Giriş
Türkiye’de liberalizmin zengin sayılabilecek bir tarihinin olduğunu söylemek oldukça zordur. Bu iddiaya, liberalizmin bu coğrafyada geçmişten günümüze tek bir çizgide uzanan bütünlüklü bir arka planının bulunmadığını ya da liberallerin türdeş ve bütünlüklü bir görünüm sergilemediğini de eklemek mümkündür. Daha açık bir ifadeyle liberalizm, dünyadaki genel eğilimlerin aksine Türkiye’de uzun süreler boyunca sınırlı bir etkiye sahip olmuştur. Bu durumun oldukça kolay şekilde anlaşılabilir nedenleri vardır. Liberalizmin tarih sahnesinde belirdiği ve Batı’da yaygınlaştığı zaman diliminde Osmanlı İmparatorluğu ciddi bir beka sorunuyla yüz yüzedir. Devletin giderek zayıfladığı bu süreçte ortaya çıkan modernleşme projesinin merkezinde devlet bulunur. 18. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan modernleşme hareketi, devlet ve iktidar seçkinleri eliyle yürütülmüştür. Bu bakımdan Batı’daki örneklerinin aksine Türkiye’de ne birey düşüncesi ne de kendiliğinden bir burjuvazi doğmuştur. Aslında paradoksal şekilde modernleşme sürecinde beliren anayasacılık hareketleri ve temel hak ve özgürlüklerin tanınması gibi gelişmeler, liberalleşme şeklinde değerlendirilebilir (Arslan, 2005, s. 232). Ancak tüm bunlar, devletin kontrolünde ve yine devlet izin verdiği ölçüde mümkün olabilmiştir. Siyasal hak ve özgürlük taleplerini dile getirebilecek ve devlet dışında örgütlenen “liberal” seslerin oldukça cılız kaldığı görülür. Üstelik gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse Tek Parti yıllarında muhalefetin güçlenmesine izin verilmediği unutulmamalıdır. Basın özgürlüğü de dâhil olmak üzere alternatif seslerin dile getirilmesini sağlayacak kanallar uzunca süreler boyunca kapalı tutulmuştur.
Siyasal sistemin doğası ile ilgili bu sorunların yanında liberalizmin gelişmesini engelleyen sosyokültürel etmenlerden söz etmek de mümkündür. Modernleşme sürecinde Türk aydınının temel kaygısı, Osmanlı döneminde devletin parçalanmasını engellemek, Cumhuriyetle birlikte ise geçmişte yaşanan acı tecrübeden ders çıkararak yeni rejimin kalıcı olmasını sağlamaktır. Dolayısıyla devletin bekasını merkeze alan bu yaklaşımın siyasal iktidarın zayıflatılmasını savunan bir ideolojiyle ünsiyet kurması beklenemez.
Liberalizmin bu coğrafyada yeterince etkili olamamasının nedenleri arasına, toplumsal kültürün ve geleneklerin kendi kendine yeten ve kaderine hâkim “birey” fikrinin ortaya çıkışını engellemesini de ekleyebiliriz. Batı’da liberalizmin güçlenmesi, kendi çıkarlarını, kimliğini ve en geniş anlamıyla mülkiyetini, içinden çıktığı toplumdan ayrıştırabilmiş birey fikrine borçludur. Bu durum kapitalizm kadar sekülerizmin de yükselişiyle yakından ilişkilidir. Oysa Türkiye’de İslam Dini’nin de etkisiyle toplumsal aidiyet bağlarının neredeyse tüm modernleşme tarihi boyunca gücünü koruduğu görülür. Bu durum özgül bir kategori ya da siyasal bir özne olarak bireyin Batı’daki örneklerinin aksine daha zayıf kalmasına neden olmuştur.
Tüm bunlara rağmen düşünce tarihimizde sınırlı da olsa bir liberal gelenekten söz etmek mümkündür. Bu yazıda söz konusu gelenek, belirli isimler üzerinden ele alınacaktır. Elbette belirli isimlerin seçilmiş olması, çalışmanın “sınırlı” ve “eksik” kalmasına sebebiyet verebilecektir. Dolayısıyla söz konusu isim tercihlerinin belirli bir mantıksal izlek çerçevesinde yapıldığı belirtilmelidir. Bu anlamda yazıya ilk dönem liberal düşüncenin en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Prens Sabahattin ile başlanacaktır. Zira Sabahattin hem fikrî açıdan hem de aktif siyasetin içinde yer alarak liberal fikirlerin savunucusu olmuş üstelik Türkiye’de sıklıkla karşılaşıldığının aksine “siyasal” ve “iktisadi” liberalizm ayrımı da yapmamıştır. II. Meşrutiyet döneminden Cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan çizgi içinde liberal fikirleri dile getiren ve Serbest Cumhuriyet Fırkası tecrübesi aracılığıyla bu tavrını sürdüren Ahmet Ağaoğlu başka bir durak olacaktır. Arada liberallerdeki kafa karışıklığını yansıtan Ahmet Hamdi Başar’a kısaca değinilecek, oradan Çok Partili Hayata Geçiş sürecine geçilecektir. Bu süreçte ele alınacak olan Ali Fuad Başgil ve Ahmet Emin Yalman, bugün bile Türkiye’de liberaller arasında görülen fikrî farklılıkların en önemli temsilcileri durumundadırlar. Başgil’in temel hak ve özgürlükleri esas alan yaklaşımına karşı Yalman, “gericilik” tehdidi nedeniyle Kemalist modernleşme projesini olumlayan ve bundan taviz verilmesine karşı çıkan bir özellik gösterir. Buna karşılık Yalman’da, ekonomik açıdan liberalizm savunusu çok daha belirgindir. Dolayısıyla liberal sivil toplum örgütü olan Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti içinde bir süre beraber hareket eden her iki isim âdeta Türkiye’de yeknesak bir liberal tavır olmadığının en önemli örneği durumundadırlar.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Türkiye’de demokratik yönetimin başlaması bakımından milattır. Türkiye bu süreçte Batı dünyası ile ilişkilerini yeniden tesis etmek için yalnızca demokrasiye geçmekle yetinmemiştir. Bir bakıma liberal değerleri ve ekonomik programı da benimseyeceğini göstermek durumunda kalmıştır. Zira savaş sırasında Türkiye’nin totaliter bloğa karşı net şekilde cephe almaması ve Almanya ile kurduğu sıkı ilişkiler, Batı dünyasında hatta Sovyetler Birliği’nde bile ülkeye karşı bir güven sorunu doğurmuştu. Dolayısıyla bu dönemin, liberal fikriyatın gelişmesi için uygun bir zemin hazırlandığı söylenebilir. Ancak ilginç şekilde yönetim süreçlerini belirleyen liberal politikalar, fikrî zeminde aynı yaklaşımın gelişmesi sonucunu ortaya çıkarmamıştır. Tam tersine Soğuk Savaş’ın bloklaşma profili, Türkiye’deki düşünce iklimini de etkilemiş, 1960’lardan itibaren giderek güçlenen sol hareketin karşısında milliyetçi ve İslamcı cenah çıkmıştır. Liberalizmin fikrî açıdan güçlenmesi için ise 1980 sonrası dönemi ve bu süreçte kurulan ittifakları beklemek gerekmiştir. Bu dönemde ilk olarak sol gelenekten gelen bazı aydınlarla liberallerin fikrî açıdan iş birliğine gittikleri görülür. Söz konusu konjonktürel ittifaklar 90’lı yıllarda da devam etmiş ancak adres değiştirmiştir. 1980’lerde liberalizmle sol arasında kurulan fikrî bağ özellikle 28 Şubat sürecinden sonra yerini İslamcı cenahla kurulan iş birliğine bırakmıştır. Dolayısıyla 1980’lerin ortalarından başlayıp yaklaşık yirmi yıl süren bu zaman diliminin liberalizmin belki de Türkiye’deki en güçlü çağı olarak görebiliriz. Nitekim izleyen dönemde, ideolojiler arası saflar netleşmiş ve bu durum en çok liberalizmin aleyhine olmuştur.
Jön Türkler ve Liberalizm: Prens Sabahattin
Osmanlı’nın son döneminde fikrî açıdan oldukça canlı ve verimli bir tartışma ortamı olduğu bilinir. Farklı siyasal ideolojilerin birbiri ardına ülkenin kurtuluşuna yönelik reçetelerini ortaya koydukları bu dönemde, liberalizmin de coğrafyamızdaki macerası başlar. Bu süreçte Sakızlı Ohannes Efendi ve İktisat Vekili Mehmet Cavit Bey gibi isimler özellikle Adam Smith ekolünü izleyerek devletin ekonomi üzerinde gevşek bir kontrolü olması gerektiğini savunurlar. İlk dönemde liberalizmi Türkiye’ye taşıyan düşünürlerden en bilineni ve bu yolda en güçlü şekilde aktif siyasi mücadele vereni ise Prens Sabahattin’dir. Annesinin Sultan Abdulmecid’in kızı Seniha Sultan olması nedeniyle “prens” sıfatını kullanan Mehmet Sabahattin Bey (1879-1948), babası Mahmud Celaleddin Paşa’yla birlikte Sultan II. Abdulhamid’e karşı muhalif bir tavır sergilemiştir. Padişahla aralarının açılması nedeniyle babası ve kardeşiyle Paris’e kaçan Sabahattin, burada Jön Türklerle iş birliği içine girmiştir. Prens Sabahattin, kendisi tarafından sağlanan ekonomik destekle Paris’te toplanan I. Jön Türk Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Sultan II. Abdulhamid yönetiminin “zulüm ve istibdat” rejimi olduğunu ve hürriyetle adalete ulaşmak için kapsamlı bir reform paketinin uygulanması gerektiğini savunmuştur.
Kongre sonucunda Jön Türkler, Prens Sabahattin ve Ahmed Rıza önderliğinde iki farklı gruba ayrılmış ve Sabahattin, kendisini destekleyenlerle beraber Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurmuştur (Reyhan, 2008, s. 39). Bu cemiyet adından da anlaşılabileceği gibi adem-i merkeziyetçi ve bireyi eksen alan politikalar izlenmesini savunur. Diğer grup ise ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki üyelerinden oluşmuştur. Bu dönemde İttihat ve Terakki’nin ekonomik anlayışının merkezinde ise devletçi politikalar izlenmesi bulunur. Dolayısıyla Jön Türkler arasındaki ayrışmanın temel noktalarından biri, ekonomi politikalarıdır. İttihatçıların özellikle iktidarı devraldıktan sonra kararlılıkla uygulayacakları “millî burjuvazi” politikalarının karşısında Prens Sabahattin çevresi, özel girişimin yönlendireceği bir ekonomik programı savunurlar. Bu ekol, ülkede yeterli sermaye birikimi olmadığından yabancı devletlerle iş birliğine girmeyi de kaçınılmaz olarak görür.
