan “muasır medeniyet” ya da “asr-ı terakki” söyleminin zımnen bu iddiayı doğru bir hareket noktası ve hatta fikrisabit olarak kabul ettiği iddia edilebilir. Elbette alternatif ya da Batı dışı modernleşmeler konusunda da tartışmalar yapılagelmiştir ve bu tartışmalar oldukça eski bir zamana kadar gitmektedir. Örneğin biraz da Japon-Rus Savaşı’nda Japonların sanayi üstünlükleriyle Osmanlı için en büyük tehlike olan Rusya’yı net bir şekilde bozguna uğratmaları, Japon modernleşmesinin imkânı etrafında bir tartışma ortamı oluşturmuştur. Japon modernleşmesini özellikle öne çıkaranlar, daha muhafazakâr ve İslamcı kesim olmuştur. 1980 sonrasında benzer bir tartışma farklı bir bağlamda yeniden gündem olduğunda da bu kesimlerin bu yaklaşıma daha kolay bir şekilde rağbet ettikleri tespit edilebilir. Bu durum, giriş bölümünde özellikle dikkat çekilmeye çalışılan Türk modernleşmesinin siyasi bir süreç olmasıyla ilgilidir. Çünkü modernleşme etrafında ve doğrudan sürecin nasıl olması yaşanması gerektiğiyle ilgili tartışma aynı zamanda Türk siyasetini dolaylı olarak şekillendiren bir tartışmadır. Modernleşme teorilerinde ekonomik kalkınma, üretimde değişme, demokratikleşme, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi farklı vurgular yapılmışsa da (Sunar, 2019, ss. 25-34) tek bir teorik modelin bu süreci bütünüyle açıklayabilme imkânının olmadığı da açıkça ortaya çıkmıştır. Bu yüzden literatürle ilgili değişmenin de gösterdiği gibi bir toplumun kendi tarihsel ve sosyolojik gerçekliğinin hangi unsurları daha çok öne çıkardığı üzerine yoğunlaşmak önem kazanmaktadır.
Türk modernleşmesinin nasıl ele alınacağı konusunda bir başka önemli mesele, dönemleştirme meselesidir. Örneğin; Eric Jan Zürcher (2007, ss. 11-20), Türk modernleşmesinin belli dönemler ve bu dönemlerde güçlü bir şekilde modernleşmeye yön veren kurumlar, zihniyet ve kişiler üzerinden analiz edilmesi gerektiğini kabul etmiştir. Burada Zürcher’in güce ya da kendi kullanımıyla “nüfuz”a vurgu yapması ve dönemleştirme konusunda böyle bir metodolojik tavır takınması, değişmeyi sürdürücü etki yönüne dikkat çekmesi açısından manidardır. Sonuçta Türk modernleşmesinde vurgulanan şeylerin başında toplumsal değişme gelmektedir. Gerek güce yapılan vurguda gerekse Türk modernleşmesine ilişkin başka dönemleştirme çabalarında da tarih, sosyoloji ve siyasetin kesiştiği bir bağlam ortaya çıkmaktadır. Bu iddia daha genel ve belirleyici olan kurumlarla ilgilidir. Elbette diğer toplumsal kurumların ve alanların da süreçte etkili olmaları reddedilemeyecek bir konudur.
Farklı dönemlerde Türk modernleşmesinin yönünü ve konuyla ilgili tartışmalarını belirleyici bazı eğilimler ortaya çıkmıştır. Söz konusu dönemsel literatür konu açısından önemli bir birikime karşılık gelmektedir.
Türkiye’de modernleşme meselesini sosyal bilimlerin katkıları açısından inceleyen Lütfi Sunar (2018a, s. 265), üç ana kuramsal temel olduğunu iddia etmiştir: “Marksist Asya Tipi Üretim Tarzı yaklaşımı, Weberyen Patrimonyalizm Modeli, Modernleşme Kuramları”. Ayrıca Sunar, bu üç kuramsal eğilime 1980 sonrasında hibrit bir açıklama olarak çoğul modernlikler veya Batı dışı modernlikler teorisinin de kısmen eklendiğini savunmuştur. Aynı tarihsel ve sosyolojik gerçekliğe yönelen farklı teorik yaklaşımların temel alınması, elbette alanla ilgili farklı katkıların üretilmesini sağlamıştır. Özellikle 1960-1980 arasında devam eden tartışmalara bağlı bir dinamizm ve eleştirellik de gelişmiştir. Ne var ki yukarıdaki tartışmaların tamamında teoriler ödünç alınsa da gerçeklik kendisini dayatmış ve bir dönem öne çıkarak daha çok temel alınan başarılı teorik kurgular zamanla yeniden yorumlanmış ya da terk edilmiştir. Burada bütünlükçü bir yaklaşım problemi özellikle dikkat çekmektedir (Sunar, 2018a, s. 303). Bir dönem meseleyi hallettiği düşünülen teorik bir yaklaşımın belli bir süre sonra neredeyse yok sayılması gerçekten ilginç bir durumdur. Burada kurgu ile olgu arasındaki ilişkinin sağlıklı ve olguya göre kurulması önem arz etmektedir ki Türkiye’nin kendi gerçekliği üzerinden bütüncül bir teorinin gelişememesi, başlı başına Türk modernleşmesini sosyal bilim açısından teorik ve metodolojik bir mesele haline getirmektedir. Ancak kurgu ile olgu arasındaki uyuşmanın tam olarak gerçekleşmesinin ütopik bir durum olduğu dikkate alındığında, meseleyle ilgili literatüre katkıda bulunanların eksiklikleri de dâhil olmak üzere yeni çalışmalar için zemin oluşturdukları da gözden kaçırılmaması gereken bir başka durumdur. Farklı teorik yaklaşımlara yönelmelerine ya da bazen benzer perspektiflerden hareket etmelerine rağmen Niyazi Berkes, Şerif Mardin ve Kemal Karpat’ın düşünceleri, tarih, sosyoloji ve siyaset bağlamını temel almaları dolayısıyla söz konusu bütünlükçü yaklaşıma sağlanacak katkılar için önemli hareket noktaları olmayı sürdürmektedir.
