Rusya’da Asimilasyon ve Türk Halkların İsyanı
İşgal ve Müslümanlar
Rusya’nın nihayet Orta Avrupa’nın tarih sahnesinde bir kahraman olarak ortaya çıkması sadece 16. yüzyıla kadar değildi. Bu dönem, Yıldırım İmparatoru olarak bilinen IV. İvan’ın (Ivan Vasiliyeviç, Korkunç İvan) hükümdarlığına denk gelir. Bu dönemin başlangıcına damgasını vuran olay, Moğol İmparatorluğu halef devletlerinden Kazan Devleti’nin 1552’de IV. İvan’ın (1547-1584 hükümdarlığı) orduları tarafından fethedilmesidir. Bu durum, Rus halkından farklı olan ve Tatarlar olarak bilinen Türkleri kendilerine kattıkları için Rusya’nın çok ırklı bir imparatorluğa dönüşümünün yalnızca bir başlangıcıydı. Ayrıca ilk defa Tatar Türk Müslümanlarından oluşan bir grubun devletin denetimine sokularak tebaa haline getirilmesi de dikkat çekiciydi.
Uzak güneyde, Osmanlı İmparatorluğu, I. Süleyman’ın (Kanuni Sultan Süleyman, 1520-1566 hükümdarlığı) yönetimi altında Osmanlı tarihinin en yüksek refah seviyesine ulaşmıştı. Aynı zamanda, Orta Volga bölgesindeki Tatar Türklerinden oluşan Müslümanlar, Rus Ortodoks işgalcilerinin tebaası haline geldi. Bugün hala Moskova’nın Kızıl Meydan’ını süsleyen Vasili Katedrali, Kazan’a karşı kazanılan zaferi simgeleyen mimari bir anıt olarak bilinmektedir.
Takip eden 300 yıl boyunca Rusya İmparatorluğu, sırasıyla Kırım Yarımadası, Kafkaslar, Batı Sibirya, Kazak Bozkırları ve Orta Asya gibi çoğunluğu Türk olan Müslümanların yaşadığı bölgeleri topraklarına katacaktı. 20. yüzyılın başında, Rusya İmparatorluğu’ndaki Müslüman Türklerin nüfusunun yaklaşık 20 milyon olduğu ve toplam nüfusun %13’ünü kapsadığı tahmin ediliyordu. Bu, aynı dönemin önemli bir Türk İslam gücü olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Müslüman nüfusundan daha fazlaydı. Müslüman Türklere yönelik uygulanan Rus politikası genellikle baskıcıydı. Rus İmparatorluğu’nun kurucusu I. Petro (Pyotr Alekseyeviç, 1672-1725 saltanatı), İslami inançlarını koruyarak orduda üst düzey görev yapan Müslüman Tatar Türk komutanları İslam’dan vazgeçmeye zorladı.
1744 yılında, İmparatoriçe Elizaveta Petrovna döneminde, Kazan’daki 536 camiden 448’i yıkılmıştır. Camiler yalnızca Rusların ya da yeni Ortodoksların yaşamadığı kırsal alanlarda kaldı. Rus Ortodoksluğu’na geçiş, yalnızca misyonerlik çalışmalarıyla değil, aynı zamanda komuta rütbesinde terfi ve vergilerden, zorunlu askerlikten ve hatta bazen cezalardan muafiyet gibi ayrıcalıklar sağlayan idari tedbirlerle de desteklendi. Bu bağlamda Müslümanlıktan Ortodoksluğa geçenlere “Kriyashin” adı verildi ve Müslüman topluluktan ayrı bir topluluk oluşturdular. Kriyashin kelimesi, Rusça “vaftiz edilmiş” anlamına gelen kelimeden türetilen bir isimdir. Kriyashinlerin birçoğu, görünüşte mühtedi gibi görünerek esasen İslam’a olan inançlarını içlerinde saklayan “Gizli Müslümanlar” idi. Her halükarda, uzun süredir Filistinlilerin egemenliğinde olan Volga-Ural Bölgesi, atalarının inancını terk edip Hristiyanlığa geçen bir grup insanın İslam tarihinde ender bir örneğini sunmaktadır. Daha sonraki yıllarda Rus Yakın ve Uzak Doğu uzmanı Bartolide (1869-1910), Rus topraklarındaki Müslüman Türklerin durumunun birçok yönden Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hristiyanların durumundan daha kötü olduğuna dikkat çekti. Ayrıca Müslümanların, dinî inançlarına bakılmaksızın Pugaçev İsyanı (1773-1775) gibi Volga-Ural Bölgesi’ndeki birçok köylü isyanına da katıldıkları bilinir.[1]
Çariçe Katerina Zamanında Rusya’nın İslam Politikası
İmparatoriçe II. Katerina zamanında (1762-1796) Rusya’nın İslami politikasında büyük bir değişiklik gerçekleşti. 1783’te, uzun zamandır Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında olan Moğol İmparatorluğu’nun halef devletlerinden biri olan Kırım Hanlığı’nı ilhak etti ve Karadeniz’de Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya geldi. Kırım Türklerinden oluşan Müslümanları kafirlerin egemenliğine teslim ettiği için İslam dünyasının lideri olan Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük hayal kırıklığı yaşandı. Bunun üzerine Rus topraklarındaki Müslümanlar üzerindeki manevi otoritesini İslam dünyasının halifesi olarak eskisinden daha fazla hissettirme çabasına giren Osmanlı İmparatoru Sultan III. Selim’in halifeliğine olan saygı, Müslümanlar arasında artıyordu. Ama Rusya’da İslam’ın geleceği ne olacaktı?
Aydınlanma çağının devrimci düşünürü Voltaire’den (1778) esinlenen İmparatoriçe II. Katerina, İslam’ın gelişmiş bir din olduğunu kabul etti. Bu sadece Müslümanların sıkıntılarını hafifletmek ve isyanların tekrarını önlemek için değildi. Kazan Türklerine hareket ve göç özgürlüğü verilseydi, İslamlaşmayı veya Rusya’nın doğu sınırını işgal eden Kazak göçebelerini kontrol etmek daha kolay olabilirdi. Bu amaçla İmparatoriçe, devlet parasıyla bir cami yaptırmaktan çekinmedi. Ayrıca Orta Asya halklarıyla aynı dinî ve dili paylaşan Tatar Türklerinden oluşan tüccarların Rusya’nın doğusu ile ticarete açılması ve geliştirmesi beklenebilirdi. O zamanlar Orta Asya, Pagan Rus tüccarlarının özgürce faaliyet gösterebilecekleri bir bölge değildi. 18. yüzyılın sonundan itibaren, Tatar tüccar birlikleri, Örenburg ve Toloik’in sınır kale şehirlerinde ticaretlerini sürdürdüler. Tatar tüccarlarının 18. yüzyılın sonundan bu yana Örenburg ve Toloik sınır kale şehirlerini terk etmeleri, Rusya ile Orta Asya arasındaki ticaret için büyük bir sıçrama oldu. İmparatoriçe’nin bir diğer önemli politikası, daha önce tanınmayan Müslüman din adamlarının tanınması ve 1889’da onları kontrol altında tutmak için “Müslüman Diyanet İşleri Konseyi’nin kurulmasıydı. Bu konsey, Rusya ve Sibirya’daki camilerin imamı olan bir başkan, müftü ve üç kadıdan (yargıç) oluşmaktaydı. İmparatoriçe, Müslüman Diyanet İşleri Konseyi’nin kurulmasıyla İslam’ı resmî olarak tanıdı ve aynı zamanda bu konsey aracılığıyla Müslümanlar içinde bir yönetim sistemi oluşturdu.
Müslüman Toplumun Yeniden Canlandırılması
İmparatoriçe II. Katerina’nın İslam’a karşı hoşgörülü politikası, Rus yönetimi altında uzun süredir baskı altına alınmış olan Müslüman toplumunu yeniden canlandırdı. Tatar tüccarları, Rusya ve Orta Asya’yı birbirine bağlayan geniş bir ticari alan açtı ve orada bir ticaret ağı kurdu. Rus tekstil ürünleri, altın paraları ve metal ürünlerini, Orta Asya derileri, ipek, yün ve pamuk ipliği ile ticaret faaliyetlerinden muazzam kazançlar elde etti ve Tatar Türk tüccarı Rusya Müslümanları toplumunun en dinamik sosyal katmanını oluşturdu.
Tatar Türkleri tekstil, deri, sabun ve boya üretiminde ve madencilik endüstrisinde çok başarılı oldu. Kazan ve Örenburg şehirleri, bu canlanmış Tatar nüfusunun ekonomik ve kültürel merkezleri haline geldi. Rusya ile Orta Asya arasındaki tüccarların trafiği daha hareketli hale geldikçe, Volga-Ural Bölgesi’nden yabancı öğrenciler İslami İlimlerin merkezi olan “Kutsal Buhara’ya yöneldiler.