Öte yandan bu bölünmenin en önemli nedenlerinden biri de İngiltere’nin Osmanlı yönetim süreçlerine muhtemel bir müdahalesidir. Sabahattin öncülüğündeki liberaller, kendi öngördükleri türden bir rejimin İngiltere tarafından destekleneceği düşüncesindeydiler. Dolayısıyla rejim değişikliği için gerekirse bu ülkeyle iş birliği yapılması gerektiğini savunmuşlardır. Buna karşılık İttihatçılar, ülkenin iç işlerine bu yönde bir dış müdahalenin karşısında yer almışlardır (Kadıoğlu, 1999, s. 78). Bu noktada, Prens Sabahattin grubunun etkisini yitirmesinin nedenlerinin birinin söz konusu tercih olduğu söylenebilir. İttihat ve Terakki’nin II. Meşrutiyet’le birlikte iktidarı ele geçirmesi Prens Sabahattin’de mücessem hâle gelen liberal düşüncelerin geri planda kalmasına yol açmıştır.
Siyasal pratikler açısından oldukça karmaşık ilişkileri olan Prens Sabahattin’in takipçisi olduğu Le Play ekolünü Türkiye’ye taşıdığı görülür. Le Play ekolü, pozitivist bir yaklaşıma sahiptir ve esasında toplumsal gelişim dinamiklerinin bilimsel bir çözümlemesini yapmayı amaçlar. Le Play ekolü, Avrupa’da işçi sınıfının yükselişinin canlı tanığı durumundadır. Aynı zamanda bu ekole mensup isimler, Fransız Devrimi’nin toplumsal hayat üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden hareketle devrimci eğilimlerin önüne geçecek alternatif bir proje oluşturma arayışındadırlar. Ancak siyasal açıdan asıl önem taşıyan ve Sabahattin’i de etkileyen anlayışları özel teşebbüsün güçlendirilmesi ve merkeziyetçilikten uzaklaşılması yönündeki tezleridir. Adem-i merkeziyetçiliğin ve özel teşebbüsün güçlü olduğu ülkelerde hem demokrasi güçlenmiş hem de ülke içinde güçlü bir siyasal düzen kurulmuştur. Bu anlamda Le Play ekolü, tıpkı aynı yüzyılın bir diğer Fransız düşünürü Tocqueville gibi Anglosakson ülkelerde demokrasinin güçlenmesinin, Fransa’da ise devrim sonrasında siyasal iktidarın bir türlü demokratik ilkeleri içerecek şekilde kurumsallaşamamasının nedenleri üzerinde durmuştur. Örneğin bu ekolün en önemli temsilcilerinden Edmond Demolins, Anglosakson ülkelerde eğitimin bireysel yetenekleri geliştirmeye yönlendiğini ve bu şekilde kendini sürekli olarak yenileyen bir toplumsal yapının ortaya çıktığını savunmuştur. Bu anlayışın ülke siyasetine yansıması ise yerel unsurlarının kendi kapasitelerini artırmalarını sağlayacak olan adem-i merkeziyetçi modeldir (Mardin, 1996, s. 291).
Prens Sabahattin, bu tezlerden yararlanarak kendi toplumunu çözümleme çabası içine girmiştir. Burada mevcut düzene başlıca eleştirisi ise devletin toplumsal hayatın her aşamasına tabii aynı zamanda ekonomiye de müdahale etmesidir. Sabahattin’e göre bu durum, toplumun potansiyelinin kendiliğinden ortaya çıkmasını engellemektedir. Öyle ki bu yönde bir değişim iradesi üretebilecek en eğitimli, seçkin kitle dahi devlet memurluğunun cazibesine kapılmaktadır. Bu düşünce ile birlikte memurların seçiminde uygulanan sistem Sabahattin’in düzene yönelik en önemli eleştiri başlıklarından birini teşkil etmiştir (Hanioğlu, 1981, s. 198). Prens Sabahattin, bu durumun toplumun gelişim dinamiklerini ortadan kaldırdığını ve bağımsız birey fikrini öldürdüğünü iddia eder.
Bu noktada Şerif Mardin’in Karl Friedrich’ten hareketle Türkiye’de temsilî demokraside parlamentoya yüklenen anlamla ilgili iki ayrı ekol bulunduğu yönündeki tespitine bakmak faydalı olacaktır. Bu konudaki daha güçlü eğilim, siyasal karar alma süreçlerine “millî irade”nin hâkim olması gerektiği yönündeki düşüncedir. Nitekim aşağıda değineceğimiz gibi Türkiye’de ilk dönem liberallerin demokrasiye genel bakışı bu doğrultuda ilerler. İkinci ekol ise özellikle başlarda oldukça sınırlı sayıda temsilcisi olan parlamentonun iktidar üzerinde denetim kuran bir silsilenin en üstündeki mekanizma olduğudur (Mardin, 1996, s. 295).
Mehmet Sabahattin, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Ahrar Fırkası aracılığıyla aktif siyasete devam etmiştir. Ancak bu dönemin esas aktörü, II. Meşrutiyet’in ilanında büyük rol oynayan İttihat ve Terakki’dir. İttihatçıların ise iktidarı Osmanlı Ahrar Fırkası ya da bir başkası ile paylaşmaya niyetleri yoktur. 1908 seçimlerine İttihat ve Terakki dışında katılan tek parti olan Osmanlı Ahrar Fırkası için sonuç hüsran olur (Zürcher, 2010, s. 75). Parti yalnızca Ankara’dan adaylığını koymuş olan Mahir Sait Bey’i parlamentoya seçtirmeyi başarmıştır (Ahmad, 2017, s. 57). 31 Mart Olayı’ndan kısa bir süre sonra tutuklanan Prens Sabahattin, serbest kalınca yeniden yurt dışına çıkmış, Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Millî Mücadeleyi desteklemiştir. Ancak 1924 yılında tüm hanedan üyelerinin ülke dışından çıkarılması kararı sonunda ülkeden yeniden ayrılmak zorunda kalmış ve 1948’deki ölümüne dek İsviçre’de yaşamıştır.
İlk dönem liberalizmin hem fikrî hem de siyasi macerasının bu denli kısa olmasının kuşkusuz farklı nedenleri vardır. İlk neden, imparatorluğun çözülme döneminde beka sorununa daha etkili bir çözüm olan milliyetçilik karşısında liberalizmin vaatleriyle toplumu mobilize etme yeteneğinin oldukça sınırlı kalmasıdır. İkinci olarak dönemde aydınların zihnini otoriteye karşı bireysel özgürlüklerin korunmasından daha çok devlet iktidarının korunması sorununun meşgul ettiği söylenebilir. Muhalefetin alternatif fikirleri özgürce dile getireceği bir zeminin olmaması da ek bir etmen olarak sayılabilir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Liberalizm
Kurtuluş Savaşı yılları, daha sonra giderek büyüyecek iktidar mücadelelerine sahne oldu. Mustafa Kemal Paşa’nın yükselen gücüne karşılık Meclis içindeki sınırlı muhalefetin en güçlü argümanı, parlamentonun millet iradesinin kullanılabilmesi için yegâne araç olduğuydu. Birinci Meclis içinde örgütlenen “İkinci Grup” esas olarak liberalizmin genel ilkelerinden hareketle parlamentonun öne çıkacağı bir anlayışı savunuyordu (Demirel, 1995, ss. 396-397). Bu süreçte muhalefetin etkili isimleri Hüseyin Avni (Ulaş) ve Ali Şükrü Beylerin Meclis kürsüsünde yaptıkları konuşmalarda tek adam hâkimiyetine açıkça karşı çıktıkları görülür. Kuşkusuz bu muhalefet, teorik açıdan doğrudan liberal ilkelerle bağlantılı değildir. Muhalefet sözcülerinin tezlerinde öne çıkan husus, millet adına egemenliği kullanan Meclis’in iradesinin her şeyin üstünde olduğudur. Cumhuriyetin ilk yıllarının liberal düşünce açısından verimli bir dönem olduğu söylenemez. Rejimin otoriterleştiği ve muhalefetin sustuğu bu süreçte, alternatif görüşlerin dile getirilmesine izin verilmemiştir.
Bu dönemde liberal damarın başka bir yönü İzmir İktisat Kongresi’nde kendini göstermiştir. Savaş sonrası izlenecek ekonomi politikalarının tartışılması için düzenlenen Kongre’de, yabancı sermayeyi ülkeye çekecek tedbirlerin alınması üzerinde durulur. Aslında bu Kongre’de alınan kararların içeriğinden ya da liberalizmle doğrudan ilişkisinden daha çok verdiği mesajlar önemlidir. Lozan Görüşmeleri’nin kesildiği bir dönemde düzenlenen Kongre’de gerek iç gerekse dış kamuoyuna, Batı dünyası ile ilişkilerin sürdürüleceği mesajı verilmek istenmiştir. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonraki ilk dönemlerde, gerçekten de ekonomik açıdan kısmen liberal sayılabilecek bir perspektifin ortaya konulduğu söylenebilir. Bu durumun oluşmasında en önemli etkenlerden biri, Lozan Barış Anlaşması’nın getirdiği bazı kısıtlayıcı hükümlerdir. Elbette bu durum, Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik açıdan liberal politikalar izlendiği anlamına gelmez. Tam tersine yeni rejimin ekonomi politikaları, devletçilik ilkesi üzerine oturur. Zaman içinde ekonomi politikalarında devletçiliğin etkisi giderek artmıştır. 1929 yılında yaşanan Dünya Ekonomik Krizi, rejime istediği fırsatı verir ve devletçilik anlayışı giderek katılaşır. İktidar partisi, liberalizmi hem ülke gerçeklerine uymayan hem de millî bütünlüğe zarar vereceğinden dolayı zararlı bir ideoloji olarak görür (Beriş, 2015, s. 106).
Diğer taraftan rejimin diğer kurucu unsurlarının aksine devletçilik kavramıyla ifadesini bulan ekonomi politikalarının tartışılmasına izin verildiği söylenebilir. Mesela; laiklik ve cumhuriyetçilik ilkelerinin siyasal düzlemde tartışılmasına ya da bunlara muhalif bir pozisyon alınmasına Tek Parti yönetimi tarafından asla izin verilmemiştir. Buna karşılık devletçilik ilkesi farklı yorumlara konu olmuştur. Daha doğrusu farklı toplumsal gruplar, devletçiliğin içini kendi ideolojik yönelimleri doğrultusunda doldurmuş ve “en doğru” devletçiliğin anlamı ve içeriği konusunda hararetli tartışmalar yaşanmıştır.
Bu süreçte aslında devletçiliğin karşısında bulunan liberal düşüncelerin de devletçiliğin farklı bir yorumu olarak savunulduğu dikkat çeker (Tekeli ve İlkin, 1982, s. 80). Tekeli ve İlkin, bu süreçte üç farklı iktisadi ekolün ortaya çıktığını söyler. Söz konusu ekollerden Kadro dergisi çevresi, dönemin devletçilik anlayışını bile yeterince sert bulmaz ve sosyalist bir çerçevede yorumlama eğilimine girer. Kadro’nun savunduğu devletçilik anlayışının rejim tarafından bile sert bulunduğu, bu nedenle de derginin ve bu arada hareketin fikrî öncülerinin kısa sürede tasfiye edildiği görülmüştür.