Niyazi Berkes’in Modernleşme Analizi: Sekülerleşmenin Tarihsel Sosyolojisi
Niyazi Berkes’in Türkiye’de özelde sosyoloji alanına katkıları düşünüldüğünde öncelikle bir sosyoloji hocası olarak Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) görev yaptığı yıllarda (1939-1948) saha araştırma verilerine dayanan köy monografileri akla gelmektedir. Chicago Üniversitesi’ne doktora yapmak için gitmesi ve bu üniversitede edindiği ampirik çalışmalara önem veren bir sosyoloji anlayışını Türkiye’deki akademisyenlik yıllarında hayata geçirme çabası, hem Türk düşüncesi açısından hem de Türk sosyolojisi açısından önemlidir. Ne var ki Niyazi Berkes’in en çok dikkat çeken çalışmaları, DTCF yıllarında yaptığı bilimsel çalışmalar değildir. II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan siyasi konjonktür dolayısıyla DTCF Sosyoloji Bölümü’ndeki akademisyenliğinin son bulması ve ardından Kanada’ya gitmesi, Niyazi Berkes’i Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğinden uzaklaştırmamıştır. Hatta Kanada’ya gittikten sonra çalışmalarında Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğini keşfetme vurgusunun çok daha fazla arttığı vakıadır. Öyle ki Berkes’in çalışmalarının dönemsel olarak farklılaşmasına dikkat çekenlerin Kanada öncesi ve sonrası şeklinde yaptıkları dönemsel ayrım önemlidir (Kayalı, 2018, ss. 89-90; Ak, 2014, s. 422). Berkes, 1960’lı yıllarda Yön Dergisi’nde dönemin önemli tartışmalarına katılmış ve tartışmaların yönünü tayin edici etkilerde de bulunmuştur. Bu dönemde Berkes’in Marksizm ile Kemalizm’i bir araya getirme çabasındaki Yön grubuna daha yakın olması, kendi hikâyesi açısından tutarlıdır ve manidardır. Ne var ki girdiği tartışmalarda Osmanlı’nın Marksizm de dâhil olmak üzere Batılı teorik kalıplarla doğrudan anlaşılamayacağı, tarihsel ve toplumsal gerçekliğinin “kendine özgülüğü”nün gözden kaçırılmaması gerektiğiyle ilgili hassasiyetleri, onu dönemin genel havasının dışında bir düşünür olarak kabul edilmesine ve yalnızlaşmasına sebep olmuştur (Berkes, 2016, s. 85; Dinçşahin, 2010, ss. 173-175). Bu hassasiyet ile Osmanlı tarihine yönelmesi arasında yakın bir ilişki kurmak mümkündür. Elbette tarihsel ve sosyolojik gerçekliğin kendisine özgülüğünü göz önünde bulundurmak ve bu kendisine özgülüğü ortaya koymaya çalışmak önemli bir metodolojik tavır olarak da kabul edilebilir. Fakat sosyal bilimcinin tarihsel ve toplumsal gerçekliğe belli bir teori ya da ideoloji çerçevesinden yaklaşması, sosyal bilimlerde aşılamayan bir handikaptır. Niyazi Berkes açısından da benzer bir durum tespit edilebilir. O, bir yandan Osmanlı ve Türkiye toplum gerçekliğinin kendisine özgülüğünü vurgularken bir yandan da ideolojik olarak Cumhuriyet rejiminin ve Atatürk devrimlerinin meşrulaştırılması çabasında olmuştur. Başka bir deyişle Niyazi Berkes’in tarihin akışına dair yaptığı tarihsel ve toplumsal tespitler, net bir şekilde amaçlı ve araçsal bir bakış açısının sonuçları olarak da değerlendirilebilir.
Niyazi Berkes, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik dönüşümüne verdiği katkılarla dikkat çeken bir isim olmuştur ki özellikle Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabının kendisini bir sosyolog olarak da ayırdığına dikkat çekmek gerekmektedir. Bu eser ve daha sonra güncel ya da akademik yazılarıyla Berkes’in Türkiye’de tarihsel sosyoloji açısından bir “selef” olduğunu iddia etmek mümkündür. Türkiye’de Çağdaşlaşma’nın önemli bir yanı da Berkes’in temel eseri olmasının ötesinde daha sonraki eserlerinde takip edilebilecek olan sistematiğinin kaynağı olmasıdır. Bu eserin İngilizce yazılması, 1964 yılında Niyazi Berkes’in öğretim üyesi olarak görev aldığı Kanada’da ve ardından 1973 yılında Türkçe tercümesinin Türkiye’de yayınlanması asıl ile tercüme nüshasında bazı farklılıklar olması tartışma konusu olmuştur (Yıldız, 2012, s. 3). Kitabın orijinal adının The Development of Secularism in Turkey (Türkiye’de Sekülerizmin Gelişmesi) olmasına rağmen Türkçe nüshanın başlığının bizzat Niyazi Berkes tarafından Türkiye’de Çağdaşlaşma şeklinde tercih edilmesi, kitabın girişinde de açıklanmıştır. Berkes (2008, s. 18), çağdaşlaşma teriminin; “din-devlet ayrımı davası olmaktan daha geniş bir davaya karşılık geldiğini” ve hem anlam hem de köken açısından “laicisme”e eş olan “secularism”in tam karşılığının çağdaşlaşma olduğunu iddia etmiştir. Bu kavram tercihi, Niyazi Berkes’in düşüncesini ve Türk modernleşmesine yaklaşımını anlamak açısından son derece önemli bir yerde durmaktadır. Ona göre kökleri ve ilk örnekleri 18. yüzyıla kadar giden Batılılaşma, karşılığını ona asıl anlamını veren sekülerleşme ya da çağdaşlaşmada bulmaktadır. Böylece Niyazi Berkes’in düşüncesinde Türk modernleşmesinin nihai hedefi ve olmazsa olmazı, laiklik ilkesi olarak öne çıkmaktadır. Öyle ki Niyazi Berkes üzerine çeşitli çalışmalar yapmış olan Gökhan Ak (2016, ss. 77-80), onun laiklik ile değer verdiği şu kavramları birbirine bağlı ve hatta özdeş kavramlar olarak tanımladığını iddia etmiştir: “Barış, ekonomik gelişmişlik, demokrasi, fikir, ifade ve vicdan özgürlüğü, çağdaşlık, ulusçuluk, siyasal bağımsızlık ve milli demokratik devlet”. Böylece Berkes için laiklik, tarihin insanlık için ulaştığı en ileri ve yüksek ilkelerin teminatı ve olmazsa olmazı durumundadır. Bu yüzden laiklik, Cumhuriyet devrimlerinin mihenk taşı olması dolayısıyla tartışılamayacak bir konumdadır. Türkiye’de uzun yıllar resmî ideolojinin de temel retoriklerinden birisine karşılık gelen bu anlayış ya da fikrisabit, Berkes’te net bir taraftarlık ve karşılık bulmaktadır.
Laikliğe çok önem veren ve onu düşünce sistematiğinin temeline yerleştiren Niyazi Berkes, Avrupa tarihinde Hristiyanlığın konumu ile Osmanlı tarihinde İslam’ın konumu arasında ayrım yapmıştır. Ona göre Hristiyanlık ile İslam’ın hem öğretilerinde hem de tarihsel süreçlerinde temel farklılıklar bulunmaktadır ve laiklik, Batı’nın kendi tarihsel tecrübesi içinde anlaşılabilecek bir unsurdur. Osmanlı’da İslam’ın konumunun Batı temelli teokrasi tartışmalarıyla açıklanamayacağına dikkat çeken Niyazi Berkes, İslam ile geleneğin iç içe geçmişliğini, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin kendisine özgülüğü dolayısıyla tespit etmiştir. Bu yüzden Osmanlı’da İslam’ın geleneksel olanın içinde ayırt edilemez bir şekilde süregiden varlığı, geleneğin bizatihi kendisinin kutsallaşmasıyla sonuçlanmıştır. Niyazi Berkes’in düşüncesinde laiklik, kutsal hâle gelmiş ya da getirilmiş olanın karşısında bir anlayışı temsil etmektedir.