Buhara’ya getirilen İslam hukuku, din ilimleri ve diğer disiplinlerin Ortodoks çalışmaları, Rus yönetimi altında azalan İslam kültürünün yeniden canlanması için büyük bir fırsat yakaladı. Memleketlerine döndüklerinde, birçoğu Tatar tüccarları tarafından inşa edilen ve yönetilen cami ve medreselerde İslam’ı yeniden canlandırmak için çok çalıştılar.
Ancak, ileri fikirli aydınların bir kısmı, sadece Buhara’nın eskimiş tefsirlerine güvenerek Müslüman toplumu modern Rusya’nın koşullarına göre yeniden inşa edemeyeceklerini anladılar. Bunun yerine Kur’an ve Hz. Muhammed’in hadisleri gibi orijinal kaynaklara yöneldiler. Bu şekilde, İslam’ın “modern zamanlara göre yeniden yorumlanmasının” doğru olacağını savundular. Mercanî (1889) ve diğer Tatar uleması (İslam âlimleri ve aydınları), o dönemdeki İslami reformun ana savunucularıydı.
Doğruluk eğilimi, modern İslam dünyasındaki en gelişmiş eğilimlerden biridir. İmparatoriçe II. Katerina saltanatıyla beraber Müslüman Türk toplumu yeniden canlandıkça, bir zamanlar Rus Ortodoksluğu’na dönüşen Kriyashin’in yeniden İslam’a dönüşümünde ve Volga-Ural Bölgesi’nde yaşayan Ortodoks olmayan azınlıkların da kitleler halinde İslam’a dönüşümünde gözle görülür bir artış oldu.
Bununla birlikte, Rusya’nın iç kısmındaki İslamlaşmanın bu gelişimi, imparatorluğu inançla birleştirmeye çalışan Rus Ortodoks Kilisesi için ciddi bir sorun ve tehdit unsuruydu. Buna karşılık, Rus olmayan halka atıfta bulunan geniş bir terim olan “Heterodoks”un Ortodokslaşmasını gerçekleştirmek için yeni uygulamalar ve önlemler önerildi.
Alahian ve Türk dillerini de konuşan ilahiyatçı, misyoner ve Yakın ve Uzak Doğu uzmanı Ilminski (Nikolay Ivanoviç Ilminskiy, 1822-1891), Ortodoks Hristiyanlığın, çeşitli etnik grupların ana dillerinde kapsamlı bir eğitim olmadan teşvik edilemeyeceğine inanarak, etnik grupların çocukları için ilkokul ve normal okulların kurulmasında inisiyatif aldı. Rusya’da ise iki din hâlâ bir arada bulunmaktan çok uzaktı.
Müslüman Aydınların Vizyonu
1. Alexander (1855-1881), 1861’de Serfleri özgürleştirdikten sonra, İmparatorluk Rusyası’nda da kademeli olarak büyük reformlar yapılıyordu. İlk kez bir Müslüman’dan bu konuda yardım istendi. Çünkü Ruslar ve Müslümanlar arasında derin bir uçurum vardı. Bu konuyu ilk başta gündeme getiren kişi, Türk dünyasının büyük düşünce adamı, Kırım Tatarlarından İsmail Gaspıralı (Gasprinski, 1851-1914) idi. Soyadı, Kırım’daki Gaspıra şehrinden gelen Gaspıralı Rus İmparatorluğu’nda Türk ve İslam toplumlarının eğitim, kültür reformu ve modernleşmeye ihtiyacını betimleyen Müslüman aydındır.
Eski Kırım Hanlığı’nda Bahçesaray (Paktysarai) şehri yakınlarındaki Avcıköy’de soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, Moskova’daki Harp Okulu’nda okudu ve burada Rus dilini öğrendi ve daha sonra bilgisini genişletmek ve daha ileri eğitim almak için Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul’a ve Paris’e gitti. Paris’te kendisi için yazar Turgenev’in (1818-1883) öğrencisi olduğu söylenir. Daha sonra Kırım’a dönerek memleketi Bahçesaray’da belediye başkanı oldu ve geniş bilgi birikiminden yararlanarak 1881’de Rusya’daki Müslümanlar adlı kitabını Rus dilinde yayımladı.
Ruslaştırma Politikası
Rusların asimilasyon potansiyeli doğal olarak düşük olmasına rağmen, Ruslaştırma politikası güçlü geleneklerle desteklenen Müslüman toplumu asimile etmekte başarısız olmakla kalmayacak, aynı zamanda bir karşı tepkinin doğmasına da neden olacaktır.
Polonya örneğinde olduğu gibi, zorla Ruslaştırma politikası hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Seçilecek yol, öncelikle Fin politikası gibi ulusal özerklik ilkesine dayalı bir “birlik sistemidir”. İkinci şart ise Müslümanların fikrî uyanışı, özellikle eğitim sisteminde reform yapılmasıdır. Türk Müslümanlar, ortak dilleri olan Tatarca ile genel eğitim yoluyla ilim ve irfan kazanırlarsa, mevcut cehalet ve ön yargılarından kurtulacak ve Rusya’nın sadık ve yetenekli tebaası olacaklardır. Rus hükümetinin Müslümanların kültürel gelişimine izin vermesi ve bunlara uyum sağlaması gerçekten de ulusal çıkarlara uygun bir önlemdir. Bir zamanlar Doğu’da doğan uygarlık Batı’ya taştı ve şimdi Doğu’ya geri dönüyor. Ruslar ve Rusya Müslümanları en iyi öncüler olmalıdır.
Okullar açılacak ve yeni bir eğitim sistemi başlatılacaktı. Geleneksel mektepler yerine modern ilköğretim okullarını yaygınlaştırmak için eğitim reformu hareketinin öncüsü oldu. Onu destekleyenlere “Yeni Yöntem”den sonra Cedit (Yenilikçi) adı verildi ve bu terim Rusya Müslümanları toplumundaki yenilikçilerin ortak adı oldu. Yeni Yöntem okulları, onları İslam’dan ayrılmakla suçlayan Müslüman muhafazakârlar tarafından saldırıya uğrasa da 20. yüzyılda Tatar tüccarlar ağı aracılığıyla Rusya işgali altındaki Türkistan’da ve Çin işgalindeki Doğu Türkistan (Xinjiang)’daki Qing Hanedanlığı yönetiminde bulunan şehirlerde okullar açıldı. Gaspıralı’nın “Tercüman”ı da okul ders kitaplarında kullandığı yazı dili de basitleştirilmiş Osmanlı Türkçesine dayanan “Ortak bir Türkçe” idi. Osmanlı Türkçesinde biriken ve ifade edilen modern uygarlığın unsurlarını geniş bir şekilde paylaşabilme ve temelde ünlüleri göstermeyen Arap alfabesinin özelliklerinden yararlanarak Türk dilleri arasındaki farklılıkları kolayca aşabilme avantajına sahipti. Müslüman erkek ve kadınların %50-60’ının Tatarcayı akıcı bir şekilde okuyabilmesi, ancak binde birinden daha azının Osmanlı Türkçesini okuyup yazabilmesi dikkat çekicidir. Eğer öyleyse, bu koşulları, yani Tatar okuryazarlığını ve Müslümanlar arasında yazmanın yaygınlaşmasını, Müslüman toplumlar arasında yararlı bilgiler ve ülke sevgisini yaymanın bir aracı olarak kullanmak toplumun ve ulusun yararına değil midir?
Tatar gazetelerinin yayınlanması kolaylaştırılmalı ve teşvik edilmemeli mi? Hükümetin ve kamu kurumlarının emirlerinin Rusya’daki çok sayıda Müslüman’a, anladıkları bir dilde iletilebilmesi gerçekten kötü bir şey mi? Ancak, Gaspıralı’nın planı Ruslar tarafından genellikle imparatorluğun birliğini tehdit eden tehlikeli bir fikir olarak görülüyordu. İmparatorluktaki Müslümanların uyanışına ve birleşmesine yol açarak, biatlarını Çar’a değil, Osmanlı saltanatının halifeliğine çevirmesine yol açacak olan Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm olarak kabul edileceği endişesi oluştu. Ancak Gaspıralı’nın kendisi siyasi açıdan ılımlı kaldı. İsteği, Rusya Müslümanlarının aydınlanması ve Müslüman Türklerin Ruslarla bir arada yaşamasıydı.
Ayrıca 1906’da yayınlanan “Rus Doğu Antlaşması’nda, Rusya ile İslam dünyası (özellikle Osmanlı İmparatorluğu ve İran) arasında bir birlik anlaşması bile önerdi. Bu anlaşma, Rusya’yı ve İslam dünyasını Doğu Asya’dan beklenen göç baskısına ve Batı Avrupa ülkelerinin saldırganlık ve müdahalelerine karşı savunmanın en iyi yoluydu.