Aynı dönemin başka bir ekolünü Ahmet Hamdi Başar (1897-1971) temsil eder. Başar, Türkiye’nin tarım toplumu olduğunu söyleyerek sanayileşmiş ülkelerde yaşanan krizlerin arkasındaki nedenleri burada da aynı şekilde aramanın başlı başına yanlış olduğunu savunur (Beriş, 2015, s. 127). Bu bağlamda Başar, Türkiye’de tarımı esas alan bir devletçilik anlayışının hâkim olması gerektiği iddiasındadır. Devlet, bu süreçte başat rolü üstlenecektir ancak devletçilik yalnızca ekonomi politikalarıyla sınırlı olmalıdır. Başka bir ifadeyle ekonomide izlenen bu devletçi çerçeve, siyasal düzlemde demokrasiye geçişin önünde bir engel olmamalıdır. Ahmet Hamdi Başar, ekonomiyle ilgili fikirlerini doğrudan Atatürk’le de paylaşma fırsatı bulur. SCF’nin kapanmasından sonra Mustafa Kemal Paşa’nın çıktığı uzun yurt gezisine, dostlarının tavsiyesiyle Başar da davet edilmiştir. Bu gezide Başar yaşadıklarını Atatürk’le Üç Ay, başlığı altında kitaplaştırır. Ancak fikirleri, rejim üzerinde etkili olmaz ve Başar derin bir hayal kırıklığı yaşar.
Başar, dünya ekonomik krizinin meydana getirdiği sorunların çözülmesi için ne kapitalizmin ne de sosyalizmin etkili olabileceği düşüncesindedir. Türkiye aslında bu kriz vasıtasıyla tarihî bir fırsatla karşı karşıyadır: Kendi ekonomik modelini ortaya koymak. Bu model, devlet eliyle hızlı bir kalkınma anlayışına dayanır. Ancak Başar, Kadro hareketinden farklı olarak bu tür bir devletçiliğin biteviye devam etmemesi gerektiğini savunur. Devlet, ülkenin ihtiyacı olan tesisleri kurup işler hâle getirdikten sonra halka devretmelidir. Bu bakımdan devletçiliğin amaç değil araç olduğunu söyleyen Başar, her şeyin devletten beklendiği “kapı kulu” yönetim anlayışının devam etmesini eleştirir (Ülken, 1998, s. 476). Önerdiği modelde yurttaşlar, Batı’daki örneklerine benzer şekilde özel girişimciliği öğrenecek ve bundan sonraki ekonomik faaliyetleri kendileri yürütecektir. Bunun aksi bir durum yani devletin ekonomiyi kontrolünde tutmayı sürdürmesi, bireysel özgürlüklerin önünü kesecektir.
İktisadi açıdan devletçiliğe yakın bir yerde duran Başar, siyasi olarak ise liberal olarak kabul edilebilir. Özellikle Tek Parti yıllarında Başar, özgürlük düşüncesinin gelişimini, devlet eliyle yürütülecek bir ekonomik programa bağlar. Devlet tarafından meydana getirilecek burjuvazi, bilinçlenmesine koşut şekilde demokrasinin zeminini de hazırlayacaktır (Bora, 2017, s. 528). Ancak demokrasi ve özgürlükler konusundaki görüşleri daha sonraki yıllarda iyiden iyiye netleşecektir. Örneğin; 1956 yılında Demokrasi Buhranları başlıklı bir eser yayımlayan Başar, Türkiye’nin bir kısır döngü içinde bulunduğunu savunur. Başar’a göre, ülkenin öncelikli kaygısı, hızlı bir şekilde kalkınma sağlamak ve bu yolla bireyleri de toplum içinde ekonomik özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bunun yegâne sağlayıcısı ise devletçi ekonomik politikalar izlemektir. Oysa devletçilik ile liberalizm bağdaşmaz ve Batı’da her iki yönelim birbirlerine karşı yerlerde dururlar. Başar (1956, ss. 11-12), Türkiye’nin birbiriyle çelişiyor gibi görünen bu iki anlayışı uzlaştırmak zorunda olduğunu söyler.
Yeni rejimin iktisat politikaları konusundaki farklı görüşlerden bir diğeri ise dönemin koşullarına göre liberal bir perspektife sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Ahmet Ağaoğlu’ndan gelecektir. Üstelik Ağaoğlu’nun liberal anlayışı hem ekonomi politikalarını kapsayacak hem de siyasal bir yön taşıyacaktır.
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İntikal Eden Liberal Gelenek: Ahmet Ağaoğlu
Azerbaycan Türkü olan Ahmet Ağaoğlu (1869-1939), ilk gençlik yıllarından itibaren Türkçü ve milliyetçi hareketlerin içinde olmuştur. Uzunca süreler Azerbaycan’da Türklerin Ruslara karşı direnişini sağlamak için kurduğu Fedai örgütünde liderlik yapan Ağaoğlu, II. Meşrutiyet Dönemi’nde İstanbul’a gelerek siyasal faaliyetlere katılmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya geçen Ağaoğlu, Cumhuriyetin ilanından sonra Ziya Gökalp’le birlikte yeni rejimin ideologlarından olmuştur (Coşar, 2005, s. 236). Ancak daha sonra liberal düşünceleri nedeniyle rejim üzerindeki etkisini kaybetmiştir.
Ağaoğlu’nun II. Meşrutiyet Dönemi’nden itibaren belirli açılardan liberal fikirler seslendirdiği bilinir. Ancak liberal fikirlerinin daha belirgin bir hâle gelmesi için muhtemelen Tek Parti yönetiminin otoriterizminin giderek güçlenmesi önemli bir vasıta olmuştur. Nitekim Atatürk’ün direktifiyle Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmakla görevlendirilmesi tesadüf değildir. Rejime yönelik olarak dile getirdiği eleştiriler, Fethi Okyar ile birlikte CHP’den farklı bir ideolojiye sahip yeni partinin sorumluluğunu almasını beraberinde getirmiştir. Kısa süren SCF tecrübesinin meydana getirdiği bir diğer etkiyse Ağaoğlu’nun liberal görüşlerinin iyiden iyiye belirgin hâl almasıdır. Nitekim Parti kapatıldıktan sonra Ağaoğlu, rejime muhalefetine devam edecek ve 1933 yılında liberal eğilimli Akın Gazetesi’ni çıkaracaktır.
1930 yılında Serbest İnsanlar Ülkesinde başlıklı bir ütopya yazan Ağaoğlu (1930, s. 2), kendi ifadesiyle “Cumhuriyetin manevi cepheden ideolojisini” kurmak istemiştir. Kitapta yazar, bilinmeyen bir ülkede uzun süreli esaretten kurtulduktan sonra yola düştüğünde karşısına çıkan yön levhasına göre kendisini hürriyete götürecek istikameti tercih eder. Bir süre gittikten sonra karşısına çıkan kapıda “Serbest İnsanlar Ülkesi” yazmaktadır. Yazar, kapıdan içeri girer ve kendisini karşılayan ve misafir eden kişilerden bu ülkenin yönetim ilkelerini öğrenir. Buna göre Serbest İnsanlar Ülkesi’nde yalan ve riyakârlık yasaktır. Herkes kendi görüşlerini özgürce dile getirebilir ve kimse ikiyüzlülük yapmaz. Bu durumun belirli ölçülerde bir rejim eleştirisi içerdiği söylenebilir. Zira Ağaoğlu’nun Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok aydının rejim tarafından dışlanmamak için kendi fikirlerini dile getirmekten kaçındığını düşündüğü dikkat çekmektedir.
Ağaoğlu’na göre özgürlük bir kültür (hars) meselesidir. Dolayısıyla toplumu oluşturan bireylerin her şeyden önce özgürlük düşüncesini içselleştirmesi gerekir. Yani kendisini özgür olarak yaşamak isteyen bir birey, toplumun diğer üyelerinin de aynısına hakkı olduğunu en baştan kabul etmeli ve kimsenin hayatına müdahale etmemelidir. Bunun yanında özgürlük için bedel ödemeyi de göze almak gerekir. Serbest İnsanlar Ülkesi’nde yalan söylemenin yasak olması bu durumla yakından ilişkilidir. Kendi çıkarlarının aleyhine olsa bile her zaman doğruyu söylemek Ağaoğlu’na göre bir cesaret işidir ancak bu durum birey olabilmenin de ön koşuludur. Ancak ülkedeki siyasal iklim de her türlü farklı görüşün özgürce dile getirilmesine izin verir. Mesela yazar, sıradan bir parkta yani herkese açık bir ortamda bir gencin hükûmeti açıkça eleştiren bir konuşma yapmasına şaşırır(!). Gerçekte anlatmak istediği ise bu durumun demokratik ve özgür toplumların sıradan özelliklerinden biri olduğudur.
Diğer taraftan Serbest İnsanlar Ülkesinde, yazarın liberal düşüncelerinin aslında cumhuriyetçi bir perspektifle birleştiğini de gösterir. Gerçekten de Ağaoğlu için cumhuriyetçiliğin erdem anlayışı, toplumu bir arada tutan en önemli değerdir (Coşar, 2005, s. 237). Bu bakımdan yazarın ütopyasında da yurttaşlar arasında birlik ve dayanışma anlayışı hâkimdir (Ağaoğlu, 1930, s. 30). Dolayısıyla Ağaoğlu’nun siyasal anlamda özgürlükçü anlayışının katı bir bireyciliğe dayanmadığını söylemek gerekir. Aynı şekilde cumhuriyetçi ilkelere uygun şekilde bu ütopik ülkede, yurttaşların kapsamlı bir eğitim programından geçirilmeleri de sağlanır. Yine opera, tiyatro, spor faaliyetleri aracılığıyla yoğun bir yurttaş mobilizasyonunun amaçlandığı da görülür. Buradan hareketle Ağaoğlu’nda çok belirgin bir cumhuriyetçi damar olduğu söylenebilir (Erozan, 2011, s. 206). Bu bağlamda Ağaoğlu, devlete, vatandaşlarını belirli bir olgunluk düzeye ulaştıracak eğitim sağlama yükümlüğünü verir (Coşar, 2005, s. 238).
Burada Ağaoğlu’nun yeni rejim karşısındaki kendi kişisel tutumunu da görmek mümkündür. Ağaoğlu, iktidarın uzağında kalmak pahasına doğru bildiklerini söylemekten kaçınmamıştır. Hatta Atatürk’ün karşısında da aynı eleştirileri dile getirmesi, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından biri olması sonucunu doğurur. Bu partide siyaset yapmakla yani bir bakıma rejimin içinde muhalif olmakla görevlendirildiğinde, Ağaoğlu’nun zihninde Parti’nin gerçek anlamda bir işleve sahip olup olamayacağı yönünde tereddütler oluştuğu dikkat çeker (Yılmaz, 1993, s. 23). Ancak Parti’deki görevine de sıkı sıkıya sarılır. SCF’nin liberal bir programa sahip olmasında Ağaoğlu’nun büyük rolünün olduğu açıktır. Ancak bilindiği üzere SCF tecrübesi fazla uzun sürmez. İlginç olan partinin kısa sürede kapatılmasının nedeni, siyaseten başarısız olması değil tam tersine başarı kazanma ihtimalinin oldukça yüksek olmasıdır. Kısa sürede ülke genelinde örgütlenen ve halktan teveccüh gören Parti, meydana getirdiği etkinin CHP’nin konumunu tehdit etmesi nedeniyle kurulmasında olduğu gibi bu kez zımni olmakla beraber yine talimatla kapatılmıştır (Zürcher, 2018, s. 212).