Niyazi Berkes, Türkiye’de modernleşmeyi, tarihsel ve sosyolojik olarak geleneğe bağlı olan ile modern olanın birbirlerinden ayrılarak karşıt taraflara dönüştükleri bir süreç olarak kurgulamıştır. Yoğun bir şekilde Osmanlı tarihine yönelmesi, bu sürecin arka planının derinlemesine analiz edilmesi çabasını içermektedir. Bu çaba, Niyazi Berkes’i farklı kılan birkaç özelliği öne çıkarmaktadır. Cumhuriyet’e ve Atatürk’e çok güçlü bir şekilde bağlı olmasına rağmen Niyazi Berkes, resmî ideolojinin tarihi, Cumhuriyet’le başlatma ve İslam ve Osmanlı geçmişini yok sayma anlayışını farklı yorumlamıştır. Berkes, Cumhuriyet’i ve Atatürk devrimlerini, Türkiye’nin modernleşmesi açısından en önemli dönem ya da dönüm noktası olarak kabul etmektedir. Ancak bu aşamaya kadar gelen tarihsel ve toplumsal gerçekliği analiz etmenin aynı zamanda bu dönemi ayırt etmek açısından önemli olduğunu da kabul etmiştir. Dolayısıyla Niyazi Berkes’in Cumhuriyet’i, “laiklik” aşamasına ulaşma ve bu ilkeyi uygulama açısından son derece önemli bir dönüm noktası olarak görmesi, onu aynı zamanda bir tarihsel dönüşümün ürünü olarak kabul etmesi anlamına gelmektedir. Ona göre Türkiye’deki bütün modernleşme ve Batılılaşma tarihinde Cumhuriyet’i ayırmak gerekmektedir. Çünkü Sened-i İttifak, Tanzimat, Islahat ve ardından gerçekleşen iki meşrutiyet, ulusçuluğa ve laikliğe ulaşmak için basamak görevi görmüşlerdir (Berkes, 2016, s. 80). Ona göre laikliğe ulaşmak ve modernleşmeyi olması gerektiği hâle getirmek, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün eseridir. Onun meşrutiyet, savaşlar ve Milli Mücadele dönemi subayı ve komutanı Mustafa Kemal Paşa ile Cumhuriyet dönemini ve Atatürk’ü birbirinden ayırması da manidardır (Berkes, 2019, s. 169). Bu ayrım, Türk modernleşmesinin kendi içinde iki farklı aşaması olduğu anlamına da gelmektedir. Niyazi Berkes’in Türk modernleşmesi analizinde, matbaanın Osmanlı’ya gelmesinden itibaren yaşanan süreç ve atılan adımlar ancak Cumhuriyet’e ulaşmayla ilgili bir anlama sahiptir. Ona göre çağdaşlaşmanın en temel karakteristiklerinden birisi radikal kopuştur ki Osmanlı subayı Mustafa Kemal Paşa ile Cumhuriyet devrimlerinin öncüsü olan Atatürk arasındaki farklılaşma çok önemlidir.
Niyazi Berkes’e göre Türk modernleşmesinde Cumhuriyet’i yeni bir aşama ve asıl modernleşme süreci olarak ayırt eden en önemli özellik, devrimciliktir. İslamcılık ve Turancılık gibi ideolojileri, Osmanlı rejiminin ürünleri olarak gören Berkes (2015, s. 79), bu ideolojilerin bertaraf edilmesini Türk devriminin başlangıcı olarak kabul etmektedir. Onun modernleşme tezi, devrimciliği ve laikliği esas alan bir aşamaya ancak Cumhuriyet’le ulaşılması üzerine inşa edilmiştir. Geçmişi korumak ya da geleneksel olanın değişmesiyle ilgili sınırlı bir değişme talebine sahip olmak, geleneğin kendi kendisini üretmesine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir. Niyazi Berkes’in özellikle Namık Kemal ve Yeni Osmanlılar üzerine yaptığı değerlendirmeler, modernleşme anlayışını net bir şekilde yansıtmaktadır (Berkes, 2017, ss. 231-233). Namık Kemal’in geleneksel ve İslami olanı muhafaza konusundaki hassasiyeti dolayısıyla romantik bir tavra sahip olduğunu belirten Berkes, onu, laiklik fikrine ulaşamaması dolayısıyla eleştirmiştir. Yeni Osmanlılar, tabii hukuk gibi düşüncelerle ilgilenmişlerse de geleneksel olanın radikal değişimini göze alamadıkları için modernleşme sürecinde arada ya da çelişik bir hâlde kalmışlardır (Berkes, 2008, ss. 296-297; 2017, s. 239). Ona göre devrimci bir düşünce ve pratik ancak laiklik ile mümkündür. Çünkü geleneksel olanın üretim yollarının ortadan kaldırılmasını Cumhuriyet hedeflemiştir. III. Selim’den itibaren devam eden eğitimde yenilik hamlelerinin geleneksel eğitimi ortadan kaldırmamasıyla oluşan iki başlılık, geleneksel olanın hem kendi kendisini üretmesine hem de yeni olana tepkiselliğinin güçlenmesine sebep olmuştur (Berkes, 2008, s. 230; 2019, s.39). Aynı zamanda bir Kemalizm ideoloğu olarak da kabul edilebilecek olan Niyazi Berkes (2015, s. 83); “geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği kafa yapısını yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç ya da sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılma” meselesini, Kemalizm’in talihsizliği olarak yorumlamaktadır. Bu yüzden Kemalizm’in laik devriminin karşısında oluşan muhalefeti, geleneksel olana prim vermekle ve modern ya da çağdaş olanın karşısındaki örgütlenmeleri araçsal bir şekilde kullanmakla itham etmiştir. Atatürk sonrası Cumhuriyet Halk Partisi’ni ve Demokrat Parti dönemini bu bakış açısıyla yorumlamıştır.
Ödünsüz bir Atatürkçü ve sol görüşlü bir düşünür olmasına rağmen Niyazi Berkes, Türkiye’nin modernleşmesini tarihsel bir mesele olarak kabul ettiği için ve buna bağlı olarak da Osmanlı tarihine yoğunlaştığı için özellikle de kendisine görüş olarak yakın olanlar tarafından ciddi bir şekilde eleştirilmiştir. Resmî ideolojinin Cumhuriyet öncesini reddeden anlayışına bağlı olanlar, Berkes’in Atatürkçülüğünü ve solculuğunu sorgulamışlar ve hatta “Abdülhamitçilik” eleştirisinde bile bulunmuşlardır (Kayalı, 2001, s. 134). Diğer taraftan Batılılaşma eleştirisi yapması da kendisiyle ilgili kafa karışıklığına sebep olmuştur. Batıcılık konusunda; “İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük kadar niteliği belirsiz, gerçekleşmemiş, çoğu kez gericiliğe yarayan bir ütopya” (Berkes, 2015, s. 265) şeklindeki değerlendirmelerinin de muhatapları tarafından doğru anlaşılamayacağını iddia etmiştir. Niyazi Berkes düşüncesinde ulusçuluk ve laiklik, şovenizme kayan bir milliyetçilik ile Batılılaşmanın ötesinde kendisine has anlamlara sahiptir. Onun Türk modernleşmesi konusunda dikkatleri tarihsel ve sosyolojik gerçekliğe çekme çabasının kendisinden farklı düşünenler için bile önemli olduğu açıktır. Ayrıca bu, Berkes’in tarihsel ve toplumsal gerçekliği ne kadar doğru açıkladığının da ötesinde bir durumdur.