Rusya’nın İsyancı Müslümanları
Abdürreşit İbrahim (Ibragimov, 1857-1944) Nisan 1857’de Ural Dağları’nın doğusunda, Batı Sibirya’daki Tobolsk eyaletinin Tala kasabasında doğdu. Yaklaşık 3 bin hane ve 6 bin kişilik bir nüfusu olan ve sadece 110’u Müslümanlardan oluşan bir kasaba idi. Kökenlerini 1855’te eve dönüşüne kadar anlatan otobiyografisine göre, ataları 17. yüzyılın sonunda uzak güneydeki Buhara’dan taşındı ve bölgenin İslamlaşması yoluyla, bu coğrafyada Ruslardan önce medeniyet tohumlarını ektiler. Ayrıca, İslam’ın Sibirya’daki Tatar Türk halkına tanıtımında önemli görev üstlendikleri ve Ronan Hükümeti tarafından verilen özel yetkilerle bir grup tüccarla anlaştıkları ve Batı Sibirya ve Orta Asya’da İslam’ın tanıtımında önemli rol oynadıkları biliniyordu. Babası, belki de Buhara soyundan geldiği için bir zamanlar olduğu gibi zengin tüccar değildi ve aile yoksulluk içinde yaşıyordu. Annesi Urallarda bir Türk boyu olan Başkurt yerlisiydi. Babası sık sık sarhoş olurdu ve duygusal bir adamdı, ama çok sarhoş olsa bile namazını, dualarını asla kaçırmazdı ve her zaman Yusuf’tan öğrendiği Kur’an ayetlerini çocuklarına okumayı çok severdi.
Fakir ama eğitimli ailesi onu küçük yaştan itibaren Güney Uralların köylerindeki medreselere göndermeye karar verdi. Yatılı medreseler genellikle öğrencilerle ilgilense de eğitim standardı her zaman çok iyi olmayabiliyordu. On dört yaşında anne-babasını kaybetmiş, ancak öğrenme arzusu hiç dinmemiş ve Uralların batısındaki Kazan bölgesinde ünlü olan Kaşgar’daki bir medreseye kaydolmuştu. İmparatoriçe II. Katerina döneminde kurulan bu medresede, Buhara’da ve Afganistan’da, Kabil’de, birbirini takip eden müderrislerin bir kısmı İslami İlimler okumuşlardı. Geçimini sağlamak için müderris olarak çalışmak zorundaydı ve 30 ila 40 öğrencili bir medresede mütevazi bir şekilde görev yapıyordu. Ancak, o zamandan beri Rus-Türk Savaşı (1877-1878) nedeniyle, polis kimlik taşımayanlara, özellikle de Osmanlı Sultanlığı’nın halifeliğine sadık olduğu düşünülen Müslümanlara yönelik baskılarını artırdığında, İbrahim’in kimlik kartının süresi doldu. Hâlâ Rusça bilmeyen ve nasıl tepki vereceğini bilemeyen İbrahim, polis tarafından yakalandı ve bir yıl kadar hapis cezası aldı. İlk başta genç adamın kafası çok karışıktı çünkü birdenbire kötü insanların arasında kaldığını hissediyor ama çok geçmeden hapishanede siyasi mahkumlar ve işlemedikleri suçlardan dolayı hapsedilmiş insanlar da dâhil olmak üzere pek çok dürüst insan olduğunu görüyordu. Özellikle Kazan’da kendisine bir “Akıl hocası” bahşedilmişti. Burada İbrahim, “Beş günde beş yıllık konuları çalıştım. Hapishane gerçekten bir okul olarak hizmet etti,” diye yazıyor. Ayrıca biraz Rusça da öğrendi. Ancak bu, bir Rus hapishanesinde bulunduğu son sefer değildi.
Sonunda serbest bırakıldığında, imam ve öğretmen olarak çalışmak için bozkırlardaki Kazak göçebelerin yaşadığı bölgelere gitti. Ağustos 1878’de Akmola’da (şimdi Kazakistan’ın başkenti Astana), Kazakların ileri gelenleri tarafından imam olarak kabul edildi.
Sovyet Rejimi ve İslam
3 Aralık 1917 Ekim Devrimi’nde iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra, Lenin ve Stalin “Rusya ve Doğu’daki Tüm Müslüman İşçilere” başlıklı tarihi bir çağrıda bulundular.
Rusya Müslümanları, Volga kıyıları ve Kırım Tatarları, Kirkiler (Kazaklar), Sibirya ve Türkistan halkları ve Çeçenler, camileri harap olan, inançları Rus işgali ve zulmünün altında kalan Müslümanlar; ulusal hayatınızı özgürce ve engellenmeden yaşama hakkına sahipsiniz. Bu hakkınız var. Bilinsin ki, Rusya’nın bütün toplumlarının hakları gibi sizin de haklarınız, Sovyetlerin ve onların kurumlarının, yani işçi, asker ve köylü Sovyetlerinin canları pahasına garanti altına alınmıştır.
Daha önce bahsedilen “Osman’ın Kur’an’ı” İmparatorluk Kütüphanesi’nden Müslüman Diyanet İşleri Meclisi’ne iade edilmiş ve sonrasında da Türkistan’ın merkezi olan Taşkent’e nakledilmiştir. Burada, 1921’de bile, Cedit (yenilikçi) aydınlar hâlâ İslami reformist dergi olan Hakeeqat’ı (Hakikat) yayımlayabiliyordu. Sloganları ise “Dinsiz toplum, toplumsuz din olmaz” idi.
Böylece, Sovyet rejimi, İslam’ın stratejik önemini kabul ederek, ülkenin Müslüman bölgelerinde Sovyet gücünü güçlendirmeye ve Komünist Parti’nin destek tabanını sağlamlaştırmaya çalıştı. Bazıları, İslam’ın komünizmle ortak bir payda olarak vaaz ettiği adalet ve eşitliği tanıyacak kadar saftı ve ikisinin bir arada yaşamasını ve hatta bunun kabul edilmesini savundu ancak Sovyet rejimine Müslüman halkların bağımsızlığı ve kurtuluşu açısından katkıda bulunan ve katılan birçok devrimci de vardı. İbrahim Sovyet Rusya’ya döndüğünde, bu tür Müslüman-Komünist örgütlerin başında, Stalin tarafından seçilen, bir Tatar Komünisti olan Mirsaid Sultangaliev (1892-1940) vardı. Galiev, Ulusal Sorunlar Halk Komiserliği üyesiydi ve aynı zamanda Doğu Halkları Komünist Örgütü Merkez Komitesi Başkanlığı gibi önemli görevlerde bulundu.[2]
Öte yandan, emperyalist güçlerin karşısına çıkan Sovyet rejimi, doğuda direnç gösteren özellikle İslam dünyasındaki milliyetçilere ve Pan-İslamcılara kapılarını açmış ve gerektiğinde onlara destek sağlamıştı.
İbrahim ise, yüzyıllardır Avrupa’nın açgözlü sömürgecileri tarafından canları ve malları, özgürlükleri ve vatanları ellerinden alınıp zulüm görmüş Doğu Müslümanları, Türkler, Araplar ve Hintlilere dayanışma çağrısında bulundu. Bu savaşı başlatan yağmacılar tarafından toprakları bölünen Rusya’nın İstanbul’u işgal etme girişimini de reddetti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ve İran’ın paylaşılması için güçler arasındaki gizli planları ve anlaşmaları ortaya çıkardı, ifşa etti ve bunları halka anlattı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlup bir generali olan Enver Paşa 1920 Ağustosu’nda Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm arzusuyla Almanya üzerinden Moskova’ya sürgüne gönderilmişti, ama esasen bu sürgünün arka planı farklıydı.
Masayuki Yamauchi’nin gösterdiği gibi, Enver Paşa burada İslam Devrimci Örgütler Birliği’ni kurdu. Enver’in örgütü, genç bir Suriyeli Pan-İslamcı Şakirp Arslan (1899-1946), Hint bağımsızlık savaşçısı Balakatullah ve ismi belli olmayan diğer bazı liderlerden oluşuyordu. Üyelerin çoğu, Enver’in savaş sırasında görev başına getirdiği Özel İstihbarat Teşkilatı’nın eski üyeleriydi.