SCF tecrübesi her ne kadar kısa sürse ve parti açısından çok olumlu sonuçlanmasa da Ağaoğlu’nun düşüncelerinde bir değişikliğe neden olmamıştır. Hatta tam tersine Ağaoğlu’nun kendi görüşlerinin doğrulandığı yönünde bir kanaate ulaştığı da rahatlıkla söylenebilir. Parti kapandıktan sonra Ağaoğlu, Darülfünun’daki anayasa hukuku hocalığı görevine geri döner. Ancak hem liberal politikaları savunusunu hem de rejime yönelik muhalefetini de sürdürür. Bu açıdan öncelikle Kadro dergisini çıkaran ve bir tür devlet sosyalizmi savunan Şevket Süreyya Aydemir ile polemiğe girişir ve bu süreçte kaleme aldığı yazılarını Devlet ve Fert kitabında toplar. Ağaoğlu’nun bu tartışmada temel argümanı, Batı’da özgürlüklerin bireyi güçlendirdiği bunun da devletin güçlenmesini sağladığı yönündedir. Zira Ağaoğlu’na göre bireyin yaratıcılığını kullanmasına izin verilmesi, toplumsal kalkınmayı sağlayacak en önemli araçtır. Ancak bunun tam anlamıyla bir bireyci perspektif yansıttığını söylemek mümkün değildir.
“Kadro’culara göre devlet, milletin üstünde ve milletin haricinde mücerret ve mistik bir varlık mahiyetini kesbediyor (…) Bu telakki sırf komünist ve Marksist telakkisidir (…) Hâlbuki hayatta milletin esas olduğu, devleti kuran devlete şekil veren, devletin fonksiyonlarını tayin eden millet olduğu söz götürmez aşikar bir hakikattir” (Ağaoğlu, 1933, s. 99) satırlarından açıkça görüldüğü gibi Ağaoğlu için millet ve milliyetçilik hiçbir şekilde yadsınamayacak olgulardır. Bireyin anlam ifade etmesi, milletin parçası olması halinde anlam taşır. Ağaoğlu, Türkiye’de toplumsal sınıfların bulunmadığını dolayısıyla Kadrocuların yaptığı türden sınıfsal bir analizin bu coğrafyada hiçbir anlam ifade etmediğini savunur. Ona göre devletçilik de devletin ekonominin her alanına müdahale etmesi değildir yalnızca bireylerin yapamayacakları iktisadi faaliyetleri, devletin üzerine almasını amaçlamalıdır (Ağaoğlu, 1933, s. 105).
Ağaoğlu, SCF tecrübesinden sonra aktif siyasetten çekilse de entelektüel düzlemdeki muhalefetine 29 Mayıs 1933 tarihinde Akın Gazetesi’ni çıkararak devam etmiştir. Gazete’nin ilk sayısındaki başyazısında Ağaoğlu, gazetenin yayın ilkelerini “cumhuriyetçi, halkçı, laik ve inkılapçı” olarak nitelemiş, milliyetçilikten de dolaylı olarak söz etmiştir (Uyar, 2005, s. 224). Söz konusu ilkelerin gazetenin ilk sayısında özellikle zikredilmiş olması, yazarın Kemalist rejimin genel esaslarını benimsediği şeklinde değerlendirilebilir. Burada zikredilmeyen ilke, devletçiliktir. Ancak bu durumun yazarın devletçi ilkelere tamamen karşı olduğu şeklinde değerlendirilmemesi gerekir. Zira aynı yıl içinde yayımlanan Devlet ve Fert kitabında Ağaoğlu’nun kendini nitelemek için kullandığı sıfatlardan biri “liberal devletçi”dir (Ağaoğlu, 1933, s. 101). Tekrar altını çizmek gerekirse burada Ağaoğlu, kendisinin devletçiliğe yüklediği anlamın dönemin genel eğilimlerinden farklı olduğunu savunur. Devletin ekonominin içinde belirli bir rol almasını kaçınılmaz olarak görür. Asıl sorun ise bu rolün sınırlarının belirlenmesinde ortaya çıkar. Ağaoğlu’nun devletçilik anlayışı gerek Kadroculara gerekse devlete göre daha dar bir çerçevede belirmektedir.
Akın Gazetesi, kurulduğu andan itibaren iktidarla yakın ilişkiler içinde olan diğer basın organlarının tepkisini çekmiştir. Gazete, bu eleştirileri, kendi pozisyonunun doğru olduğu şeklinde değerlendirmiştir. Ağaoğlu, diğer gazetelerin rejimle ilişkilerini vurgulayarak kendi gazetesinin ifade özgürlüğünün en gerçek temsilcisi durumunda olduğunu savunacaktır. Bu bağlamda Akın Gazetesi’nin 1931 yılında çıkan Matbuat Kanunu sonrasında ülke içindeki muhalif basının susturulduğu bir dönemde yayımlanması ayrıca önem taşır. Zira Akın, diğer hiçbir basın organının yap(a)madığı bir şeyi yapacak ve hükûmetin bazı politikalarını eleştirecektir. Ancak Akın Gazetesi’nin macerası uzun olmaz ve yalnızca 119 sayı çıkabilen gazete, ekonomik zorluklardan ötürü yayın hayatına son verir. Diğer taraftan kısa süren bu maceranın Ağaoğlu’nun akademik kariyerinin de sonunu getirdiği görülecektir. Bir gece Ağaoğlu’nu sofrasına çağıran Atatürk sert bir şekilde Darülfünun hocalığı ile muhalifliğin bir arada yaşanamayacağını söyler. Aynı yıl içinde gerçekleşen Darülfünun tasfiyesi sırasında Ağaoğlu’na yeni kurulan üniversitede yer verilmez. Ömrünün son yıllarını sağlık sorunlarıyla geçiren ancak mümkün olduğunca yazmaya devam eden Ağaoğlu, 1939 yılında hayatını kaybetmiştir.
Bugünden bakıldığında Ahmet Ağaoğlu’nun liberalizm anlayışının belirli ölçülerde sorunlar barındırdığı söylenebilir. Gerçekten de Ağaoğlu’nun yaklaşımı, cumhuriyetçi siyasal anlayışa da yakın görülebilir (Erozan, 2011, s. 198). Ayrıca yazarın Kemalizm’e açıktan cephe almadığı hatta tam tersine rejimin ilkelerini de benimsediği açıktır. Ancak bu durum Ağaoğlu’nun içinde yaşadığı döneme göre oldukça liberal bir bakış açısı geliştirdiğini görmemize engel olmamalıdır. Her şeyden önce Ağaoğlu, ilkelerini savunmak için bedel ödemiştir. Tek Parti yönetiminin otoriter politikalarına karşı Ağaoğlu, devletin kalkınması için özgürlükçü bir siyasal düzenin kurulması ve bireyin güçlendirilmesi üzerinde durmuştur. Nitekim Üç Medeniyet kitabından itibaren Batı’nın ilerlemesini, Doğu’nun ise geri kalmasını bu türden bir özgürlükçü düzenin kurulmuş olmasına ya da kurulamamasına bağlar. Bunun yanında daha II. Meşrutiyet döneminden itibaren Ahmet Ağaoğlu’nun parlamenter demokrasi yanlısı bir tutum takındığı görülür. Yazarın üzerinde en fazla hassasiyetle durduğu konulardan bir diğeri ise iktidarın sınırlandırılmasıdır.
Ağaoğlu’nun önce siyasetten uzaklaştırılmasına sonra da üniversiteden tasfiye edilmesine giden süreç âdeta Tek Parti döneminde diğer pek çok ideoloji gibi liberal düşünceye de yer olmadığının en önemli kanıtı durumundadır. Nitekim Ağaoğlu sonrasında yeni bir liberal hareketin başlaması için Çok Partili hayata geçilmesini beklemek gerekecektir.
Çok Partili Hayata Geçiş: Liberalizmin Yeni Baharı
Çok Partili Hayata Geçiş kararı, entelektüel alanda ciddi bir kıpırdanma meydana getirmiştir. Tek Parti dönemi boyunca görülen, II. Dünya Savaşı yıllarında da etkisini artıran baskı ortamı, demokrasiye geçiş kararının alınmasıyla oldukça azalır. Üstelik savaştan faşist ve nasyonal sosyalist rejimler yenilgiyle ayrılmış, liberal demokrasinin savunucusu durumunda olan Batı dünyası yalnız cephede değil ideolojik düzlemde de kazanmıştır. Bu süreçte Türkiye’nin savaş sonrasında izlenecek genel rotaya karar vermesi gerekir. Savaşın bir diğer galibi Sovyetler Birliği ile hareket etmenin gerek rejim gerek toplum tarafından kabul edilebilir bir durum olmadığı açıktır. Son iki yüz yıldır yönünü Batı’ya dönen Türkiye’nin istikametinin aynı yönde olması ise neredeyse kaçınılmaz bir hâl almıştır. 1945 yılında alınan Çok Partili Hayata Geçiş kararını bu minvalde değerlendirmek gerekir. Savaş süresince net bir taraf tutmaktan kaçınan Türkiye, savaş sonrasında tercihini kısa sürede yapmış ve liberal demokratik bir zihniyetin hâkim olduğu Batı dünyası ile hareket etmeye başlamıştır. Söz konusu kararın etkisi ise yalnızca siyasal partilerin kurulmasıyla sınırlı kalmaz ve kısa sürede düşünce hayatına da yansır.
1940’ların ikinci yarısından itibaren farklı düşünceleri dile getiren ve farklı ideolojik eğilimlere sahip çok sayıda gazete ve dergi yayımlanmaya başlar. Bunun yanında kurumsal olarak da özgürlüklerin savunusunu temel alan yeni cemiyetler kurulur. Örneğin; 1946 yılında kendilerine Demokrat Parti içinde yer bulamayan sol eğilimli bir grup aydın kendilerine başkanlık yapması için dindar kimliğiyle tanınan eski Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ı ikna ederek İnsan Hakları Derneği’ni kurarlar. Derneğin kurucuları arasında eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, bazı eski siyasetçiler ve projenin asıl fikir babası Zekeriya Sertel gibi isimler de vardır (Tınal, 2000, ss. 118-119). Ancak dernek üyelerinin siyasi açıdan neredeyse zıt kutuplarda olması, suni bir birliktelik şeklinde değerlendirilebilecek oluşumun kısa süre içinde dağılmasına neden olmuştur. Aynı süreçte rejime yakın bazı akademisyenler ve siyasetçiler tarafından da benzer amaçlı bir dernek kurulmuştur. Bu çabalar, ne kadar doğru anlaşıldıklarından bağımsız bir şekilde Batılı liberal demokratik değerlerin ülkede geçer akçe olmaya başladığının işaretleridir.
Çok partili hayata geçişin ilk yıllarında liberal bir perspektifle kurulan sivil toplum kuruluşlarından en önemlilerinden biri ise Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’dir. 1947 yılında “siyasete karışmaksızın her türlü totaliter gidişe ve taassuba karşı çıkmak” (Birinci, 2018, s. 109) noktasında kurulan cemiyetin amacı; sivil toplum alanında liberal ilkelerle değerlerin anlatılmasını sağlamaktır. Cemiyet, düşüncelerini topluma yaymak için yazıları ağırlıklı olarak kendi üyeleri tarafından kaleme alınan bir dergi de çıkarır: Hür Fikirler Mecmuası. Ancak pek çok diğer benzer çalışma gibi bu derginin yayın hayatı da çok uzun olmaz ve 11. sayının ardından son bulur.
Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin çok sayıda kurucusu olsa da iki isim hemen öne çıkar: Ali Fuad Başgil ve Ahmed Emin Yalman. Derneğin sonunu getiren de yine bu iki isim arasındaki siyasal anlaşmazlıklar olacaktır. İşin ilginç yanı, Başgil ve Yalman arasındaki anlaşmazlıklar, laiklik, devrimler ve Kemalizm konusunda yaşanacaktır ki bugün bile Türkiye’de liberal kesimlerin arasındaki temel yaklaşım farklılıklarını, bu başlıklar oluşturur. Şimdi Türkiye’de liberal düşüncenin gelişimi açısından önem taşıyan bu isimlerin görüşlerine bakalım.
Liberalizmin Muhafazakârlıkla Buluşması:
Ali Fuad Başgil
Ali Fuad Başgil (1899-1967) isminin Türkiye’de sağ muhafazakâr kesim için büyük bir saygınlığı vardır. Kendisini 1966 yılında sağ partilerin ortak cumhurbaşkanı adaylığına kadar götüren bu saygınlık muhtemelen Başgil’in başta din ve inanç özgürlüğü olmak üzere Türkiye’de hak ve özgürlük çerçevesinin genişletilmesi yönündeki çabasından kaynaklanır. Bu bağlamda Başgil’in demokrasinin kurumsallaşması için yapılması gerekenlerden bireysel özgürlüklerin genişletilmesine ve hukuk devletinin güçlendirilmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede fikrî mesai harcadığı görülür.
Öte yandan Başgil’in düşüncesindeki liberal temaların özellikle çok partili hayata geçişle beraber belirginleştiği söylenmelidir (Önder, 2005, s. 293). Tek Parti yıllarında siyasal düşünceleriyle fazla öne çıkmayan, ortaya koyduğu eserlerde de mutedil bir dille olsa bile resmî ideolojiyi onaylayan Başgil, demokrasiye geçiş sürecini bir fırsat olarak kabul eder. Başka bir ifadeyle, yeni sistemin oluşum aşamasında doğru adımların atılması, Başgil’e göre daha sonraki süreçte demokrasinin güçlü şekilde kurumsallaşmasını sağlayacaktır. Bunun aksine yine bu süreçte yapılacak hatalar ise tıpkı gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi halinde diğer tümünün de yanlış olması gibi telafisi daha zor sonuçlar üretecektir. Bu süreçte bir anayasa hukukçusu olarak Başgil’in demokrasinin ve demokratik uygulamaların doğru anlaşılması yönünde aktif çaba sarf ettiği söylenebilir. Söz konusu çabalar hem Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti çatısı altında hem de entelektüel düzlemde gerçekleşmiştir. Burada en fazla dikkat çeken konulardan biri Başgil’in Anglosakson dünyasında hâkim olan bir demokratik modeli önermesidir. Eğitimini Fransa’da yapmasına rağmen Anglosakson ekolünü tercih etmesi aşağıda değineceğimiz gibi bu anlayışın din ve inanç özgürlüğüne dayanmasıyla da yakından ilişkilidir.
Başgil’e göre, demokrasinin kalıcı olabilmesi için öncelikle oyunun dayandığı kuralların doğru şekilde tespit edilmesi gerekir. Bu süreç ise demokratik yönetimlerin ilk prosedürel koşulu olan serbest seçimlerden başlar. Buradan anlaşılacağı gibi Başgil, tipik bir hukukçu refleksiyle demokrasinin yerleşebilmesi için ilkelerin yanında normların ve prosedürlerin de en baştan iyi şekilde belirlenmesine büyük önem vermiştir. Demokrasinin gündelik hayata yönelik olumlu etkilerini görmek ve henüz bu tecrübenin Türkiye için oldukça yeni olmasından hareketle halkı buna ikna etmek zorunludur. Başgil, bu açıdan demokrasinin pragmatik faydaları üzerinde durur öncelikle. Batı toplumları, bugünkü gelişmişlik düzeylerini her türlü fikrin serbestçe tartışılmasını sağlayan çoğulcu ve özgürlükçü düzene borçludur. Türkiye ise Batılılaşma macerasında tabandan gelecek bu tür bir gelişme hamlesi yerine üstten dayatılan bir modernleşme anlayışını tercih etmiştir. Demokrasinin faydası, milletin değerleri, bununla koşut şekilde de beklentileri, çıkarları ve taleplerinin yöneticiler tarafından dikkate alınmasını zorunlu kılmasıdır (Haklı, 2018, s. 88).
Türkiye’nin demokrasiye geçişi gerçek anlamda bir hukuk devleti anlayışının tesis edilmesi için de bir fırsattır Başgil’e göre. Bu minvalde Başgil, devlet iktidarının sınırlandırılması üzerinde durur. Ancak buna, bireyin güçlendirilmesini de ekler. Bireysel hak ve özgürlükleri güvence altında tutacak mekanizma da yine devlettir. Dolayısıyla yapılması gereken devleti zayıflatmak değil devletin üzerine oturduğu ilkeleri demokrasi ve özgürlükleri kapsayacak şekilde genişletmektir. Bu durum demokrasiye geçiş kararının gerçekten anlam ifade etmesini sağlayacaktır. Ayrıca toplumda demokrasinin benimsenmesi yönündeki bir kültürün ortaya çıkışı da aynı yolla olacaktır.
Burada Başgil’in Tek Parti dönemi ile bir tür hesaplaşmaya da giriştiğini görmek gerekir. Zira demokratik yönetim, Tek Parti yıllarında yapılan hatalardan sıyrılmak ve yeni bir başlangıç yapmak için bir fırsattır. Tek Parti yıllarında güç temerküzü, muhalefetin baskılanması ve alternatif siyaset kanallarının kapatılması, otoriter bir modelin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak burada bir noktanın altını çizmek gerekir: Başgil, geçmişe yönelik eleştirilerinde mutedil ve soğukkanlı bir tutum takınır. Bu bağlamda yazarın, geçmişi körü körüne yargılanmasından daha çok, eskiden yapılan hatalardan ders çıkarılarak gerçek anlamda bir demokratik modelin kurulması için çaba harcadığı söylenebilir. Ancak tıpkı Ağaoğlu’nda olduğu gibi Başgil’de de cumhuriyetçi damar oldukça belirgindir. Başgil’e göre saltanat, istibdatı temsil ederken cumhuriyet, toplumun özgürleşmesi için bir alan açmıştır. Bu açıdan o dönemde yürürlükte olan 1924 Anayasası: “Devlet hayatına mutlak bir millet hâkimiyeti idealinden hareket etmektedir. Ve bu itibarla, en koyu mânâsiyle demokratik bir kanundur. Bununla beraber, yeniden gözden geçirilip esaslı bir surette tâdil edilmeye muhtaçtır.” (Başgil, 1960, s. 13). Başgil (1960, s. 13) bu ihtiyacın nedenini bireysel özgürlüklerle açıklar: “Millet hâkimiyeti rejimi olarak demokraside gaye millet fert ve nesillerinin huzur ve selametini, hak ve hürriyetini korumaktır.”. Dolayısıyla Tek Parti yıllarının kendine özgü şartlarına göre yapılan anayasanın değişmesi zorunluluktur. Daha doğrusu, demokrasiye giden dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek ve toplumu gerçek anlamda özgürleştirecek yeni bir anayasa yapılmalıdır.
Başgil, mevcut anayasanın gerçek anlamda parlamenter sistemin hayata geçirilmesini imkânsız kıldığını savunur. Zira 1924 Anayasası güç temerküzünü esas alarak hazırlanmıştır. Bu açıdan İngiltere örneğinde olduğu gibi iki meclisli bir yapının hayata geçmesinin demokrasinin kurumsallaşması için zorunlu olduğunu savunan Başgil’in düşüncesinin, Anglosakson yönetim anlayışına yakınlığı bir kez daha kendisini gösterir. Başgil’in iki meclisle amaçladığı, bir güç dengesinin meydana getirilmesidir. İktidarın farklı eller arasında dağıtılmasıyla birlikte özgürlüklerin daha güçlü şekilde korunması mümkün olacaktır. Bu durumun örneği o dönemde uygulanan sistemde meclis ile devlet başkanı arasındaki ilişkidir. Başgil, meclise hâkim olan partinin kendi adayını cumhurbaşkanı seçeceğini, seçilen kişinin de doğal olarak parlamento üstünde hâkimiyet sağlayacağını dile getirmiştir (Başgil, 1960, s. 23). Bunun yol açacağı sonuç, teorik olarak ulusal egemenliğin sahibi olduğu varsayılan ve bundan dolayı en üstün güç olarak görülen parlamentonun devlet başkanı karşısında ikincil bir pozisyona düşmesidir. Başgil, Tek Parti döneminde siyasal pratiklerin bu şekilde işlediğini ve “şef”in meclise hükmeder hâle geldiğini söyleyerek Çok Partili hayatla birlikte bu anlayışın değişmesi üzerinde durur. Dolayısıyla “millî iradenin istibdatı” ile karşılaşmamak için gücü tek elde toplamamak, dağıtmak gerektiğini söyler (Demirci, 2005a, s. 292).
Yukarıda Başgil’in Tek Parti yönetimine eleştirilerini daha dikkatli bir dille yaptığından söz etmiştik. Söz konusu eleştirilerin belirginleştiği ve nispeten somutlaştığı bu tür örneklerde bile bu itidalli ve soğukkanlı dil korunur. Bu bağlamda Başgil’in güncel ve popüler örneklerle eleştirilerini daha güçlü kılmak yerine akademik açıdan kendisine destek bulma çabasından ayrılmadığı söylenebilir.
Öte yandan Başgil’in rejime ve Cumhuriyet elitlerine en önemli karşı çıkışının laikliğe yönelik yorumlarda olduğunu söylemek mümkündür. Başgil, laikliğe yine Anglosakson yönetim anlayışı ve pratiklerinden esinlenerek rejimin bakış açısına göre oldukça farklı şekilde yaklaşmıştır. Başgil’e göre laikliğin esas amacı; dinin toplumsal hayatta çatışmaya neden olmaması ve tüm insanların din ve inanç özgürlüklerini en geniş şekilde kullanabilmeleridir. Burada karşılıklı bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Buna göre devlet, dinî alana girip buraya belirli bir düzen vermeye çalışmayacak aynı şekilde din de devletin hükümranlık alanında belirleyici olmayacaktır (Başgil, 2008, s. 160). Bu açıdan Başgil, Türkiye’de laikliğin anlaşılma ve yorumlanma tarzını eleştirir. Yazara göre laikliğin, “dinsizlik” olarak yorumlanması aslında rejimle halk arasındaki mesafenin de açılmasını beraberinde getirmiştir. Batı’da vatandaşların inanç özgürlüklerini korumak için yararlanılan bir araç olan laiklik bizde âdeta kendisi bir amaç haline gelmiştir.
Laikliğe bakış yukarıda değindiğimiz Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nde ciddi bir kırılma yaşanmasına ve Başgil’in bu oluşumdan ayrılmasına sebebiyet verecektir (Birinci, 2018, s. 85). Bu durumun oluşmasındaki en büyük neden, çok partili hayata geçişle birlikte din politikalarında görülen değişikliktir. Gerçekten de dönemin en güçlü muhalefet partisi olan Demokrat Parti’nin rejime yönelik eleştirilerinin başında, din özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik uygulamaların olduğu bilinir. Ancak iktidar partisi CHP de kendi zayıf karnının bu durum olduğunun farkına varmakta gecikmemiştir. Bu bakımdan çok partili hayata geçiş kararının alınmasından sonra din politikalarında ciddi bir açılıma gitmiştir ki bu durumdan rahatsız olanlar arasında diğer bazı elitler gibi liberal Ahmet Emin Yalman da vardır.