Şerif Mardin ve Türk Modernleşmesinde Kamusal Bölünme
Şerif Mardin’i Türk modernleşmesi konusunda özgün kılan yanların başında meseleye yaklaşımındaki paradigmatik farklılık gelmektedir. 1950’li yıllardan beri Türk modernleşmesi konusunda önemli çalışmalar yapan Şerif Mardin’in çalışmalarının daha çok dikkat çekmesi ve alanda merkezî bir konuma yerleşmesi, 1990’lı yıllara kadar gitmektedir. Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu gibi isimlerin yazdıklarının etkin olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda görüşleri, hâkim paradigmanın dışında kalan Şerif Mardin’in daha sonra kitaplaştırılan makaleleri, yazıldıktan epey sonra dikkat çekmeyi başarmıştır. Onun bir taraftan da sosyal bilimlerde epistemoloji ve metodoloji konularına girmesi ve bu konularda özgün eserler üretmesi ayrıca belirtilmesi gereken önemli bir özelliğidir. Max Weber, Karl Mannheim, Alfred Schutz, Erving Goffman, Talcott Parsons gibi sosyoloji teorileri alanında belirleyici isimler, Şerif Mardin’in analizlerinde faydalandığı isimlerdir (Doğan, 2013). Bu yüzden Mardin’in sosyolojik yönelimlerinde pek çok farklı ismin ve teorik yaklaşımın izleri takip edilebilir. Yine İdeoloji ve Siyasal ve Sosyal Bilimler kitapları genel sosyal bilimler alanına katkı olarak kabul edilebilecek eserleridir. Şüphesiz Şerif Mardin, çalışmalarında teoriyi ve metodolojiyi önemsemiştir. Ancak bu önemsemenin teorik ve metodolojik bir takıntı hâlinde olmadığı, anlamak ve açıklamak çabasında olduğu sosyal gerçekliğe ve bu gerçekliğin değişimine odaklanmanın farkındalığı öne çıkmaktadır. Ne var ki özellikle 1960’lı yıllarda sol eğilimlerin genel düşünce üzerindeki etkisi ve belirleyici rolü göz önünde bulundurulduğunda onun savunduğu paradigmanın Türkiye’de itibar görmesi için epey vakit geçmesi gerektiği anlaşılabilir bir durumdur. Bu gecikmeye rağmen Türk modernleşmesi konusunun en önemli tartışmaların yönünü değiştiren isimlerinin başında da Şerif Mardin gelmektedir. Keyman’ın (2015, s. 41) tespit ettiği gibi Şerif Mardin’in önemi, hem modernleşmeyi dikotomiler ötesinde bir mesele olarak görebilmesinden hem de paradigma kurucu konumundan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Şerif Mardin’in Türk modernleşmesi konusundaki çalışmaları, alanda bir kırılma yarattığı gibi kendisinden sonraki çalışmalar açısından da önemli referans kaynakları haline gelmiştir.
Öncelikle Şerif Mardin’in modernleşme meselesine bakışında benimsediği paradigmanın onu alanda çalışanların bir kısmından ayıran en önemli yönü, modernleşmeyi bir toplumsal değişme olarak anlamaktaki ısrarıyla ilgilidir. Elbette konuyla ilgilenenlerin hemen hepsinde meselenin bir toplumsal değişme olduğu iddiası bir şekilde bulunmaktadır. Ancak Şerif Mardin’in ayırt edici yönü, bu değişmenin kaynağı ve ürünü olan toplumsal gerçekliğin bizatihi kendisinin ne olduğunu anlama konusundaki ısrarlı çabasıdır. Bu ısrarlı çaba, olguyu anlama ve açıklama konusunda bizatihi olgunun gerçeklik sınırları içinde kalma çabası olarak da tanımlanabilir. Nitekim zaman içinde yönelimlerinde belli epistemolojik değişmeler olsa bile birikimini yine Türk modernleşmesini açıklamada kullanma eğilimi özellikle dikkat çekmektedir. Daha realizmi temel alan bir çizgiden yorumcu bir çizgiye doğru kayması, Arlı’ya göre (2018, s. 90) bakış açısındaki zenginleşmeye karşılık gelmektedir. Şerif Mardin, epistemolojik olarak kültürel gerçekliğin detaylarına yoğunlaşmış ve semboller, ritüeller ve eylemler üzerinden önemli kavramlara ulaşmıştır. Bu yüzden de onun dikkat çekmediği dönemlerde çok önemli olduğu düşünülen tespitler, daha geri plana itilmiş ve yeni tartışmaların belirlenmesinde özgün bir konuma yerleşmiştir.
Şerif Mardin, modernleşme meselesine, kendisinden önceki hâkim anlayışın tıkandığı ve üzerine inşa edildiği temel dikotomilerin ötesinde yaklaşmıştır. Cumhuriyet modernleşmesinin Osmanlı’dan bir kopuş olduğu tezi aynı zamanda resmî ideolojinin kendisini üzerine inşa ettiği bir siyasi anlayışa karşılık gelmektedir. Nitekim Niyazi Berkes’in yorumlarının da kopuşu temellendirme çabasında olduğu görülebilir. Şerif Mardin, ilk çalışmalarında Tanzimat’ın etkisiyle Meşrutiyet’e ve Cumhuriyet’e devam eden bir radikalleşme sürecini tespit etmiştir. Bu, bir anlamıyla Osmanlı modernleşmesinin kendi içinde nesiller arası dünya görüşü farklılaşmasıyla yeni bir gerçeklik ürettiğini tespit etmek anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle Şerif Mardin, Türk modernleşmesi açısından klasik dikotominin ötesinde süreklilik ile kopuşun birbirleriyle ilgili olduklarını tespit etmiştir. İki yüzyılı aşan süreci bu temel üzerine inşa etmesi, iki önemli meseleye odaklanmasıyla sonuçlanmıştır. Üstelik kendisi Cumhuriyet modernleşmesinin ve bu sürecin en önemli aktörlerinin başında gelen Atatürk’ün Cumhuriyet devrimleriyle temel hedefinin Osmanlı modernleşmesinden bir kopuş olduğunu iddia etmişse de (Mardin, 1994, s. 228) onun çalışmaları, Cumhuriyet modernleşmesinin Osmanlı modernleşmesinin devamı olduğu tezini savunanların temel referansları arasında yer almaktadır.
Şerif Mardin, Türk modernleşmesi konusunda bir yandan değişen ve hatta dönüşen yeni kamusallığı analiz etmiş diğer yandan da bu yeni kamusallığın ürettiği bir ayrışmaya yönelmiştir. Bu kamusal değişimin en önemli sebeplerinden birisi, modernleşmenin önemli üreticileri arasında sayılan eğitim kurumunda yaşanan değişmeler ve bu değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan kültürel çift başlılıktır. Geleneksel eğitim ile modern eğitim, mahalle ile yatılı okul, imam ile öğretmen gibi ikilikler, süregiden geleneksel kültür ile modernleşmenin beraberinde ürettiği kültürün ikilemini yansıtan sembollerdir. Bu ayrışma, zihniyet ve eylem açısından yüzyıllardır kamusalın anlam dünyasını üreten kurumun din olması dolayısıyla onun çalışmalarının din ve ideoloji eksenli çalışmalar olarak belirginleşmesiyle sonuçlanmıştır. Nitekim din de ideoloji de dünya görüşleri ve pratikleri içermeleri dolayısıyla birbirleriyle yakından ilişkilidirler. Her ikisi de bireylerin içinde yaşadıkları sosyal gerçekliği anlamlandırmaları ve tutarlı bir bakış açısıyla o gerçekliğin içinde yaşamaları için ihtiyaç duyulan anlam haritalarına kaynaklık etmektedir (Mardin, 1992, s. 18; 2007, ss. 29-30). Elbette Şerif Mardin, din ile ideolojiyi birbirlerine özdeş kavramlar olarak kabul etmemiş ve ikisi arasındaki ayrıma dikkat etmiştir. Özellikle modernleşme dolayısıyla Batı’da yaşanan değişmenin Türkiye’deki öncüleri haline gelen ve Batı’daki yeni kamusallığın araçlarını Osmanlı’da da kullanan entelektüellerin yeni anlam dünyalarını anlama ve açıklama girişimi, Şerif Mardin’in iki anlam dünyasına yoğun bir şekilde yönelmesiyle sonuçlanmıştır (Mardin, 2008). İki farklı anlam dünyasının bir arada devamlılığı sadece Osmanlı modernleşmesinde değil Cumhuriyet modernleşmesinde de takip edilebilir. Özellikle eğitime bağlı kültürel sermayeleriyle bürokraside ayrışmış yeni kamusallık temsilcilerinin zihniyetleri ve pratikleri ile geleneksel kamusallığın Mardin’in kavramsallaştırmasıyla “volk İslam” zihniyetinin ve pratiklerinin birbirine mesafeli bir şekilde ürettiği tarihsel ve sosyal gerçeklik tespiti dikkat çekicidir. Bu tarihsel ve toplumsal hafızaya dayalı mesafe aynı zamanda siyasi bir mesafedir.