Ancak Enver Paşa ile Bolşevikler arasındaki balayı, Paşa’nın Eylül 1921’de Buhara’ya giderek, Orta Asya’da Türkistan’ın Özgürlüğü için başlatılan “Basmacı Hareketi” olarak bilinen Sovyetlere karşıtı silahlı direnişe kalkışmasıyla sona erdi. İbrahim’in bu şartlar altında ne tür faaliyetlerde bulunduğunu merak ediyorum. Bu dönemdeki faaliyetleri hakkında fazla bir şey bilmiyoruz ancak bazı kısmi bilgilere sahibiz.[3]
Onun Türkistan’daki Milli Mücadelelerin başkumandanı olmasından sonra Ruslar önemli kayıplar verdiler ve 19 Nisan 1922’de barış istemek zorunda kaldılar. Fakat Enver Paşa, “Barış antlaşmasının ancak Türkistan topraklarındaki Sovyet askerlerinin çekilmesinden sonra söz konusu olabileceğini belirterek” bu teklifi reddetti. Bu sıralarda Semerkant şehrinde Türkistan Türk Müstakil İslam Cumhuriyeti kurulmuştu. Yıllardır bütün Türkistan’ı ele geçirmek için savaşan ve Türkistan’dan çekilmek niyetinde olmayan Sovyetler daha şiddetli saldırılara başladılar. 1922’de Sovyetler’in genel bir saldırıya geçmesi üzerine Basmacı liderleri birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar ve geçici Türkistan hükümeti dağıldı. Şîr Muhammed Beg Afganistan’a geçti, diğer liderlerden Muhyiddin Beg öldürüldü, Canı Beg de teslim oldu. Enver Paşa Ruslara karşı Bağımsız Türkistan için mücadeleye devam etti. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan’a giren bir Sovyet birliğine karşı bizzat yakın muharebeye katılan Enver Paşa Rusların açtığı yoğun makineli tüfek ateşi altında Şehit oldu. Enver Paşa’nın ölümüyle Basmacı hareketleri sona ermedi fakat genellikle Rusların üstünlüğü ile devam etti. Kızıl Ordu Basmacılara karşı savaşını her yerde sürdürdü. Mücahitlere yardım eden Türkler hapishanelere atıldı. Böylece Basmacılık’ın birinci devri sona erdi. 1924’te başlayan Basmacılık’ın ikinci devresinde mücahitler silâh buldukça mücadeleye devam ettiler. Bu mücadeleler de 1935’e kadar sürdü ve bu tarihte Ruslar Basmacılık harekâtına kesin olarak son verdiler (Donuk, 1992).
Basmacı Hareketi, 1918 yılında Korbaşı Ergaş’ın liderliğinde Hokand şehrinde başladı ve kısa zamanda diğer bölgelere de yayıldı. Hokand’da üç gün içinde Ruslar tarafından 10 binden fazla Türkistanlı öldürüldü. 1918’de kırktan fazla korbaşının (Türkistanlı lider) önderliğinde yapılan mücadelelerde ayaklanmalar Fergana Vadisi’ne yayıldı. Bu bölgede Ruslarla birlikte hareket eden Ermeniler 180 köyü ateşe verdi, 20 binden fazla kişiyi öldürdüler. Basmacılar ile Kızıl Ordu arasında çok kanlı savaşlar oldu. Fergana vadisi’nde Mehmed Emin Beg, Şîr Muhammed Beg, Nur Muhammed Beg, Hal Hoca ve Korbaşı Parpi gibi liderlerin emri altındaki mücahitler Sovyet ordusuna büyük kayıplar verdirdiler, bölgenin lideri Mehmed Emin Beg 1919’da geçici bir Fergana hükümeti kurduysa da 7 Mart 1920’de Sovyetler’e teslim olmak zorunda kaldı. Yerine geçen Şîr Muhammed Beg de Sovyetler’e boyun eğmedi, 3 Mayıs 1920’de geçici bir Türkistan hükümeti kurarak komşu devletlerle münasebet kurmaya çalıştı. Bu arada 31 Mayıs’ta kardeşi Nur Muhammed’i Afganistan’a elçi olarak gönderdiyse de Kızıl Ordu Hîve Hanlığı’nı ve Buhara Emirliği’ni işgal etti. Sovyet Rusya’nın buralarda merkeze bağlı halk cumhuriyetleri kurdurmasına rağmen halk milli mücadeleye devam etti (TDV İslam Ansikolpedisi, 1992).
Sultangaliev’in Savunması
Sonraki yıllarda Prestroyka tarafından kamuoyu ile paylaşılan Bolşeviklerin gizli belgelerini inceleyen Tataristanlı araştırmacı Mukhammedi’ye göre Lenin Türkiye, Afganistan, İran ve Rus topraklarındaki diğer halklarla aynı soydan olan ülkelerin liderleri resmî ziyaret için geldiğinde; İbrahim ve Musa Bigiyev’den bilgi alırdı ve tercüme yapmalarını isterdi. Müslüman dünyasında İngiliz karşıtı direnişçiler arasında yaygın olarak tanınan ve akıcı bir şekilde Rusça konuşan İbrahim, bu tür bir röportaj için mükemmel bir insan olmalı.
Ancak meseleler gergin hale geldiği için, Ruslar kendilerine daha yakın ve güvenilir gördükleri Mirsaid Sultangaliev’i toplantılara çağırmaya karar verdiler. Ekim 1990’da, o zamanlar Doğu halkları Komünist örgütleri Merkez Bürosu Başkanı olarak Müslüman komünistlerin başında olan Sultangaliev, kendisine karşı çıkan Tatar komünistleri bile kayıt altına alarak, Sovyet üst makamlarına rapor etti.
Sultangaliev’in, Alman casuslarıyla, Abdürreşit İbrahim, Harekatullah gibi Pan-İslamcı ajanlarla işbirliği yapmaktan dolayı casus olarak suçlandığı da olmuştur. Aslında Harekatullah savaş sırasında Afganistan’da İngiliz karşıtı harekete öncülük etmişti ve 1919’da Moskova’da Lenin ile tanışmış ve hatta İslam ve komünizmin bir arada yaşaması üzerine bir kitap yayımlamıştı.
Harekatullah gibi Orta Asya’da İslam dünyasını özgürleştirmeyi amaçlayan ve İngiliz karşıtı bir bakış açısıyla Sovyetler ve Ruslarla ortak mücadele çağrısı yapan devrimciler vardı. “Buhari Fıtratı 1919”da yayımlanan “Doğu Sorunu” başlıklı bir makalesinde şunları yazmıştır:
Doğu Sorunu geleceğin sorunudur…
Sovyet Rusya ile dayanışma yeni bir fikir değil.
Büyük İslam devlet adamları ve düşünürleri bunu uzun zamandır düşünüyorlar.
İslam dünyası, Avrupa emperyalistlerinden kurtarılmalıdır.
Ancak İslam dünyası birlik ve beraberlikten yoksun,
Kendini nasıl kurtaracağını bilmiyor ve silahı da yok.
Bu nedenle, Avrupa güçlerinden biriyle koalisyon kurmaktan başka bir yol yoktur.
Mevcut Japon hükümetinden destek bekleyemeyiz çünkü o da aynı zamanda emperyalist bir hükümettir.
Bizi yutmayacak tek millet Sovyet Rusya’dır.
Sovyet-Rus hükümeti hiçbir ülkenin topraklarını istemiyor ve
Çaresiz insanların topraklarını isteyen diğer ülkeleri yok etmeye çalışıyor.
Bu nedenle İslam dünyasını özgürleştirmek istiyorsak Sovyet Rusya ile dayanışmadan vazgeçemeyiz.
Japonya’ya olan güvensizliği dışında Fitrat’ın algısını paylaşan Shumei Okawa idi. Yeniden Yapılanma ve Asya Sorunları (1922) adlı kitabında şöyle yazmıştır: “Batıda Mısır’dan doğuda Hindistan’a kadar Müslümanlar birleşip Avrupa’ya saldırıyorlar.
Mayıs 1923’te, Sultangaliev partiden ihraç edildi ve ulusal meselelerden dolayı Stalin ile karşı karşıya gelince hapse atıldı. Sultangaliev, Hapishanede Komünist Parti Merkez Kontrol Komisyonu üyelerine otobiyografik mektubunda, Müslüman-Komünist Merkez Büro üyesi Yarimov’un kendisine iftira attığını söyleyerek yine İbrahim’in adından söz eder ve onu casus olmakla suçlar: “Savaş sırasında Alman elçileri, Harekatullah ve İbrahimov (İbrahim) ile Afganistan’da, Doğu Meseleleri üzerinde gece gündüz çalışmışlardı.”
Bu savunmanın kopyaları da Stalin ve Troçki’ye gönderildi ancak savunması hiçbir zaman kabul edilmedi. Sultangaliev partiden ihraç edildi ve defalarca tutuklama ve hapis cezasına çarptırıldıktan sonra ölüme mahkum edildi. Kendisi de komünist olan Türk Sultangaliev’in Rus Sovyet komünistleri tarafından idam edilmesinden sonra (1923), Sovyet rejiminin sadece Müslüman Türkleri değil, komünist olan Türkler de dâhil olmak üzere tüm Müslümanları baskı altına alarak, eski Rusya İmparatorluğu’nda olduğu gibi İslam’ı yok etmek için baskıcı politikalarını yeniden uyguladığı görülmüştür. Stalin dönemindeki bu baskılar, imparatorluk dönemindeki baskılardan çok daha şiddetli idi.