Modernleşmeci Bir Liberal: Ahmet Emin Yalman
Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin önde gelen bir diğer kurucusu Ahmet Emin Yalman’ın (1888-1973) liberalizmle ilişkisi oldukça eskidir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde hukuk fakültesi bitiren ve ardından ABD’de doktora yapan Yalman, Prens Sabahattin’in en önemli takipçilerindendir. Doktorayı bitirip yurda dönüşünün ardından üniversitede bir süre çalışan ve bu dönemde Ziya Gökalp’in asistanlığını yapan Ahmet Emin daha sonra kariyerini basın sektöründe devam ettirme kararı almıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Millî Mücadele’ye destek olan Yalman’ın muhalif tavrı, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra başlar. Çıkardığı Vatan Gazetesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılma kararını eleştirince İstiklal Mahkemesi tarafından kapatılır. Bu dönemde yine aynı mahkemede yargılanan Yalman, ceza almaz ancak gazetecilik kariyerine ara vermek zorunda kalır ve uzunca bir süre ticaretle uğraşır. 1936 yılında gazetecilik yapabilmesi için “af çıkar” ve Yalman yeniden asıl mesleğine döner. Ancak çıkardığı Tan Gazetesi de 1938 yılında hükûmet tarafından üç aylığına yeniden kapatılır. 1940 yılında ise Yalman, Vatan Gazetesi’ni yeniden canlandırmıştır (Demirci, 2005b, s. 473). Bir bakıma Ahmet Emin Bey’in gözünü bu cezalar korkutmaz ve basın yoluyla muhalefetine devam eder. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin nasyonal sosyalistlere verdiği gizli desteği eleştirdiği için gazetesi yeniden geçici süreyle kapatılır. 1944 yılının sonlarından itibaren ise Varlık Vergisi aleyhine yazdığı yazılar nedeniyle söz konusu tedbir sürekli kapatmaya dönüştürülmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nda hükûmetin oynadığı “denge oyunu” (Deringil, 2003) koşulsuz şekilde demokrasi cephesinin yanında saf tutulmasını savunan Yalman’ın İnönü yönetimiyle arasının açılmasına neden olmuştur. Savaş yıllarında Yalman, başta Cumhuriyet olmak üzere Nazi yönetimini destekleyen diğer gazetelere karşı çıkmak için Naziliğin İçyüzü adını taşıyan bir kitap da yayımlamıştır.
Dönemdeki liberal eğilimli pek çok kişi gibi Yalman için de çok partili hayata geçiş bir umut kaynağı olmuştur. Yalman bu süreçte aktif rol almak ister ancak Demokrat Parti içinde kendisine uygun bir pozisyon bulamaz. Bunun üzerine “demokrasi yolunda” mücadelesini sivil topluma taşır ve yukarıda değinildiği gibi Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin Ali Fuad Başgil ile birlikte iki fikrî öncüsünden biri olur. Yine Cemiyet’in çıkardığı Hür Fikirler mecmuasında da yazar Yalman. Burada tıpkı Başgil gibi Anglosakson tipi bir demokrasinin kurumsallaşması için çaba harcamıştır. Bunun yanında Prens Sabahattin ekolünden gelen Yalman, Cumhuriyetin kurulduğu dönemde yeni rejimin merkeziyetçi eğilimlerini de eleştirir. Zira merkeziyetçi sistem yalnızca gücün merkezde toplanmasını içermez aynı zamanda bunun tek kişiye geçmesinin de önünü açar. Kısacası merkeziyetçiliğin varacağı son, totaliterleşmedir (Yalman, 1997, s. 984 akt. Demirci, 2005b, s. 478). Buna karşılık, adem-i merkeziyetçilik iktidarın dağıtılmasını sağlayacağından gücün temerküzünü de engelleyecektir.
Öte yandan Yalman’ın Kemalizm’e yönelik eleştirel tavrını zaman içinde oldukça yumuşattığı görülür. Başlangıçta rejime karşı sert şekilde muhalefetten kaçınmayan Yalman, daha sonraları âdeta Kemalizm’in modernleşme projesini onaylayan bir görünüme bürünmüştür. Söz konusu yaklaşımın en belirgin örneği, laiklik ve din özgürlüğüne yaklaşımında ortaya çıkar. Yukarıda çok partili hayata geçişin rejimin laiklik anlayışında yumuşamaya yol açtığından muhalefetin de siyasal propaganda açısından din özgürlüğünü en önemli malzemelerden biri olarak kullandığından söz etmiştik. Yalman, bu durumdan hoşnut olmadığını çok açık şekilde göstermiştir. 1950 seçimlerinden kısa bir süre önce Yalman, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti çatısı altında dinin ve laikliğin gerçek anlamı üzerine bir panel düzenler (Birinci, 2017, s. 85). Ancak Cemiyet’in diğer fikrî öncüsü Başgil’in haberi olmadan gerçekleşen ve zaten içeriği açısından asla onaylamadığı bir faaliyettir bu. İki isim arasında bu panel nedeniyle yaşanan tartışma, aralarının bir daha düzelmemek üzere açılmasına neden olmuştur (Kalkan, 2018, s. 175). Yalman, demokrasinin ülkede “gericiliği” uyandırdığını düşünür ve yazıları giderek sertleşir. Bu yaklaşımı ve sert dili, 1952 yılında, yaralı olarak kurtulacağı bir silahlı saldırıya uğramasına yol açar. İddiaya göre saldırıyı gerçekleştiren Hüseyin Üzmez, o dönemde Necip Fazıl Kısakürek tarafından çıkarılan Büyük Doğu Dergisi’nin Yalman aleyhtarı yayınlarından etkilenerek bu suikast girişiminde bulunuştur. Bu olay nedeniyle Necip Fazıl da aslında konuyla doğrudan hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen bir süre cezaevinde kalmıştır.
Yalman’ın liberalizmle serüveninin ilginç bir rota izlediği söylenebilir. En başlarda rejime eleştirel şekilde yaklaşan ve muhalif tavrı nedeniyle bedel de ödeyen Ahmet Emin Bey zaman içinde Kemalist bir anlayışa yönelir. Ancak liberallikten de vazgeçmiş değildir. Bu bakımdan Yalman’ın Kemalizm’le liberalizmi telif etmeye çalışan bir anlayış benimsediği görülür (Dinçşahin, 2012, s. 118). Öyle ki rejime karşı eleştirileri, ideolojik temellerden daha çok ayrıntılar üzerinde yoğunlaşır. Yazar, 1938’de kaleme aldığı Gerçekleşen Rüya kitabında en fazla kırtasiyecilik ve devletçiliğin katı yorumundan şikâyet eder. Rejimin siyasal açıdan tartışılan uygulamalarına değil bürokrasinin verimsiz çalışmasına odaklanır. Aynı şekilde devletçiliğin, ekonominin her alanını kapsamasının değil giderek daralmasının ve piyasanın güçlenmesinin gerektiğini savunur. Ancak bunların da zaten zaman içinde gerçekleşeceğini iddia eder. Ona göre aslolan Kemalist inkılabın modernleştirici doğasının korunmasıdır. Bu bakımdan Yalman’ın gerek Başgil’den gerekse dönemin diğer bazı liberallerinden ayrıldığı söylenebilir. Yalman’ın liberalliği özellikle ekonomi politikaları açısından oldukça belirgindir. Zira devletçiliğin ancak kısa süreli başvurulabilecek bir araç olduğunun ve ekonominin gelişmesiyle piyasanın kendiliğinden işleyiş mekanizmalarının da güçlendirilmesi gerektiğini savunur Yalman. Bunun yanında Varlık Vergisi’ne karşı çıkması örneğinde de açıkça görüldüğü gibi ekonomik özgürlüklerin korunmasının da tavizsiz bir savunucusudur.
Siyasal özgürlükler açısından ise Yalman’da belirgin bir kafa karışıklığı olduğu hemen dikkat çeker. Yazar, bir taraftan ülkede bireysel özgürlüklerin genişletilmesi ve Anglosakson tipi demokrasinin güçlendirilmesi üzerinde durur diğer taraftan ise tipik bir modernleşmeci bakış açısıyla dinî özgürlüklerin tam olarak yaşanmasının taassuba yol açacağını savunur. Ona göre Kemalizm’in amacı; dinî taassubun yol açtığı, toplumun gelişmesini engelleyen tekelci yapıyı kırmak olmuştur (Kalkan, 2018, s. 173). Yalman’ın Köy Enstitüleri’ni olumladığı Yarının Türkiyesine Seyahat kitabının arka planında böylesi bir anlayış vardır. Tek Parti döneminin merkezî planlamacı kalkınma anlayışın eğitim alanına yansımasının örneklerinden olan bu yapı, Çifteler Köy Enstitüsü’nü bizzat ziyaret eden Yalman’ı oldukça etkilemiştir. Son olarak Yalman’ın ideolojik yolculuğunun en baştaki, Türkiye’de yeknesak bir liberalizm anlayışı ya da yekpare bir liberal grup olmadığı şeklinde tespitimizle uyumlu olduğu söylenebilir. Başka bir ifadeyle, diğer ideolojiler gibi liberallerin de yolları sıklıkla Kemalizm’le kesişmektedir ve Yalman da bu durumdan muaf değildir.
Liberalizmin Türkiye’de Düşüşü
ve Yeniden Gündeme Gelişi
Türkiye’deki liberalizmin fikrî macerası, kuşkusuz burada bıraktığımız gibi, 1940’larda bitmemiştir. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarıyla nispeten liberal politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Burada nispeten ifadesinin altını çizmek gerekir. Zira DP döneminde uygulanan politikalar, uluslararası konjonktürü sürekli gözetmek zorunda kaldığı gibi Kemalist ideoloji de dâhil olmak üzere Türkiye’deki siyasetin kısıtlılıklarından muaf olmamıştır. Nitekim DP’ye muhalefetin yalnız CHP’den ve Kemalist cenahtan değil liberal Forum çevresinden de geldiği görülür (Beriş, 2005). DP iktidarını sona erdiren 27 Mayıs 1960 Darbesi ise demokrasiye ket vurduğu gibi sistem üzerinde askerî vesayeti de başlatmıştır.