Türk modernleşmesi meselesini din ve ideoloji odaklı okuması ve birbirine mesafeli iki farklı kamusallık tespiti, Şerif Mardin’i sivil toplum tartışmalarına ve Edward Shils’in merkez-çevre teorik modeline götürmüştür (Mardin, 1994, ss. 34-45). Bu modele göre modernleşme sürecinde yukarıda zikredilen ideolojik bölünmenin taraflarından meydana gelen patrimonyal bürokrasi merkezi, geleneksel halk kitlesi ise çevreyi oluşturmaktadır. Merkez, çevreye etki etmekte ve bir yandan da kendisini ayrıcalıklı kılan gücü korumanın peşindedir. Şerif Mardin, bu modelin Türkiye’deki durumu analiz etme açısından takip edilebilecek bir model olduğunu iddia etmiştir. Bu iddianın modernleşme meselesiyle ilgili o döneme kadar yapılan açıklamalara alternatif bir açıklama olması ve gerek Osmanlı modernleşmesinin gerekse Cumhuriyet modernleşmesinin en çok öne çıkan belirleyici gücü olarak bürokrasi merkezli bir model olması oldukça ilgi çekmiştir. Mardin (2001, s. 236), Türkiye Cumhuriyeti’nin patrimonyal bir devlet özelliği sergilediğini iddia etmiştir ki ona göre bu teorik model, Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliğini analiz imkânı da sunmuştur. Şerif Mardin (2011, s. 238), bazı eleştirileri değerlendirirken merkez-çevre yaklaşımını bir ilk adım olarak gördüğünü ve mikro seviyedeki detaylı çalışmalarla bu ikiliğin çeşitliliklerinin ortaya çıkabileceğini savunmuştur. Hatta Edward Shils’den alınan merkez-çevre ikiliğinin bir “metafor” olduğunun da gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulamıştır (Mardin, 2011, s. 240). Her şeye rağmen Şerif Mardin’in Türk modernleşmesini, kamusallığın değişmesi ve buna bağlı olarak bölünmüş kültürlerin anlam dünyalarını keşfetme üzerinden açıklamaya çalışması, merkez-çevre metaforunu kendi sistematiği açısından önemli kılmaktadır. Ancak merkez ile çevre ilişkisinin tek taraflı belirleyeni olan hiyerarşik bir ilişki olarak kurgulanması özellikle eleştirilmiştir (Takış, 2013, ss. 82-83). Öteden beri merkez ile çevre arasındaki ilişkinin tek yönlü ve hiyerarşik olmadığı, bazen çevrenin çok daha belirleyici olduğu durumların ortaya çıkabildiği gerçeği, modeli tamamen reddetmeyi gerektirmese de eleştirel bir ihtiyatı gerektirmektedir. Yine modernleşmeye bağlı değişme sürecinin ve Türk demokrasi tarihinin Batı’daki tarzda bir sivil toplum üretemeyişi de merkez-çevre ilişkisine bağlı bazı analizlerinin eleştirilmesine sebep olmuştur.
Kemalizm’in kendisinin bir modernleşme projesi olması ve doğrudan yeni bir toplum ütopyasıyla hareket etmesi, Türk modernleşmesinde baştan beri özellikle üzerinde durulan üç kurumun, siyaset, eğitim ve dinin ilişkilerinin farklılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Burada Şerif Mardin’in özellikle ütopya kavramı üzerinde durması da manidardır. Ütopyanın kurgusal yönü, olgunun gerçekte ne olduğunun çokça görmezden gelinmesine sebep olmuştur. Bu anlayışa bağlı olarak Niyazi Berkes ile girdiği bir tartışmada Şerif Mardin (2001, ss. 246-7), Berkes’i toplumsal gerçekliğin kendi içinden yenilik çıkarıcı mekanizmalara sahip olduğunu görememekle eleştirmiştir. Türk modernleşmesinde gelenekselliğe bağlı olan ve değişmeden etkilenen toplum kesimlerinin kendi içsel dinamikleriyle modernleşmeye dâhil oldukları tezi Şerif Mardin için merkezî bir yerdedir. Nitekim siyaset, eğitim ve din, geleneksel toplumsal kesimler açısından da mobilize edici üç kurum olarak dikkat çekmektedir. Cumhuriyet modernleşmesinin dış ve iç sebeplere bağlı olarak II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı değişim, çok partili hayata yeniden dönülmesiyle sonuçlanmıştır. Bu değişim, ilk olarak siyasi yapının değişmesi şeklinde görünmüşse de eğitim ve din kurumlarının da bu değişimden etkilendiği ve bu kurumlara bağlı yeni ilişki örüntülerinin ortaya çıktığı açıktır. Şerif Mardin, bu olaylara bağlı olarak devam eden süreci, modernleşmenin karşısında bir süreç olarak görmemiştir. Ona göre bu değişimin ortaya çıkardığı pek çok yeni durum, farklı aktörlerle farklı sosyal gerçekliklerin yine Türk modernleşmesi dâhilinde incelenmesiyle anlaşılabilecektir. Kültürel bölünmüşlüğün taraflarının karşı karşıya gelmesi, yine Türk modernleşmesinin sürekliliğini sağlamaktadır. Düşünceye odaklanan ve anlam dünyalarını keşfetme çabasında olan Şerif Mardin, yeni oluşan çok katmanlı ve karmaşık sosyal gerçekliğin mikro analizlerle keşfedilmesinden yana olmuştur.
Kemal Karpat ve Türk Modernleşmesinin Denge Halini Aramak
Kemal Karpat’ın tarihsel çalışmaları, vakanüvisliğin ötesinde teoriyi ve tarihsel gerçeklikle ilgili ölçülebilir olma durumunu önemseyen bir tarihçilik ya da sosyal bilimcilik anlayışını yansıtmaktadır. Bu yüzden öncelikle onu, Türkiye’deki tarihçilerin çoğundan ve genel tarihçilik anlayışından ayırmak gerekmektedir. Ayrıca teoriye önem vermesi ve gerçeklikle ilgili ampirik verileri kullanması, genelde sosyal bilimlere ancak özelde sosyolojiye de önemli katkılar sunmasını sağlamıştır. Böylece bu yazıda konu edinilen diğer iki isimle birlikte Kemal Karpat da Türk modernleşmesi konusuna tarihsel sosyoloji alanından önemli katkılarda bulunmuştur. Ne var ki pek çok özgün özelliğine, Türk modernleşmesine ve yakın dönem Türkiye tarihine katkılarına rağmen çalışmalarının yeteri kadar ilgi görmemesi de işin bir başka yönüdür (Sunar, 2018b, s. 32). Konuyla ilgili bir yazısında Karpat, Türk modernleşmesini dört temel hipotez etrafında analiz etme çabasında olduğunu belirtmiştir ki bu hipotezlerin, onun pek çok çalışmasında da takip edilebilecek sistematiğinin izlerini taşıdığı iddia edilebilir. Bu hipotezler şu şekildedir (Karpat, 2009a, s. 25):
(i) Gelişme (siyasal olsun veya olmasın) öncelikle toplumlara uygulanabilen bir sebep-faktöre dayanmalıdır.