Çin İşgali ve Doğu Türkistan (Xinjiang)’da İsyan
Çin işgalindeki Doğu Türkistan (Xinjiang)’da, eyalet başkanı Jin Shuren’in başarısızlığı, 1931’in sonundan itibaren çeşitli bölgelerde Türk karşıtı Müslüman protestoların artmasına neden oldu.
Kasım 1933’te isyancılar ülkenin batısındaki Kaşgar’da, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan ettiler. Liderlerinin çoğu, Rusya’nın Müslüman bölgelerindeki Cedit (yenilikçi) hareketinden etkilenen Müslüman entelektüellerden oluşuyordu.
Japonya’da yapılan bazı araştırmalarına göre, Sovyetler Birliği’nde ve diğer bazı ülkelerin basınında, Osmanlı İmparatoru Sultan II. Halife Abdülhamit’in torunu Abdülkerim ile ilgili çıkan haberlere göre, Osmanlı torunu Şehzade Abdülkerim, 1933 yılının Mayıs ayında Haydarabad Nizamlığı’ndan (Haydarabad Nizamlığı, Hindistan’ın güneyinde Babür İmparatorluğu devlet adamı Nizamülmülk Asafcah’ın kurduğu, 1724-1948 yılları arasında hüküm süren devlet) Tokyo’ya davet edilmiş.
Japonya’nın Mançukuo’yu zaten kurmuş olan ve “Moğol topraklarında” etkisinin genişlemesini teşvik eden kıta politikasının öncülüğüne dayanarak, böyle bir fikrin gerçekten var olma ihtimali şaşırtıcı değildir.
Hem Japon yetkililer hem de Abdülkerim’in kendisi böyle bir “Vizyon”un gerçeği yansıtmadığını söyleyerek, planı gizli tutmaya çalışsalar da, bir dizi görüşme sonrası Osmanlı torunu sürgün şehzade Abdülkerim’in Tokyo’dan Şanghay’a yolculuk yapması, yabancı basını daha da heyecanlandırmıştı.
Bu “Plan” doğrultusunda yapılan girişimler, Şubat 1934’te Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, Hui-Min (Çinli Müslüman) savaş ağası Ma Zhongying’in (1919-?) askerî direnciyle yıkıldı. Şehzade Abdülkerim de tekrar Japonya’ya döndü. Abdülkerim, takip eden Ağustos ayında New York’ta ölü halde bulundu. Japonya’nın Doğu Türkistan politikasıyla, yani Osmanlı İmparatoru Sultanı II. Halife Abdülhamit’in torunu Şehzade Abdülkerim’i, Doğu Türkistan’da inşa etmeyi düşündükleri yeni devletin başına getirme yönündeki planlarıyla İbrahim’in yakından alakalı olduğu düşünülüyor.
Bu arada, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin çöküşünden sonra, liderlerinin bir kısmı Japonya’ya sürgüne gönderildi. Bunlardan biri olan Muhammed Emin İslami 1941’de Kadırgalarda Yabancı Topraklarda Ölen Kutsal Savaşçılar adlı bir kitap yayımladı.
Abdüreşit İbrahim ve Japonya’da İslam
Abdüreşit İbrahim 12 Ekim 1933’te Tokyo’ya geldi. Japonlar ve Tatar Müslümanları tarafından coşkuyla karşılandı. Tokyo’da “Tokyo Misyonu”, Ocak 1925’te, Rus Devrimi’nden sonra Mançurya üzerinden Japonya’ya kaçan ve genellikle “Türk Tatarları” olarak bilinen Tatar Müslümanları tarafından kuruldu. Küçük çaplı bir kuruluş olmasına rağmen 1911 yılında Müslüman çocuklar için Tokyo Kaiten Okulu’nu kurmuş, ayrıca Kur’an ve dergilerin basımı için Tokyo Kaiten matbaasını açmıştır.
Tokyo misyonunun lideri, St. Petersburg’dan, sürgün olan bir diğer isim Muhammed Kurban Gali idi (1909-1971). Doğu Urallarda Başkurt Müslüman din adamlarından oluşan bir ailede doğdu ve İbrahim’in aksine imparatorluk rejiminin gerçek bir din adamıydı. Rus Devrimi’nden sonra, Donanma Generali Chik’in komutasındaki Beyaz Ordu’ya katıldı, ancak Kızıl Ordu onu Sibirya’ya sürgün etti ve en sonunda Japonya’ya gitti.
Kurban Gali, Japonya’ya vardıktan sonra ordu, politikacılar ve yerli Asya halkıyla yakın ilişkiler kurdu ve Japonya’nın büyük Asya stratejisine dair görkemli bir vizyon geliştirdi. Sovyet Rusya’yı uzlaşmaz bir düşman olarak görmüş ve Japonya ile Türkiye’nin desteğini alarak Orta Avrasya’daki Türk Müslüman halklarının bağımsızlığı için mücadele vermiştir.
Kurban Gali’nin vizyonunun, Abdüreşit İbrahim’in 1909’da tarif ettiği “Tatarların Bağımsızlık Umudu” düşüncelerini miras aldığı söylenebilir. Japonya ve Mançurya’da yaşayan Türk Tatarlarını çatısı altına almanın yanı sıra, Asya’ya yayılmış Müslüman halklarla bağları güçlendirmek için propaganda ve organizasyon faaliyetleri başlattı.
İbrahim, Japonya’ya tekrar geliş amacını gazetelere verdiği demeçlerinde ve söyleşilerinde anlatıyordu. 1933’te Yomiuri Shimbun gazetisinde yayınlanan bir konuşmasında üç ana sebepten bahsetti:
Birleşmiş Milletler’den yeni ayrılan Japonya ile İslam dünyası arasında “Barış İttifakını” teşvik etmek. “Japon heyetinin Cenevre’deki Birliğin Genel Kurulu’ndaki tavrına tanık oldum ve gerçekten takdire şayandı,” dedi ve “Doğu halklarını temsil eden Japon ulusunun bu tavrını görmek beni çok mutlu etti,” diye ekledi.
25 yıldır ziyaret etmediğim Japonya’daki gelişmeleri ve mevcut durumu görmek ve incelemek.
Japonların İslam hakkında sahip oldukları yanlış ve ön yargıları düzeltmek. Dört eş ve domuz eti tabusu ve alkol tüketiminin yasaklanması ile sembolize edilen bu yanlış anlamalar, Japonların İslam anlayışının Batı’dan gelen bilgilerle sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunun aşılması, Japonya ile İslam dünyası arasında bir ortaklığın gerçekleşmesi için elzem bir koşuldur. Ayrıca İslam dünyasının modern tarihi hakkında bir otobiyografi yazma ve Kur’an’ın Japonca çevirisini yayımlama planlarından da bahsetti.[4]
Bu amaçların hepsi yarım kaldı ancak Japonya’da geriye bıraktığı güçlü iradesinin izlerinin hala canlı ve yaşıyor olduğunu görebiliyoruz.
Tokyo’da Bir Müslüman Dergi
İbrahim’in yazma arzusu ve yeteneği Japonya’ya döndüğünde bile azalmamıştı. Gazeteci olarak son yaptığı çalışma, Kurbangaliev yönetiminde Tokyo Kaikyo Birliği tarafından yayımlanan Yanga Yapon Muhbiri (Yeni Japon Muhbiri) dergisiydi. Dergi 1933-1945 yılları arasında basıldı. Derginin ismi, 5. sayıdan sonra New Japan Report (Yeni Japonya Raporu) olarak değiştirildi ve yeni adıyla dergi ilk sayısını Aralık 1933’te (Showa, s. 7) yayımladı. Bu iki dergi arasındaki fark şudur:
Birincisinde Japon yayıncılardan bahsedilir, editör olarak Masatsugu Suda’dan ve yayıncı olarak Kanzo Kanai’nin isimleri geçiyor iken, ikincisi dergide hem ismi değiştirilmiş hem de personel yayıncı değiştirilerek, editör ve yayıncı olarak Kurbangaliyev adı geçer. Ayrıca derginin içeriğinin de Doğu’da yaşayan Müslümanların etnik, dinî ve sosyal konularını içerecek şekilde genişletildiği görülüyor.
İlk başlarda makaleler Türkçe veya Tatarca ama Arap alfabesiyle yazılıyordu. Ancak Türkçe yazılarda Arap alfabesinin kullanımı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1928›deki Harf İnkılabı’yla kaldırılmış ve Arap harflerinin yerini Latin alfabesi almıştır. Bunu takiben, ortak dil ve anlatım fikrini en başından beri savunan İbrahim’in, derginin bundan böyle Türkiye’den örnek alınarak, Türkçe yazılarda Latin alfabesinin kullanılacak olmasından memnun olduğu aşikardır.