1960 ve 1970’lerdeki fikrî hareketlilikten en az etkilenen ideolojinin liberalizm olduğu ifade edilebilir. Sağ ve sol ideolojilerin hem siyasal arenada hem de fikrî düzlemde şiddetli bir biçimde rekabete girdiği bu dönemde ciddi anlamda öne çıkan liberal isim de eser de neredeyse yok denecek düzeydedir. Hatta bu süreçte liberal kavramının topluma yabancı kalmaya devam ettiği de görülür. Sağ ve sol kolektivizmin entelektüel zemin üzerinde hegemonya kurduğu 1960’lar ve 1970’ler boyunca doğrudan liberal olarak kabul edilebilecek güçlü bir akıma rastlanmaz. Öte yandan Soğuk Savaş yıllarının yalnızca Türkiye’de değil genel olarak dünyada liberal eğilimlerin çok fazla öne çıkmasını beraberinde getirmediği görülür. Antikomünizm tehdidi başta ABD olmak üzere Batı dünyasının demokrasi ve özgürlük kavramlarını da ihtiyatlı kullanmasına neden olmuştur (Örnek, 2005, s. 124). Hatta McCarthycilik örneğinde olduğu gibi ABD rejiminin çıkarlarıyla uyumlu olmayan ideolojik yaklaşımlar takibata uğramıştır. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra izlenen Keynesçi politikalar, Batı dünyasında klasik liberalizmden uzaklaşılması ve devletin ekonomi üzerindeki rolünü artırması sonucunu doğurmuş ve bu anlayış dünya genelinde giderek yayılmıştır. Bu durumun 1970’lerin ortalarına doğru değişmeye başladığı ve özellikle 1973 Petrol Krizi’nden sonra Batı dünyasında ekonominin parametrelerinin yeniden liberalizme doğru kaydığı görülür. Aynı durum Türkiye’yi de yakından etkilemiştir. Ekonomide liberalizasyon sağlayacak 24 Ocak 1980 Kararları, Türk ekonomisini Batı dünyasıyla yeniden entegre etme çabalarının bir uzantısıdır. Muhalefetsiz bir siyasal zemin yaratan 12 Eylül 1980 Darbesi ise bu politikaların uygulanması için uygun bir zemin hazırlamıştır.
1980’lerde Türkiye’de liberalizmin siyasal ve iktisadi bakımdan kamusal görünürlüğünü artırdığı görülür. Bu durumun ortaya çıkmasında 12 Eylül Darbesi’nin tüm ideolojileri âdeta silindir gibi ezip geçmesinin büyük etkisi bulunur. Hem sağdan hem de soldan çok sayıda kişinin tutuklandığı, yargılandığı, ülkedeki her türlü muhalif sesin bastırıldığı bu dönemde liberal yaklaşım kendisi için nispeten daha geniş bir hareket alanı bulmuştur. Buna yukarıda bahsedilen küresel eğilimleri de eklemek gerekir. Dünya genelinde hem ülke siyasalarında hem de düşünce hayatında 1980’lerden itibaren liberalizm giderek güçlenmiştir. Bu durum kaçınılmaz şekilde Türkiye’yi de etkileyecektir.
1980’lerde iktidarda olan Turgut Özal, liberal politikaları, kendisini bu ideolojiye yakın görmesi nedeniyle fikrî arka planlarına da nüfuz etmiş şekilde uygulamıştır. Bu anlamda siyasal pratikler bağlamında Türkiye’nin liberalleşmesi sürecinde Özal döneminin âdeta bir milat olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Yayla, 2005, s. 585). Özal, liberal ekonomik programı muhtemelen seleflerinden çok daha bilinçli şekilde uygularken siyasal açıdan da özgürlükleri genişleten bir anlayışa sahip olmuştur. Darbe sonrasında askerî vesayetin zayıflatılması bakımından Turgut Özal döneminde atılan adımların oldukça önemli olduğu söylenebilir. Ancak bu sürecin entelektüel zeminde liberal düşünce için üretkenliği beraberinde getirdiğini söylemek mümkün değildir. Hatta bu süreçte liberal ifadesinin pejoratif bir dille kullanıldığına da sıklıkla rastlanmıştır. Buna karşılık 1980’lerdeki düşünce iklimi, Türkiye’de bazı sol gruplar ile liberallerin yollarının belirli noktalarda kesişmesine sebebiyet verir. 12 Eylül Darbesi’nin getirdiği tahrip edici etkinin yanında Sovyet rejiminin totaliterliğine duyulan tepki, Marksistler içinde alternatif eleştirel yaklaşımların belirlemesi sonucunu doğurmuştur. Bu anlamda İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin devrimin sivil toplum alanında kazanılacak bir hegemonya mücadelesi sonucunda gerçekleşebileceği yönündeki tezleri, solun başlıca tartışma konularından biri haline gelir. Dolayısıyla sol gruplar arasında “sivil toplumcu” şeklinde nitelenen ve liberal demokratik değerleri belirli ölçülerde kabullenen bir akımın güçlendiği söylenebilir. Bu grupların yanı sıra geçmişte sol hareketler içinde yer alan bazı isimler de seküler hassasiyetlerini korumak, daha açık bir ifadeyle muhafazakârlaşmamak kaydıyla liberallerle eklemlenirler. Böylece “sol liberal” sıfatıyla anılan bir siyasal anlayış baş göstermiştir. Siyasal açıdan liberal demokratik anlayışa yakın ama ekonomik düzlemde daha sol kabul edilebilecek bir çizgidir bu.
1980’lerin sonlarında sözünü ettiğimiz soldan gelen gruplar, liberaller ve bazı İslamcıların içinde yer aldığı İkinci Cumhuriyet tartışmaları ortaya çıkacaktır (Aslında İkinci Cumhuriyet kavramı ilk kez 1960 Darbesi’nden sonra yeni anayasanın yapılması sürecinde belirmiştir). 1990’ların başında başlayan İkinci Cumhuriyet tartışmaları, temelde siyasal sistem üzerinde köklü bir revizyon yapılması anlayışına dayanır. Askerî vesayetin ortadan kaldırılması, demokrasinin güçlendirilmesi, bürokrasinin sistem üzerindeki etkisinin azaltılması ve devlete karşı sivil toplum alanında mücadele verilmesi yönünde tartışmalar başlamıştır. Devletçi ekonomi anlayışı konusunda ise tam bir uzlaşı olduğu söylenemez. Ancak genel olarak devletin bu alandaki rolünün de sorgulandığı açıktır.
Söz konusu eleştirel damarın ortaya çıkmasında 12 Eylül sonrasında yaşanan insan hakları ihlalleri, yargılama süreçleri, muhalefetin baskılanması gibi iç etmenlerin yanında Sovyetler Birliği’nin dağılması dolayısıyla reel sosyalizmin çöküşünün sol üzerinde yarattığı travma da vardır. İkinci Cumhuriyetçilerin eleştirilerinin odak noktasını ise resmî ideoloji yani Kemalizm oluşturmuştur. İkinci Cumhuriyetçiler, köken olarak farklı ideolojilerden gelseler ve bazıları bu ifadeyi benimsemese de kamuoyunda genellikle liberal şeklinde nitelendirilmişlerdir. 1990’ların başında İkinci Cumhuriyetçilerin entelektüel zeminde güçlü bir yer elde ettikleri görülür.
Türkiye’de klasik liberalizmin doğrudan liberal sıfatını kullanarak hem fikrî ve hem de siyasi zeminde var olabilmesi için 1990’lı yılları beklemek gerektiği söylenebilir. Ankara’da bir grup akademisyen ve aydının 1992 yılında informel olarak kurduğu, daha sonra dernekleşen Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) muhtemelen adında “liberal” ifadesine yer veren ilk sivil toplum kuruluşudur. Avusturya İktisat Okulu’nun takipçisi olan LDT mensupları, liberalizmin siyasi ve ekonomik yüzlerinin farklılaşmadığını tam tersine bunların birbirlerini tamamladığını savunarak yukarıda anlatılan Türkiye’deki genel eğilimlerin dışında hareket etmişlerdir. Bu bakımdan fikrî alanda liberalizmin en tutarlı ve bütünlüklü savunusu, LDT çevresinden gelmiştir. Bu dönemde yaşanan 28 Şubat süreci başta olmak üzere birtakım siyasal ve toplumsal sorunlar, temel hak ve özgürlükleri her koşulda, dinî ve siyasi inançlarıyla kanaatlerinden bağımsız şekilde savunan bir grup aydının belirmesini sağlamıştır.
Öte yandan 1997 yılında başlayan 28 Şubat sürecinin liberal fikirlerin seslendirilmesi bakımından en önemli eşiklerden birini oluşturduğu söylenmelidir. Bu süreçte temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılara ve bürokratik vesayete karşı çıkılmasında liberal argümanlar sıklıkla kullanılmıştır. Yukarıda değindiğimiz üzere 1980’lerde solla liberalizm arasında görülen yol kesişmesinin bir benzeri bu kez İslamcılarla yaşanacaktır. Siyasal baskının alternatif projelerin dile getirilmesini engellediği dönemlerde demokrasiyle temel haklar ve özgürlükleri içeren liberal ilkeler âdeta sığınılacak bir liman olmaktadır. Buradan hareketle Türkiye’de liberalizmin altın çağının 1990’lı yılların ortalarında yaşandığı açıktır. Başta İslamcılar olmak üzere farklı gruplar, sisteme yönelik eleştirilerini evrensel karşılığı da bulunan liberal bir çerçeve içinden yapmışlar böylece “irticacı” damgası yemekten kendilerini koruyacak bir mekanizma da geliştirmişlerdir.
2000’lerde görülen siyasal özgürlüklerin genişlemesine yönelik hamleler bir bakıma liberallerin en baştan beri savunduğu değerlerin siyasetin merkezine yerleşmesine imkân tanımıştır. Ancak paradoksal şekilde bu genişleme, liberallerin doğrudan lehine olmamış ve bir önceki on yılda liberalizm adına yaşanan hareketlilik durmuştur. Bu durumun en önemli nedeni olarak 1990’lar boyunca ve özellikle de 28 Şubat sürecinde sisteme yönelik eleştiri ve muhalefetlerini liberal bir kavram seti üzerinden yapan çok sayıda ismin ideolojik pozisyonlarının farklılaşmasıdır. Buna karşılık yine 2000’lerden günümüze kadar uzanan çizgi içinde Türkiye siyaseti içinde yaşanan gelişmeler de liberal gruplar arasında kırılmalar yaratmıştır. Bu dönemde özellikle geçmişte İslamcı cenaha mensup olan isimler ya da dinî hassasiyetleri güçlü olanlar bu kez muhafazakârlığa yönelmiş diğer bazı kesimler ise yaşam tarzı tartışmalarının işaret ettiği çerçevede seküler kaygılarla Kemalist ve ulusalcı kesimlerin yanında konumlanmaya başlamıştır. Böylece liberalizm, kendi içinde parçalı bir yapı ve görünüm arz etmiştir. Dolayısıyla hâlihazırda liberalizmin doğru yorumunu kendilerinin temsil ettiklerini savunan farklı grupların olduğu söylenebilir. Kuşkusuz aynı durum sosyalistler başta olmak üzere diğer başka bazı ideolojiler için de geçerlidir. Ancak güncel siyasal tartışmalardaki pozisyon alışlara bakıldığında liberalizm içindeki kırılmanın hiç de küçük olmadığı söylenebilir.