(ii) Bu faktör, çeşitli seviyelerde, değişimin bütün aşamalarında tarihsel olarak mevcut olmalıdır.
(iii) Gerek değişime katkı sağlayan güçler gerek değişimin bizzat kendisi niceliksel olarak ölçülebilmelidir.
(iv) Siyasal gelişmeler ve yapısal değişiklikler birbirleriyle ilişkili ve niceliksel olarak ölçülebilir olmalıdır (Bu, siyasal sistemin bağımsız değişken olma kabiliyetine halel getirmez).
Bu hipotezlere bağlı olarak Kemal Karpat (2014, s. 16), Osmanlı modernleşmesinde ve hatta Batı modernleşme tecrübelerinde devletin öncü rolünü reddetmemekle birlikte süreçte toplumsal tabakaları oluşturan gruplara da bakılması gerektiğini düşünmüştür. Askerler, üst idareciler, âlimler, bürokratlar, zanaatkârlar ile tüccarlar ve tarımsal üreticilerden oluşan bu tabakalı sistem, modernleşmeyle birlikte ciddi bir şekilde değişim yaşamıştır. Dini temelde de Müslümanlar ile gayrimüslimler olarak bölünmüş olan toplum yapısının değişmesi, var olan durumun farklılaşması, pek çok ampirik veri üzerinden takip edilebilmektedir. Burada Sunar’ın da (2018b, s. 46) tespitiyle Kemal Karpat’ın sadece dış tesirler üzerinden değil daha çok toplumun kendi iç dinamikleri üzerinden modernleşmeyi açıklama girişimi dikkat çekmektedir ve onun çalışmalarında merkezî bir yerdedir. Toplumun iç dinamiklerine yoğunlaşması, Karpat’ın en önemli ayırt edici özelliklerinin başında gelmektedir. Bu yüzden o, toplanan vergi rakamlarına, askerî harcamalara, bütün modernleşme sürecinde sürekli değişken bir yapıda bulunan demografik verilere sıkça başvurarak analiz yapma çabasında olmuştur. Tarihsel süreçte toplumsal gerçeklikten kaynaklanan ve yine toplumsal gerçekliğin değişimini gösteren ampirik veriler üzerinden değişimin yönü, kırılmalar ve süreklilikler takip edilebilmektedir. Bu çaba, onun çalışmalarını alandaki pek çok çalışmadan ayırmakta ve önemli kılmaktadır. Bu metodolojik tercih, bir taraftan da Türkiye’nin farklı dönemlerinde yaşanan siyasal gelişmeleri ve bu gelişmelere bağlı değişimi okuyabilmenin alternatif bir yolu olmak durumundadır. Örneğin; Kemal Karpat için Cumhuriyet’in ilanı, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ya da askerî darbeyle iktidarından olması, siyaset dışındaki pek çok veri üzerinden de takip edilebilen olaylardır. Burada disiplinler arası bir tavır görülmektedir.
Modernleşme konusunda çalışan diğer sosyal bilimciler gibi Türkiye’deki sosyal yapının modernleşmeyle birlikte ikili bir karakter kazandığına vurgu yapan Kemal Karpat, konuyu kendi tarihsel ve sosyal gerçekliğine bağlı bir “elit” teorisi üzerinden açıklama çabasında olmuştur. Ancak o, tek bir elit grubun bürokraside nesiller arası hâkimiyetinden ziyade 19. yüzyıldan 20. yüzyıla süregiden elitler arasındaki değişimin de tespit edilmesinden yana olmuştur (Karpat, 2009a, s. 64). Çünkü yeni aktörlerin ortaya çıkması sadece askerî ya da sivil bürokraside değil aynı zamanda ekonomide, sanatta ve pek çok yerel kültürel alanda da gerçekleşmiştir. II. Mahmut’tan itibaren devam eden modernleşmenin bir yandan bürokratik bir merkezîleşme ürettiğini bir yandan da ekonomik dönüşümlerle yeni bir Müslüman orta sınıf ortaya çıkardığını iddia etmiştir (Karpat, 2010a, s. 35). Bu kesim, yeni bir sosyal tabakadır ve modernleşmenin süregidişinde merkezî rol oynamıştır. Ancak bu orta sınıf, Batı’daki muadilleri gibi değerlendirilemeyecek bir yapı arz etmiştir. Osmanlı şehirlerinde tüccarların büyük çoğunluğunun gayrimüslim olması, yeni Türk orta sınıfının kendi ticari gücünden ziyade devlet gücünü kullanan bir “bağımlı” sınıf olmasıyla sonuçlanmıştır (Karpat, 2010a, ss. 35-6). Kemal Karpat, gerek Meşrutiyet gerekse Cumhuriyet döneminde modernleşmenin bu aktörlerinin taşıyıcı rollerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Çünkü ona göre II. Meşrutiyet de Cumhuriyet de askerler, memurlar ve yerel eşraf destekli olaylar olarak cereyan etmiştir (Karpat, 2010a, ss. 65-66). Bu çeşitlenme ve değişim, Türk modernleşmesinin çok önemli ayırt edici yönlerini içinde barındırmaktadır. Kemal Karpat, 1960’lı yıllardan itibaren İstanbul’un üç gecekondu mahallesinde yaptığı saha araştırmasında, kırsal kesimlerden göçle büyükşehirlere göç edenlere en çok tepkinin modernleşmenin taşıyıcısı olarak da görülebilecek kentli orta sınıftan geldiğini tespit etmiştir. Ona göre (Karpat, 2016, s. 99), kentin eski sakinleri yani eski orta sınıf değerlerine sahip kendinden emin tanınmış yerleşik aileler, kırsal bölgelerden İstanbul’a göçü, bir köylü istilası olarak görmüşlerdir.