Derginin ön sözünü genellikle Kurbangaliyev yazarken, içerisinde Japonya ile ilgili makalelerin çoğunlukla isimsiz ve imzasız yayımlandığı ve Japonya’nın ulusal gücü, Müslüman ülkelerle ticaret, gelişmeler, Sumo Güreşi ve Japon çay töreni gibi çeşitli kültürel bilgileri içeren yazıların isimsiz basıldığı bilinmektedir.
Japonya’da önemli kişilerin, yazar, profesör vb. tecrübeli Japon aydınların dergiye isimsiz makale göndererek katkıda bulundukları belirtilmiştir. 1930’ların başında Japonya’yı tanıtan makalelerin yanı sıra, Mançurya, Sincan ve Çin dâhil olmak üzere Uzak Doğu hakkında başyazılar ve makaleler de yayımlanıyordu. Şaşırtıcı olan husus, Sovyet Rusya’dan kaçan Türk Tatar aydınlarından gelen mektup sayısı oldukça az idi. Ancak İbrahim, istikrarlı bir şekilde yazılarını yazmaya devam ediyordu.
Uzak Doğu’ya Olan İlgisi
İbrahim’in Japonya’ya dönüşünden 10 ay önce, New Japan Bulletin dergisine makaleler göndermiş olması ilginçtir. Derginin ilk sayısında Japonya ile İslam Dünyası arasındaki ilişkilere sağladığı katkılar sıralanarak, övgüyle bahsedildi İbrahim’den. İkinci ve üçüncü sayılarda (Ocak/Şubat 1933), Japonya Dostları dergisinin çıkışını kutlamak için “İslam Dünyasına Uzak Doğu’dan Sesleniş” isimli makalesi iki bölüm halinde yayımlandı.
1889 yılında dönemin Halifesi II. Abdülhamit’in savaş gemisi Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya göndermesiyle Osmanlı İmparatorluğu ve Japonya arasında başlayan ikili ilişkiler, esasen İslam Dünyası arasındaki ilişkilerin de başlangıcıydı. İbrahim’in Japonya’yı ziyaret ettiği ilk 1909 yılından itibaren özellikle Japonya’da yaşayan sürgündeki Müslümanların refahı için kurduğu dostane ilişkiler daha da derinleşmiştir.
Beşinci sayı (Nisan 1933), İbrahim’in İstanbul’da kaldığı süre boyunca Kurbangaliyev’e yazdığı ve Uzak Doğu’daki İslami hareketin gelişmesine yönelik güçlü arzularını anlatan bir mektubu içerir.
Bu mektupta, derginin bütün Asya coğrafyasındaki Müslümanlar tarafından anlaşılabilmesi ve kabul görmesi için, başyazının Türkçenin yanı sıra Çin, Java, Malay, Hindistan, Batı Asya dilleriyle de yazılması kararlaştırılmıştır. Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası’ndaki insanların da anlayabilmesi için Arapça olarak da yayımlanmasını önermiştir. Ayrıca Batı’nın düşüşünü Doğu’nun yükselişiyle karşılaştırıyor ve Doğu’nun artık Doğululara ait olduğuna kuvvetle vurgu yapıyordu. Avrupa’da barışın pek olası olmadığını, dünya yeni bir düzene girerken İslam’ın rolünün son derece önemli olduğunu ve bu konuda bir kitap üzerinde çalıştığını belirtiyor. Mektup şu şekilde sonlandırılıyor: “Genç ve sağlıklı olsaydım, bu kritik zamanda yardımınıza koşardım.” İbrahim’in bu sözleriyle, aklının da kalbinin de halen Uzak Doğu’da olduğunu anlıyoruz.
Haçlı Seferleri ve Direniş
Yeni Japonya Bülteni dergisinin dokuzuncu sayısında (Ağustos 1933) ilk kez İbrahim’in Japonya’ya geleceği haberi verilmişti. Aynı sayıda, Isuzu’nun kaleminden “El-Cihad (Kutsal Savaş)” başlıklı bir başyazı da vardı.
Yazı şu şekilde özetlenebilir:
Son savaşta Müslümanlar birçok hata yaptılar.
Müslümanlar, uğradıkları büyük zarar ve kayıplara rağmen, Emperyalist güçlerin oyununa gelerek, savaş sonrasında hiçbir şey elde edemediler.
Bugün bile dünyanın birçok yerinde Emperyalist güçler Müslüman ülkelerde baskıcı politikalar yürütüyor.
Müslümanlar, İslam’ın geleceğinden umutlarını kaybetmiş görünüyorlar.
Ancak Müslümanların bu biçare durumdan kurtulmaları gerekmektedir.
Yakın gelecekte dünyada büyük değişiklikler ve benzeri görülmemiş savaşlar olacağı beklentisiyle Müslümanlar bir daha hata yapmamalıdır.
Dikkatli davranın ve aldanmayın. Artık Müslümanlar güneşi Japonya’ya ve Japon halkına çevirmeli.
Onlar da bizim kadar ahlaklıdırlar.
Mançurya ve Japonya’da yaşayan Müslümanlara yardım etmeye isteklidirler.
Bu ocak ayında, Tokyo gazetelerinde çıkan haberlere göre, Japonya, Batı dünyasından farklı bir dünya görüşüne sahip olduğunu ilan etmiş,
Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Rusya ile diplomatik ilişkiler kurmuş, Politbüro’nun[5] insanlık dışı politikalarına son verdiği ilan edilmiştir.
Bu bildiri Sovyet Rusya’da yaşayan 30 milyon Müslümanı doğrudan ilgilendiriyor.
Bu nedenle her Müslüman kendi kurtuluşu için Japonya’ya yönelmeli ve yaklaşan savaşta Japonlarla el ele savaşmalıdır.
Ulema (âlimler) bu önemli konuda neyin doğru olduğuna karar vermeli ve tüm Müslümanlara bu Cihadın farz olduğunu vaaz etmelidir.
Bu makale, İbrahim’in yazdığı makaleler dizisinin en heyecan verici ve etkileyici olanlarından birisidir ve onun dogmatizmi de yazılarında güçlü bir rol oynamaktadır. 9 Ocak ve sonrasındaki gazeteler gerçekten de ABD ile Rusya arasındaki yeniden yapılanma müzakereleri konusunda haber yaptılar. ABD ile Sovyet Rusya arasında herhangi bir çatışma haberi yoktu.
Örneğin, Yomiuri Shimbun gazetesi 8 Kasım akşam baskısında, “Komşu ve Düşman Ülkenin Kızıl Ordusu Zırhlı Birliklerini Sınır Hattına Yığdı” başlığıyla, SSCB Halk Komiserliği Başkanı Molotov’un Rus Devrimi’nin 16. yıl dönümü vesilesiyle yaptığı konuşmadan bahsediyordu. Belli ki, İbrahim, geleceğe yönelik politik stratejilerini belirlerken, dünyadaki gelişmeleri ve politikaları yakından takip ediyordu ve gelecek tahmini için mevcut durumu iyi okuyabiliyordu.
Yomiuri Shimbun gazetesi, sonraki sayılarında (No. 13, Ocak 1934); “Japonya’nın İslam ile Bağları”, başlıklı haberiyle Japonya’daki Hristiyan misyonerlerin faaliyetlerine karşı uyarıda bulunuyordu:
Hristiyanlık, Asya’daki tüm halkların -ulusal ruhunu- yok ediyor, zorbalıklar ve baskılar altında kendini ifade etmekten çekinen, geleceği için endişe ve korku içinde yaşayan bir toplum haline getirerek, onları istediği gibi yönlendiriyor, yönetiyor.
Bu, 1909’da Japonya’yı ilk ziyaretinde vurguladığı teorinin aynısı. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına rağmen İslam’ın manevi gücü sayesinde Türkler hayatta kalabilmiş ve bu nedenle Japonlar da İslam’a ilgi duymaya başlamışlardır. Japonya, Asya’nın kurtuluşunun anahtarı olacaksa, Japonları Hristiyanlığın kötülüklerinden korumanın, Doğu’nun tüm halklarının, özellikle de Müslümanların refahı için hayati önem taşıdığı vurgusu yapılmıştı.
Ancak İshaki’nin güçlü örgütsel faaliyetleri, Tokyo misyonuna liderlik eden Kurbangaliyev’in otoritesini tehdit etti ve ikisi arasındaki uçurum giderek derinleşti. Tatarlar ve Başkurtlar arasında bir anlaşmazlığın varlığı aşikar olmuştu. Uzak Doğu’daki Türk-Müslüman topluluğu ikiye bölünmüş ve aralarında kıyasıya bir rekabet başlamıştı.
İbrahim de bu çatışmanın ortasında kalmıştır. Japonya Dışişleri Bakanlığı’ndan bir belge, İshaki’nin Türk makamlarına, onun gelişinden önce bile “Kızıl” olduğunu bildirdiğini ve ikisi arasındaki ilişkilerin kısa sürede bozulduğunu bildirdi. İbrahim, 14 Şubat ve 15 Kasım 1934 tarihlerinde İshaki’nin adını anmadan, İdil-Ural’ın bağımsızlığını savunmasının bir hayalden başka bir şey olmadığını söyledi.