Sonuç
Son iki yüzyıllık zaman dilimi, bu coğrafyada fikrî açıdan zengin bir tartışma ortamı doğmasını beraberinde getirmiştir. Modernleşme süreci boyunca farklı ideolojiler, ülkenin geleceğine yönelik olarak kendi projelerini ortaya koymuşlardır. Aynı zenginliğin, liberalizm için de geçerli olduğunu söylemek ise oldukça iyimser bir yaklaşım olacaktır. Liberalizmin Türkiye’de diğer ideolojilerin gerisinde kalmasının en önemli nedeni olarak tüm modernleşme tarihi boyunca devletin zihinlerdeki merkezî konumunu sürekli koruması gösterilebilir. İktidar mücadelesi de devlet iktidarını ele geçirmek çabası üzerinde yoğunlaşmıştır. Siyasal çözümlemelerin devlet eksenli gerçekleşmesi, iktidarı zayıflatıp bireyi güçlendirmeyi amaçlayan liberalizmin durumunu oldukça tartışmalı hâle getirmiştir. Devletin bekası öncelikli sorun durumuna gelince, bireysel özgürlüklerin korunması adına devlet iktidarının sınırlandırılmasını esas alan bir ideolojinin meşruluk zemininin tartışmalı bir görüntüye bürünmesi kaçınılmazdır. Bir bakıma, liberalizmin özgürlük vurgusunun devletin bekasına zarar veren bir mahiyet içerdiği anlayışı doğmuştur. Bu duruma liberalizmle ilgili olumsuz ve yanlış algıyı da eklemek gerekir. Liberalizmin, âdeta kuralsızlığın, düzensizliğin ve ilkesizliğin hâkim olduğu, “güçlünün zayıfı ezmesinin mübah görüldüğü” bir model olduğu ima edilmiştir. Oysa liberalizm ne devletin ortadan kalkmasını amaçlar ne de düzensizlikten yanadır. Tam tersine liberalizm, devleti meşru görür ve önceden belirlenmiş kurallarla yönetilen, iyi düzenlenmiş bir toplum idealine sahiptir. Türkiye’de devleti yücelten anlayış, liberalizme yönelik yanlış algıyla birleşince bu ideoloji âdeta eksik kalmış öncelikle kendini savunmaya yönelmiştir. Bu bağlamda hak ve özgürlüklere yönelik taleplerin devletin bekasına zarar verebileceği algısı yerleşmiş ve bu konuda ihtiyatlı bir dil kullanılmıştır.
Elbette liberalizmin kök salamamasında modernleşme süreci boyunca uygulanan siyasal ve ekonomik politikaların da büyük etkisi vardır. Her şeyden önce tüm bu sürecin otoriter bir modernleşme anlayışı doğrultusunda yönetildiği açıktır. Dolayısıyla ülkenin ve toplumun geleceğine ilişkin iktidar sahipleri eliyle yürütülen resmî program dışında alternatif yaklaşımların belirmesine izin verilmez. Devletin sistem üzerinde bu denli güçlü bir kontrol sağlaması, doğal olarak kendi iktidarını sorgulayan ve bunu zayıflatmayı hedefleyen siyasal ideolojilerin güçlenmesine izin vermemesi sonucunu doğurmuştur. Burada kısa bir parantez açılıp ifade edilmesi gerekirse Türkiye’de tarihi en zayıf ideolojilerin liberalizmle birlikte otorite karşıtlığı ve özgürlük ideali çok belirgin olan anarşizm olması tesadüf değildir. Bu bağlamda otorite ve özgürlük sarmalında kaybeden sürekli olarak ikincisi olmuştur.
Türkiye’de liberalizmin tarihinin Batı’yla karşılaştırılamayacak kadar eksik kalmasına, ekonomik kaynakların yönetiminde devletin etkisi de eklenmelidir. Tüm modernleşme tarihi boyunca devlet, ekonomik kalkınmanın kendi eliyle hazırlanacak bir plan dâhilinde yönetilmesini öngörmüştür. Bu durumun medyana getirdiği en önemli etki, uzunca yıllar boyunca devlet dışında örgütlenen ve ekonominin doğal yasalarıyla piyasa ilişkileri çerçevesinde gelişen bir burjuva sınıfının ortaya çıkmamasıdır. Bunun aksine önce İttihat ve Terakki yönetiminin daha sonraysa Cumhuriyet rejiminin “millî burjuvazi” yaratma girişimleri, bu sınıfın çıkarlarının doğrudan devletle bağlantılı olması sonucunu doğurmuştur. Bu bakımdan Batı’daki örneklerinin aksine Türkiye’de girişimciler dahi oldukça uzun dönemler boyunca devletin dışında gelecek bir ekonomik ilişkiler ağına mesafeli durmuş ve ideolojik düzlemde liberalizmi onaylamamıştır.
Liberalizmin Türkiye’de yeterince kök salamamasında, aydınların bu bireyci ideolojiye karşı kolektivist yaklaşımları tercih etmelerinin de etkisi vardır. Liberalizm ne bir altın çağ imgesine sahiptir ne de geleceğe dönük bir ütopya sunar. Tüm modernleşme tarihi boyunca topluma yeni bir biçim vermeye çalışan aydınlar için bu anlayış çok da cazip olmasa gerektir.
Elbette liberalizmin Türkiye’deki tarihinin bu denli eksik ve parçalı olması, başka iddiaları da beraberinde getirilebilir. Ancak 1980’lerin başlarından itibaren liberal ekonomik programlar uygulayan ve demokratik yönetim anlayışına sahip olan bir ülkede ideolojik açıdan liberalizmin neden zayıf kaldığı sorusunun net bir cevabını bulmak oldukça zordur. Liberalizmin muhafazakârlıkla arasındaki geçişlilikler, toplumun dindarlığı ve geleneklere bağlılığıyla birleştiğinde, ideolojik tercihleri etkilemiştir. Dolayısıyla liberalizmle muhafazakârlık arasındaki fikrî akrabalığın, Türkiye’deki kaderini etkilediği söylenebilecektir.
Kaynakça
Ağaoğlu, A. (1930). Serbest insanlar ülkesinde. İstanbul: Sanayii Nefise Matbaası.
Ağaoğlu, A. (1933). Devlet ve fert. İstanbul: Sanayii Nefise Matbaası.
Ağaoğlu, A. (1972). Üç medeniyet. Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları.
Ahmad, F. (2017). İttihat ve Terakki: 1908-1914 (11. Baskı). N Yavuz (Çev.). İstanbul: Kaynak Yayınları.
Arslan, Z. (2005). Türkiye’de liberal düşüncenin önündeki engeller. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 232-245). İstanbul: İletişim Yayınları.
Başar, A. H. (1956). Demokrasi buhranları: Demokrasimizin geçirdiği buhranlar ve neticeleri hakkında bir tahlil. İstanbul: Türkiye Basımevi.
Başar, A. H. (1981). Atatürk’le üç ay ve 1930’dan sonra Türkiye. Ankara: Ankara İTİA Yayınları.
Başgil, A. F. (1960). ilmîn ışığında günün meseleleri. İstanbul: Yağmur Yayınları.
Başgil, A. F. (2008). Din ve laiklik. İstanbul: Yağmur Yayınları.
Beriş, H. E. (2005). Kemalist-liberal sentez çabası: Forum dergisi. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 530-540). İstanbul: İletişim Yayınları.
Beriş, H. E. (2015). Tek Parti döneminde devletçilik: Türkiye’de otoritarizmin siyasal ve ekonomik temelleri. İstanbul: Tezkire Yayınları.
Beriş, H. E. (2017). Ali Fuad Başgil’e armağan. Ankara: Uluslararası Piri Reis Kültür Ajansı Yayınları.
Birinci, M. K. (2017). Terakkici muhafazakâr bir mütefekkirin sivil toplum tecrübesi: Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti. H. E. Beriş (Ed.). Ali Fuad Başgil’e Armağan içinde (ss. 271-300). Ankara: Uluslararası Piri Reis Kültür Ajansı Yayınları.
Birinci, M. K. (2018). Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti. Ankara: Liberte Yayınları.
Bora, T. (2017). Cereyanlar: Türkiye’de siyasi ideolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Coşar, S. (2005). Ahmet Ağaoğlu. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 236-242). İstanbul: İletişim Yayınları.
Demirci, A. (2005a). Ali Fuad Başgil. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 282-299). İstanbul: İletişim Yayınları.
Demirci, A. (2005b). Ahmet Emin Yalman. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 473-479). İstanbul: İletişim Yayınları.
Demirel, A. (1995). Birinci Meclis’te muhalefet: İkinci grup (2. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Deringil, S. (2003). Denge oyunu: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin dış politikası. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Dinçşahin, Ş. (2012). Ahmet Emin Yalman ve Türkiye’de liberal düşünce. AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12(12), 111-135.
Erozan, B. (2011). Ahmet Ağaoğlu ve “nizamlı hürriyet”: Bir Cumhuriyetçi yorum denemesi. Doğu Batı, 57, 197-223.
Haklı, S. Z. (2018). Ali Fuad Başgil: Bir düşünürün fikri haritası. Ankara: Liberte Yayınları.
Hanioğlu, Ş. (1981). Bir siyasal düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve dönemi. İstanbul: Üçdal Neşriyat.
Kadıoğlu, A. (1999). Cumhuriyet iradesi demokrasi muhakemesi. İstanbul: Metis Yayınları.
Kalkan, B. (2018). Ahmet Emin Yalman: Entelektüel bir biyografi. Ankara: Liberte Yayınları.
Mardin, Ş. (1996). Jön Türklerin siyasi fikirleri (1895-1908) (5. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
Önder, T. (2003). Ali Fuad Başgil. A. Çiğdem (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce: Cilt 5 muhafazakârlık içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.
Örnek, C. (2015). Türkiye’nin soğuk savaş düşünce hayatı: Antikomünizm ve Amerikan etkisi. İstanbul: Can Yayınları.
Reyhan, C. (2008). Türkiye’de liberalizmin kökenleri: Prens Sabahattin (1877-1948). Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Tekeli, İ. ve İlkin, S. (1982). Uygulamaya geçerken Türkiye’de devletçiliğin oluşumu. Ankara: ODTÜ Yayınları.
Tınal, M. (2000). Türkiye’de bir sivil toplum örgütü: İnsan Hakları Derneği (1946). Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi, 3(9-10), 117-121.
Uyar, H. (2005). Ağaoğlu Ahmet’in “Liberal Muhalif” Gazetesi: Akın (1933). M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 224-231). İstanbul: İletişim Yayınları.
Ülken, H. Z. (1998). Türkiye’de çağdaş düşünce tarihi (6. Baskı). İstanbul: Ülken Yayınları.
Yalman, A. E. (1938). Gerçekleşen rüya. İstanbul: Tan Matbaası.
Yalman, A. E. (1944). Yarının Türkiyesine seyahat. Yeni Türk akıncılarının aleminden notlar. İstanbul: Vatan Matbaası.
Yalman, A. E. (1945). Naziliğin içyüzü. İstanbul: Vatan Neşriyatı.
Yalman, A. E. (1997). Yakın tarihte gördüklerim ve geçirdiklerim cilt 2: 1922-1971. E. Ş. Erdinç (Hzl.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Yılmaz, M. (1993). Ahmet Ağaoğlu ve liberalizm anlayışı. Türkiye Günlüğü, 23, 56-71.
Yayla, A. (2005). Özal, Özal reformları ve liberalizm. M. Yılmaz (Ed.). Modern Türkiye’de siyasi düşünce cilt 7: Liberalizm içinde (ss. 584-588). İstanbul: İletişim Yayınları.
Zürcher, E. J. (2010). The Young Turk legacy and nation building: From the Ottoman Empire to Atatürk’s Turkey. London & New York: I. B. Tauris.
Zürcher, E. J. (2018). Modernleşen Türkiye’nin tarihi (4. Basım). Y. Saner (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.