Daha önce fikirleri değerlendirilen iki sosyal bilimcinin de üzerine yoğun bir şekilde eğildikleri Türk modernleşmesinin ürettiği din odaklı ayrışma ve kültürel bölünme, Kemal Karpat’ın da ilgilendiği ve üzerine önemli tespitler yaptığı bir konudur. Burada Cumhuriyet modernleşmesinde yeni siyasal elitin İslam’ı, millîliğin dışına çıkarma çabasını “ideoloji çağının temellerini atmak” olarak yorumlayan Karpat (2009b, s. 321), Cumhuriyet’in kurucu elitinin kültür ve tarih gerçekliğini yanlış yorumlamasının pek çok olumsuzluğa sebep olduğunu savunmuştur. Özellikle İslam’ı, millîliğin dışına itmeye çalışan ve laiklik anlayışıyla yeni bir millîlik oluşturmaya çalışan zihniyetin, hem Osmanlı’dan süregelen modernleşmeyi hem de din ile devlet arasındaki ilişkiyi doğru anlayamadığını düşünmüştür (Karpat, 2009b, s. 322). Böylece Cumhuriyet ideolojisinin temellerinin atıldığı dönem, var olan tarihsel ve sosyolojik gerçekliğin değişmesi talebiyle yeni bir tarih ve sosyoloji peşinde olmuştur. Bu çelişkiyi Karpat (2010, s. 190), “Türkiye, İslam’a bütünüyle sadık bir toplumu yönetmek için kurulmuş laik bir hükûmete sahipti” şeklinde ifade etmiştir. Türkiye’de tarihin ve kültürün en önemli üreticilerinden birisi olan İslam dininin de bu anlayışla kendi realitesinin görmezden gelinmesi ve hatta kendi kendisini üretme imkânlarının engellenmesi, ciddi toplumsal problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu durum, çok partili hayat boyunca CHP karşısındaki muhalefeti motive eden önemli bir siyasi dayanak olagelmiştir. Nitekim bütün uygulamalara rağmen İslam, toplumsal gerçekliğin bir üreteni olarak sahnenin dışına çıkmamış ve toplumsal gerçekliğin sürekliliğindeki rolünü yeni şartlarla yerine getirmiştir. Ancak Cumhuriyet modernleşmesinde laikliğin toplumsal değişim için ideolojik bir araç olarak tanımlanması ve kullanılması, kültürel bölünmenin bir ideolojik bölünme olarak ortaya çıkmasına da sebep olmuştur (Karpat, 2011, s. 181). Olgunun ne olması gerektiğinden çok ne olduğu konusunda hassasiyet göstermiş bir sosyal bilimci açısından bu tespitler gayet anlaşılabilir tespitlerdir. Kültürel bölünmenin aynı zamanda ideolojik bölünmeye de kaynaklık etmesi özellikle Türkiye’de siyasetin ve demokrasinin anlaşılması açısından önemli bir yerde bulunmaktadır. Karpat (2011, s. 181) “devlet-toplum dikotomisi” şeklinde tanımladığı bölünmenin ya da ayrışmanın Osmanlı modernleşmesinin başından itibaren takip edilebileceğini söylese de bu ayrışmanın tarihsel ve sosyolojik değişim dinamikleri konusunda hassastır. Bu yüzden devletle siyaset ya da ekonomi üzerinden ilişki kurabilen, orta sınıf kökenli ya da bu sınıfa bir şekilde dâhil olmuş birisi, devlet-toplum dikotomisinin dinamik bir yapıda olduğunu ispat etmektedir. Dolayısıyla nesiller arasılık ve toplumsal gerçekliğin kendi değişim dinamikleri göz ardı edilerek kurgulanan bir devlet-toplum dikotomisi, Türk modernleşmesini doğru okuyamamak anlamına gelmektedir.
Kemal Karpat’ın olgusal gerçekliğe ilişkin hassasiyetini yansıtan en önemli çalışmalarından birisi, daha önce de farklı bir bağlama atıfla değinilen gecekondu araştırmasıdır. Bu çalışma, Türkiye’de 1960’lı yıllarda kentleşme çalışmalarına yoğun bir şekilde yoğunlaşan ve Kemal Karpat’ın çalışmasına da aracı olan Mübeccel Kıray’ın çalışmalarıyla birlikte değerlendirilmeyi hak etmektedir. Kemal Karpat, gecekonduyu bir olgu olarak inceleme amacıyla özellikle Güney Amerika, Hint Yarımadası ve Arap ülkelerindeki örnekleri incelemiş ve Türkiye’de gecekondulaşmanın iç göç hareketliliğiyle ilgili kendine özgü yönlerini tespit etmeye çalışmıştır. Kentin göçmenler üzerindeki dönüştürücü etkisini ampirik verilerle destekleyen Karpat (2016, s. 58), gecekondularda süregiden sosyal hayatı, kent açısından “modernleşme” ve kırsal göçmenler açısından “kentlileşme” olarak tanımlamıştır. Kırsal kökenli göçmenlerin kent hayatını daha üstün görmeleri ve gelecekleriyle ilgili kentin imkânlarından faydalanma beklentileri (Karpat, 2016, ss. 146-147), her ne kadar eski kentli orta sınıf tarafından “kentin köylüleşmesi” olarak görülse de bu olgu, Karpat’ın düşüncesinde Türkiye’nin modernleşmesinin ürettiği ve süregiden modernleşmeyi üreten bir kentleşme ve kentlileşme sürecidir.
Kemal Karpat, Türkiye’de modernleşme konusunda Türkiye’nin tarihsel birikimini ve bu birikimle oluşan toplumsal gerçekliği hesaba katmak gerektiği konusunda büyük bir özen göstermiştir. Ona göre Türk modernleşmesinin ürettiği değişim hamlesinden geriye bir dönüş olması mümkün değildir (Karpat, 2010b, s. 426). Karpat, Türk modernleşmesindeki kültürel ayrışmalara atıfla toplumsal bir denge ve uyum halinin yakalanmasının ve sürecin kendi halinde devam etmesinin çok önemli olduğunu savunmuştur. Burada o özellikle geçmişten beri devam eden ve devrimler yoluyla modernleşmeye eklenen devlet hassasiyetleri ile gerek devlet eliyle gerekse kendi sosyolojisiyle halkın yaşadığı toplumsal değişmelerin uyumunu kastetmektedir. Ona göre tepeden inme ve toplumu yok sayan bir modernleşme ne kadar yanlışsa tamamen devletin devreden çıktığı kendi haline bırakılmış bir modernleşme de o kadar yanlıştır (Karpat, 2010b, s. 427). Modernleşmenin ürettiği dikotominin taraflarının ikna yoluyla birbirleriyle ilişki kurması gerektiğini ve bunun başarılabileceğini, Türkiye’deki demokrasi tecrübesinin gösterdiğini savunmuştur. Ona göre önemli olan Türk modernleşmesinin kendi değişim dinamiklerine ve büyük bir birikime sahip olmasının farkına varılmasıdır.
Sonuç
Niyazi Berkes, Şerif Mardin ve Kemal Karpat, Türk modernleşmesini tarihsel sosyoloji açısından ele almış ve eserleriyle ilgili literatüre önemli katkılarda bulunmuş üç isim olarak dikkat çekmektedir. Türk modernleşmesini açıklama çabasındaki bu üç ismin konuyla ilgili önemli makalelerini ve kitaplarını genelde yurt dışında yazmış olmaları ve hatta bu yazıda da değerlendirilen metinlerin çoğunun tercüme olması ilginç ve ironik bir ayrıntıdır. Yine bu yazıda üzerinde durulmamakla birlikte üç ismin de edebiyat üzerinden Türk modernleşmesini anlama çabaları da manidardır ve edebiyat sosyolojisi alanı açısından değerlendirilmeyi hak eden bir konudur. Yaşanan değişim sürecine vurguyla tarihsel ve sosyolojik gerçekliğe yönelmeleri ve Türk modernleşmesine yeni bir tarih yazımıyla katkıda bulunma çabaları, bu üç ismin ortak özellikleri arasında kabul edilebilir. Elbette teorik ve metodolojik yönelimleri itibarıyla aralarında farklar bulunmaktadır. Ancak meta-teorik bir okumayla bu üç ismin eserlerine bakıldığında birbirini tamamlayan pek çok unsur da tespit edilebilmektedir.