Mektup, Türk basınında da iftiraya uğrayan İbrahim’i savunmak için Konyalı bir Sibirya göçmeni ile Asya Tugayı’nın eski bir Tatar askerî tarafından ortaklaşa yazıldı. İbrahim’in emperyalizmin zulmüne karşı tek başına “yiğitçe ayakta durarak” Müslümanların uyanmasına yaptığı katkılardan dolayı övgüde bulunularak şöyle tamamlandı mektup: “Yarım asırdır milli tarihimizin her sayfasında parlayan bir sembol olan İmam İbrahim’in yıldızı parlayacak, birkaç millet düşmanının iftirasıyla yıkılmayacak”.
Defalarca birbirini karalayan Müslüman liderlerle ilgili bilgiler, daha önce adı geçen Hintli Müslüman Mihran Abdülaziz’e de ulaştı. Hatta Tokyo’daki Müslüman cemaatinin “Casus ve Şüpheli İnsanlarla Dolu” olduğu yazıldı. Bu çirkin yüzleşmenin gölgesinde, kişisel boyutu aşan iki savaş arası dönemin şiddetli bilgi savaşını görmek mümkün.
Eksilmeyen Yazma Arzusu
Yapılan iftiralar ve yaşadığı zor hayat Yaşlı İbrahim’in faaliyetlerini hiç azaltamadı. Temmuz 1934’te, Tokyo Metropoliten Kiliseler Konseyi tarafından Kur’an’ın yayımlanmasını kutlamak için yapılan bir toplantıda İbrahim, “Şimdiye kadar Japon hukuku, ilişkimizin henüz başlangıç aşamasında olduğu için İslam hakkında herhangi bir hüküm içermiyordu,” şeklinde bir konuşma yaparak, İslam’ın resmî din olarak kabul edilmesine işaret ediyordu.
Ağustos 1934’te yayımlanan “Tarihin Kırk Yılı” başlıklı makalede; 1800’lerden bu yana yoğun Ruslaştırma politikasını, Rus dilinin Müslüman olmayanlara zorunlu olarak öğretilmesini, Müslümanların Volga-Ural Bölgesi’nden kitlesel göçünü ve Kırgızistan bölgesini ve insanların maruz kaldığı eziyeti, Emperyalist rejimin baskılarına dayanamadıkları için Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yapılan göçlerden bahsediliyordu. Hatta “Tarihin Kırk Yılı” (1934) adlı makalede, kafirlere karşı düşmanlığı körükleyeceği gerekçesiyle kafir kelimesinin Kur’an’dan çıkarılması emrini de bizzat Rusların verdiği belirtiliyordu.
Tek yönlü ve Rus kanalları tarafından tekrarlanan İslam karşıtı açıklamalara yanıt olarak, İbrahim ve diğerleri başkent gazetelerinde İçişleri Bakanı aleyhine Rusça bir başyazı ve ayrıca İstanbul’a sürgün edildikten sonra birçok Tatar Müslüman’ın büyük başarılarından bahsedildiği uzun bir makale yayımladılar. 1918’de Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki iç savaş sırasında ve 1922’de Sovyet Rusya’nın başkenti Moskova’da Türkleri ve Müslümanları korumak için Tatar Türklerinin gösterdiği çabaların görgü tanığı olan Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Muhtar Bey’in ölüm ilanı da vardı.
Güvenilir belgelerin kısıtlı olması nedeniyle, New Japan Report’un tanıtımı yukarıdaki insanlarla sınırlı kalmaktadır. Ancak İbrahim’in katkılarının bundan sonra da devam etmesi muhtemeldir. Yine de New Japan Report enteresan bir dergidir. İlk birkaç yıl, tüm başyazılar ve makalelerin yazımında, Araplar ve İranlılar gibi Türk olmayan Müslüman okuyucuların anlamasını imkansız hale getiren Osmanlı ve Tatar Türkçelerinin bir karışımı olan Türkçe kullanılmıştı. Eğer bu dergileri Sovyet topraklarına sokmak mümkün değilse ve Uzak Doğu’dan Finlandiya’ya kadar dünyanın dört bir yanına dağılmış Türk sürgünlerine ve Türkistan’a ve Doğu Türkistan’a (Sincan, bugünkü Uygur Türkleri) bu haberler ve yazılar ulaştırılamaz ise, yazılanları okuyabilen insanların sayısı sınırlı olacaktı.
Halbuki okuyucular genellikle etraftaki Müslümanlar idi, daha çok yerelde kalabiliyordu ancak İbrahim ve Kurbangaliyev’in dergileri ısrarla Türkçe basmalarının ardında muhtemelen, hayatı boyunca inandığı ve peşinden koştuğu Büyük Türkistan hayali yolunda verdiği mücadelesi yatıyordu. Muhtemeldir ki, böyle bir kuvvetli hedefe ulaşabilmek için büyük riske girmenin zorunluluğunu da görmüş olmalı.
Ama nihayetinde İbrahim ve Kurbangaliyev tüm Türkistan coğrafyasına seslenmeye çalışsa da okuyucuların büyük çoğunluğu yerel halk idi. İshakî de bu süreçte Türk Tatar Kültür Derneği’nin yayını olan Milli Bayrak gazetesini Tatar Mukden’de Tatar Türkçesiyle çıkarmaya devam ediyordu.
Birçok kısıtlamaya rağmen, yerinden edilmiş toplulukların hayatta kalması için, milli ve ulusal kimliklerini koruyabilmeleri için, dinî inanç ve özgürlüklerini sürdürebilmeleri için azimle ve yorulmadan devam ederken, İbrahim, esasen uluslararası politikadan bahsettiğini ve gerçekte halkın kendisine odaklanmadığını fark etmemişti. Belki farkına varmadan yaptı bunu, belki de ona verilen gizli görevin parçasıydı bu.
Ancak burada İbrahim’in faaliyetlerinde açıkça görebildiğimiz husus, Japon İmparatorluğu’nun iç ve dış politikasını Orta Asya ve Batı’ya doğru yönlendirerek, Japonya’nın dış propagandasını yapmaktı, sanki…
Türk Tatar Kültür Derneği’nin Tatar Türkçesiyle yayımladığı Milli Bayrak gazetesinde, New Japan Report’un neredeyse hiç okuyucusu olmadığını ve “Okunması zor sıradan bir gazete” olduğunu yazması da manidardır.
1936’da İshaki, Avrupa’daki çalışmalarına devam etmek için Uzak Doğu’dan ayrıldı. Ancak İshakiciler ile Kurbangaliyevçiler arasındaki çatışma devam etti ve uzlaşmayı reddeden Kurbangaliyevçilerin katı tutumu, Japon yetkililerin Müslüman örgütleri entegre etme politikasıyla ters düştü. O zamanlar Kurbangaliyev, Tokyo’daki Müslümanlardan ve Japon iş adamlarından, cuma günleri insanların birlikte dua edebileceği bir cami inşa etmek için Yoyogi Tokyo’da bağış topluyordu ancak 5 Mayıs 1963’te caminin tamamlanmasından hemen önce, Metropolitan Polis Departmanı tarafından tutuklandı ve Mançurya’ya sınır dışı edildi. Kurbangaliyev ardından Tokyo’daki Müslümanları birleştirebilecek, İbrahim’den başka kimse yoktu.
Yüzyıllardır Rus işgali altındaki Türk Yurdu’nda dünyaya gelen Abdürreşit İbrahim’in Rusya’dan Japonya’ya uzanan Türkistan coğrafyasında, Büyük Türkistan hasretiyle geçen bir ömrün izlerini sürdük. O, imparatorluklar çağını yaşamış ve olağanüstü insanlığını göstererek birkaç imparatorluğun çöküşüne tanık olmuş bir âlim, bir mücadele adamıdır. Birçok zorluklara rağmen son nefesine kadar hedefinden vazgeçmemiş, Müslüman olarak dolu dolu bir hayat yaşamaktan gurur duymuş bir Türk. Japonların İslam algısına yaptığı katkılar paha biçilemez değerdedir. Özellikle Japonya İmparatorluğu’nun sonraki yıllarında, Japonya’nın İslam’a yönelik politikasının odak noktalarından birini oluşturmuştur.
İbrahim’in ölümü sonrasında Japon Hristiyanlık Araştırmaları Derneği ve Japonya’da Hristiyanlık Araştırmaları Enstitüsü’nün Araştırma Bölümü’nde çalışan Marksist Filozof Yushige Furuzai, “Savaş Sırasında” isimli günlüğünde şunları yazmıştır:
15 Ağustos Salı: İbrahim’in hayatını anlatan bir yayın senaryosu yazıyorum. Gölgeli geçmişte bir korkuluk.
9. Kameri ayının 94. günü yani Cuma günü, İbrahim adında yaşlı bir adam vefat etti.
Bu yaşlı adam, Dai-Nippon Kaikyo Kyokai (Büyük Japonya Müslüman Birliği)’nin “Urimono’su” (Değerli Temsilcisi) idi.
Cemiyet, onun tanınmasına yardımcı olacak her şeyi yapmış ve bunu yaparken de amaçlarını takip etmeye devam etmiştir.
Ben de bu tür “Azizlerin” (Erenlerin) “ortaya çıkarılmasında” katkıda bulunanlardan olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İbrahim’in ölümü bile bir öyküye konu olabilir.
Tokyo Camii
Tokyo Camii’nin açılış töreni, Hz. Muhammed’in doğum günü olan 1-2 Mayıs 1938’de yapıldı. Yemen ve Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu 40 ülkeden gelen temsilcilerin yanı sıra, Japonya’da yaşayan 400’e yakın Müslüman ile Japonya’dan ve tüm dünyadan gelen onur konukları, tasavvufun iyi niyetleriyle birlikte Sufi topluluğunun kapısına geldiler. Açılışı, Toyama Mitsuru yaptı, kapıyı açtıktan sonra içeri giren konuklara, ilk ibadeti İbrahim yaptırdı.[6]
Böyle bir toplantı, İbrahim için büyük bir fırsat idi… Tam zamanıydı ve “Büyük Asya Birleşmesi” hakkındaki fikirlerini anlatabilirdi.
1938 yılı, Japonya’nın İslam’a yönelik politikasında önemli bir dönüm noktası oldu. Caminin açılışından dört ay sonra, ilk cumhurbaşkanı olan General Hayashi Pigao’nun katılımlarıyla Dai-Nippon Kaikyo Kyokai (Büyük Japonya Müslüman Birliği) isimli bir dernek kuruldu. Kuruluşunun amacı, “Dünyanın 300 milyon Müslüman halkının” varlığına odaklanmak ve “Doğu Asya’da yeni bir düzen kurmak” için Japonya ile aralarında yakın ilişkiler oluşturmaktı. Dernek, İslam’ın durumunu tanıtmak için aylık bir dergi olan Kyokyo Sekai’yi (İslam Dünyası) yayımlarken, ABD Stratejik Hizmetler Ofisi (daha sonraki belgelerin de belirttiği gibi) savaş sırasında Mançurya ve Çin gibi Japonya’nın işgal ettiği bölgelerdeki Müslüman örgütlerden sorumluydu.
Aynı yıl, Asya Ruhu veya Anti-Komünizm Ruhu temalı birçok örgüt kuruldu. Aslında, bunlar Kuzey Çin, Moğolistan’daki Kuzeybatı Hui-Kyusha Federasyonu, Mançurya’daki Mançurya Hui-Kyusha Derneği ve Çin’in işgal altındaki bölgelerinde Hui-Kyusha’yı kontrol eden Çin Hui-Kyusha Genel Federasyonu, Pekin’de ve Japonya’da İslami Misyonlar Federasyonları birbiri ardına faaliyete başladı.
Japonya’da İslam temelli bir organizasyonun kurulması ve Tokyo’da bir caminin yapılması, Japonya için de İslam Dünyası için de çok yeni ve farklı bir gelişimdi. İbrahim’in hayali gerçekleşiyor gibiydi.
Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde olan İslam, şimdilerde yeniden canlanma arayışındaydı. Türkiye ve İran gibi İslam dünyasının önemli ülkeleri dahi ulus-devletler kurma çabasıyla Müslüman halklara ulusçuluğu öne çıkaran örnekler sergiliyordu.
Stalin Dönemi’nin büyük devrimlerinde seçkin Rus devlet adamlarının çoğunu kaybeden Sovyetler Birliği’ndeki Türk Müslüman halkları, laik bir Sovyet devleti olmak üzereydiler. Bütün bunların ortasında, İslami bir dirilişin tohumu vardı. Hindistan’da, Mısır’da ve diğer İslam coğrafyasında yaygın toplumsal hareketler aracılığıyla İslam’ın dirilişi gerçekleştirmeye çalışılıyordu. Ancak memleketinden uzak diyarlarda sürgündeki İbrahim için böyle bir hareketi örgütleme veya halkına liderlik yapma olasılığı artık yoktu.
Dai-Nippon Kaikyo Kyokai’nin arşivlerinden alınan, 19 Mayıs 1944 tarihli bir resimde, Abdürreşit İbrahim’e uzun ömür dilekleriyle bir kutlama yapıldığı görülüyor. Burada onun sağlığının iyi olduğunu görebiliyoruz. O zamanlar Malay Yarımadası ve dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanların tanıtılması için bir film çeken Bay Koji Aoyama’nın hatıralarına göre, filmin “Tokyo Müslümanları” bölümünde İbrahim’e de yer verildiği belirtiliyor.
Cenaze töreni, Japonya Genelkurmay Başkanlığı tarafından gerçekleştirildi. Ölümünün 40. yıl dönümü toplantısı ve anma töreninin 10 ve 11 Kasım’da yapılması kararlaştırıldı. Abdüreşit İbrahim, yabancı bir ülkede yaşamasına rağmen kendisine çok iyi davranıldı ve hep el üstünde tutuldu. Ancak 18 Eylül tarihli Milli Bayrak dergisi, İbrahim’in kısa bir biyografisini de içeren, “Ulusal hareketimize hiç katılmadı,” yazan talihsiz bir ölüm ilanı taşıyordu.
Kaynakça
Nobuaki, H. (2012). Mitsuyoşi: Avrasya Araştırmaları, (Japonca mecmua), Tokyo Üniversitesi Neşriyati,.
Donuk, A. (1992). Basmacı Hareketi. İçinde TDV İslam Ansiklopedisi (C. 5, ss. 107-108). İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi.
Tsubouchi, (2010). “Asya kahramanları”, (Japonca).
“Ibrahim’in Japonya’ya gelişi” (2006). (Japonca),
“Sincan Durumu ve İlgili Materyaller”, (Tarihi materyaller koleksiyonun)
“Rusya sınırını aşanlar”, (Japonca makale, 2009)
[1] Pugaçev İsyanı, İmparatoriçe II. Katerina (Çariçe) devrinde, 1773-1775 yılları arasında Kazan lider Yemelyan Pugaçov önderliğindeki geniş halk tabanlı isyan için bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Pugaçov_İsyanı.
[2] Mirsaid Sultangaliyev (1892-1940), Orta Asya’da Türk halklarını birleştirerek sosyalist bir Türkistan devleti kurmak istemiş Tatar lider ve düşünce adamı. Ulusal Komünizmin fikir babası ve kurucusudur. Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Mirsaid_Sultangaliyev
[3] Basmacılar ve Enver Paşa; Rus işgalindeki Türkistan’ın özgürlüğü için 1917 ihtilalinden önce ve sonrasında Ruslara karşı örgütlenerek silahlı mücadele yapan Türk Birliği’dir. Ruslar, Basmacılara “haydut, çete” dese de Basmacılar Çarlık döneminde dahi Rus halkına dokunmamış, sadece Rus memurları, asker mensuplarını soyar, hazine mallarını yağmalar ve aldıklarını fakir halka dağıtırlardı. Baskın yapan anlamıyla kullanılan Basmacı harekatı, 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra Türkistan’da faaliyet gösteren silahlı mukavemet kuvvetleri haline gelmiştir.
[4] Kur’an’ın Japonca’ya Tercümesi: Kur’an’ın farklı dillerden Japonca’ya tercümesi 1920, 1938 ve 1950 yıllarında gerçekleştirilmiştir. Ancak ilk kez doğrudan Arapçadan Japoncaya yapılan 4. tercümesi, 1957 yılında, Toshihiko Izutsu tarafından yayımlanmıştır. 1970’te yayımlanan 5. tercümesinden sonra, 6. tercümesi ise ilk kez bir Müslüman Japon olan Haji Umar Mita Ryoichi tarafından ve doğrudan Arapçadan Japonca’ya çevrilerek 1972 yılında tamamlamıştır (Sat, 2018).
[5] Politbüro, Politik Büronun kısaltılmışı, SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, USSR)’de komünist partinin, politikaları belirleyen en üst karar organıydı. Rusya’da 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra devlet yönetimi üzerinde uyguladığı sıkı denetim 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla sona ermiş ve dağıtılmıştır.
[6] Tōyama Mitsuru (1855-1944); Japon sağcı siyaset adamı, aşırı Milliyetçi Genyosha (Black Ocean Society) ve Kokuryukai (Kara Ejderha Derneği) kurucusu. Pan-Asyacılığın güçlü bir savunucusuydu, Büyük Doğu Asya Ortak Refah Alanı (Greater East Asia Co-Prosperity Sphere) bkz. https://tr2tr.wiki/wiki/Tōyama_Mitsuru.