Niyazi Berkes’in Türk modernleşmesini, uluslaşma ve sekülerleşme süreci olarak kabul etmesi ve devrimcilik ile laikliği olmazsa olmaz ilkeler olarak görmesi, onu Cumhuriyet’in resmî ideolojisiyle birleştirmektedir. Her ne kadar kendisi Osmanlı tarihsel ve toplumsal gerçekliğinin kendine özgülüğü konusunda ısrarcı olmuşsa da modernleşme ya da kendi deyimiyle çağdaşlaşma konusunda Batı’nın sekülerleşme tecrübesinden kaynaklanan teorik temeli benimsemiş gözükmektedir. Bu tutumu ve ısrarı kendisiyle ilgili “oryantalist” olma ithamını da beraberinde getirmiştir. Ayrıca Berkes, Türkiye’de modernleşme sürecine bir şekilde katkıda bulunan isimleri, geçmişten geleni muhafaza konusundaki tavırları nedeniyle romantik bulurken kendisiyle ilgili de özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan Atatürk’ün vefatına kadarki dönemle ilgili bir romantizmi takip ettiği söylenebilir. Bu durum onun kendi modernleşme modelinden ve bu modele bağlı oluşturduğu sistematiğinden kaynaklanmaktadır. Her şeye rağmen Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma eseri başta olmak üzere tarihsel süreci önemli olaylar ve belgeler üzerinden anlamaya çalışması, Türk modernleşmesi alanında öncü bir düşünür olmasını sağlamıştır.
Şerif Mardin, en temelde Türk modernleşmesini süreçte oluşan yeni kamusallığı, sosyolojik olarak anlama çabasında olmuştur. Yeni kamusallığa odaklanması, onun çalışmalarının eksenini bürokratik merkezîleşme ve sivil toplum tartışmalarına kaydırmıştır. Yine bu bağlamda kültürel farklılaşmanın zihniyet analizini, din ve ideoloji üzerinden yapma çabasında olmuştur. Modernleşmeyi kamusallık ve zihniyet odaklı analiz etmesinin yanında zamanla hem destek gören hem de eleştirilen merkez-çevre teorik modelini önermiştir. Vefatından önce kendisiyle yapılan söyleşilerden gazetecilik marifetiyle üretilen “Türkiye Malezya olur mu”, “mahalle baskısı”, “öğretmen imama yenildi” gibi haberler kısa gündemler oluşturmuşsa da Türk modernleşmesi konusunda teorik ve metodolojik pek çok yenilik Şerif Mardin’in katkısı olarak kabul edilmek durumundadır. Berkes gibi Şerif Mardin de Türk modernleşme sürecini anlama ve açıklamanın tarihsel ve toplumsal gerçeklik bağlamına odaklanmakla mümkün olduğu ısrarıyla öne çıkmış bir isimdir.
Kemal Karpat’ın Niyazi Berkes’ten farklı, Şerif Mardin ile daha yakın pek çok özgün tespiti bulunmaktadır. Bireysel hikâyesi göz önünde bulundurulduğunda ve diğer iki isimle kıyaslayınca Karpat, sosyolojiye daha mesafeli bir isim gibi gözükse bile ampirik veri kullanma ve doğrudan veri odaklı çalışmalar üretme konusunda çok daha dikkatli bir sosyal bilimcidir. O, Türk modernleşmesini belli bir bürokratik sınıfın kontrolünde bir süreç olarak görmenin ötesinde farklı toplumsal katmanların sürecin üretimine ve farklılaşmasına katkılarına odaklanmayı tercih etmiştir. Doğrudan kendisinin dâhil olduğu saha araştırmaları, tarihsel ve toplumsal değişimi veriler ve gözlemler üzerinden anlama imkânı sunmaktadır. Toplumun içsel dinamiklerine yönelmek, Kemal Karpat açısından özellikle önemlidir.
Aynı değişim sürecini, tarihsel sosyoloji perspektifinden farklı vurgularla okuyan ve açıklamaya çalışan bu üç isim, Türk modernleşmesini sadece açıklamakla kalmamış aynı zamanda süreçle ilgili temel kavramları ve problemleri de tespit etmişlerdir. Türk modernleşmesinde paradigmatik bir dönüşüm bu isimlere rağmen yine bu isimlerle olmak durumundadır. Dönemsel etkilerin ve yine dönemsel etkilere bağlı teorik yönelimlerin ötesinde Türk modernleşmesinin bütüncül bir şekilde çalışılması için bu üç isim önemli ve kurucu isimler olarak değerlendirilebilir. Çünkü bütüncül olmayla ilgili kaygı, tarihsel ve toplumsal gerçeklik bağlamında ısrarla mümkündür.
Kaynakça
Ak, G. (2014). Niyazi Berkes’in yazını üzerine bir bibliyografya denemesi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 54(2), 419-486.
Ak, G. (2016). Niyazi Berkes düşününde “laiklik” ve “çağdaşlaşma” kavramlarının karşılaştırmalı bir analizi. EUL Journal of Social Sciences, 7(1), 67-89.
Arlı, A. (2018). Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin (4. Baskı). İstanbul: Küre Yayınları.
Berkes, N. (2008). Türkiye’de Çağdaşlaşma (8. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Berkes, N. (2015). Türk Düşününde Batı Sorunu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Berkes, N. (2016). Teokrasi ve Laiklik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Berkes, N. (2017). Felsefe ve Toplumbilim Yazıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Berkes, N. (2019). Atatürk ve Devrimler (3. Baskı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Dinçşahin, Ş. (2010). A study on Turkish modernization and Kemalism: The life, times and thoughts of Niyazi Berkes. Yayımlanmamış doktora tezi. İstanbul: Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Doğan, N. (2013). Şerif Mardin, Türk sosyolojisi ve sosyolojik teori. T. Takış (Ed.). Şerif Mardin Okumaları (2. Baskı) içinde (ss. 19-41). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Karpat, K. (2009a). Osmanlı’dan günümüze elitler ve din (3. Baskı). G. Ayas (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2009b). Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji. G. Ayas (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2010a). Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset. G. Ayas (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2010b). Türk Demokrasi Tarihi: Sosyal, Kültürel, Ekonomik Temeller. İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2011). Türk Siyasi Tarihi: Siyasal Sistemin Evrimi (2. Baskı). C. Elitez (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2014). Osmanlı Modernleşmesi (2. Baskı). C. Elitez (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2016). Türkiye’de toplumsal dönüşüm: Kırsal göç, gecekondu ve kentleşme (2. Baskı). A. Sönmez (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Kayalı, K. (2001). Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kayalı, K. (2018). Türk Kültür Dünyasından Portreler (4. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Keyman, F. (2015). Şerif Mardin’i okumak: modernleşme, yorumbilgisel yaklaşım ve Türkiye. A. Öncü ve O. Tekelioğlu (Der.). Şerif Mardin’e Armağan (3. Baskı) içinde (ss. 37-63). İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (1992). İdeoloji. İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (1994). Türkiye’de Toplum ve Siyaset (4. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (2001). Türk Modernleşmesi (9. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (2007). Din ve İdeoloji (15. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (2008). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (7. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Mardin, Ş. (2011). Türkiye, İslam ve Sekülarizm. İstanbul: İletişim Yayınları.
Sunar, L. (2018a). Değişim Sosyolojisi: Kavramlar, Kuramlar ve Yaklaşımlar. Ankara: Nobel Yayınları.
Sunar, L. (2018b). Kemal Karpat neden göz ardı edildi: Modernleşmeye dair farklı bir bakış. Tezkire, 64, 31-56.
Sunar, L. (2019). Toplumsal değişimi açıklamak: Temel kavram ve kuramlar. L. Sunar (Der.). Türkiye’de Toplumsal Yapı ve Değişim (4. Baskı) içinde. Ankara: Nobel.
Takış, T. (2013). Sosyal Bilimlerin “Öteki” Kutbu: Şerif Mardin ve Entelektüel Bir Harita (2. Baskı). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Yıldız, A. (2012). Niyazi Berkes ve Türkiye’de çağdaşlaşmanın gelişimi. Sosyoloji Konferansları, 46(2), 1-33.
Zürcher, E. J. (2007). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (21. Baskı). Y. S. Gönen (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.